A. Dervişlerin Faaliyet Alanları
Anadolu’nun Türk toprağı olmasında önemli pay sahibi olanlar arasında dervişlerin özel bir yeri vardır. Anadolu’nun fethi ve İslâmlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında da Türkleri harekete geçiren en önemli unsurların başında tasavvuf gelmektedir. Anadolu’daki İslâmlaşmayı hızlandıran tekkeler ilk olarak Türkler tarafından kurulmuş, hayatın her alanı zaviyeler çevresinde örgütlenmiş,[1] Anadolu’yu dolduran pek çok Türkmen şeyhinin kabri, ziyaretgâh haline gelmiştir.
Örneğine çokça rastlanan askerî işgallerin hiçbirine benzemeyen Türkmen göçleri sonucunda Anadolu’ya çok sayıda derviş gelmiştir. Bu dervişler, Selçuklular gibi, Osmanlıların da manevî dayanaklarını oluşturur. Bunların Anadolu’daki etki alanları, birbirine bağlı üç başlık altında toplanabilir: Fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı. Kılıç ve kılıca hükmeden ruh yardımıyla fethedilen bölgelerin yaşanır hale gelebilmesi, iskân faaliyetleri ve vakıflar gibi kurumlarla mümkündür. Kurulan bu sosyal yapının geliştirilmesi, yenilenmesi ve geleceğe aktarılması da sosyal etkinlikler yanında, toplumun çimentosu olabilecek eserlerin yazımı gibi kültürel etkinlikleri zorunlu kılmaktadır. Bu çalışmada, dervişlerin dinî ve itikadî düşünceleri üzerindeki tartışmalardan çok, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde değişik alanlarda oynadıkları roller üzerinde durulacaktır.
B. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Anadolu’daki Dervişler ve Tarikatlar
Anadolu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önceki yüzyılda, Şihabeddin Sühreverdî (ö. 1234), Evhadeddin Kirmanî (ö. 1237), İbn Arabî (ö. 1240), Şems-i Tebrizî (ö. 1247), Necmeddin Dâye (ö. 1256), Ahî Evran (ö. 1261), Mevlânâ Celaleddin Rumî (ö. 1273), Sadreddin Konevî (ö. 1273), Yunus Emre (ö. 1342) gibi dervişlerin damgasını vurduğu bir coğrafyadır. Bu dervişler, Anadolu insanının duygu ve düşünce dünyası üzerinde derin izler bırakmıştır.
Sufilerin yalnızca halk tabakası değil, aydın tabaka ve hatta devlet adamları üzerinde de etkileri vardır. I. Keykavus’un şeyhi sayılan İbn Arabî, Horasan tasavvuf ekolü etkisiyle teşkilatlanan fütüvvet hareketini Anadolu’ya taşıyan Sühreverdîye’nin kurucusu Ömer Sühreverdî gibi sufîlerin Selçuklu Anadolusu’ndaki derin etkileri bilinmektedir. Melâmetle de ilişkisi bulunan fütüvvet hareketi Ahîliğin temelini oluşturur.
Anadolu Erenleri de denilen dervişlerin Aşıkpaşa-zâde tarafından dört guruba ayrıldığı malumdur: Gaziyân-ı Rûm, Ahîyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm.[2]
Anadolu Gazileri diye Türkçeleştirilebilecek olan Gaziyân ifadesinden uçlardaki dinî-askerî teşkilat anlaşılır. Bizanslılarla sürekli mücadele halinde olan bu mücahitlerin temeli Tuğrul Bey ve Alparslan’a dayanır.[3] Daha sonraki dönemlerde kurulan Yeniçeri teşkilatının manevî arka planını ise Anadolu’da kurulmuş olan Bektaşiye oluşturmuştur.
Fütüvvet düşüncesinin etkisi altında gelişmiş bir hareket olan Ahîlik, esnaflıktan eğitime, siyasetten savaşa kadar geniş bir faaliyet alanına sahip, Anadolu Türklerine özgü bir oluşumdur. XIII. yüzyıl Anadolusu’nda ticaret ve şehirleşmenin gelişmesine paralel olarak yaygınlaşan Ahîlik[4], savaş sanayiinin temel hammaddelerinden deri sektörünü elinde tutan bir harekettir.[5] Ahî “iş adamları”, oluşturdukları “güçlü lobi”lerle devlet mekanizmalarında baş gösteren krizlere müdahil olmuşlardır.[6] Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebâli, Ahîlerin lideri ve beyliğin manevî önderi konumundaydı. Devletin kuruluşuyla ilgili meşhur “rüya”yı gerçekleştirme yolundaki ilk adımlar Şeyh Edebalî tarafından atılmıştır. Anadolu’nun pek çok yerindeki zaviyelerle konaklama hizmetleri de veren Ahîlerin Osmanlı Devleti üzerindeki etkileri Fatih dönemine kadar sürmüştür.
Ahî Evran’ın eşi Fatma Bacı’nın, Bâcıyân-ı Rûm’un kurucusu olarak gösterilmesinden dolayı,[7] bu teşkilatın Ahîlerin kadın kolları olduğuna dair kanaatler bulunmaktadır.[8] Kadınların eğitimiyle ilgilenen ve gayrimüslim kadınlar arasında İslâmlaşma faaliyetleriyle tanınan bu teşkilatın Baycu komutasındaki Moğol baskınından sonra toparlanamadıkları anlaşılmaktadır.[9] Ancak ortadan kalkmasından çok zaman sonra yaşayan Aşık-paşa-zâde’nin bu teşkilatı ismen de olsa zikretmesi, etkilerinin gücü hakkında fikir vermektedir.
Abdal kelimesi, XII. XIV. yüzyıllarda derviş anlamında kullanılmıştır.[10] Horasan Erenleri de denen Abdalların[11] Yesevî, Vefaî, Babaî, Bektaşî ve Kalenderî zümrelerle ilişkili oldukları kanaati vardır.[12] Bu örneklerden biri Vefâî tarikatına mensubiyeti kendi ifadelerine dayandırılan Geyikli Baba’dır.[13] Bu zümrelerin Şiî-Batınî, ibahî, serseri dervişler olduğu söylenmekle birlikte,[14] tahrir defterleri başta olmak üzere, bazı kaynaklarda düzenli aile hayatına sahip olduklarının bir göstergesi olarak çocuk ve torunlarından söz edilen, fetihlere katılan, yerleşim merkezleri kuran, devletin iskân ve İslâmlaştırma çabalarına katkıda bulunan dervişlerin tamamı için bu hükme varabilmek mümkün gözükmemektedir.[15] Aynı problem, Anadolu’nun İslâmlaşmasına katkı sağlayan dervişlerle ilgili tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır.[16]
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında dalgalar halinde Anadolu’ya göçler yapıldığı anlaşılmaktadır. Abdal Murad,[17] Alaca Hırkalı,[18] Bursa fethine katılan gazilerin susuzluğunu gidermek için ayran dağıtan Doğlu Baba,[19] bunlardan başka adı pek az duyulmuş olan Yegân Gazi,[20] Kaplan Gazi,[21] Mehmed Dede,[22] Selçuk Gazi,[23] Lâleli ve Yalnız Dede kardeşler,[24] muhtemelen Esemen Baba[25] ve Esenli Şeyh[26] ve adı duyulmamış pek çok dervişin aynı sıralarda Anadolu’ya gelmiş olmaları bunu göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemindeki bir başka önemli derviş göçü de, hacca gitmek üzere Seyyid Usûl,[27] Seyyid Nâsır,[28] Seyyid Nimetullah-ı Velî,[29] Ali Dede el-Buharî,[30] Baba Zakir[31] gibi dervişlerle yola çıkan ve asıl adı Şemseddin Muhammed olan Buharalı Emir Sultan’ın ön ayak olduğu harekettir.[32]
Bu yüzyılda Anadolu’ya gelen tarikatlar arasında dolaylı etkileri bulunan, fakat yayılamayan Kübreviye, Sühreverdiye, kurucusu Ebu İshak Kâzerûnî’ye (ö. 1034) nispetle İshakiye de denen Kâzerûniye[33] ve Edhemiye sayılabilir. Rifaiye, Kadiriye, Kalenderiye, Haydariye Anadolu’da yayılma imkânı bulabilmiş, Hurufîlik ise fikri bir akım ve tasavvufi bir neşve olarak varlığını sürdürmeye devam etmiştir.[34] Kadiriye’yi Anadolu’ya getiren Eşrefoğlu Rumî (ö. 1469) Eşrefiye kolunun kurucusudur.
Molla İlahî (ö. 1490) ve Emir Ahmed Buharî (ö. 1516) Nakşibendiye’yi Anadolu’ya getirirken, Zeyneddin Hafi’nin (ö. 1435) kurduğu Zeyniye,[35] Abdüllatif Kudsî (ö. 1452) ve halifeleri aracılığıyla Bursa, İstanbul, Konya, Karaman, Tosya, Eğridir ve Rumeli, Abdürrahim Merzifonî (ö. 1446) aracılığıyla Merzifon,[36] Şeyh Abdülmu’tî (?) aracılığıyla da Kuzey Afrika’ya taşınmıştır.[37] Zeyniye, muhtemelen aynı çizgiyi yeni bir havayla sürdüren Nakşibendiye, Celvetiye gibi tarikatların gelişmesiyle, XVI. yüzyıldan sonra yavaş yavaş ortadan kaybolmaya yüz tutmuştur.[38]
Halvetiye ise ikinci Pir Yahya Şirvanî (ö. 1458) ve müridi Dede Ömer Ruşenî (ö. 1480) tarafından sonraki yıllarda Anadolu’ya girmiş ve büyük rağbet görmüştür. Bayramiye ile de irtibatından söz edilen bu tarikattan Celvetiye, Şemsiyye, Mısriyye, Uşşakiye gibi Anadolu kültürü üzerinde derin izler bırakan kol ve şubeler doğmuştur. Bunlardan Celvetiye I. Ahmed’in itibar ettiği bir tarikat olurken, Mısriyye Niyazî-i Mısrî’nin sürgünleriyle gündeme gelmiş, Şemsiyye de tekke-medrese kavgasında tekke tarafı olarak ön plana çıkmıştır.
Anadolu’da doğan tarikatlar arasında Mevleviye ve Bektaşiye ilk sırayı almaktadır. Bunlardan Mevleviye ile Osman Bey arasında bir ilişkiden söz eden bir menkıbe mevcuttur. 1826’da Yeniçerilik’in kaldırılmasına bağlı olarak ordunun manevî arka planını oluşturan Bektaşîye yasak edilmiş, onun askerî hayattaki rolü Mevleviye’ye verilmiştir. Bu sonucun sözü edilen menkıbeyle irtibatlı olması mümkündür.
Erdebil Sufileri ve Erdebiliye gibi isimlerle tanınan ve başlangıçta Sünnî bir tarikat olan Safeviye, Hamidüddin Aksarayî ile Anadolu’ya gelmiş, ancak bir süre sonra Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd aracılığıyla İran’ın Şiîleşmesi’nde etkili olmuştur. Safeviye’den Hacı Bayram Velî etkisiyle ayrılan bir kol Bayramiye’yi oluşturmuştur. Bayramiye Ak Şemseddin’le gelen koluyla devlet desteğini alırken, bu tarikattan Bursalı Bıçakçı Ömer Dede’yle ayrılan Bayramî-Melâmîler özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda devletin ensesini soluğunda hisseden bir zümre olmaktan kurtulamamıştır.
C. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Dervişlerin Etkileri
- Dervişlerin Fetih, İskân ve İslâmlaşmadaki Etkileri
Abdal denilen dervişlerin, Bursa, Eskişehir, İzmit, Yalova, İznik gibi Marmara ve İç Anadolu Bölgesi’ndeki pek çok yerleşim merkezinin fethinde etkileri bulunduğu bilinmektedir.[39] Abdal Murad, Abdal Musa, Alaca Hırkalı, Doğlu Baba, Geyikli Baba, Barak Baba, Karaca Ahmed, Selahaddin Buharî gibi dervişler bu fetihlerde baş rolü oynayanlar arasındadır. Fetihlerde dervişler tarafından gerçekleştirilen kuşatmaların, siyasî otorite emriyle yapıldığı tahmin edilmektedir.[40]
Bu durumun bilinen örneklerinden biri, fetihten önce Uludağ eteklerine yerleşerek kaleyi tarassut altına alan Abdalân-ı Rum’un en meşhur simalarından Buharalı Abdal Murad’dır.[41] Top mermilerinin Osmanlılar tarafından kullanılmaya başlanmadığı bir zamanda, Bizanslılar elindeki Bursa kalesini tahrip etmek için tepelerden yuvarladığı kayalar, kale sakinlerini büyük korkulara sevk etmiş, bu ve benzer hizmetleri karşılığında kendisine Filidar köyü bağışlanmıştır.[42]
Kuşkusuz hizmetleri karşılığında kendisine arazi bağışlanan tek derviş Abdal Murad değildir. Çağdaşı Geyikli Baba da, bugün Baba Sultan adıyla bilinen İnegöl yakınındaki köyün bulunduğu yere yerleşmiş ve burada bir yerleşim merkezinin kurulmasına ön ayak olmuştur.[43] Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Bursa çevresinden Balkanlara kadar özellikle kırsal alanlardaki pek çok yerleşim merkezinin dervişlere verilen topraklar üzerinde kurulduğu kesindir. Özellikle sayıları hiç de az olmayan ve baba, dede, ışıklar,[44] tekke gibi kelimeleri içeren köy isimleri bu dervişlerden gelmektedir.
Köylerden başka şehirlerdeki bazı yerleşim merkezlerine ait isimlerin de dervişler ya da tarikatlardan esinlendiğini gösteren örnekler az değildir. Bursa’da Abdalmurad, Alacahırka, Emirsultan, Babazâkir, Davuddede, Elmasbahçeler[45] gibi isimler bunlardandır. Yine aynı şehirde, Zeyniye tarikatının isminden türeyen Zeyniler kelimesinin bir mahalleye ve Uludağ eteğinde bir köye[46] isim olması da buna eklenebilir. Aynı tarikat şeyhlerinden Şeyh Vefa’dan başka Merkez Efendi, Seyyid Nizam, Akbıyık, Etyemez, Fındıkzade gibi şahıs isimleriyle, İmrahor, Çarşamba, Selamsız, Fıstıklı, Atpazarı gibi dergâh isimlerinin de adını İstanbul’daki çeşitli semtlere vermiş olması bu örnekler cümlesindendir.[47] Hacı Bayram-ı Velî’nin de Ankara’da bir semte adını verdiği malumdur.
Burada dikkatleri celbeden bir husus, devletin temellerinin atıldığı sıralarda sultan tarafından bağışlanan araziler üzerinde daha çok köylerin, devlet yapısının oturmaya başladığı zamanlarda ise şehirlerdeki yerleşim merkezlerinin oluşumundaki derviş katkısıdır.
Dervişlerin fetih ve iskândan başka, İslâmlaşmada da etkilerinin olduğu bilinmektedir. Anadolu fethedilirken dikkat çeken İslâmlaşma faaliyetlerinde rol oynayan dervişler, fethedilen toprakların İslâmlaşmasını da sağlamışlardır. Gençlerin ve yeni Müslümanların dini kolay öğrenmeleri için ilmihal yazan Ahîler’in bu konudaki gayretlerinden başka, Mevlânâ’nın da çok sayıda gayrimüslimin İslâm’a girmesini sağladığı bilinmektedir. Dervişlerin İslâmlaşma faaliyetleri menakıbnâmelere de yansımıştır.[48]
- Dervişlerin Sosyal Hayat Üzerindeki Etkileri
A. Ahlâkî Gevşeklik Karşısındaki Islahat Faaliyetleri
Osmanlı’nın kuruluşunda, dervişlerin ahlâkî ders mahiyetindeki davranışlarından başka, devlet kademeleriyle ters düşmek pahasına da olsa, zaman zaman ahlâk buhranlarını çözmeye çalıştıkları gözlenir. Geyikli Baba’nın, İnegöl’ü çevresiyle birlikte kendisine vermek isteyen Orhan Bey’in teklifini “Dünya mülkü sultana yakışır” diyerek reddetmesi, fakat ısrarları karşısında bir tepenin “havliciği”ni dervişlerin mekânı olarak kabul etmesi,[49] Horasan ekolüne mensup göçebe dervişlerden bir kısmının zühd anlayışını ortaya koymaktadır. Derviş bu tavrıyla dünya karşısında takınılması gereken tutuma işaret etmektedir.
Yıldırım döneminde, adalet sisteminin tıkandığı, paşaların sefahate yöneldiği, padişahın bile halkla doğrudan irtibat kurabileceği camilere gelemediği nakledilmekte, esasen bu dönemde bir ahlâkî çöküntü yaşandığı kimi tarihçiler tarafından da kabul edilmektedir.[50] Nitekim Yıldırım’ın Ankara Savaşı’nda ihanete uğraması da bu ahlâkî zaafı göstermektedir. Bu sapmayı durdurma yolunda çaba gösterenler arasında Molla Fenari[51] gibi alimler yanında, Emir Sultan gibi mutasavvıflar ön safta yer almaktadır. Öyle ki Emir Sultan, kayınpederi Yıldırım’ın halktan kopuk olarak yaşamaya başlamasını, tasavvufun kendine özgü yöntemleri çerçevesinde tenkit ederek toparlanmasını sağlamıştır.[52]
Zeynî şeyhi Abdüllatif Kudsî’nin Konya’da bulunduğu sırada (1447)[53] ehl-i sünnet dışı akımlarla mücadele ederek, bunlardan İran’ın Şiîleşmesi’ne katkıda bulunan Erdebiliye şeyhi ve Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’le yüzyüze tartışmaktan çekinmemesi de[54] ıslahat faaliyetlerine örnek gösterilebilir. Hatta Keşfü’l-İtikad fi Reddi alâ Mezhebi’l-İlhad adlı eserini de bu tür akımlarla mücadele etmek maksadıyla kaleme almıştır.[55] Zeyniye tarikatının esasları arasına daha önceki şeyhi Abdülaziz’den aldığı zararı giderme, yararı elde etme, kötü ve kötülüklere karşı çıkma prensiplerini de dahil etmiş,[56] klasik bir Sünnî mutasavvıf portresi çizmiştir.
Zeyniye’nin fizik bilimlerle güzel sanatlara karşı olduğu ve Nakşibendiye ile birlikte, gerilemeye sebep oldukları iddia edilmekle beraber, Anadolu’da Yıldırım ve Kadı Burhaneddin zamanında yaygınlaşan ahlâkî düşüşün durdurulmasına yardımcı olduğu da kaydedilmektedir.[57]
İlk dönemlerde doğrudan doğruya siyasetle uğraşan dervişlere pek rastlanmaz. Fetret döneminde Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yapan ve adını tarihe bir derviş isyanıyla yazdıran Şeyh Bedreddin (ö. 1420) bir istisna sayılabilir. Öte yandan, II. Murad’a kılıç kuşatan Emir Sultan’dan itibaren, tahta geçen padişahlar dervişlerden “destur” almışlardır.
B. Tekkeler ve Vakıflar
Selçuklu sultanları saygı duydukları şeyhlere tekkeler açarak vakıflar tahsis etmişler,[58] Osmanlılar ise bir yandan dervişlere vakıflar ve köyler bağışlayarak onları desteklerken, diğer yandan da onlara devlet hizmetinde mühim görevler vermişlerdir.
Osmanlılarda zaviye işletimi daha sistemli hale getirilerek “özel teşebbüs”e destek verilmiş, ancak hizmet aksaması, yolsuzluk, kötüye kullanma, tekelcilik gibi durumlara karşı da sıkı sıkıya denetlenmiştir.[59] Bunların en mühim örneklerinden biri Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’yı denetlemesidir. Bu denetleme görevi, o civarda bulunan komutanlardan Turgut Alp’e verilmiştir.[60] Denetimin en önemli sebeplerinden biri, Geyikli Baba’nın o zaman için oldukça şöhretli bir Vefaî şeyhi olması ve çok sayıda müridinin bulunmasıdır.[61] Geyikli Baba’yla Orhan Gazi arasındaki olaydan anlaşıldığına göre, devlet tarikat zümrelerini sıkı sıkıya kontrol etmekte, denetimden “temiz” çıkan dervişleri desteklemekte, bununla birlikte Osmanlılar, Selçuklu Devleti’ni kökünden sarsan bir ayaklanmanın temsilcisi olan Babailer’e daha ılımlı davranmaktadır.[62]
Bir başka denetleme örneği de, II. Murad zamanında bir buçuk milyon müridi sebebiyle devlet ricali üzerinde tedirginliğe yol açan Hacı Bayram’dır. Bu tedirginliği artıran hususlardan biri de Hacı Bayram’ın şeyhi olan Hamidüddin Aksarayî’nin Şeyh Bedreddin’le halvete girmiş olmasıdır.
Osmanlı Devleti’nin ilk büyük başkenti olan Bursa’nın, Konya ve Kayseri gibi Selçuklu şehirlerinden farklı olarak fakih ve medreselerin değil, derviş ve tekkelerin etkisi altında gelişme gösteren bir şehir olduğu kesindir.[63] Fetihten sonra inşa edilen Orhan, Hüdavendigâr, Yıldırım, Yeşil, Ebu İshak gibi zaviyeli camiler de, şehrin tasavvuf kurumları çevresinde geliştiğini göstermektedir. Bu dönemde zaviyeli cami tipi geliştirilerek medreseyle tekke birleştirilmiş, bu mimari tipi sonraki yüzyıllarda terkedilmiştir.[64] Zaviyelere verilen imtiyazların Fatih döneminde kısıtlandığı ve bu kurumların yıldızının söndüğü,[65] dolayısıyla zaviyeli cami inşasına son verilmesinin, mimari zevkinin değişmesinden başka zaviyelerle ilgili yeni politikalara da bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
İlk dönemde dervişlere verilen vakıfların ne derece zengin olduğu belgelerden anlaşılmakta, bu durum da Türklerin vakıf sistemini fonksiyonel biçimde ele aldıklarını göstermektedir. Buna örnek olarak Geyikli Baba,[66] Abdal Murad,[67] Abdal Musa,[68] Postinpûş Baba,[69] Emir Sultan,[70] Ebu İshak,[71] Abdal Mehmed[72] zaviyelerinin vakıfları gösterilebilir. Sözü edilen tekkelerin yapımı kadar tamiriyle ilgili bilgiler de veren belgeler, gerek devlet ve gerekse toplumun, bu maneviyat ocaklarını ayakta tutmak için gayret ve fedakârlıklarda bulunduklarını göstermektedir.[73]
Tekkelerin verdiği hizmetler arasında, konaklama, sosyal yardım, güvenlik, savunma, dinî eğitim, sağlık, sanat, spor ve ruh eğitiminin yer aldığı bilinmektedir. Sosyal yardım açısından bakıldığında, tekkelerin yaygın olarak imaret ve konaklama hizmeti verdikleri görülür. Bunun örnekleri arasında Abdal Murad,[74] Yoğurtlu Baba,[75] Postinpûş Baba,[76] Ebu İshak,[77] Mecnun Dede[78] ve Semerkand ve Buhara’dan Anadolu’ya göç eden dervişlerin uğrak yerlerinden biri haline gelen Gar-ı Aşıkân[79] zaviyeleri sayılabilir.
Bu tekkelerden Geyikli Baba, Alaca Hırka, Postinpûş Baba, Abdal Mehmed, Emir Sultan, Seyyid Nâsır, Baba Zakir, Ebu İshak, Mecnun Dede, Üç Kozlar ve Zeyniler gibi örnekler, halen cami olarak hizmet vermektedir.
Tekke ve zaviyelerin geniş imkânlara sahip olmaları sebebiyle istismara açık mekânlar oldukları kanaati günümüzde hakimdir. Kuruluşu aşamasında Osmanlı Devleti’nin dervişlere verdiği vakıf arazileri denetlediklerine ve “yolsuzluk” yapanların arazilerinin ellerinden aldığına temas edilmişti. Kuruluş dönemindeki bu sıkı denetimlere karşılık, devletin gerilediği dönemlerde bazı tekkelerin yolsuzluklarla şöhret kazandıkları da doğrudur.[80]
Ancak yine belgelere yansıdığı kadarıyla, yönettiği tekkenin ihyası için kendi canından ve malından fedakârlık yapan şeyhlerin sayısı da azımsanacak miktarda değildir. 1840’lı yıllarda Postinpûş Baba Zaviyesi’nin durumunu iyileştiren ve zaviyeyi şaibelerden kurtarmaya çalışan Bektaşî şeyhi Elbistanlı Hacı Ahmed bunlardan biridir.[81] Bundan başka Abdal Murad Tekkesi şeyhi Kasım Efendi (ö. 1854),[82] Emir Sultan türbedârı Eşrefî Hâkî Dede (ö. 1835),[83] Ebu İshak Zaviyesi şeyh vekili Raşit Dede,[84] Seyyid Usûl Dergâhı şeyhi Mehmed Emin Zuhurî (ö. 1844),[85] Seyyid Nâsır Zaviyesi şeyhleri Hacıbeyzade Mustafa Dede[86] ve Abdüssamed Efendi (ö.1913),[87] Üç Kozlar Dergâhı şeyhleri Safiyüddin Mehmed (ö. 1822), Ref’î Mehmed (ö. 1870)[88] ve Abdî Efendi (ö. 1750)[89] de bu örneklerden sadece birkaç tanesidir. Bu tür fedakârlıklar sonucundadır ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında açılan bu tekkelerden bir kısmı tekkelerin kapanış yılı olan 1925’e kadar faaliyet gösterebilmiştir.[90]
- Dervişlerin Anadolu Kültür Hayatı Üzerindeki Etkileri
A. Anadolu’daki Düşünce Dünyasının Oluşumunda Dervişlerin Rolü
XIII. yüzyıla kadar Anadolu’daki ilim ve düşünce hayatı Maveraünnehir, Horasan, Harezm, Irak, Suriye, Mısır, Hicaz, Mağrib ve Endülüs etkisi altındadır. Doğudan Fahreddin Razî (ö. 1209) ve talebelerinin temsil ettiği kelamî düşünce ve Sühreverdî-i Maktûl (1190) ve talebelerinin temsil ettiği işrakî düşünce yanında, batı ve güneyden vahdet-i vücud düşüncesi bu toprakları etkisi altında almıştır. Kültür hayatının gelişmesinde Konya, Kayseri, Sivas, Aksaray, Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Ankara ve Erzurum’daki cami, medrese, imaret, hastane, kervansaray, han ve zaviyeler gibi kurumların etkisi de inkar edilemez.
Moğol istilası büyük tahribata yol açmakla birlikte, Anadolu’daki kültür hayatını da canlandırmış,[91] yeni Türkmen göçleriyle birlikte, pek çok alim ve mutasavvıfın bu topraklara gelmesini sağlamıştır.
Bu yüzyıllarda Osmanlı bünyesinde tekke-medrese kavgasına rastlanmaz. Biri tekkenin, diğeri medresenin temsilcisi sayılan Şeyh Edebalî ve Dursun Fakih,[92] devlet nüfuzunu da temsil etmektedirler. Osmanlı’nın ilk medresesi olan İznik Orhaniye Medresesi’nin ilk başmüderrisi Davud-ı Kayserî (ö. 1350) gibi, bu medreseden yetişen Yıldırım’ın kazaskeri Molla Fenarî’nin de medrese- tekke sentezinin en mühim şahsiyetlerinden biri olduğu kabul edilmektedir.[93]
Emir Sultan’ın, Molla Fenari’den Konevî’nin eseri olan Miftahü’l-Gayb icazeti almış olması, çağının alimleriyle temas halinde olduğunun göstergesidir.[94] Zeyniler Kabristanı, Fatih’in hocalarından Molla Hüsrev’in de dahil olduğu Osmanlı ulemasından pek çok kişinin istirahatgâhı durumundadır.
Tekkelerin dikkate değer yönlerinden biri de, bazılarının, “orta öğretim” düzeyinde de olsa, medrese hizmeti vermesidir. Bursa’da Musa Baba,[95] Seyyid Usûl[96] ve Mecnun Dede[97] zaviyeleri bunun örneklerindendir.
B. Anadolu Kültürünü Besleyen Sufî Müellifler
Sözü edilen yüzyıllarda Anadolu’da her ilim dalında kitap yazılmıştır. Bu yüzyıllarda yazılan en önemli tasavvuf? eserler arasında İbn Arabî’nin Fütuhat-ı Mekkiye ve Fususu’l-Hikem’i, Mevlânâ’nın Mesnevî, Divan-ı Kebir ve Fihi Ma Fih’i, Konevî’nin Nusus, Fukuk ve Risaletü’l-Vücud’u, Ebu Hafs Sühreverdî’nin Avarifü’l-Maarif’i, Necmeddin Dâye’nin Mirsadü’l-İbad’ı sayılabilir.
Bu eserlerden Mesnevî, Avârif ve Mirsâd dergâhlarda okunan eserler olma özelliği taşımaktadır. Hikâyeleri ve toplumdan verdiği örnekleriyle Mesnevî, ayet ve hadislerle tasavvufî düşünceyi birbirinden ayrılmaz bir tarzda ele alan ve tekke âdabını sistemleştiren Avârif ile tasavvuf kültürünün yaygınlaşmasına yardımcı olan Mirsâd Türkçeye tercüme edilmiştir. Biri Sühreverdiye, diğeri Kübreviye kültürünü Anadolu’ya nakşeden bu son iki eser yüzyıllarca tekkelerde okunarak Anadolu’nun manevî arka planındaki yeri almıştır. Mesnevî için Dâru’l-Mesnevî denen özel bir eğitim kurumu açılmış, buralarda hem Farsça öğretilmiş, hem de bu eser okunmak suretiyle tasavvuf eğitimi yapılmıştır. Dâru’l-Mesnevîlerin müdavimlerinin yalnızca Mevlevîlerden ibaret olmayıp, mesnevîhan sıfatıyla anılan Mehmed Murad Buharî gibi Nakşî şeyhlerinin varlığı da göstermektedir ki bu eser tarikatlar arasında bir köprü olmayı başarmıştır.
Dinî eğitime verdiği önemle de tanınan Ahî Evran’ın (ö. 1262), Şafiî fıkhına göre yazılan ilk ilmihal olarak bilinen Farsça Menahic-i Seyfi adlı eserini, yaklaşık yüz elli yıl sonra Kutbeddin İznikî’nin (ö. 1418) Türkçe olarak yazdığı Mukaddime adlı ilmihali izlemiştir. Bu “yeni” türdeki eserler, yeni Müslüman olanlardan başka, Müslüman gençler için dinin kolayca öğrenilmesini sağlamaya yönelik olarak hazırlanmış, bundan sonra ilmihal yazımı günümüze kadar gelen bir geleneği de beraberinde getirmiştir.
Beylikler döneminde yazılan eserlerin Türkçe olması, Türkçeye ilginin II. Murad döneminde artması, Anadolu’daki kültürel ve siyasî birliğin sağlanmasına zemin hazırlamıştır. Yunus ve Sultan Veled divanları bu yüzyılda yayılmaya başlamıştır.
Bu yüzyıllarda yazılan eserler arasında, Aşık Paşa’nın o dönem Osmanlı toplumunun harcı olan ve Süleyman Çelebi’nin “Mevlid” adıyla meşhur Vesîletü’n-Necat’ına kaynaklık eden Garibname’si başta gelmektedir. Peygamber aşkını terennüm eden Mevlid’in makamla okunmasının Mevlidhanlık kurumunu ortaya çıkardığı malumdur. Yine bu yüzyıllarda yazılan Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ı da, başta Nakşî Molla İlahî olmak üzere pek çok sufî müellif tarafından şerh edilmiştir.
Hacı Bayram’dan bugüne yazılı olarak birkaç şiir kalmıştır. Ancak ondan feyiz alanlar arasında yüzyıllarca ilgi duyulan eserlere imza atanlar çoktur. Bunlardan Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekki’n- Nüfus’u, tasavvuf kültürünün ahlâkî prensipler çerçevesinde topluma aktarılmasını sağlarken, Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si, Hz. Peygamber’in hayatını âlim-cahil demeden nesilden nesle aktaran, gençlere ruh vererek insan-ı kâmil modeli sunan bir eser özelliği taşır. Hemen hemen günümüze kadar evlerde ve köy odalarında makamla okunan bu eser, Mesnevî ve Mevlid çevresindekine benzer özel bir kurum olan Muhammediyehanlığın doğmasını sağlamış, Mesnevîhanlık gibi, bu kurumun yürümesi için de vakıflar oluşturulmuştur. Yazıcıoğlu Muhammed’in kardeşi Ahmed-i Bîcan’ın Envâru’l-Aşıkîn’i de inanç ve ibadetle ilgili bilgilerden başka Ehl-i beyt sevgisiyle öne çıkan bir eser olarak aynı ilgiyi hak etmiştir.
Eşrefoğlu bir ara Hacı Bayram’a mürid ve damat olduktan sonra Kadiriye’ye intisap etmişse de, Yazıcıoğlu kardeşler Bayramiye mensubu olarak ün kazanmışlardır. Bayramiye’nin meşhurlarından biri de Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ını mürşidinin tavsiyesi üzerine ilavelerle Türkçeleştiren Elvân-ı Şirazî’dir. Bütün bunlar Hacı Bayram’ın müridlerini yazmaya teşvik eden bir önder olarak Anadolu kültürüne katkıda bulunduğunu göstermektedir.
C. Halkın Duyuş ve Düşünüşü Üzerinde Dervişlerin Etkileri
Dervişler, bazı etkinlikleriyle halkın eğlence kültürünü de zenginleştirmişlerdir. Emir Sultan’ın Bursa kültüründe tarikatlar arası ilişkiler açısından da birleştirici bir rol oynayan Erguvan Bayramı geleneğini başlatması, bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Ahmet Hamdi Tanpınar, her bahar erguvanlar çiçek açtığında Bursa içinden ve dışından farklı meşrep ve tarikatlardaki pek çok şeyh ve dervişin Emir Sultan Dergâhı rehberliğinde düzenlenen pikniklere katılmasını ve burada her tarikatın usullerinin uygulanmasını nefis üslubuyla anlatır. Bu piknik kültürü, Abdal Murad gibi bazı türbe çevrelerinin mesîre yeri haline gelmesini sağlamıştır. Bu geleneğin günümüze kadar uzanan pek çok örneğinden biri de, Geyikli Baba çevresinde oluşturulan ve günümüzde kiraz mevsiminde halen uygulanmakta olan ihtifaldir.
Osmanlı’nın kuruluş döneminde yaşayan dervişlerin en derin etkileri halkın zihniyeti üzerinde görülür. Osman Gazi’nin rüyası hâlâ toplumun zihninde yer bulurken, dervişlerin menkıbeleri de halkın hayal dünyasını süslemektedir. Bu derin etki, türbeler çevresinde de engin bir kültürün gelişmesini sağlamıştır. İnsanlar yüzyıllar boyunca bu dervişlerin türbeleri başına sağlıklarına kavuşma umuduyla gelmişlerdir. Bundan başka, Türk insanı emlâkini satabilmek ve hatta kayıplarını bulmak için bile türbelere hücum etmiştir. Abdal Mehmed, Alaca Hırkalı, Buharalı Ali Dede, Ali Mest-i Edhemî, Gaib Dede, Geyikli Baba, Karaca Ahmed, Mecnun Dede, Lokman Dede, Selahaddin Buharî, Selçuk Gazi, Seyyid Natta, Seyyid Usûl türbeleri bunların örnekleri arasında yer alır. İstanbul’da Eyüp Sultan, Bursa’da Emir Sultan ve Veysel Karânî türbelerinin bugün hâlâ sünnet ve nikâh törenlerinden önce ziyaret edilen yerler olmaya devam etmesi de bu etkilerin gücünü göstermektedir.
Sonuç
Dervişler, fetihlerde etkili oldukları kadar, kırsal ve kentsel bölgelerde yerleşim merkezlerinin kurulmasında da aktif rol oynamış imaret ve konaklama hizmetleri başta olmak üzere sosyal hayatın çeşitli kademelerine damgalarını vurmuşlardır. Devletin kuruluşu sırasında saf yüreklere zaman zaman düşebilecek üstünlük duygusu ve gurura karşı yöneticileri uyanık olmaya çağıran Geyikli Baba gibi dervişler yanında, devlet içindeki ahlâkî bozuluş sırasında duruma müdahale eden, karşısındaki padişah da olsa, en büyük cihad olan doğruyu söylemekten çekinmeyen Emir Sultan ve zararlı akımlara karşı toplumu uyanık tutmaya çalışan Abdüllatif Kudsî gibi mutasavvıfların devleti ve toplumu bir çöküşün eşiğinden kurtardıkları rahatlıkla söylenebilir.
Dergâhların vakıflarla desteklenmesi ekonomik yapıdaki derviş izlerinin bir göstergesidir. Bu vakıflar zaman zaman istismarlara konu olmuşlarsa da, dergâhların onarımı ve gelirlerinin karşılanması için maddî-manevî fedakârlıklardan kaçınmayan dervişlerin sayısı da az değildir.
Kültürel açıdan bakıldığında, Osmanlı’nın kuruluş döneminde tekke-medrese çatışmasının değil, sentezinin ön planda olduğu görülür. Bu dönemde yazılan tasavvufî eserler, yüzyıllar boyu toplumun harcı olma özelliğine sahiptir. Hatta bunlardan bazıları için özel vakıflar oluşturulmuş, bu vakıflar sözü edilen eserlerin günümüze kadar okunmasına katkıda bulunmuştur.
Diğer yandan dervişlerin, eğlence kültürüyle de toplumu etkiledikleri, türbeleri çevresinde mesîre yerleri oluştuğu ve bu türbelerin zaman zaman tartışmalı yönelişlerin hedefi haline geldiği de gözlenmektedir. Bununla birlikte dervişlerin, insanımızın muhayyilesinde insan-ı kâmil modelleri olarak yer etmiş oldukları da inkâr edilemeyecek bir olgudur.
Toplumların maddî ve manevî türlü sıkıntılarla boğuşmak durumunda kaldığı günümüzde, tüm bu fonksiyonları icra edebilecek yeni “kahramanlara ihtiyaç duyulduğu tartışmasızdır.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 107-115
Kaynaklar: