Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Ve Yeniçerilerin Kökeni

0 14.115

Dr. Irina Ye. PETROSYAN

Anadolu’daki Selçuklu Sultanlığı’nın tarihini ele alan Ibni Bibi ve Ravandi’nin eserlerinin, Yazıcıoğlu Ali tarafından yapılan iyi bilinen çevirisinde, Osmanlı tarihi öncesinin en karanlık dönemi ile ilgili kısa ama çok ilginç bir bölüm bulunur. Yazıcıoğlu, ya da Yazıcıoğlu’nun çevirisini daha sonra gözden geçirenler, Sultan Alaaddin Keykubat’ın generallarinden Hüsameddin Çobanbey’in öncülüğünde yapılan Kırım seferlerinden hemen sonra, Hüsameddin Çoban Bey’in oğullarını ve ‘Kayı boyundan Ertuğrul, Gündüz Alp ve Gök Alp’i’ Anadolu’da Bizans’a komşu kuzey batı topraklarını (uç) savunmakla görevlendirdiğini yazarlar. (Houtsma, Cilt III, 1902, s. 217-218).

Bu bilginin tarihsel bir önemi olup olmadığını sorgulayabilmek için, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğollar öncesi dönemdeki tarihine bakmak gerekir. Yukarıda bahsedilen Kırım seferinin aslında Kastamonu Beyliği tarafından 1225’te düzenlendiğini biliyoruz (Cahen, 1988, s. 125). Bu sefer büyük bir ihtimalle, İbnü’l Esir’in de anlattığı gibi, 1220’lerde Moğolların Kırım’a (Sudak) saldırısının sonuçları ile bağlantılıydı (Tiesenhausen, C. I, 1884, s. 26). Uç beyliklerin savunulması ile ilgili olarak Ertuğrul’un adının Yazıcıoğlu tarafından belirtilmesi ve Ertuğrul’un Kayı boyundan olmasına yapılan vurgu ise, elbette, Oruc, Âşık Paşazade, Neşrî gibi tarihçilerin eserlerinde de gördüğümüz gibi, Osmanlı’nın geneolojik inşasında sonradan tarihsel önem addedilen olaylardır. Yazıcıoğlu tarafından kısaca verilen bu bilginin çok değerli olmasının nedeni başkadır. Esas olarak Ibn-i Bibi ve Ravandi’nin Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarihi ile ilgili eserlerine dayanan Yazıcıoğlu, kimlerin hangi boylardan geldiğinden bahsederken, kaynaklarına tutarlılıkla bağlı kalmaktadır. Hüsameddin Çobanbey de bu açıdan bir kuraldışılık teşkil etmemektedir. Yazıcıoğlu, Çobanbey’in Kayı boyundan geldiğini belgelemektedir. (Houtsuma, cilt III, 1902, s. 208) Bu veriyi dikkate aldığımızda, Çobanbey ve onun Ertuğrul ile bağlantısını ele alan bölümün söz konusu dönemin tarihsel ve kültürel koşullarını iyi yansıttığını görürüz. Hüsameddin Çobanbey’in Bizans’a komşu uç beyliklerini kollamak için kendisi ile aynı boydan gelen bir beyi görevlendirmesi doğal karşılanabilir.

Bunu söylediğimizde, uzun zamandır tartışmalı olan bir alana adım atmış oluyoruz. Ertuğrul (ve daha sonra oğlu Osman) göçebe bir kabile yapısının mı yoksa devletin sınırlarına şöhret ve zenginlik sağlama amacı ile heyecanla yola çıkan bir gurup Müslüman gazi savaşçısının mı lideriydi? Ben daha çok ikinci yanıtın doğru olabileceğini savunanlardanım. Çünkü, otantik verilerin olmaması nedeni ile bu dönemi yalnızca erken Osmanlı ve Bizans tarihçilerin çalışmalarına dayanarak değerlendirebiliyoruz. Her durumda, bu varsayım, Selçukluların göçebe nüfusla ilgili politikaları hakkında bildiklerimizle çelişki içinde değildir.

Bunun yanı sıra, Ahmedi’nin İskendername’sinde Osmanlı Beyliği’nin tarihi üzerine bir bölüm bulunmaktadır. Ahmedi, ya da onun kaynakları, Ertuğrul’u Konya’daki Selçuk Sultanı’nın emrindeki tipik bir göçebe lideri olarak tanımlamaktadır. Aynı şekilde, Oruç Bey, Âşık Paşazade, Neşri vb.’nin erken Osmanlı tarihine dair eserleri de göçebe hayat ve kültüre göndermelerde bulunmaktadır. Bizans kaynakları da Bizans’ın Bithinia’daki sınır topraklarını işgal eden Türklerin göçebe doğasını kanıtlar görünmektedir.

Ertuğrul’un kontrolündeki uç beyliğinin sahip olduğu bazı koşulların devlet kurma sürecini çabuklaştırdığını ve göçebe yapının buna bağlı olarak hızla yok olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu koşullardan bir tanesi bütün Türk beylikleri için geçerli idi: Moğol işgalini takiben Konya’daki merkezi otoritenin gözle görülür bir şekilde zayıflaması. Bu olayın ardından Anadolu Selçuklu Devleti’ne sınır olan topraklar, Konya yönetiminden yavaş yavaş da olsa tamamen bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Yeni oluşan Türk Beyliklerinde, yeni liderlerin yönetiminde, devlete benzer yapılar şekillenmeye başladı. (Bu konu üzerinde birçok çalışma yapılmıştır. Örneğin bakınız, Wittek, 1934; Uzunçarşılı, 1937, Uzunçarşılı, cilt I, 1961; Zachariadou, 1976; Zachariadou, 1983; Shaw, 1976; Inalcik, ikinci baskı, 1995; Zhukov, 1988). Beyliklerin ortaya çıkmaya başladığı döneme bakıldığında, Ertuğrul’un uç beyliğinin, örneğin 14. Yüzyılın başından itibaren Doğu Akdeniz’de önemli bir siyasi role sahip olan Aydın Beyliği ile karşılaştırıldığında, zayıf ve daha kötü bir idari yapıya sahip olduğunu görüyoruz.

Ertuğrul’un uç beyliği ile ilgili özellikle 13. Yüzyılın sonuna dair bütün bilgileri neredeyse tamamen Bithinia’daki Bizans devletine sorun çıkaran Türk komşular hakkında Yunan tarihçilerinin yazdıklarından alabiliyoruz. Georgius Pachymeres, Michael (1259-1282) ve Andronic Palaeologus’un(1282-1328) tarihini yazarken göçebe Türklerden ‘yerleşik düzeni olmayan, medeni topluma yabancı, Tocharian’lara (Moğollar için eserde kullanılan ad) boyun eğmeyen, kimsenin kontrolu altına girmeyen, Roma’nın (Bizans İmparatorluğu) uç topraklarına yerleşen’ diye bahsetmektedir. Pachymeres ayrıca Moğol otoritesi altındaki Türklerin bile Moğollardan kaçarak Bizans sınırlarına geldiklerini ve ‘hükümete doğrudan başkaldırmak yerine, dağlardaki kalelere kaçarak çevrelerindeki yerleşik halklara saldırmayı kendilerinin daha fazla çıkarına gördüklerini’ yazmaktadır. ‘Bu yaşam tarzı, bölgede yaşayan yerleşik halka ve birçok başka kişiye de çekici gelmeye başladı. Daha sonra hepsi toplu olarak bizim zayıflamaya başlayan halkımıza saldırmaya başladılar. Bizim halkımız bu saldırılar sonrasında çekilmeye ve bu yeni güce karşı daha da zayıf düşmeye başladı.’ (Pachymeres, C. I, 1862, s. 9, 122). Bu tasvir, merkezi otoriteden kendi istekleri ile kaçan ya da bu otorite tarafından zorla göç ettirilen göçebelerin taktiklerinin neredeyse klasik bir resmini çizmektedir. Pachymeres’in Bizans sınırlarındaki Türklerin sayısının giderek artmasına dikkat çekmesi ilginçtir. Şüphesiz bu grup arasında yalnızca göçebeler değil aynı zamanda Anadolu’nun birçok yöresinden ‘inançsızlarla’ savaşmak için gelen birçok gönüllü Müslüman savaşçı da bulunuyordu.

En başından itibaren, Osmanlı Devleti’nin çekirdeğini oluşturacak olan Ertuğrul’un uç beyliğinin, gelişimine katkıda bulunan bazı önemli avantajlar bulunuyordu. Bununla çelişkili olarak, VIII. Michael Palaeologus’un muhteşem bir siyasi başarı ile 1261’de İstanbul’u (Constantinopolis) Haçlıların elinden geri alması ve Bizans’ın başkentini İznik’ten (Nicaea) buraya taşıması, Yunanlılar için çok büyük bir siyasi hata olmuştur. Bizans’ın Kuzeybatı toprakları açısından başkentin İstanbul’a kayması yıkıcı etkilere yol açtı. Yunan nüfusunun yoğun olduğu, gelişmekte olan bu bölgeler (bakınız Zhavoronkov, 1990, s. 54-60) gerilemeye başladı, nüfus kaybına uğradı. Zengin Bithiania giderek ihmal edilmeye başlandı. Buna ek olarak, Yunan sınırlarını Türk saldırılarına karşı savunmakla görevli olan ve bu görevi çoğu zaman başarı ile yerine getiren bölgede ikamet eden yerel halktan kişiler (acrites) 1262’de ayaklandılar. Bizans’ın bu ayaklanmayı güçle bastırması sınır savunma sisteminin tamamı ile yok olmasına yol açtı. Anadolu Selçuklu Sultanlığı ve Yunanlılar arasındaki sınır bu olaydan sonra tamamen açılmış oldu. (Istoriia Vizantii, C. III, 1967, s. 75-76). Ertuğrul ve adamlarının Yunan sınırlarına yaptıkları akınlar sıklaşmaya ve giderek daha etkili olmaya başladı. Göçebe aristokrasi zenginleşmeye ve göçebeler arasında sosyal bir tabakalaşma oluşmaya başladı. Bu gelişmeler, sosyal yaşamın göçebelik üzerine kurulan temellerinin sarsılmasına, göçebe geleneklerinin yok olmasına ve dünün göçebelerinin yerleşik düzene geçmelerine yol açtı. Ancak, yine de, bölgedeki orijinal göçebe sayısının çok da fazla olmadığını varsaymak gerekir.

Osmanlı Beyliği’nin göçebe kültürüne uzaktan da olsa bazı göndermeler, Osmanlı tarihinin günümüze kadar gelen en erken değerlendirmesi diyebileceğimiz, Ahmedi’nin şiirinde görülmektedir.

Bu bilgiyi, aşikar folklorik doğası nedeni ile büyük bir dikkatle kullanmamız gerekmekte ise de; Ahmedi’nin şiiri tarihçilere yararlı olabilecek niteliktedir. Ahmedi, Ertuğrul ve halkının attığı ilk adımları tasvir ederken, elbette olaylara bir tarihçi gözü ile bakmamaktadır. Ancak, Müslüman tarihçi gözü de olaylara farklı yaklaşır. Ahmedi, ya da hakkında çok az bilinen Ahmedi’nin kaynağı, Ertuğrul’u, askeri başarıları Anadolu’nun içlerinden bir çok gazi savaşçıyı kendisine doğru çeken şanslı bir lider olarak tanımlamaktadır. Şair, ayrıca, Söğüt’ün alınmasından bahsetmekte ve Orhan’ın devrinde, Türk göçebelerinin sıradan bir özelliği olan ve yerleşik zenginleri hedef alan akınların zamanla din adına yapılan bir savaşa (cihad) dönüşmesi konusunda önemli bir gözlemde bulunmaktadır. (Ahmedî, MS C133, dosyalar 247b ve 248b) Bu gözlemi, tamamen tarihsel bir bilgi olarak değerlendirmemiz mümkündür. Bu bilgi, 13. Yüzyılın sonları ve 14. Yüzyılın başlarında Anadolu’daki Türk Beylikleri hakkında bildiğimiz bütün sosyal ve siyasal gelişmelerle uyum içindedir. Gerçekten de Bizans sınırlarındaki en başarılı Türk Beylerinin zaferleri Anadolu’nun her köşesinden gönüllü savaşçıları bu bölgeye çekmiş ve geleneksel akınlar zamanla toprak genişlemesine yol açmış, bu gelişme de kendi ideolojik meşruiyet zeminini yaratmıştır.

Osman, Pachymeres’in de tanımladığı gibi, tipik bir göçebe lideri gibi davranmaktadır. Osman’nın hasat kaldırma zamanı İznik’teki (Nicomedia) tarım yapılan vadiye büyük bir akın düzenlediği anlatılır. (Bu olaya Gibbons’ın kitabında yer verilir, 1916, s. 34). Rum köylülerin, Bizansın ağır vergi yükümlülüklerini yerine getirmektense; Türkler’in yönetimi altına girmeyi tercih ettikleri gözden kaçırılmamalıdır. Sınır topraklarının neredeyse tamamen savunmasız olması, Osmanlı Türklerine has bir avantajdır. Pachymeres bu durumu şöyle açıklamaktadır: ‘Bu topraklarda yaşayanlar, özellikle de kalelerde ikamet edenler, kendi taraflarında (Bizans otoritesinin yönetiminde) her türlü baskıya boyun eğmektense diğer tarafa (Türklere) katılmanın, daha iyi muamele görebilecekleri umudu vaadettiğinden, daha çok çıkarlarına olduğunu düşündüler ve günbegün Türklerin tarafına geçtiler. (Pachymeres ‘Türk’ yerine ‘Farslılar’ terimini kullanmaktadır – I. P.) ‘Türklerin tarafına katılanların sayısı arttıkça Türkler de onlardan aldıkları yardım ve yol göstericilik sayesinde Bizans’a daha çok kararlılıkla karşı çıktılar. Başlarda Türkler Bizans topraklarına akınlar düzenliyor, istediklerini elde edip kendi topraklarına geri dönüyorlardı. Niyetleri bu toprakları ele geçirmek değildi. Fakat bir grup Rumun Türklere katıldıktan ve diğerleri de evlerini terk edip gittikten sonra, düşman (Türkler) amacına ulaşmış oldu. Bundan sonra bütün ülkeyi ele geçirdiler ve komşularına saldırmaya başladılar.’ (Pachymeres, C. I, 1862, s. 203) Türklerin kuzey doğu Anadolu’yu ele geçirişlerinin ilk aşamasında ve bu sınır bölgesinde yerleşmeleri sırasında yalnızca şiddete başvurmadıklarını bu noktada söylememiz gerekiyor.

Pachymeres’in değerlendirmeleri, Ahmedi, Âşık Paşazade, Neşrî, Lütfî vb. gibi Osmanlı kuruluş dönemi tarihi yazarlarının ilk Osmanlı fetihleri hakkında yazdıkları ile uyuşmaktadır.

14. yüzyılda Türk Beyliklerinde, (Orhan’ın liderliğindeki Osmanlı Beyliği dahil olmak üzere) göçebe hayatının eski geleneksel standartlarının sosyal hayatın her alanında İslam ideolojisi ile yer değiştirme süreci başlamıştı. Askeri alan da bu süreçten payını aldı. Bizans İmparatorluğu’nun Hıristiyan kimliği yeni ideolojinin Türk Beylikleri’nde tanıştırılması sürecinin hızlanmasında büyük rol oynadı. Osmanlı Beyliği’ne Anadolu’nun her köşesinden gelmekte olan Müslüman savaşçıları çoğunlukla enerjik bir ‘ulema’ da takip ediyordu. Ulema, Osmanlı Türkleri’nin askeri hareketlerine güçlü dini bir kimlik kazandırdı.

Osmanlı Beyliği’nin topraklarının genişlemesi ulema sayesinde tamamen dini bir misyon olarak tanımlanmaya başlandı. Arapçadan ya da Farsçadan eski Anadolu Türkçesine çevrilmiş ve gününüze kadar gelebilmiş olan Cihad üzerine dini kılavuzlar, dini savaşların temel ilkelerini ve bu savaşlarda uyulması gereken kuralları anlatmaktadır. (bu belgeler için bakınız, Tekin, 1989, s. 139-204). Söz konusu dönemde bu tür kılavuzların varlığı, Türklerin mentalitesinin o zaman da hâlâ Müslümanlık öncesi sosyal değerlerin etkisi altında olduğunu göstermektedir. Yeni bir ideolojik sürecin başlamış olmasının bazı hakiki Türk kavramların tamamen yok olacağı anlamına gelmeyeceği aşikardır. Türk Beyleri, yeni ideolojilerine uyum sağlayan sosyal bilinç ve örgütlenmelerine dair birçok orijinal özelliklerini korudular.

Yukarıda da bahsedildiği gibi, ilk Osmanlı fetihleri bazı çok önemli faktörler bir araya geldiği için başarılı oldu. İlk olarak, Osmanlılar Rumlara Bizans’ın en az korunaklı bölgesinde komşu oldular. İkinci olarak, Türklerin Rum nüfusuna karşı yürüttüğü politika, Bizans otoritelerinin politikalarından çok daha etkili oldu. Üçüncü olarak, Bithinia topraklarını işgal etmeye başlayan Osmanlılar, diğer Türk Beyliklerini büyük ölçüde zayıflatan yıkıcı Katalan saldırılarına maruz kalmamakta şanslıydılar. Son olarak, Gazi savaşçılarının büyük sayılarla Osmanlı Beyliği’ne gelmesi, aynı zamanda da, çoğunlukla gönüllü olarak, Rumların Osmanlı egemenliği altına girmesi çok özel bir sosyal durum yarattı. Görünürde birbirine karışmamış izlenimi veren gelenekler yeni bir proto-devlet organizması içinde karıştılar ve büyük bir hızla Türklerin göçebe temellerinin yıkılmasına yol açtılar. Bu koşullar altında eski sosyal normların çok uzun süre korunamayacağı ve yeni bir sosyal organizasyon ve ideoloji ile yer değiştirmesi kaçınılmazdı.

Bu döneme dair otantik kaynakların kıtlığı maalesef erken Osmanlı toplumu hakında çizdiğimiz resmi oldukça şematik kılmaktadır. Bizim yaptığımız, bazı koşullar altında bu süreçlerin nasıl gelişebileceğine dair yürüttüğümüz spekülasyonlara dayanarak erken Osmanlı tarihini yeniden inşa etmeye çalışmaktır. Oruc, Âşık Paşazade, Neşrî, Lütfî vb.’nin eserleri bu konuda bir tarihçiye çok da yararlı olmamaktadır. Erken Osmanlı yazarlarının tarihi olaylara bakış açılarının hayali unsurlarla da karışmış olması, eserlerini çoğu zaman güvenilir kılmamaktadır. Yine de bu eserlerdeki bazı ayrıntılar, yarı efsanevi olmaları bir yana bırakılırsa erken Osmanlı Devleti’ndeki önemli sosyal gelişmeler konusunda bize gerçekten yol gösterebilir. Bir örnek verecek olursak, Âşık Paşazade, Tevârih-i Âl-i Osmân’ında Osman’ın döneminde bac ödemesinin başladığına dair bir bölüm bulunmaktadır. Bu olayın folklorik bir doğası olduğu ve sözlü tarih yolu ile korunarak tarihçiye ulaştığı şüphesizdir. Hikaye, Karacahisar’ın (Melangeia) Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Germiyan Beyliği’nde ikamet eden birinin Osman’a gelip kendisini bac toplamakla görevlendirmesini istediğini anlatmaktadır. Ancak, yine hikayeye göre, Osman, bu görevin kendi adına yerine getirilmesi gerektiğinden tamamen bihaberdir. Gerçekte, vergi, pazar kurulan günlerde mal satma hakkı kazanabilmek için veriliyordu. Bu, şüphesiz, gelişmiş bir şehir/kasaba kültürünün parçasıydı. Hikayenin folklorik yanını bir yana bırakırsak, Osman’ın bac konusundaki bilgisizliği Osmanlıların göçebe geçmişi göze alındığında (Türklerin göçebe atalarının pazar ticaretine aşina olduklarını ve buna katıldıklarını bilsek de) tamamen doğal görünmektedir. Hikayeye göre Germiyanlı bac’ın ne anlama geldiğini anlatabilmek için Osman’ın iyi bildiği töre kurallarından bahsetmek zorunda kalmıştır. Hikaye, tamamen folklorik olsa da ilginç bir ayrıntıyı günümüze aktarmayı başarmıştır. Germiyanlı’nın açıklamasından sonra Osman sinirlenmiş, vergi toplanması ile ilgili açıklamaya tepki göstererek hiç kimsenin sahip olduklarının bir başkası tarafından elinden alınamayacağını söylemiştir. Osman, kendi topraklarında bac toplanmasına ancak bu uygulamanın diğer beyliklerde de bulunduğunu öğrendikten sonra olur vermiştir. (Âşık Paşazade, 1332/1913-14, s. 19-20) Bu hikayeden erken Osmanlıların daha gelişmiş Müslüman toplumların kültürel normlarını içselleştirme süreçleri konusunda genel bir fikir edinmemiz mümkündür.

Vergilerin konması, demir para basılması, hükümdarın adı ile hutbe ilan edilmesi Osmanlı Beyliği’nin bir devletleşme süreci içine girdiğinin işaretleridir. Bu işaretlere yeni askeri düzen de eklenebilir. Sosyal bir organizma içinde örgütlü bir ordunun varlığı, doğmakta olan bir devletin en önemli işaretidir. Osmanlı Devleti’nde orduya verilen çok büyük önem dikkate alındığında, Osmanlı Devleti’nin gelişmesinde erken Osmanlı tarihi çok daha özel bir yere sahip olmaktadır. Ertuğrul’un ilk askeri akınlarının tamamen göçebe Türklerin geleneksel askeri yapısını yansıttığı kuvvetle muhtemeldir. Bu askeri yapılanma Osman döneminde de devam etmiştir. Ancak bu durum, Osmanlı Beyliği’ndeki gazi savaşçıların sayısının giderek artmasıyla değişmeye başlamıştır. Maalesef, bu karanlık döneme dair bilgilerimiz çok sınırlıdır. Örneğin, Osmanlı tarihçileri Osman’ın kişisel korumaları olarak görev yapan nökerlerden bahsederler. Nöker kurumu Mogol ve Türk geleneksel toplumlarında yaygın olarak görülürdü. Ancak, Osmanlılar, nökerleri işgal edilen kalelerin komutanlarına atamak yolu ile; onları, çok daha özel bir amaçla kullanmaya başladılar. (Aşık Paşazade, 1332/1913-14, s. 50).

Osman, (onun ardından da Orhan) ayrıca, emekli gazi savaşçılarına toprak – mülk ve tımarlar – vermeye başladı. Bu daha sonra yerleşecek olan tımar sisteminin de temelini oluşturmaktadır. Bu toprak parçaları, esas olarak, çoğunlukla askeri hizmetinin sonuna gelmiş olan gazi askerlere verilmekteydi. Bu dönemde Osmanlı toprak sistemi henüz bir şekil almaya başlamıştı. (Osmanlı toprak sistemi üzerine çok geniş bir literatür bulunmaktadır. Yalnızca birkaç örnek vermek gerekecek olursa; Mutafchieva, 1962; Beldiceanu-Steinherr, 1967; Barkan, 1980; Matuz, 1983; vb.). Mükemmel bir süvari gücüne sahip olan ancak yeteri kadar topçu ve piyadesi olamayan Osman, ve sonra da Orhan, kaleleri uzun süren kuşatmalarla, değişik yöntemler kullanarak almayı başarıyordu.

Su ve yiyecek kaynaklarının kesilmesi bu yöntemler arasında sıkça kullanılanlar arasındaydı. Ayrıca, kuşatmanın ilk aşamalarında Osmanlılar, karşı tarafa, taktiklerinin bir parçası olarak barış anlaşmaları (ahdlar) öneriyorlardı. Maalesef bu anlaşmaların içerikleri hakkında hiçbirşey bilmiyoruz. Yine de, daha sonraki dönemlere ait anlaşmalar, (Murad devrinde yapılanlar), bu anlaşmaların içeriği konusunda bize bir fikir verebilir. Örneğin, bu anlaşmalarda ‘kan takdiri’ adı altında bir yükümlülüğe raslıyoruz. Bu yükümlülük, işgal edilenlerin Osmanlı seferlerinde piyade olarak savaşmalarını düzenlemektedir. (örneğin, bakınız, Ire2ek, 1878, s. 421-422). Daha sonra garbacı, voynuk adı ile anılan askerlerin kökenlerinin bu anlaşmalarda olduğunu söylemek mümkündür. Piyadelerin Osmanlı Ordusu’na tamamen yeni bir asker tipi olduğu açıktır. Bu askerlerin Osmanlının başlarda sahip olduğu göçebe askeri örgütlenme düzeni ile hiçbir bağlantıları yoktur. Bu düzen, söz konusu dönemde tamamen ortadan kalkmamıştı.

Devletin sınır bögelerinde, akıncı birlikler adı altında faaliyetini sürdürüyordu. Akıncı birlikler hem yılın her mevsimi devletin sınırlarını koruyorlar, hem de Osmanlıların komşularına vur-kaç tarzı akınlar düzenliyorlardı. Murad’ın sultanlığı döneminin sonlarına gelindiğinde, artık, Osmanlı Devleti tımar sistemi üzerine kurulmuş bir orduya sahipti. Bu ordu akıncı birlikleri de içinde barındırıyordu. (bakınız Aşık Paşazade, 1332/1913-14, s. 49) Akıncılar uzun zaman eski Türk geleneksel değerlerinin ve yaşam felsefesinin temsilcileri olarak varlıklarını sürdürdüler. 15. Yüzyılda, akıncılar, Osmanlı Sultanlığı içerisinde tahtı ele geçirmek isteyenlerin yardımlarına başvurduğu ciddi bir sosyal ve askeri güç oldular. Neşri, Bayezid’in oğulları arasındaki taht mücadelesinde, akıncıların geleneksel Türk değerlerine bağlılıklarının oğullar tarafından kendi siyasi amaçları için nasıl kullanıldığından bahseder.

Bu dönemin önemli buluşlarından bir tanesi de geleneksel Osmanlı ordusuna piyade birliklerinin eklenmesi oldu. Piyadeler düşman kalelerinin ele geçirilmesinde vazgeçilemez bir rol oynuyordu. Nicephorus Gregoras’ın 1329 Maltepe Savaşı’nı (Yun. Pelekanon) anlatışından Orhan’ın ordusunun, bu dönemde, hem hafif hem de ağır piyade birliklerinden oluştuğunu biliyoruz. (Uzunçarşılı, C. I, 1961, s. 128). Başka bir eser Orhan’ın piyade birliklerinin adının yaya olduğunu göstermektedir. Aşık Paşazade, Orhan’ın, ordusunu kendi topraklarından orduya kattığı piyade erlerle güçlendirmeye çalıştığından bahseder. Aşık Paşazade’ye göre, yaya olmak isteyen o kadar çok kişi vardı ki, bu kişiler yaya listesine adlarını yazdırabilmek için asker alımı ile görevli kadılara rüşvet veriyorlardı. (Aşık Paşazade, 1332/1913-14, s. 40). Daha sonraki bir dönemin tarihçisi olan, Saadeddîn, genelde tarihi bilgileri herhangi bir kaynak göstermeden aktarsa da, Aşık Paşazade’nin değerlendirmesine ek olarak piyade asker alımının Türk nüfusu arasından yapıldığını yazmaktadır. (Saadeddîn, C. I 1279/1862-63, s. 40). Ancak Orhan devrinde, piyadelerin eklenmesi ile (piyadeler muhtemelen asker olmanın karlı ve prestijli olduğunu düşünen köylülerden oluşuyordu) güçlendirilmiş olan Osmanlı Ordusu, kazandığı onca zafere rağmen, düşmanını kolayca yenecek güce hala sahip değildi. Tavşancıl (Philokrene) savaşının kazanılmasında karşılaşılan güçlükler bu noktayı kanıtlar niteliktedir. Andronicus III ve John Cantacuzenus’a karşı kazanılan zafer, Türk ordusunun üstünlüğünden çok; Türklerin Yunanlıları açık bir alanda değil de dar ve dağlarla çevrili bir alanda savaşmaya zorlamasındaki kurnazlığı ile açıklanabilir. (Uspenski, C. III, 1948, s. 693-694; Gibbons, 1916, s. 60; Uzunçarşılı, C. I, 1961, s. 119-120).

Bu savaşa yaya askerlerin de katılmış olması kuvvetli bir olasılıktır. Âşık Paşazade’ye göre, yaya askerlere günde 1 akçe; Saadeddîn’e göre de 2 akçe ödenmiştir. Her iki yazar da yayaların askeri hizmetinin yalnızca ilkbahar ve yaz aylarında düzenlenen seferlerle sınırlı olduğunu yazmaktadır. Yazın bitimi ile yayalar evlerine dönmekte ve hayatlarını sıradan köylüler olarak geçirmektedirler. Ancak, yayalar vergiden muaf kılınmışlardır. (Saadeddîn, C. I, 1279/1862-63, s. 40; Mebde-i kanun, s. 76). Yaya askerlerin Türk kökenleri dikkate alındığında bu bilgi erken Osmanlı Devleti ile ilgili olarak çok önemli bir sürece işaret etmektedir: Yaya askerlerinin varlığı, Orhan döneminde Osmanlı Beyliği’de kırsal alanda yaşayan Türk nüfusunun çokluğunu kanıtlamaktadır. Ancak, yazarlarımız (Saadeddîn ve Yeniçeri askerlerinin tarihine adanmış Mebde-i Kanun’un kimliği bilinmeyen yazarı), sözbirliği içinde yayaların ne kadar disiplinsiz bir grup olduklarını yazmaktadır: Seferlerden evlerine dönerken yayalar yolları üstündeki yerel halka baskı yapmakta ve üstlerinin emirlerine uymayı reddetmektedirler.

Bu, ya da başka bir sebepten ötürü yaklaşık olarak bu zamanda yeni bir piyade birliği (yeniçeri) oluşturma fikri ortaya çıktı. Osmanlılar, Müslümanlığı kabul etmeleri koşulu ile yeni piyade birliğini Hıristiyan gençlerden oluşturmaya karar verdiler. Bu yeni asker alım sistemi birkaç yıl uygulandıktan sonra yeniçerilerin sayısı gittikçe artarak bin askere ulaştı. Yeniçerilere günde 1 akçe ödeniyordu ama Saadeddîn, yeniçerilerin yaptıkları işe göre bu miktarın daha da fazla olabildiğine işaret etmektedir. (Saadeddîn, C. I, 1279/1862-63, s. 40-41). Yeniçerilere Osmanlı Sultanı’nın köleleri (kulları) olarak bakılıyordu. Bu örgütlenme, ilk aşamalarında muhtemelen diğer Müslüman devletlerdeki gulâm kurumundan esinlenmişti. Yeniçerilerin orduya katılmadan önce ne tür bir eğitimden geçtikleri konusunda neredeyse hiçbirşey bilmiyoruz. Yalnızca başlarda sayılarının çok da fazla olmadığını varsayabilir. Büyük bir ihtimalle yeniçeriler, yaya askerlerinin yerini aldılar. Yeniçeri subaylarının verilen ad olan yaybaşının, yaya sözcüğünden gelmesi bu değerlendirmeyi desteklemektedir.

Bilinen, yeniçeri birliklerinin Orhan döneminde oluşmaya başladığıdır. Orhan’ın oğlu I. Murad (1362-1389) devrinde, yeniçerilerin sayısı, Murad’ın yoğun Hıristiyan nüfusunun yaşadığı Avrupa topraklarını fetih politikası ile, giderek artmaya başladı. Edirne’nin (Adrianople) alınmasından ve Osmanlı’nın başkenti yapılmasından sonra, yeniçerilerin askere alınması daha düzenli bir hal aldı.

Askeri seferler sırasında pençik toplanması uygulamasına başlanması yeniçerilerin orduya katılması konusunda daha da fazla düzenleme yapılmasına katkıda bulundu. Bulgar ve Sırp topraklarında fetih olanaklarının giderek artmasıyla beraber bu dönemde akıncı ve sipahilerin ganimetlerden -birçok tutsak da dahil olmak üzere- aldıkları pay artmaya başladı. Bu döneme dair eserlerden bir tanesi, Karaman Beyliği’nden bir alim olan Kara Rüstem olup, seferlerde Türk savaşçılar tarafından ele geçirilen ganimetin (pençik) ve Hıristiyan tutsakların beşte birini Osmanlı Sultanı adına toplamayı önerdiğini anlatır. Pençik sistemi diğer beyliklerde kullanılmakla beraber Osmanlı Beyliği için yeni bir uygulamaydı. Osmanlı savaşçılarının pençik toplanması uygulamasını tamamen adaletsiz ve hakkaniyetten uzak bir uygulama olarak görmeleri ve pençik toplayıcıların gözlerinden kaçmaya çalışmaları ilginçtir. (Neşrî, C. I, 1949, s. 196-1999) Murad’ın komutanları Evrenoz Bey ve Lala Şahin her beş tutsaktan birini Türk savaşçıların elinden almak ya da tutsakların sayısı beşten azsa tutsak başına 25 akçe kesmek için resmi bir emir almışlardı. Pençik toplanmasını denetlemek için özel kadılar da atanmıştı. Neşrî’ye göre, bu yolla çok büyük sayıda Hıristıyan tutsak toplanmıştı. Bu tutsakların, yanlarında çalışmak üzere Türk köylülerin himayelerine verilmesini önemli bir buluş olarak değerlendirebiliriz. Bu uygulamanın amacı, tutsakların Türkçe ve İslam dininin temel öğreti ve ibadetlerini (sıradan köylülerin yerine getirdiği şekilde) öğrenmelerini sağlamaktı. Birkaç sene bu şekilde yaşayıp çalıştıktan sonra Müslümanlaştırılmış bu gençler yeniçeri saflarına katılıyorlardu. (Neşrî, C. I, 1949, s 196-199). Neşrî, bu uygulamanın I. Murad devrinde başladığını yazar. Bunun yanısıra, yeniçeri olmadan önce (bireysel olarak) yapılan başka ön eğitimlerde bulunuyordu. Yeniçeri tarihinin ele alındığı yazarı bilinmeyen eser, Neşrî’nin değerlendirmesine başka ayrıntılar da ekler. Ancak bu ayrıntılar birbiri ile çelişkili olduğundan çok da güvenilir değildir. Şüphesiz, bu yazarın bilgisi daha sonraki bir döneme aktarılmış sözlü tarih geleneğine dayanmaktadır. Yazar, yeniçerilerin erken tarihini yazarken 16. yüzyıl yeniçerilerilerinin kendisine anlatıkları ayrıntılardan ödünç alıyor gibi görünmektedir. (bakınız Mebde-i kanun, s. 47-48, ayrıca s. 53.).

Aşık Paşazade’nin değerlendirmeleri Mehmed Neşrî’ninkinden çok da farklı olmayan bir resim ortaya koymaktadır. Ancak burada önemli olan, Aşık Paşazade’nin yeniçerilerin adı ile ilgili olarak yaptığı bir gözlemdir. Yazara göre, yeniçerilerin adının kökeni bu sözcüğün aynı zamanda yeni ev sahibi (yeni çeri) anlamına gelmesi ile ilişkilidir.

Buradan, yeniçerilerin düzenli (ezel) bir birlik olmasının amaçlandığı çıkarılmaktadır. (Âşık Paşazade, 1332/1913-14, s. 54-55). Tarihçinin bu gözlemine, yeni kurulan yeniçerilik kurumunun çok önemli bir özelliğine yaptığı vurgu nedeni ile özel bir ilgiyle eğilmemiz gerekir: Yeniçeriler, tam anlamı ile, yeni Türk Ordusu’nu temsil etmektedir. Bu yeni ordu, hem akıncı ve sipahilerden hem de diğer Müslüman devletlerdeki gulam muhafızlarından farklı özellikler sergiliyordu. Düzenli piyade birliklerinin özel saflara bölünerek örgütlenmiş olmaları, asker alımı ve eğitiminin belirli kurallar çerçevesinde yapılması, askerler arasında, topçular da dahil olmak üzere, tam bir işbölümü olması Osmanlı Beyliği’nin bir devlete dönüşmekte olduğuna işaret etmektedir. Yeniçeriler hiçbir şekilde eski kabile düzeni ya da göçebe gelenekleri ile bağlantılı değildi. Bu nedenle, kabilelerin çıkarları için değil yalnızca Sultanın çıkarlarını gözeten bağımsız bir askeri güç olarak hizmet edebiliyorlardı.

Buna ek olarak, yeniçeriler Sultan’ın kulları olarak görüldüğünden Osmanlı Sultanlarının muhafızları olarak da çok önemli bir rol oynadılar. Yeniçerilerin, başlangıçta, o dönemin Müslüman devletlerinde bulunan gulâmların yalnızca bir kopyası olarak ortaya çıktığını ortaya koysak da; Osmanlı topraklarında, kısa bir zaman sonra, modern silahlarla donanmış orijinal bir Osmanlı askeri birimine dönüştüklerini söylememiz gerekir.

Diğer bir deyişle, Osmanlı Yeniçerileri, Osmanlı zaferlerine büyük katkılarda bulunan etkili bir orduya dönüşmüştür. Anadolu’da bu dönemde bulunan diğer Türk Beylikleri Yeniçeri kurumunu ödünç almaya çalıştılarsa da; bunda başarılı olamamışlardır. Osmanlı Türklerinin yaratıcı zekasının, yeniçerilerin çok önemli bir kısmını oluşturduğu mükemmel bir askeri örgütlenme sayesinde kurdukları kusursuz bir devlet ile karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Yeniçerilerin askere alınması, eğitimi, hizmet içi uzmanlaşmaları, ve bütün görevlerinin katı kurallarla düzenlemiş olması, Türklerin devlet kurma konusundaki yeteneklerini ortaya koymaktadır.

Yeniçeriler, yeni doğan Müslüman devletin ihtiyaç duyduğu sağlam askeri temellere yanıt veren, zamanının en iyi düzenli ordusuydu. Zaman içerisinde, yeniçerilerin yapılanmasında değişikliklere gidildiği doğrudur ancak; yeniçerilerin en temel özellikleri çok az değişime uğramıştır.

Kuruluşundan hemen sonra yapılan ilk değişiklik, yeniçerilerin orduya alınması ile ilgili düzenlemeler konusunda olmuştur. Kısa bir zaman sonra yeniçeriler Hıristiyan tutsaklar arasından değil (bu uygulama birlik için düzenli bir temel oluşturamazdı) Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan tebası arasından seçilmeye başlandı. Bu yeni uygulama devşirme usülü adını almıştır. Doğal olarak devşirme usülü ancak Balkan topraklarının büyük bir kısmının Osmanlı egemenliğine geçmesinden sonra ortaya çıkabilmiştir. Katı kurallara ve sınırlamalara tabi olan ve tamamen devletin kapalı denetimi altında gerçekleşen devşirme düzeni, Osmanlı Devlet mekanizmasının artan yetkinliğinin bir işaretidir. Bunun yanısıra, yeni düzen, devletin daha da gelişmesini sağlamıştır. Hem ilk Hıristıyan tutsaklar arasından hem de devşirme düzeninin gelmesinden sonra orduya katılan yeniçeriler kağıt üzerinde kul statüsünde olsalar da, Bulgar, Sırp, Yunanlılar vb. arasından devşirilen gençlerin gerçekte köle gibi değil özgür kişiler gibi hayatlarını sürdürmüş olmaları ilginçtir. Bütün bu gençler Müslüman olmuşlar, temel bir eğitimden, bunun da ötesinde mükemmel bir askeri eğitimden geçmişlerdir.

Sultanların şahsi hizmetlileri olmaları nedeniyle yeniçeriler, Osmanlı hükümdarlarının üstün iktidarlarının güçlenmesinde çok önemli rol oynadılar. Diğer bir deyişle, yeniçeriler Osmanlı Devleti’nin sağlam temeller üzerine kurulmasına büyük katkıda bulundular. Osmanlı kurumlarının dikkatli bir gözlemcisi olan Chalcondyle, Yeniçerilerin bu hususi rollerinin farkına varmıştır. Kronolojik olarak bir hata yapmış olsa da, Chalcondyle, Osman’ın, hükümdarlarının yanından bir an dahi ayrılmayan bir birlik kurduğundan bahseder. Chalcondyle, ‘Şimdi bunlar Yeniçeriler olarak biliniyor’ der ve Osman’ın tebasını bu güç sayesine yönettiğini ve tebanın Osmanlı iktidarına boyun eğmelerinin yeniçeriler sayesinde sağlandığını ekler. (Chalcondyle, C. I, 1662, s. 7-8). Bu gözlem erken Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında yeniçerilerin oynadığı role yaptığı vurgu açısından belirleyicidir.

Yeniçerilerin en başından itibaren akıncı ve sipahilere askeri ve siyasi bir alternatif olarak ortaya çıkmış olmaları önemlidir. Bu, devletin boyun eğdirme işlevinin mükemmel bir göstergesidir. Müslümanlaştırılmış kullar ya da yarı-kölelerden oluşan yeniçeriler, sürekli olarak başkentte ikamet ediyorlardı. Çoğunlukta olan Türk nüfusu ile, üst sınıflar da dahil olmak üzere, ne kültürel ne de etnik bağlantısı olan, sosyal olarak tarafsız bir kuvvettiler. Bu nedenle, ülkede siyasi ya da sosyal huzursuzluklar patlak verdiğinde kolaylıkla bastırıcı bir kuvvet olarak kullanılabilirlerdi. Türk kabile geleneklerinden ve yaşam felsefesinden, devlet içi iktidar mücadelelerinden bağımsız oldukları için yeniçeriler, ilk Osmanlı Sultanlarına, çoğunlukla, etkin bir siyasi araç olarak hizmet ettiler. 15. ve 16. yüzyıl Yeniçeri tarihi, bu askeri kurumun kendine has siyasi rolünü ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasına yaptığı olağandışı katkıyı açık olarak ortaya koymaktadır.

Dr. Irina Ye. PETROSYAN

Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 129-135


Kaynaklar :
♦ Ahmedî, MS C 133. – Ahmedî, İskender-nâme, manuscript C 133 in the collection of the St. Petersburg Branch of the Institute of Oriental Studies.
♦ Âşık Paşazade, 1332/1913-14. – Âşık Paşazade, Tevârîh-i Âl-i Osmân, İstanbul, 1332/1913-14.
♦ Barkan, 1980. – Ö. L. Barkan, “Türkiyede toprak meselesi”, Toplu eserler, cilt I, İstanbul, 1980.
♦ Beldiceanu-Steinherr, 1967. – I. Beldiceanu-Steinherr, Recherches sur les actes des règnes des Sultans Osman, Orhan et Murad I, Münich, 1967.
♦ Cahen, 1988. – C. Cahen, La Turquie pré-Ottomane, Istanbul-Paris, 1988 (Varia Turcica, VII).
♦ Chalkondyle, C. I, 1662. – Histoire générale des turcs, contenant l’histoire de Chalcondyle, traduite par Blaise de Vigenaire et continuée jusques eu l’an 1612 par Thomes Artus et par le sieur de Meseray jusques eu l’an 1661…, C. I, Paris, 1662.
♦ Gibbons, 1916. – H. A. Gibbons, The Foundation of the Ottoman Empire. A History of Osmanlis up to the Death of Bayezid I (1300-1403), Oxford, 1916.
♦ Houtsma, ed., C. III, 1902. – Recueil de texts relatifs à l’histoire des Seldjoucides par M. Th. Houtsma. C. III: Histoire des Seldjoucides d’Asie Mineur d’après Ibn-Bibi, Leide, 1902.
♦ İnalcik, 1995. – H. İnalcik, The Ottoman Empire. The Classical Age. 1300-1600, 2nd edn., London, 1995.
♦ Ire2ek, 1878. – K. Ire2ek, Istoriia Bolgar, Odessa, 1878 (in Russian).
♦ Istoriia Vizantii, C. III, 1967. – Istoria Vizantii, C. III, Moscow, 1967 (in Russian).
♦ Matuz, 1983. – J. Matuz, “The nature and stages of Ottoman feodalism”, Asian and African Studies, 16/3, November 1982, Jerusalem, 1983.
♦ Mebde-i kanun. – Mebde-i kanun-i yeniçeri ocağı tarihi (Istoriia proiskhozhdeniia zakonov ianycharskogo korpusa). Izdanie teksta, perevod s turetskogo, vvedenie, kommentariP i ukazateli I. Petrosyan, Moscow, 1987 (in Russian).
♦ Mutafchieva, 1962. – V. Mutafchieva, Agrarnite otnosheniia v Osmanskata imperiia prez XV-XVI vv., Sofia, 1962 (in Bulgarian).
♦ Neşrî, C. I, 1949. – Mehmed Neşrî, Kitâb-i cihan-nümâ. Neşrî târîhi, cilt I, Ankara, 1949.
♦ Pachymeres, C. I, 1862. – Georgiia Pakhimera istoriia o Mikhaile i Andronike Paleologakh trinadtsat’ knig. C. I: Tsarstvovanie Mikhaila Paleologa. 1255-1282, St. Petersburg, 1862. – VizantiPskie istoriki, perevedennye s grecheskogo pri Sankt-Peterburgskoe Dukhovnoe akademii, Kniga 5 (in Russian).
♦ Saadeddîn, C. I, 1279/1862-63. – Mehmed Saadeddîn, Tâc at-tevârîh, cilt I, İstanbul, 1279/1862-63.
♦ Shaw, 1976. – St. Shaw, History of the Ottoman Empire, C. I, Cambridge-New York-Melburn, 1976.
♦ Tekin, 1989. – Ş. Tekin, “XIV yüzyılda yazılmış gazilik tarikası ‘Gaziliğin yolları’ adlı bir eski Anadolu Türkçesi metni ve gazâ/cihâd kavramları hakkında”, Journal of Turkish Studies. Türklük Bilgisi Araştırmaları, 14, Garhard Döerfer Festschrift, Harvard, 1989.
♦ Tiesenhausen, C. I, 1884. – V. G. Tizengauzen, Sbornik materialov, otnosiashchikhsia k istorii Zolotoe Ordy. Vol I: Izvlecheniia iz sochinenie arabskikh, St. Petersburg, 1884 (in Russian).
♦ UspenskiP, C. III, 1948. – F. I. UspenskiP, Istoriia Vizantiiskoe imperii, C. III, Leningrad, 1948 (in Russian).
♦ Uzunçarşılı, 1937. – İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu devletleri, Ankara, 1937.
♦ Uzunçarşılı, C. I, 1961. – İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, cilt I, Ankara, 1961.
♦ Wittek, 1934. – P. Wittek, Das Fürstentum Mentesche. Studie zur Geschichte Westkleinasiens im 13-15 Jahrhundert, Istanbul, 1934.
♦ Yücel, 1970. – Y. Yücel, Kadı Burhaneddin Ahmed ve devleti (1344-1398), Ankara, 1970.
♦ Zachariadu, 1976. – E. A. Zachariadu, “Sept traités inedits entre Venise et les émirates d’Aydin et de Menteşe (1331-1407) “, Studi preottomani e Ottomani, Napoli, 1976.
♦ Zachariadu, 1983. – E. A. Zachariadu, Trade and Crusade. Venetian Crete and the Emirates of Menteshe and Aydın (1300-1415), Venise, 1983.
♦ Zachariadu, 1985. – Romania and the Turks, London, 1985.
♦ Zhavoronkov, 1990. – P. I. Zhavoronkov, “MaloaziPskie goroda perioda Nikejskoe imperii”, Sbornik nauchnykh trudov, Sverdlovsk, 1990 (in Russian).
♦ Zhukov, 1988. – K. A. Zhukov, Egepskie emiraty v XIV-XV vv., Moscow, 1988 (in Russian).
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.