Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Devleti’nde Marjinal Bir Hareket: Bahaîlik

0 9.059

Süleyman ÖZKAYA

I. Bahaîliğin Ortaya Çıkışı

İran’da 19. yüzyılda yaşanan iç ve dış siyasî çalkantılarla düşünce alanındaki kargaşa, Şiî halkı, her zamandakinden daha çok ve gittikçe artan bir düzeyde bir “kurtarıcı” beklemeye itmişti. Bunun tabiî bir sonucu olarak Şiîlikteki Gâib Onikinci İmam’ın geri dönmesi ve mehdîlik kavramları, gündemin ilk sırada yer alan tartışma konuları olmuşlardı. İşte böyle bir ortamda Mirza Ali Muhammed, gelmesi beklenen kurtarıcıya açılan kapı (bâb) olduğu iddiasıyla ortaya çıktı ve kendisine uyulmasını istedi. Söz konusu “bâb” kelimesine izâfeten Bâbîlik böylece doğmuş oldu.

Mirza Ali Muhammed, bir süre sonra mehdî, peygamber hatta ilah olduğunu[1] da ileri sürünce Şiî ulema ve halktan tepki gördü. Devlet, çıkan karışıklıkların büyümesini önlemek için, Şiî ulemanın fetvasına dayanarak Mirza Ali Muhammed’i 1266/1850’de Tebriz’de kurşuna dizdirmek sûretiyle idam etti. Bâbîler, buna karşılık Nâsıruddin Şâh’a başarısız bir suikast teşebbüsünde bulundular.

Hemen akabinde bâbîlerin birçoğu öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Hapsedilenler arasında, ileride Bâb’ın yerine geçecek olan Mirza Hüseyin Ali ve kardeşi Mirza Yahya da bulunuyordu. Bunlar Rusya ile İngiltere’nin İran’a yaptığı baskılarla hapisten kurtarıldılar ve o zaman Osmanlı hâkimiyetinde olan Bağdat’a yerleştirildiler.

Mirza Hüseyin Ali, burada bâbîlere kendisinin, Bâb’ın geleceğini haber verdiği kişi ve peygamber olduğu iddiasında bulundu. Bunun arkasından da ilahlık iddiası gelecek[2] ve kendisine Allah’ın bahâsı (ululuğu, güzelliği) anlamında Bahâullah denilmesini isteyecektir. Sonuç olarak Bâbîlik bundan sonra Bahâîlik adı altında varlığını sürdürmeye başlayacaktır.

II. Bahaîlerin Osmanlı’ya İntikali

1. İstanbul’a Getirilmelerine Dâir Sultan Abdülaziz’in Fermanı

Bağdat’ta faaliyetlerini sürdüren Mirza Hüseyin Ali, özellikle buradan ticaret veya başka nedenlerle gelip geçen İranlılar üzerinde etkili olmaya başlayınca İran, Osmanlı Devleti ile resmi temasa geçti. Bâbîlerin Bağdat’a gelmeleri Rusya ve İngiltere’nin baskısı ile gerçekleştiğinden Osmanlı Devleti’nden bunların kendisine geri verilmesi talebinde bulundu. İran bu talebin gerekçesinde daha önceki karışıklıkları ve suikast olayını da hatırlatarak, kendi sınırında faaliyetlerini sürdüren bâbîlerin ileride bir ayaklanma çıkarabileceklerini ifade ediyordu.[3]

İran’ın talebi İstanbul Sefiri Mirza Hüseyin Han vasıtasıyla Sultan Abdülmecid’e (1255-1277/1839-1861) iletildi. Fakat Sultan Abdülmecid, Bağdat Valisi Nâmık Paşa’nın olumlu raporlarına dayanarak bâbîlerin İran’a teslimi veya Osmanlı topraklarının dışına çıkarılması taleplerini cevapsız bıraktı.[4] Nâmık Paşa, bâbîlerin Osmanlı Devleti’ne bir zararlarının olmadığını, İran’ın endişelerinin de yersiz olduğunu düşünüyor ve Sadrazam Ali Paşa’nın emirlerine rağmen onları İstanbul’a göndermekte tereddüt ediyordu.[5]

Sultan Abdülaziz (1277-1293/1861-1876), 16 Zilkade 1277/25 Haziran 1861 tarihinde Sultan Abdülmecid’in yerine tahta geçince[6] İran’ın yeni padişahtan ilk isteği yine bâbîlerle ilgili oldu ve söz konusu taleplerini tekrarladı.[7] Konu, Sultan Abdülaziz’e Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa ve Hariciye Nazırı Mehmed Emin Fuad Paşa tarafından arz edilince, bahâîlerin Bursa veya Edirne gibi bir yerde ikamet ettirilmek üzere İstanbul’a gönderilmesi hususunda irade çıktı.[8] Söz konusu iradede kısaca şu hususlara dikkat çekilmiştir:

İran Şahı’na suikast teşebbüsünde bulunmuş olan bahâîlerin, İran sınırlarına yakın yerlerde ikamet etmeleri, Şah için yine tehlike oluşturacağından Osmanlı Devleti’nin bu duruma müdahale etmemesi barışçı komşuluk prensiplerine terstir. Devlete iltica eden kimselerin zorla sınırdışı edilmeleri ise Osmanlı’nın devlet geleneğine, adalet anlayışına ve devletlerarası kurallara aykırıdır. Ancak aşiretlerin ve çeşitli kabilelerin yoğunlukta olduğu Bağdat’ta dalâletini gizleyerek halkı ifsad eden ve bu özelliğiyle meşhur olan Mirza Hüseyin Ali (Bahâullah) ve tâbilerinin böyle merkezî bir yerde bulunmaları da doğru değildir. Bu durumda yapılması gereken, hem İran Devleti’ni rahatlatmak hem de faaliyetlerini kontrol altına almak için bahâîleri, Bursa veya Edirne gibi bir yere yerleştirmek üzere geçici olarak İstanbul’a nakletmektir. Dikkat edilirse Osmanlı Devleti bu kararı alırken hem kendi devlet anlayışını, hem uluslararası kuralları, hem İran ile ilişkilerini göz önünde bulundurmuş, hem de sosyal iç bünyeye zarar veren bir hareketi kontrol altına almayı hedeflemiştir.

Bu arada Bağdat Valisi Nâmık Paşa üzerinde biraz durmak gerekiyor. Nâmık Paşa’ya göre bahâîlerin devlete bir zararları yoktur. Bu yüzden bahâîleri Osmanlı Devleti tâbiiyetine almıştır.[9] İradede onun bu düşüncesine de atıfta bulunulmaktadır. Fakat devletin başka kaynaklardan aldığı bilgiler ve Bağdat’taki ulemanın ve halkın şikâyeti daha ağır basınca söz konusu irade Nâmık Paşa’nın rağmına çıkmıştır. Bahâîliğin gizli bir dalâlet fırkası olduğu ve Bahâullah’ın dalâletini gizleyerek halkı ifsad ettiği ve bu ifsadıyla meşhur olduğu Padişah fermanında açıkça ifade edildiği halde Nâmık Paşa bunu fark edememiştir. Öyle anlaşılıyor ki Mirza Hüseyin Ali, gerçek niyetini Bağdat Müftüsü Âlûsi ve Abduh gibi meşhurlardan gizlediği gibi Nâmık Paşa’dan da gizlemiştir. Ya da Nâmık Paşa fazla iyimser davranarak bu konuda yanılmıştır.[10]

Nâmık Paşa’nın, Mirza Hüseyin Ali’nin fikirlerini bildiği halde ona müsamahalı davrandığı da düşünülebilir. Nitekim 15 Ekim 1995 tarihinde Ankara’da bahâîlerin düzenlediği bir panelde tanıştığım bir bahâî, Nâmık Paşa’nın da bahâî olduğunu ileri sürmüştü. Araştırmalarımız sırasında Nâmık Paşa’nın vasiyetnâmesine ulaştık. Bu vasiyetnâme gözden geçirildiğinde onun Hz. Peygamber’e saygı ve sevgi ile dopdolu olduğunu, Peygamber Efendimizi “hâtemü’l-enbiya, efdalü’l-mürselin, seyyidü’l-külli fi’l-kül” gibi sıfatlarla andığını; cennet ve cehennem, haşr-i cismanî vb. konulara ehl-i sünnet bir müslüman olarak Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde nasıl iman edilmesi isteniyorsa öylece iman ettiğini açıkça görmek mümkündür.[11] Kısacası Nâmık Paşa’nın bahâî olabileceğine dâir en ufak bir işaret yoktur. Söz konusu iddia da bahâîlerin bir temennisi olarak değerlendirilebilir.

2. Mirza Hüseyin Ali’nin Veda Toplantısı ve Peygamberlik İddiası

Mirza Hüseyin Ali ve ona tâbi olan bahâîlerin İstanbul’a gönderilmelerine ilişkin irade Bağdat Valiliğine ulaşınca Nâmık Paşa bu haberi, muavini vasıtasıyla Mirza Hüseyin Ali’ye ulaştırdı. Kendisine bir miktar da tahsisat verilen Bahâullah, İstanbul’a gitmeye hazır olduğunu söyledi.[12] Mirza Hüseyin Ali, yola çıkmadan önce taraftarlarını Bağdat yakınlarında bulunan Necip Paşa bahçesinde topladı. Burada bahâîlere kendisinin, Mirza Ali Muhammed’in (Bâb) önceden haber verdiği “Allah’ın ortaya çıkaracağı kimse” (men yuzhiruhullah) olduğunu söyleyerek peygamber olduğunu iddia etti (22 Şevval 1279/12 Nisan 1863). Bu iddia bâbîlerde büyük şaşkınlık meydana getirdi. Çünkü Bâb, “Allah’ın ortaya çıkaracağı kimse”nin kendisinin ölümünden 2000 yıl sonra zuhûr edeceğini, dolayısıyla bundan önce (el-Müsteğas’tan önce) zuhûr olmayacağını söylemiş ve yerine de Mirza Hüseyin Ali’nin kardeşi Mirza Yahya’yı halef seçmişti.[13]

Mirza Hüseyin Ali, iddiasında ısrar etti ve hemen bütün dinlerin literatüründe yer alıp âhir zamanda geleceği bildirilen mev’udun kendisi olduğunu söyledi. Bâb’ın vekilliği konusunda daha önceden ikiye ayrılmış olan bâbîlerden Mirza Hüseyin Ali’nin taraftarı olanların bir kısmı onun bu iddiasını da kabul ederken, başta kardeşi Mirza Yahya olmak üzere diğer bâbîler ona karşı çıktılar. Mirza Hüseyin Ali’nin İstanbul’a götürüleceğini duyan bahâîler çok üzüldüler. Hatta bir bahâî, Kâzımeyn’deki nehire doğru giderek oradan Bağdat’a yöneldi, sırtüstü yattı ve ustura ile kendi boğazını keserek intihar etti. Mirza Hüseyin Ali bu bahâî için: “Şimdiye kadar toprağa onunki kadar temiz bir kan dökülmedi. O, şehitlerin sultanı ve efendisidir” diyerek ondan övgüyle bahseder.[14] Mirza Hüseyin Ali, peygamber olduğu iddiasını ortaya attıktan sonra Bağdat’ta kalan bahâîlerle vedalaştı ve yol hazırlıklarına başladı.

Mirza Hüseyin Ali’ye yolculuk boyunca refakat edecek on süvarilik bir müfreze ve diğer yolcular için elli katır hazırlandı. Kendisi ve ailesiyle adamlarına yirmi beş bin kuruş yol harcırahı verildi. Bağdat’ta kalan bahâîlere de maaş bağlandı. Harcırah olarak ayrılan yirmi beş bin kuruş çok fazla bulunmuş olacak ki Nâmık Paşa, bu paranın başka bir benzeri seyahat için ayrılan yirmi altı bin beş yüz kuruşa göre normal olduğunu İstanbul’a bildirmiş ve bu doğrultuda irâde çıkmasını sağlamıştır.[15] Mirza Hüseyin Ali ve beraberindekiler İstanbul’a vardıklarında kendilerine maaş da bağlanacaktır.

Namık Paşa’nın, görevli memurlara yolculukla ilgili özel direktiflerinden sonra bahâîler yola çıktılar. Kafilede şunlar vardı: Mirza Hüseyin Ali, kardeşleri Mirza Musa ve Mirza Kuli; oğulları Mirza Abbas, Mirza mehdî, Mirza Muhammed Ali ve Mirza Ahmed; Mirza Musa’nın oğulları Abdullah ve Ali Rıza; Mirza Kuli’nin oğulları Muhammed Hüseyin ve Hüseyin. Diğer bahâîler de şu isimlerden oluşuyordu: Muallim Hacı Seyyid Muhammed, Hacı Mirza Ahmed, Ağa Muhammed Ali, Muhammed Ali, diğer Muhammed Ali, Mirza Cafer, Rıza, Mirza Ağacan, Ağa Muhammed Bakır, diğer Ağa Muhammed Bakır, Muhammed İbrahin, İbrahim, Abdülgaffar, Muhammed İsmail, terzi Mirza Hüseyin Ali, Mirza Ağa, Derviş Sadık, Seyyid Hüseyin, Abd-i Ali.[16] Görüldüğü gibi Mirza Yahya bu sayılanlar arasında yoktur. Çünkü Mirza Hüseyin Ali onun gelmesini istemiyordu. Önemli bir bahâî kaynağına göre Mirza Yahya daha sonra Mirza Ali Kirmanşahı adına sahte bir pasaport düzenleyerek kafileye Musul’da katılabilmiştir. Mirza Hüseyin Ali ise kandeşinin Bağdat’tan Edirne’ye kadar kendisinden gizlenerek geldiğini iddia etmiştir.[17] Ancak Mirza Hüseyin Ali’nin onu yolculuk boyunca farketmemesi ve tanımamış olması mümkün değildir.

Sürgün kafilesinin yolculuğu 3 Zilhicce 1279/22 Nisan 1863 tarihinde başladı. Nâmık Paşa’nın emri gereği Kerkük, Erbil, Musul, Nusaybin, Mardin, Diyarbakır, Harput ve Sivas güzergâhını takip ederek Samsun’a ulaşan kafile, burada bir hafta bekledikten sonra vapurla İstanbul’a doğru hareket etti. Üç gün süren deniz yolculuğundan sonra da 1 Rebiülevvel 1280/16 Ağustos 1863’te İstanbul’a ulaştı.[18]

3. İstanbul’dan Edirne’ye Nakledilmeleri

Mirza Hüseyin Ali İstanbul’a vardığında Fatih’te Beyceğiz Mahallesi’ndeki Şemsi Paşa konağına yerleştirildi. Daha sonra Sultanahmet’te bulunan Veysi Paşa konağına aile efradıyla beraber nakledildi.[19] Belgelerde bahâîlerin misafirhaneye “verildiği”nden bahsedilmektedir. Bu misafirhaneden kastın söz konusu konaklar mı yoksa başka bir bina mı olduğu açık değildir.[20]

Mirza Hüseyin Ali’nin, İstanbul’da bulunurken âdet olduğu halde Seyhülislâm, Sadrazam ve Hâriciye Nâzırı gibi devlet erkânını ziyaret etmediği ve İran Sefareti temsilcilerinin ziyaretine de mukabelede bulunmadığı ileri sürülüyorsa da böyle bir hareket, bahâîliğin her devletin resmî erkânı ile iyi geçinilmesi gerektiği konusundaki prensibine uymamaktadır. Bu nedenle devlet erkânına en azından ilk zamanlar saygılı davrandığı söylenebilir.[21]

Mirza Hüseyin Ali, İstanbul’da yaklaşık dört ay ikamet ettikten sonra Edirne’ye gitme talebinde bulundu. Bunun için aile efradının ve hayvanlarının sayılarını içeren bir dilekçe ile yetkili mercilere müracaat etti. Bu dilekçeye göre yanında; büyük oğlu, 2 büyük biraderi, 12 hanım, 11 çocuk, 20 hizmetkâr, 10 seyis ve 7 adet hayvan vardır.[22] Devlet de kendi istekleri üzerine onları Edirne’ye nakletmeye karar verdi.

Bahâîlerin Edirne’ye nakledilmelerine dair iradeye göre, hepsinin ortak harcamaları için kendilerine beş bin kuruş maaş bağlanması ve İstanbul’a varmalarından Edirne’ye gitmelerine kadar yaptıkları harcamaların hazineden ödenmesi de söz konusudur.[23] Bahâî kaynakları Mirza Hüseyin Ali’nin Edirne’ye tamamen İran Sefiri Müşîrüddevle’nin isteğiyle gönderildiğini belirtiyorsa da bu doğru değildir. Çünkü bahsi geçen iradede ve kendisi (Mirza Hüseyin Ali) Edirne’de ikametine müsâade-i aliyye erzan buyurulması istid’asında bulunmuş olduğundan.” ifadelerinden açıkça anlaşıldığı gibi Mirza Hüseyin Ali, Edirne’ye kendisi gitmek istiyordu.[24]

Mirza Hüseyin Ali, akrabaları ve yanındaki bahâîlerle beraber Küçük Çekmece, Büyük Çekmece, Silivri, Çorlu ve Babaeski yoluyla 1 Receb 1280/12 Aralık 1863’de Edirne’ye götürüldü. İki katlı bir kervansaray olan Arap Hanı’na yerleştirilen bahâîler daha sonra çeşitli binalarda kalacaklardır.[25]

4. Bahâullah ve Subh-i Ezel’in Edirne’deki Faaliyetleri

Bahâullah ve kardeşi Subh-i Ezel Mirza Yahya, Edirne’ye yerleştirildikten sonra ayrı ayrı faaliyetlerde bulunmağa ve kendi propagandalarını yapmaya başladılar. Mirza Hüseyin Ali, kendisinin âhir zamanda Allah’ın ortaya çıkaracağı kimse olduğunu (men yuzhiruhullah) ileri sürerek bütün bâbîleri etrafında toplamaya çalışırken, Mirza Yahya da kendisinin “velî” olduğuna işaret eden bazı yazıları, taraftarlarından Muhammed İsfahanî ve Muhammed Nuri Ağa vasıtasıyla Edirne ve İstanbul’da çeşitli yerlerde dağıttırıyordu. Hatta Mirza Yahya’nın bu iki taraftarı, bahsedilen yazıları Zaptiye Binbaşısı Muhammed Ağa’ya göstererek ona neden Mirza Yahya’ya intisab etmediğini soruyorlardı.[26]

Bu yazıların bulunduğu kağıtlarda, dairevi bir şekil etrafına yazılmış altı âyet-i kerime ve bir hadis-i şerifin ebced hesabına göre Hicri 1283, 1284, 1285 ve 1286 tarihlerine dikkat çekilmektedir. Ayrıca dil kurallarına uymayan bir-iki Arapça cümle ve altı beyitlik bir şiir de aynı kağıt üzerinde yer almaktadır. Bütün bunlarla Mirza Yahya’nın velâyet ve kerâmet sahibi birisi olduğu propagandası yapılıyordu. Beyitler de Mirza Hüseyin Ali’ye hitaben yazılan ve onu suçlayan ifadelerden oluşmaktadır.[27]

Diğer taraftan Mirza Hüseyin Ali hem bâbîlerin kendine bağlılıklarının devamlılığını sağlamaya çalışıyor, hem de çeşitli yerlere mektuplar yazarak kendi propagandasını yapıyordu. Mektup yazdığı kimselerin başında Sultan Abdülaziz, İran Şahı Nâsıruddin, Rus Çarı Alexander II, Fransız İmparatoru III. Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Papa IX. Pius gibi isimler de vardı. Sultan Abdülaziz’e yazdığı mektupta, Edirne’ye hiçbir suçu olmamasına rağmen sürüldüğünü ama yine de geçmişte çektiği belaların en şiddetlisine de uğrasa padişaha karşı gelmeyeceği sözünü vererek saygısını ve sadakatini ifade ediyordu.[28] Halbuki Mirza Hüseyin Ali daha önce bahsedildiği gibi kendi isteği üzerine Edirne’ye nakledilmişti.

Mirza Hüseyin Ali, bazı eserlerinde Edirne’de çektiği sıkıntılardan da bahseder. Ona göre kendisine çektirilen sıkıntıların ve yapılan tazyikin baş sorumluları Sadrazam Ali Paşa ve İran’ın İstanbul sefiridir. Kendi ifadelerine göre İran’ın İstanbul Sefareti’nde bulunan memurları onu öldürmek için fırsat kollamaktadırlar.[29] Bahâîler Edirne’de bulundukları sırada, İran aleyhine bazı yazışmalarda da bulunuyorlardı. İran istihbaratı bu yazışmaları fark edince Osmanlı Devleti’ne bildirmiş ve ikaz edilmelerini sağlamıştır.[30]

Mirza Hüseyin Ali ve Mirza Yahya’nın burada kısaca değindiğimiz faaliyetlerine bakılırsa ilk zamanlar hiç de sürgün muâmelesi görmedikleri söylenebilir. Hatta belli bir müsamaha ile karşılandıklarını, Mirza Hüseyin Ali’nin Sadrazam Ali Paşa’ya yazdığı mektuptaki nezaket sınırlarını zorlayan ve hakaret ifade eden sözlerinden anlamak mümkündür.[31] Bahâîlerin bu serbest tavırlarının sebebi üzerinde durulduğunda akla iki neden gelmektedir. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin birçok milletleri ve kültürleri yüzyıllarca bir arada tutan ve bütün azınlıklarca itiraf edilen geniş hoşgörüsüdür. Zira diğer inanç sahiplerine ve milletlere tam bir hürriyet tanıyarak, onları hoşgörüyle karşılamak, Müslüman Türkler’in genel karakteridir. Özellikle Anadolu’yu yurt edinmeye başladıkları zamandan beri görülen bu hoşgörü anlayışı, Osmanlı döneminde daha belirgin bir “millî ve dinî kaynaklı sosyal davranış biçimi” olarak sergilenmiştir.[32] İkinci neden de; bahâîlerin ilk zamanlar Müslümanlar arasında geçerli genel teâmüllere aykırı hareket etmeyerek, halkın infiâline sebep olacak mehdîlik ve peygamberlik gibi iddialarını geçici olarak gizlemeleridir. Nitekim daha sonra bu iddialarla faaliyet göstererek kamu düzenini ve halkın huzurunu bozmaya başladıklarında hâdisenin seyri de değişecektir.

Mirza Hüseyin Ali ve kardeşi Mirza Yahya arasında İran’dan Bağdat’a sürgün edildiklerinde ortaya çıkan Bâb Mirza Ali Muhammed’in halefliği konusundaki tartışma, Edirne’de bütün şiddetiyle devam etti. Aslında bu haleflik konusuyla birçok bâbî ilgileniyordu ve tartışmalar Bağdat’a sürgün edilmeden önce başlamıştı. Hatta o dönemde bâbîlerden tam yirmi beş kişi Bâb’ın vekili ve beklenen “mev’ûd” olduğunu iddia ediyordu.[33] Bahâullah ile Subh-i Ezel, deyim yerindeyse bu tartışmalardan finale kalmayı başaran iki adaydı. Bahâullah ve kardeşi Mirza Yahya arasındaki anlaşmazlık giderek çözümsüz hale gelince Bahâullah ayrı bir eve taşınarak ona açıktan meydan okudu ve herkesin huzurunda tartışmağa çağırdı. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda ikisi de kendilerine “vahiy” geldiğini iddia ederek her biri diğerinin kendisine tabi olmasını istiyordu. Aradaki düşmanlık o kadar arttı ki birbirlerini zehirlemeye teşebbüs etmelerine kadar gitti.[34]

Bahâullah ve Mirza Yahya, birbirlerini safdışı bırakmak için İran’ın İstanbul Sefiri Müşîrüddevle’ye şikâyette de bulunuyorlardı. Bahâullah, Mirza Yahya’nın daha önce Nâsıruddin Şâh’a yapılan suikasta karıştığını ileri sürerek, Mirza Yâhya da Bahâullah’ın İran Şâhı’nı öldürmek için bir adamını İran’a gönderdiğini söyleyerek Sefir’in desteğini kazanmaya çalışıyordu.[35] Tartışmaların derinleşmesiyle birlikte bâbîler, Ezelîler (Subh-i Ezel Mirza Yahya taraftarları) ve Bahâîler (Bahâullah Mirza Hüseyin Ali taraftarları) diye iki gruba ayrılmış oldular.[36]

Ezeliler, Bâb Mirza Ali Muhammed’in görüşlerinin muhafazasını ve insanların ona davetini savunurken; Bahâîler, Mirza Hüseyin Ali’nin Mirza Ali Muhammed’den daha fazla yetkisi olduğunu ileri sürerek buna karşı çıkıyor ve Mirza Yahya’nın, Bâb’ın yazılarını tahrif ettiğini, onun halefi olduğuna dair eklemelerde bulunduğunu söylüyorlardı.[37]

Bu arada Mirza Hüseyin Ali, elinde bulunan Bâb’ın mührünü, yüzüğünü ve el yazması bazı eserlerini Mirza Yahya’ya teslim ederek kendisinin artık müstakil hareket etmek istediğini ortaya koydu. Bahâullah’ın daha önce ortak olarak kullandıkları maaşın bir kısmını da Mirza Yahya’ya kendi isteği ile verdiğini ileri süren Bahâî kaynakları yanılmaktadırlar. Çünkü bizzat Mirza Yahya’nın hanımlarından birisi Edirne Valiliği’ne şikâyette bulunarak kocasının hakkının gasp edildiğini söylemiş[38] daha sonra Devlet beşbin kuruş olan ortak maaşın bin üç yüz kuruşunu Mirza Yahya’ya tahsis etmiştir. Mirza Hüseyin Ali de bunun üzerine ailesinin kalabalık olması nedeniyle geçim sıkıntısı çektiğini söyleyerek valiliğe Farsça bir dilekçeyle müracaatta bulunmuştur.[39] Hatta daha önce de kendisine ya yeterince maaş verilmesini ya da Bağdat’a geri gönderilmesini istemiştir.[40]

III. Bahaîlerin Tutuklanması ve Sürgün Edilmeleri

1. Bahâilerin Gözaltına Alınmaları

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bahâîler, Edirne’ye sürgün olarak gelmiş olmalarına rağmen gerçek kimliklerini halktan gizleyerek kendilerine belli bir müsamaha ile bakılmasını sağladılar. Bu amaçla sünnî bir tasavvuf tarikatının müntesipleri gibi görünerek hareket ettiklerine değinmiştik. Ancak Müslüman Osmanlı toplumunun genel geçer kabullerine aykırı iddialarını ortaya sürmeye başlayınca bu müsamahayı hem devlet hem de halk nazarında kaybettiler. Zira onların faaliyetleri, sonuç olarak kamu düzenini bozmaya yönelik ve devlete baş kaldırma (klasik ifadesiyle “bağy” suçu) kapsamına giriyordu. Bu konuyu bahâîlere verilen cezanın gerekçesinde ileride göreceğiz.

Osmanlı hukukuna göre; farklı fikirlere sahip kimselerin bir grup teşkil etmeyen ve bir araya gelerek baş kaldırmayanlarına dokunulmaz. Ancak bunlar propaganda yaparlarsa ikaz edilirler. Daha da ileri giderlerse ta’zir cezası ile cezalandırılırlar. Ta’zir cezası da suçun şartlarına göre çok değişiklik arz eder. Aynı görüşü paylaşıp bir grup teşkil edenler, devlete itaat ederlerse yine kendilerine dokunulmaz. Ancak devlete isyan edilirse veya isyan amaçlanırsa, umumî huzur ve düzen ihlâl edilerek anarşi çıkarılırsa bunun cezası idamdır.[41]

Osmanlı adlî makamları, peygamberlik iddiasında bulunan Bahâullah ve Subh-i Ezel’i, irtidat (dinden dönme) suçundan da yargılayabilecekleri halde konuya, yukarıda bahsini ettiğimiz siyasi suç (bağy) kavramıyla yaklaşmıştır. Buna rağmen bahâîlere siyasi suçun cezası olan idam yerine “kalebendlik” cezası verilmiştir.

Ceza gerekçesinde; peygamberlik iddiasında bulundukları ve silahlanarak devlete isyan (hurûc ale’s-sultan) etmeyi amaçladıkları belirtilirken kullanılan ifadelerden cezanın daha çok ikinci suça göre verildiği anlaşılmaktadır.[42] Bu tercihte Tanzimat’tan sonra irtidat cezası olan ve erkeklere uygulanan idamın kaldırılması için yapılan siyasi iç ve dış baskıların etkisi söz konusu olmuş olabilir.[43]

Tekrar konumuza dönersek; bahâîlerin suç kavramına girecek faaliyetleri ve yazışmaları Osmanlı istihbaratınca tesbit edilince takibata uğramaya başladılar. İlk tutuklama, Edirne’deki bahâîlerden bazılarının İstanbul’a Bahâullah’ın atlarını satmak üzere gelmişken cereyan etmiştir.[44] Mirza Yahya’nın adamlarından Muhammed İsfahanî ve Muhammed Nuri, Zaptiye Binbaşısı Muhammed Ağa’ya giderek Mirza Yahya’nın keramet ehli birisi olduğunu, onun da Mirza Yahya’ya tabi olmasını eski tanışıklıklarına dayanarak teklif etmişlerdi. Binbaşı Muhammed Ağa da bunların söylediklerini ve verdikleri bazı Farsça yazıları Edirne Valisi Hurşid Paşa’ya aktarmıştı.[45]

Bütün bunlarla birlikte özellikle İstanbul’daki bahâîlerin ele geçen mektuplarında kullandıkları kelimeler de dikkati çekmiş olmalıdır ki bundan sonra tutuklamalar başlamıştır. İstanbul’daki bahâîleri Zaptiye Nezareti gözaltına alınca Edirne’de bulunanların bir tarafa kaçmamaları için valilikten tedbir alınması istendi. Vali Hurşid Paşa, Bağdat Valisi Nâmık Paşa gibi bahâîlerin bir zararı olmadığını düşünse de Sadâret’ten verilen emre uyarak gerekli tedbirleri aldı.[46]

2. Sorgulanmaları ve İfadeleri

İstanbul’daki bahâîlerin tutuklanmaları üzerine tâkibat altına alınan Mirza Hüseyin Ali, hemen savunmaya geçerek kendileri aleyhine devlete bilgi verenlerin, kardeşi Mirza Yahya’nın tâbilerinden Muhammed İsfahanî ve Kütahyalı Hacı Muhammed Nuri olduğunu, isimlerini verdiği on kişinin sorgulanması halinde bunun anlaşılacağını ifade eden Farsça bir dilekçeyle Edirne Valiliği’ne müracaatta bulundu.[47]

Aynı dilekçede Mirza Hüseyin Ali, kardeşi Mirza Yahya’nın ve tâbilerinin halkı ifsad etmek istediğini, İran’ın aradığı kimsenin de aslında Mirza Yahya olduğunu, Mirza Yahya’nın Bağdat’tan Edirne’ye kadar kafileden gizlenerek geldiğini ifade ediyor ve kendisinin suçsuz olduğunu iddia ediyordu. Ancak daha önce işaret ettiğimiz gibi bahâîliğin dördüncü adamı olan Şevki Efendi Mirza Yahya’nın Musul’da sahte bir kimlikle kafileye katıldığını belirtiyordu. Aslında bu iki görüşte de bir tutarsızlık söz konusudur. Zira normal şartlarda o kadar uzun bir yolun kafileden gizlenerek, ya da sahte bir kimlik kullanılarak kafile içinde katedilmesi mümkün görülmemektedir.[48]

Mirza Hüseyin Ali’nin İstanbul’da sorgulanmasını istediği kişiler de şunlardı: İsmetullah, Feyzullah, Mahmud, Hacı Mehmed, Cemaleddin, Nakib Eşref, El-Hac Nevres, Mehmed, Said ve Hasan. Bu şahısların sorgulanıp sorgulanmadığını bilemiyoruz. Ancak tutuklanan bahâîlerin çok ayrıntılı bir sorgulamaya tabi tutulduğunu elimizde bulunan istintak raporlarından anlıyoruz.[49] Raporlar arasında Mirza Hüseyin Ali ve Mirza Yahya’ya ait istintak raporu yoktur. Muhtemelen İstanbul’daki diğer bahâîler, ifadelerinde yeterli bilgileri verdikleri için Edirne’de bulunanların sorgulanmasına gerek duyulmamıştır. Sorgulanan bahâîlerin isimleri şöyledir: Karabağlı Şeyh Ali Seyyah, Mirza Muhammed Hüseyin (Mişkin Kalem), Tophane-i Âmire’den emekli kaymakam Silmaslı Ağacan Bey, Kapuçukadarı Muhammed Nuri Efendi, İsfahanî Muhammed Bakır, Derviş Ali ve Muhammed Ali.[50]

Zaptiye Müşiriyeti nezdinde teşkil olunan bir soruşturma heyeti yukarıda isimleri geçen bahâîleri 6 Zilhicce 1284/30 Mart 1868-13 Zilhicce 1284/6 Nisan 1868 tarihleri arasında sorgulamıştır. Bunların sorgulanmaları sırasında diğer bahâîler hakkında da sorular sorulmuş ve onların ayrıca sorgulanmalarına gerek duyulmamıştır. Sorgulanan ve elimizde ifade tutanakları bulunan bahâîler, bu hareketin içinde birinci derecede bulunan kimselerdir. Dolayısıyla sorgulanırken verdikleri cevaplar ayrı bir önem kazanmaktadır. Bahâîliğe hangi nedenlerle girdikleri, hareketi nasıl tanımladıkları, pratik hayatta uyguladıkları veya uygulamadıkları, liderleri hakkındaki düşünceleri vb. noktalarda en sağlıklı bilgilerin, bahâîlerin bizzat kendi sözlerinden elde edilebileceği açıktır.

Tutuklanan bahâîlerden sorgulananlara yöneltilen sorular ve alınan cevaplardan çıkarabildiğimiz bazı sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

  1. Osmanlı Devleti’nin merkezî teşkilatı, devletin sınırları içindeki herhangi bir yerde meydana gelen bu türlü gelişmelere karşı taşra idarecilerini de aşarak çok hassas olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin bahâîlik için vâlilerin bilgilerine de baş vurulduğu halde nihaî kararın verilip nasıl hareket edileceği, merkezî teşkilâtın görevlendirdiği özel komisyonların araştırmaları sonucu hazırlanan raporlara göre belirlenmektedir. Hatırlayacağımız gibi bahâîler Bağdat’ta bulunurken Bağdat Valisi Nâmık Paşa, onların devlete bir zararları olmadığını ileri sürerek İstanbul’a göndermek istememişti. Ancak bu konuda Padişah iradesi çıkınca emre uymaktan başka çaresi kalmamıştı. Aynı kanaati Edirne Valisi Hurşid Paşa da taşıyordu. Ancak bahâîlerin sorgulanmaları sonrasında hazırlanan komisyon raporu, her iki vâlinin de bu kanaatlerinde yanıldıklarını gösteriyordu.
  2. Osmanlı Devleti her şeye rağmen bahâîlere en azından başlangıçta müsamahalı davranmıştır. Çünkü Osmanlı hukukuna göre bir düşünce ne kadar “aykırı” da olsa propagandası yapılmadığı sürece dokunulmazdır. Bahâîler bu dokunulmazlığı propaganda faaliyetlerine başlayarak kendileri ortadan kaldırdılar. Devlet de toplum huzurunu ve sükûnetini ihlâl eden bu “idlâl ve ifsâd” faaliyetlerine karşı tedbir aldı.
  3. Bu hareketin büyütülecek bir tarafının olmadığı da düşünülebilir. Ancak bahâîlerin İran’da sebep oldukları karışıklıklar ve hatta İran Şâhı’na yaptıkları suikastın üzerinden çok fazla zaman geçmemiştir ve belleklerde tazeliğini korumaktadır. Zaten bir toplumun çoğunluğunun hassas olduğu konularda bir kişinin bile çıkıp genel geçer kabullere zıt konuşması, toplumsal infiâle davetiye anlamını taşır. Böyle bir davetiyeye hiçbir idare anlayışının seyirci kalmayacağı açıktır.
  4. Bahâîlik hareketinin siyasi amaçlarının da olduğuna daha önce temas etmiştik. Subh-i Ezel taraftarı emekli kaymakam Ağacan’ın, Osmanlı Devleti’nin, Subh-i Ezel’e destek olması durumunda İran halkının savaşsız ve masrafsız olarak Osmanlı tâbiiyyetine gireceklerine dair sözleri bu düşüncemizi doğrular mâhiyettedir. Bu arada Rusya’nın İran’daki bâbîleri bu anlamda nasıl desteklediklerini ve İngiltere’nin Hayfa çıkarmasında bahâîlerden gördüğü destek hatırlanmalıdır.
  5. Sorgulananlardan Ali Seyyah, kendisinin ve Mirza Hüseyin Ali’nin Nakşibendîliğe yakın bir yol olan Nimetullah tarikatından olduğunu söylerken, Muhammed Ali adlı bahâî de Mirza Hüseyin Ali’nin İslâm dinine aykırı bir şey söylemesi halinde onu dinlemeyeceğini ifade ediyor. Bu meâldeki ifadeler, bahâîliğin hâlâ İslâmî bir tarikat gibi algılanmaya veya öyle anlatılmaya devam ettiğini, en azından bunun bazı bahâîler için geçerli olduğunu gösteriyor. Muhammed Ali adlı bahâînin Mirza Hüseyin’in kendi yazdığı kitapta mehdîlik iddia ettiğine ilişkin olarak “Onun adı Mirza Hüseyin Ali’dir, mehdî nasıl olur” demesi de dikkat çekicidir. Bu da onların her iddiayı sorgusuz sualsiz kabul edecek kadar teslimiyetçi veya câhil olmadıklarını gösteriyor.
  6. Derviş Ali ve Muhammed Bâkır adlı bahâîlerin verdikleri bilgiler gerçeklere en yakın bilgilerdir. Derviş Ali, Mirza Hüseyin Ali’ye, peygamber olduğunu iddia ederse inanacağını söylerken, Muhammed Bâkır da okudukları dua ve “âyet”lerin ona vahyedildiğini düşünmektedir. Fakat Muhammed Bâkır burada bir çelişki de yaşamaktadır. Çünkü o, bir taraftan Mirza Hüseyin Ali’ye “âyet” nâzil olduğuna inanırken, diğer taraftan mehdîlik iddia etmesi halinde kararsız olacağını ifade ediyor. Halbuki ona “âyet” vahyolunduğunu söyleyerek bir anlamda peygamber olduğunu kabul ettikten sonra artık mehdîliği konusunda kararsız olmasının bir anlamı olmamalıdır.
  7. Sorgulanan bahâîler ağız birliği etmişçesine ne Mirza Hüseyin Ali’den ne de Mirza Yahya’nın bizzat kendi ağzından mehdîlik veya peygamberlik iddialarını duymadıklarını söylüyorlar. Bazı ifadelere göre Mirza Hüseyin Ali’nin camiye gittiği, her haram ve hatta mekrûhtan sakınmayı, oruç tutmayı, namaz kılmayı tavsiye ettiği de anlaşılmaktadır. Bütün bunlar bahâîlerin görünüşte bir Müslüman gibi hareket etmeye dikkat ettiklerini ve gizlilik içinde faâliyetlerde bulunduklarını gösteriyor. Zira Bedeşt toplantısında başta Kuddüs lakaplı bahâînin bile tepkisini çeken Kuretu’l-ayn’ın açık-saçık ve tahrik edici davranışları için “Kudret dilinin kendisine Tâhire adını verdiği birisi için ben ne diyebilirim” diyen Mirza Hüseyin Ali’nin, Edirne’de mekruhlardan bile sakınmayı tavsiye etmesi tam bir çelişkidir. Ayrıca Kuddüs adlı bahâînin Yenikapı Mevlevihânesi Şeyhi Osman Efendi’de misafir olarak kalabilmesi de bahâîlerin, gerçek düşüncelerini sakladıklarını gösteren başka bir işarettir. Ancak bahâîler söylediklerine ve dış görünüşlerine göre değil, daha çok ellerinde bulunan kitaplardaki iddialara göre yargılanmışlardır.
  8. Yargılananların ifadelerine göre emekli kaymakam Ağacan, Mirza Yahya taraftarıdır ve ona göre Mirza Hüseyin Ali, Mirza Yahya’nın yanında sıradan bir adamdır. Diğer bahâîlere göre ise Mirza Yahya, Mirza Hüseyin Ali’nin talebesi gibidir. Bu çekişme, iki grup arasındaki ihtilâfın derinliğini ve derecesini ortaya koyan önemli bir göstergedir.

3. Suçlu Bulunarak Akka ve Magosa’ya Sürgün Edilmeleri

Sorgulanan bahâîlerin istintak raporları, yakalanan kitaplar ve mektuplarla beraber dört kişilik bir komisyona havale edildi. Komisyon bu belgeleri inceledikten sonra yapılması gerekenleri hazırladığı mazbatada ayrıntılarıyla açıkladı.

Komisyon üyelerinin vardığı kanaate geçmeden önce Mirza Yahya’nın peygamberlik, Mirza Hüseyin Ali’nin de peygamberlik anlamını da taşıyan bir çeşit mehdîlik iddiaları üzerinde biraz durmak istiyoruz. Sorgulanan bahâîlerin hiç birisi ele geçirilen kitaplarda bu iddiaların bulunduğunu kabul etmek istemiyor, ancak bir iki tanesi böyle bir iddiada bulunulursa buna inanacağını söylüyordu. İmzasız olduğu için Mirza Yahya’ya mı Mirza Hüseyin Ali’ye mi ait olduğu bilinmeyen bu kitapçıklara genel olarak bakıldığında; peygamberlik iddiası içeren ve gramer kurallarına pek dikkat edilmeden kurulmuş cümlelere bolca rastlamak mümkündür. Kitapçıklarda Arapça kullanılmış olmakla beraber yer yer Farsça yazılmış bölümler de yer almaktadır.

Mazbataya göre komisyon bahâîler hakkında özetle şu kanaate varmıştır: Subh-i Ezel Mirza Yahya, Kur’ân-ı Kerim’i takliden yazdığı kitapların kendisine vahyedildiğini ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunmaktadır. Mirza Hüseyin Ali Bahâullah ise kendisine Arapça ve Farsça vahiy geldiğini söyleyerek peygamberlik anlamını da içeren mehdîlik iddia etmektedir. Bunların maksadı; bilgisiz bazı müslümanları kandırıp yavaş yavaş çoğalarak daha sonra silahlı bir isyana teşebbüs etmektir. (hurûc ale’s-sultan) Bu ifsad ve idlâl hareketine bir an önce mani olunması zaruri olduğundan gerekli cezanın verilmesinde geç kalınmamalıdır.

Ceza kanununun ilgili maddesine göre devlete karşı herhangi bir isyan teşebbüsünde bulunmak üzere bir araya gelerek gizli bir ittifak oluşturanlar, bu isyan için hazırlıklarda bulunup henüz isyan etmemiş de olsalar nefy-i ebed (bir daha geri dönmemek üzere sürgün edilme) cezasıyla cezalandırılırlar. İsyana karar verildiği halde bunun için bir hazırlık yapılmamış olsa o zaman da bu kararı veren şahısların geçici olarak kalebendlik cezasına çarptırılmaları gerekir.

Sorgulanan şahısların ifadeleri, mektupları ve ellerindeki kitaplardan çıkarılan sonuca göre; bunların böyle bir hareket içinde bulunacakları açıktır. Ayrıca Mirza Hüseyin Ali’nin, kardeşi Mirza Yahya’nın söz konusu türden bir teşebbüste bulunacağını söyleyerek suçu ona yıkmaya çalışması da komisyon üyelerinin bu kanaatini te’yid etmektedir.

İşte bu nedenlerle Mirza Hüseyin Ali ve Subh-i Ezel birinci; Ağacan, onların propagandasını yapmasından dolayı ikinci derecede ve diğerleri de onlara ittiba etmiş olmalarından dolayı üçüncü derecede suçlu bulunmuşlardır. Ancak ilgili kanunda genel olarak “ol ittifakta bulunan kimseler” ibaresi bulunduğundan bunların hepsinin birden uygun görülecek uzak bir yere nefy-i ebed cezası ile gönderilmeleri gerekir.

Nefy-i ebed cezasında kanunen hapis söz konusu olmadığı için de yine aynı faaliyetlerde bulunmamaları ve firar teşebbüsünde bulunmamaları için gönderilecekleri yerlerde kalebend olarak hapsedilmelerine karar verilmiştir.[51]

Zaptiye Müşiriyeti[52] bu komisyon mazbatasını da dikkate alarak kendi mütâlaalarını Meclis-i Mahsus’ta[53] gündeme aldırmış, daha sonra Sultan Abdülaziz’in konuyla ilgili iradesi sadır olmuştur. Konumuz açısından çok önemli olduğunu düşündüğümüz bu iradenin arz tezkiresini aynen aktarmak faydalı olacaktır. Tamâmen bu tezkire doğrultusunda sâdır olan iradenin mesnedi de böylece daha iyi görülecektir. Tezkire aynen şöyledir:

“Atûfetlû Efendim Hazretleri,

Ma’lûm-ı âli buyrulduğu vechile mukaddemâ İran’da bâbî nâmıyla bir mezheb zuhûr ederek bunların niyyet ve efkârları ifsad ve ihlâl-ı ahâli ğarazından ibaret idüğü İran devletince anlaşılmasından nâşi, şeyhlerinden bazılarına mücazât eylediği misillû, birazı dahi İran’dan tard ve def’olundukları cihetle, bunlardan şeyh Mirza Hüseyin Ali, Subh-i Ezel ve diğer ma’lûmû’l-esâmi üç nefer biraderleri ve bazı rüfekâsı ile zîr-i cenâh-ı saltanat-ı seniyyeye dehâlet eylediğinden merkûm biraderleri ve bazı rüfekâsı ile Edirne’ye gönderilerek iskân ettirilmiş ve birazı dahi Bağdat’ta alıkonularak kendilerine medâr-ı intiaşları olmak üzere maaşlar dahi tahsis olunmuş idi.

Merkûm şeyh Mirza Hüseyin Ali ile Dersaadet’te bulunan rüfekâsından ve sâireden bazı eşhâsın muhaberât-ı mefsedet-kârâneleri vukû bulduğu istihbâr olunmasıyla eşhâs-ı merkûme ahz ve tevkîf ve kendilerinde bulunan kütüb ve resâil ve mekâtib-i muzırra derdest edilerek icrâ-yı istintakları, Zaptiye Müşîriyeti’ne havale olunduğu misillü, Edirne’dekilerin dahi netice-i tedkikâta değin, öteye berüye dağılmamaları için takayyüdât-ı mukteziye icrâsı ve ahvallerinin tahkîk ve inhâsı, bâ-telgrafnâme Edirne Vilâyeti’ne bildirilmiş olmasıyla bunların sûret-i istintaklarına dair müşîriyet-i müşârun-ileyhânın vârid olan tezkiresi ve vilâyet-i mezkûreden gelen tahrîrât, bu madde için mahsûsan teşkil olunmuş olan komisyona havale ve i’ta kılınmış olan netice-i tahkikât ve mutâlaâtı mutazammın komisyon-ı mezkûrden kaleme alınmış olan mazbata ve evrak-ı sâire, geçen gün akd olunan Meclis-i Mahsûs’da kırâat ve mütâlaa kılındı.

Merkûmların ahvâl ve akvâllerine ve kütüb ve resâil ve mekâtib-i mezkûrenin medlûl ve meâllerine nazaran; merkûm Subh-i Ezel’in nübüvvet ve merkûm Şeyh Mirza Hüseyin Ali’nin kendisine Arabî ve Farisî vahy nüzûlünden bahisle bir nevi nübüvveti mutazammın olan mehdîlik iddiasında bulundukları anlaşılmış ve bu misillû erbâb-ı dalâletin şu yolda harekete kıyamları, câhil ve sebük-mağz olan bir takım ehl-i İslâmı ihlâl ile teksîr-î cem’iyyet ederek bilâhare müsallâhan isyan ve hurûc ale’s-sultan maksadına mübtenî olduğu bedihi olarak; bunların kat-ı bîh-i mefsedetleri mehâmm-ı umûr-ı âcileden bulunmuş olduğundan ve kanun-ı ceza ahkâmı iktizazınca merkûmların nefy-i ebed ile mücâzatları lâzım gelmiş ve eğerçi merkûmlardan şeyh Mirza Hüseyin Ali ile Mirza Subh-i Ezel asıl mudıll ve muktedâ olmalarına nazaran birinci ve Tophane-i Âmire kaymakamlığından mütekâid Silmas’lı Ağacan Bey tervîc-i fesâdlarına hizmet etmesinden nâşi ikinci ve Karabağlı Şeyh Ali Seyyah ve Horasanlı Mirza Muhammed Hüseyin nâm diğer Mişkin Kalem, merkûm Subh-i Ezel’in vekili Kuddüs Efendi ve Kapuçukadarı Muhammed Efendi ve İsfahanî Muhammed Bâkır ve şeyh Mirza Hüseyin Ali’nin diğer biraderleri Mirza Musa ve Mirza Kuli ve ehibbâsından Abdülğaffar ve hizmetkârlarından Derviş Ali ve Muhammed Ali nâm şahıslar dahi sıfat-ı ittiba ve iktida ile üçüncü derecede tutulmaları lâzım gelür ise de ibare-i kanuniyede ale’l-ıtlak “ol ittifakta bulunan kimseler” sarahati bunlar için derece ta’yinine lüzûm göstermemiş idüğünden, cümlesinin mahâl-i baîde nefy-i ebedle def’ ve teb’îdleri ve fakat kanun-ı ceza ahkâmı hükmünce nefy-i ebed cezası hapsi cami’ olmadığına ve bunlar gidecekleri mahallerde hapsolunmaz ise firâr ve yahut memleket içinde gezerek bir takım kesânı idlâle ictisâr edeceklerine binâen kal’a-bendlik sûretiyle mahbûs bulundurulmalarının zamîme-i mücâzâtları kılınması mazbata-i merkûmede beyân olunmuş olup vâkıa merkûmların ahvâl ve akvâli ifsâd-ı efkâr-ı ahâli kaziyyesine mebnî bulunduğu cihetle, komisyonun mutâlaâtı vechile bunlara icrâ-yı ceza edilmekle beraber gerek ahâli ve gerek birbirleriyle ihtilat ettirilmemek dahi muvâfık-ı hal ve maslahat olacağına ve merkûm şeyh Mirza Hüseyin Ali ve biraderi Subh-i Ezel’in beynlerinde münâferet olduğu cihetle tefrîkleri lâzımeden idüğüne binâen kal’a içinde bir hânede ikâmet ettirilmek ve hiç kimse ile ihtilât ettirilmemesine, daima me’mûrîn ve zâbitân taraflarından dikkat ve nezâret olunmak üzere; merkûm şeyh Mirza Hüseyin Ali’nin halifeleriyle beraber Akka ve Subh-i Ezel ile Ağacan’ın Magosa kal’alarına ve diğerlerinin dahi îcâbı vechile tefrîk edilerek mezkûr kal’alara müebbeden nefy ve i’zâm edilmeleri ve bunlara verilmekte olan maaşların i’tasından sarf-ı nazarla münâsib miktar yevmiye i’ta olunması ve Bağdat’ta bulunan bâbîler maaşlarının dahi kat’ edilmesi ve Edirne’den geleceklerin içinde bir şeye akılları ermez bir takım cühelâ bulunduğu rivâyet olunup bunlardan mezheb-i mezkûrden rücû’ edenlerinin tard olunmaları beyne’l-huzzâr tezekkür ve tasvîb edilmiş ise de ol bâbta her ne vechile emr ü fermân-ı hazret-i Şehinşahî şeref-sünûh ve sudûr buyurulur ise infâz-ı hükm-i celîline ibtidâr olunacağı ve mezkûr mazbata evrâk-ı sâire ile arz ve takdîm kılındığı beyânıyla tezkire-i senâveri takdîm olundu Efendim.”

Bu arz tezkiresinde belirtilen hususların onaylandığını gösteren ve belgede Padişah’ın iradesini yansıtan bölümde ise şu ifadeler yer almaktadır:

“Ma’rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki, Resîde-i dest-i ta’zîm olan işbu tezkire-i sâmiye-i âsıfâneleriyle evrâk-ı ma’rûza, manzûr-ı âlî-i cenâb-ı mülûkâne buyurulmuş ve merkûmların tasvîb ve isti’zân olunduğu üzere zikrolunan kal’alara müebbeden nefy ve i’zâm edilmeleri ve hususât-ı sâirenin dahi ber-minvâl-i muharrer icrâ-yı îcâbı, müteallik ve şeref-sudûr buyrulan emr ve irâde-i seniyye-i hazret-i mülkdârî îcâb-ı âlisinden olarak evrâk-ı merkûme yine savb-ı sâmi-i hidîvilerine iâde kılınmış olmağla ol bâbda emr ü fermân Hazret-i Veliyyü’l-Emr’indir.”[54]

Görüldüğü gibi irade hemen hemen bütünüyle komisyon mazbatasındaki tesbitler doğrultusunda çıkmıştır. Mirza Hüseyin Ali’nin taraftarlarıyla beraber Akka’ya, Subh-i Ezel Mirza Yahya’nın ise tâbileriyle birlikte Magosa’ya gönderilmesi açıklık kazanmış, ayrıca maaşlarının da kesilerek bunun yerine bir miktar yevmiye verilmesi emredilmiştir. Bu iki noktaya ek olarak daha önce Bağdat’ta bırakılan bahâîlerin maaşlarının bundan sonra verilmemesi[55] ve Bâbîliğe girmiş kimselerden olan bazı câhil kimselerin sürgünlerin arkasına takılmalarına müsaade edilmemesinin de irade içinde yer aldığını görmekteyiz. İradede yer almayan ama başka bir belgede tesbit ettiğimiz bilgiye göre; Mirza Hüseyin Ali Bahâullah’ın Edirne’de bulunurken yabancı tüccarlardan ödünç aldığı 12.636 kuruşun hazineden ödenmesi de söz konusu olmuştur.[56] İradenin çıkmasından bir-iki hafta sonra Edirne’de bulunan bahâîler polis nezaretinde Uzunköprü ve Keşan yoluyla Gelibolu’ya götürüldüler.[57] Orada İstanbul’dan getirilen bahâîlerle bir araya getirildiler. Gelibolu’da az bir süre kaldıktan sonra Mirza Yahya ve taraftarları Magosa’ya, Mirza Hüseyin Ali ve tabileri de Akka’ya gemiye bindirilerek gönderildiler.

4. Bahâîlerin Sürgünden Sonraki Faaliyetleri

Bahâîlik hareketinin Edirne’den sürgün edilmelerinden sonraki durumu hakkında belge bazında çok fazla bilgiye sahip değiliz. 1286/1870 den itibaren daha sonraki yıllara ait çeşitli belge fonlarının önemli bir bölümünü taradığımız halde doyurucu bir sonuca ulaşamadık.[58] Aslında bunun nedeni açıktır. Çünkü sürgünün başladığı 1285/1869 yılından Meşrûtiyet’in ilanıyla tamamen serbest bırakıldıkları 1326/1908 yılına kadar bahâîlere faaliyette bulunma fırsatı verilmemiştir. Ayrıca bu dönemde birkaç yıl hariç tutulursa Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid vardı ve onun da böyle bir hareketi başı boş bırakması beklenemezdi. Bahâîlerin herhangi bir faâliyetlerine izin verilmeyince resmî kayıtlara geçecek vukuât da olmadı. Dolayısıyla bu dönemde bahâîlerle ilgili belgelerin az olması normal karşılanmalıdır.

Mirza Hüseyin Ali, Akka kalesinde birkaç yıl kalebend olarak kaldıktan sonra mahalli idarecilerin müsamahasıyla kale dışında bir eve taşınma izni almayı başardı. Fakat şehrin dışına çıkmasına izin verilmemiştir. Mirza Hüseyin Ali 2 Zilkade 1309/29 Mayıs 1892’de öldü. Ölmeden önce oğlu Abbas Efendi’yi Abdülbâhâ ünvanı ile kendisine halef bıraktığını vasiyet etti. Bağdat’tan Edirne’ye sürgün edilen bahâî grubunun içinde Abbas Efendi’nin adı “Mirza Abbas” olarak geçiyordu.

Mağosa’ya sürülen Subh-i Ezel ise burada 1912’de öldü. Bahâullah’ın onu zehirleterek öldürttüğü ileri sürülmektedir.[59] Öldüğünde çok az sayıda taraftarı bulunuyordu. Bahâîlerin, İran’da olduğu gibi isyan ederek halkla ve devletle çatışmaya girmelerinin yanında münferit şiddet olaylarına karıştıkları da bir gerçektir. Örneğin bahâîler, Irak’ta bulunan İran’lı müctehid Molla Kâzım Horasanî’yi öldürtmek için İran’dan iki bahâîyi göndermişler, ancak Osmanlı Devleti’nin Tahran Sefareti bu planı önceden haber alarak Hariciye Nezâreti’ne bildirmiş ve katli gerçekleştirecek iki bahâî, Molla Kâzım’ın oğlunun da yardımıyla yakalanmışlardır.[60] Bu nedenle Mirza Yahya’nın, Bahâullah tarafından planlanmış bir suikastla öldürtülmüş olabileceği de mümkündür.

Mirza Hüseyin Ali’nin yerine oğlu Abbas geçince ondan memnun olmayan bahâîler, Bahâullah’ın diğer bir oğlu olan Mirza Muhammed Ali’ye tâbi oldular.[61] Abdülbahâ Abbas, 5 Cemaziyelevvel 1260/23 Mayıs 1844 tarihinde doğdu. Babasının yerine geçtikten sonra Mısır, Avrupa ve Amerika gibi ülkelerde Bahâîliği tanıtmaya çalıştı.

Avrupa’da yaptığı gezilerdeki konuşmalarında Bahâîliği İslâmiyet’in bir yorumu gibi göstermeye çalışıyordu. Fransa’da yayınlanan bir yayın organında onun “Bahâîlik, bir dinden ziyade dinlerin felsefi bir yorumudur” dediği anlatılıyordu.[62] Kendisiyle görüşen son dönem Osmanlı aydınlarına ve gazetecilere de bahâîliğin İslâmiyet’ten ayrı bir hareket olmadığını söylüyordu.[63]

Elimizde Abdülbahâ’nın faaliyetleriyle ilgili iki arşiv belgesi bulunmaktadır. Bunların ikisi de Sultan II. Abdülhamid’e ait irâdelerdir. II. Abdülhamid idaresinin bu harekete bakış açısını ortaya koyması bakımından önemli olan bu iradelerden 6 Rebiülâhir 1323/10 Haziran 1905 tarihli olanında şöyle denilmektedir:

“Bâbî mezhebini tevsi ve intişâra hizmet etmesinden dolayı mukaddema Akka’ya teb’îd edilmiş olan Ahmed Abbas’ın, orada yine meslek-i sakîminde devam etmekte bulunduğu ma’ruzat-ı vâkıadan anlaşılmasına mebnî, merkûmun avenesinin Fizan’a teb’îdi, şerefsudûr buyurulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı Hilâfet-penâhî îcâb-ı âlisinden olmağla ol bâbda emr ü fermân Hazret-i Veliyyü’l-emrin’dir.”[64]

İradeden anlaşıldığına göre devlet; bahâîleri nefy-i ebedle cezalandırdıktan sonra peşlerini bırakmamış ve bazı yerel idarecilerin işi gevşek tutmasından yararlanarak faaliyette bulunmalarına müsaade etmemiştir. Burada da yine merkezî idarenin bu konudaki hassasiyetine ve taşrayı çok iyi takib ettiğine şâhit olmaktayız. Bu iradede belirtildiği gibi Abbas Efendi’nin Fizan’a sürülüp sürülmediğini bilmiyoruz. Zaten iradenin sâdır olmasından yaklaşık iki yıl sonra da Meşrûtiyet ilan edilmiş, Abdülbahâ Abbas ve diğer bahâîler tamamen serbest kalmışlardır. Bundan sonra Abdülbahâ Abbas daha rahat hareket etme imkânı bulmuş, Avrupa ve Amerika’ya giderek Bahâîlik propagandası yapmıştır.

Elimizde bulunan ikinci irade de onun Amerika bağlantılı bir faaliyetiyle ilgilidir. Abdülbahâ’nın Amerika’daki bahâîlerden topladığı yardımlarla Hayfa’da Kermil dağına bir hastahane yaptırma teşebbüsünün ve diğer faaliyetlerinin engellenmesine ilişkin 19 Cemaziyelevvel 1326/19 Haziran 1908 tarihli irade şöyledir:

“Akka’da Abbas Efendi namında birinin riyaseti altında bulunan bâbî fırkasının Amerika’daki tarafdarânı vasıtasıyla cem’ olunacak iânat ve elli bin lira masraf ile Hayfa’da cebel-i Kermil üzerinde bir hastahâne inşasına teşebbüs edecekleri ve orada evvelce Almanlar tarafından inşa edilmiş olan bir otelin bi’l-mübâyaa hastahâneye ilhak olunacağı istihbar kılındığı, Washington Sefaret-i seniyyesi’nden arz ve iş’ar olunmuş ve merkûm Abbas, esasen erbâb-ı fesaddan olup teşkil ettiği cem’iyyetin bir cem’iyyet-i fesadiyye olduğu derkâr ve devletçe buna karşı tedâbir-i mânia ittihazı lüzumu âşikâr bulunduğundan; gerek bu bâbta ve gerek hastahânenin inşa olunmaması emrinde iktizâ-yı hâlin Bâb-ı Âli’ce teemmül ve arzı, şeref-sudûr buyurulan irade-i seniyye-i cenâb-ı Hilafetpenâhi îcâb-ı âlisinden bulunmuş olmağla ol bâbta emr ü ferman Hazret-i Veliyyü’l-emr’indir.”[65]

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, sınırları dahilinde ne olup bittiğini çok iyi bilmektedir. Henüz teşebbüs safhasına gelmeyen bir faaliyet, dönemin güçlü istihbaratının da yardımıyla haber alınarak buna karşı gerekli tedbirlere başvurma yoluna gidilmiştir.[66] Ancak alınan tedbirler yeterli olmamış olmalıdır ki Bahâîlik gün geçtikçe gelişmiş, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de varlığını sürdürmüştür.

Bahâullah’ın oğlu Abdülbahâ, 28 Kasım 1921’de öldü ve Kermil dağında bulunan Bâb Mirza Ali Muhammed’in mezarının yanında gömüldü. Ölmeden önce de torunu Şevki Efendi’yi “emrin açıklayıcısı” olarak kendisine halef tayin etti. 1 Mart 1897’de Akka’da doğan Şevki Efendi Oxford’da öğrenim gördü. 1937’de Amerikalı Mary Maxwell (Rukiye Hanım) ile evlendi. Şevki Efendi de Bahâîliği yaymak için özellikle Avrupa ülkelerinde çok çalıştı. 1957’de ölmeden önce idareyi bahâîlerin “emrin elleri” dediği yirmi yedi kişilik bir heyete bıraktığını açıkladı.

Bu yirmi yedi kişinin tesbit ettiği idari düzenlemeye göre bahâîler bu gün şu şekilde idare edilmektedir: En üst idari merci, İsrail’in Hayfa kentinde bulunan Umumi Adalet Evi’dir. Bu merkezin dokuz kişiden oluşan üyeleri, Bahâîliğin bulunduğu ülkelerdeki Milli Ruhani Mahfil üyeleri tarafından seçilirler. Milli Ruhanî Mahfilleri’nin dokuz kişiden oluşan üyeleri de o ülkede bulunan Mahalli Ruhanî Mahfilleri’nin tesbit ettiği ondokuz kişilik bir meclis tarafından seçilir. Dokuz kişiden oluşan Mahalli Ruhanî Mahfil üyeleri ise bölge, şehir, kasaba ve köylerde bulunan en az dokuz bahâî tarafından seçilirler. Bahâîler bugün bu üç mahfil tarafından idare edilmektedirler.

Abdülbahâ Abbas ve Şevki Efendi’nin bahâî literatüründeki konumları, Bâb Mirza Ali Muhammed ve Mirza Hüseyin Ali Bahâullah’tan farklıdır. Abdülbahâ Abbas ve Şevki Efendi, bahâî kaynaklarını sadece tefsir ve te’vil etmekle yükümlüdürler. Umumî Adalet Evi de kutsal kabul edilen Akdes Kitabı’nın dışında kalan her konuda karar verme yetkisine sahiptir.[67] Bahâîler, son yıllarda yayınladıkları istatistikî rakamlara göre dünyada; 148 Millî Ruhâni Mahfil, 32.865 Mahallî Ruhâni Mahfil bulunduğunu, toplam 112.137 yerleşim yerinde bahâî yaşadığını ileri sürmektedirler. Ayrıca bu istatistiklere göre bahâîlerin dünyada 7 bahâî ana mabedi, 7 radyo istasyonu, 29 akademik okulu ve 55 ilkokulu bulunmaktadır.

Sonuç

İran’da yüzyıllardır hâkim olan Şiîlik, tarih boyunca aşırı akımların kaynağı olagelmiştir. Bu aşırılıklar bazen öyle bir hal almıştır ki, Şiîlerden bile geniş ölçüde tepki görmüştür. Ancak böyle bir tablonun oluşmasında ve temelinde biraz da insan merkezli Şiî düşüncenin varlığı söz konusudur. Şiîliğe göre imamların hatasız (ma’sûm) kabul edilmeleri, problemlerin çözümünü daha da zorlaştırmış olmalıdır. İran’ın XIX. yüzyılda içinde bulunduğu ileri boyutlardaki idarî istikrarsızlık da, problemlerin içinden çıkılmaz bir hal almasını netice vermiştir.

İşte Bahâîliğin ortaya çıktığı bu coğrafya ve bu coğrafyanın kültürel ve sosyal alt yapısı, hareketin gelişerek taban bulmasında temel etken olmuştur.

Mirza Ali Muhammed, Şiî dünyanın kurtarıcı olarak gelmesini beklediği “imam”a açılan kapı (bâb) ve onun müjdecisi olma iddiasıyla, bu tür iddiaların prim yapacağı hazır bir zeminde ortaya çıktı. Topyekün bir ülke gündemini meşgul edecek kadar taraftar da buldu. Ancak, belli bir kabul gördükten sonra, daha da ileri giderek bizzat beklenen imam (mehdî), peygamber hatta ilah olduğunu iddia edince tepkiyle karşılandı. Geleneksel Şiîliğin temsilcileri, halkı da yanlarına alarak bâbîlere karşı mücadeleye başladılar. Ortamın gerginleşmesi, arkasından çatışmaları getirdi. Bâb Mirza Ali Muhammed ve bâbîler tutuklanarak hapse konuldu, fakat ortalık durulmadı. Bunun üzerine devlet, iddialarından vazgeçmediği için Bâb’ın öldürülmesine fetva veren Şiî ulemanın talebini ve desteğini de dikkate alarak onu idam etti.

Bahâîliğin, bizzat doğduğu fikrî ve coğrafî ortamda böyle bir sonuçla karşılanması dikkat çekicidir. Bu durum, Mirza Ali Muhammed’in, Bâb olmakla iktifa etmeyip, yeni bir peygamber olduğunu ileri sürmesi ve dolayısıyla İslâm dininin devrinin kapandığını söylemesiyle çok yakından ilgilidir. Zira şiîlerin çok çeşitli ve aşırı (gulât) grupları olsa da büyük çoğunluk, temel değişmezler ve akide bazında İslâm inancına bağlıdır.

Bahâîlerin, Osmanlı sınırlarını geçtikten sonra bu topraklarda karşılaştıkları tavır biraz daha farklıdır. İlk zamanlar belli bir müsamaha gördükleri söylenebilir. Bu biraz da Osmanlı’nın birçok farklı kültürleri ve çok çeşitli düşünceleri yüz yıllarca bir arada yaşatma geleneğinden kaynaklanmaktadır. Ancak esas etken, Mirza Ali Muhammed’in halefi Mirza Hüseyin Ali’nin, aynı türden iddialarını ve gerçek kimliklerini ilk zamanlar toplumdan ve resmî görevlilerden gizlemiş olmalarıdır. Bahâullah ve tâbileri, uzun süre tam bir Müslüman gibi hareket etmiş ve kendilerine sünnî bir tarikat mensubu oldukları görüntüsünü vermişlerdir. Nitekim Edirne’ye getirildiklerinde Bahâullah ve kardeşi Subh-i Ezel, ayrı ayrı peygamber olduklarını ileri sürerek propagandaya başlayınca, karşılarında Müslüman halkı, ulemâyı ve devleti bulmuşlardır. Sünnî Müslümanlar onların iddialarını ciddiye alarak iltifat etmeseler de teyakkuza geçerek tepki göstermişlerdir.

Devlet, bahâîlerin İran’da sebep oldukları karışıklıklar ve çıkardıkları isyanlarla, özellikle Şâh’a yaptıkları suikastı da göz önünde bulundurarak, tedbir alma yoluna gitmiştir. İran’dakine benzer bir sürecin yaşanmaması açısından, alınan tedbir yerinde olmuştur. Hatta bahâîlerin daha şiddetli bir cezaya çarptırılmaları mümkünken, Akka ve Magosa’ya hapsedilmek üzere sürgün edilmeleriyle yetinilmiştir.

Daha sonra, Jön-Türkler’in etkisiyle ilan edilen Meşrûtiyet’in akabinde uygulanan genel af kapsamında serbest bırakılan bahâîler, faaliyetlerine devam etmişlerdir.

Bahâîlik hareketinin, bahâîlerin İran’dan Bağdat’a sürgünleri ile başlayan ve Akka ve Magosa’da hapsedilmeleriyle sonuçlanan süreci, elimizdeki belgeler ışığında büyük oranda açıklığa kavuşmuştur.

Ancak Meşturiyet’in ilânı ile serbest bırakılmalarından sonraki durumlarına ilişkin belgelerin azlığı, ne yazık ki bu dönemle ilgili sağlıklı ve detaylı bir değerlendirme yapmamıza imkân vermemiştir.

Süleyman ÖZKAYA

Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 111-122


Dipnotlar :
[1] E. R. Fığlalı, a.g.e., s. 30; Cl. Huart, a.g.md., s. 164; Şevki Efendi, s. 4, 11; İzmirli İ. H., s. 114.
[2] Bahâullah, Bahâullah’ın Sesi, s. 77; Bahâullah, İkan Kitabı, s. 79; Bahâullah, Kurdun Oğlu, s. 89, 94; Muhsin Abdülhamid, s. 191; Bahâullah, Bahâullah’ın Levhleri, s. 4a; Bahâullah, İkan Kitabı, s. 70; Şevki Efendi, XI, XIII, XVI (Giriş), 96.
[3] Şevki Efendi, s. 152.
[4] Şevki Efendi, s. 136.
[5] BOA, İrade Hariciye, 11268; (12 Şaban 1279/2 Şubat 1863 tarihli Sultan Abdülaziz’e ait bu irade, bahâîlerin Bağdat’tan başka bir yere nakillerine ilişkindir ve Padişah’a sunulan arz tezkiresinde Nâmık Paşa’nın bu konudaki kanaatına da temas edilmektedir.).
[6] Sultan Abdülaziz’in tahta çıktığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumu hakkında bkz: Cevdet Küçük, “Abdülaziz”, TDVIA, C. 1, s. 179.
[7] Şevki Efendi, s. 153.
[8] BOA, İ. HR., 11268; Ayrıca bkz: BOA, Bâb-ı Âli Evrak Odası, Bağdat Giden Defteri, 257/106’de kayıtlı 29 Şaban 1279/19 Şubat 1863 tarihli tahrirat.
[9] BOA, BEO, Bağdat Giden Defteri, 257/84, 24 Cemaziyelahir 1279/17 Aralık 1862 tarihli tahrirat.
[10] C. Rifat Atilhan, “Bahâîlik Fitnesi”, Sebilürreşad, C. 12, Sayı: 286.
[11] BOA, Yıldız Esas Evrakı 33-2460/73-91 (Nâmık Paşa, 1219/1804’te doğdu. 1310/1892’ de vefat etti. 1265/1849’da Irak ve Hicaz Ordu-yı Humayunu Müşirliğine, 1268/1852’de bu görevle beraber Bağdat Vâliliği’ne atandı. 1278/1861’de ikinci kez Bağdat valisi oldu. Sicilinde herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Bu konuda bkz: BOA, Sicill-i Ahvâl, 2 Nolu Defter, s. 228.).
[12] Şevki Efendi, s. 154.
[13] E. R. Fığlalı, a.g.md., s. 466.
[14] Şevki Efendi, s. 142, 154.
[15] BOA, İ. HR., 11389, 2 Zilhicce 1279/21 Nisan 1863 tarihli irade; BOA, BEO, Bağdat Giden Defteri, 257/106, 5 Muharrem 1280/2 Haziran 1863 tarihli tahrirat.
[16] BOA, İ. HR., 11389, (10 nolu tarihsiz lef.).
[17] Şevki Efendi, s. 170; BOA, İrade, Meclis-i Mahsus, 1475, 3 nolu lef. (15 Zilhicce 1284/8 Nisan 1868 tarihli tahrirat.).
[18] Şevki Efendi, s. 162, 165.
[19] Osman Ergin, “Bahâîliğin İç Yüzü”, Sebilürreşad, C. 9, s. 206.
[20] BOA, İ. HR., 11614, 25 Rebiulâhir 1280/9 Ekim 1863.
[21] Muhsin Abdülhamid, s. 255; Raymond Furon, s. 154.
[22] BOA, İ. HR., 11614; a.g.b., 12 nolu lef; Bahâullah, Kurdunoğlu, s. 56
[23] BOA, a.g.b.
[24] Şevki Efendi, s. 164 vd.
[25] Şevki Efendi, s. 168.
[26] BOA, İ. MM., 1475, 3 nolu lef (15 Zilhicce 1284/8 Nisan 1268 tarihli Edirne Valiliği tahriratı.).
[27] BOA, a.g.b., 26 nolu lef.
[28] Şevki Rabbani, Bahâullah’ın Sesi, s. 118-122.
[29] Bahâullah, Kurdun Oğlu, s. 97.
[30] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/351, 17 Cemaziyelahir 1284/16 Ekim 1867 tarihli tahrirat.
[31] Bahâullah, Reis Levhi, Bahâullah’ın Levihleri, İst. 1994, s. 139, Çev. Mecdettin İnan.
[32] Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, Ankara 1991, s. 127 vd.
[33] Şevki Efendi, s. 130.
[34] Şevki Efendi, s. 172 vd.
[35] Şevki Efendi, s. 174.
[36] Cl. Huart, a.g.md., s. 179.
[37] M. Ebu Zehra, s. 266.
[38] Şevki Efendi, s. 173 vd.
[39] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/79, 10 Şaban 1284/31 Ocak 1863 tarihli tahrirat.
[40] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/1, 6 Rebiülevvel 1283/19 Temmuz 1866 tarihli tahrirat.
[41] Ahmet Akgündüz-Halil Cin, Türk Hukuk Tarihi, İst. 1990, C. 1, s. 323.
[42] BOA, İ. MM., 1475, 27 nolu lef. (26 Safer 1285/18 Haziran 1868 tarihli komisyon mazbatası.).
[43] Ahmet Akgündüz-Halil Cin, s. 324.
[44] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/45, 6 Safer 1284/9 Haziran 1867 tarihli tahrirat.
[45] BOA, a.g.b., 3 nolu lef.
[46] BOA, İ. MM., 1475, 2 nolu lef. (5 Muharrem 1285/28 Nisan 1868 tarihli Zaptiye Nezareti tezkiresi.); Şevki Efendi, s. 187.
[47] BOA, a.g.b., 12 nolu lef. (Mirza Hüseyin Ali’nin tarihsiz dilekçesi.).
[48] BOA, a.g.b., 3 nolu lef; Şevki Efendi, Bahâî Dininin I. Yüzyılı, s. 170.
[49] İstintak raporları, bir suç nedeniyle maznûn durumunda olanların, olayı aydınlatmak için konuşturulması sonucu verdikleri ifadelerin kağıda geçirilmesiyle oluşan resmî evraktır. Bkz: M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1993, C. 2, s. 101.
[50] BOA, a.g.b., 10 nolu lef. (İstintak raporları.).
[51] BOA, İ. MM., 1475, 27 nolu ve 26 Safer 1285/18 Haziran 1868 tarihli lef.
[52] Bahâîlerle ilgili dava ceza hukukunun konusudur. Bu türlü davalara da o tarihlerde Zaptiye Müşîriyeti bünyesinde kurulan Ceza İstînaf Mahkemesi bakmaktadır. Davanın, bu mahkemenin dışında özel bir heyet tarafından görülmüş olabileceği de muhtemeldir. Bkz: Ahmet Akgündüz-Halil Cin, s. 288.
[53] Meclis-i Mahsus’un diğer adı Meclis-i Vükelâ’dır. Bu meclis, Sadrazâmın başkanlığında Şeyhülislâm ve nâzırlardan oluşuyordu. Devletin iç ve dış siyâseti ile önemli konular hakkında bu meclis karar verirdi. Verilen kararı Padişah da onaylayınca çıkan iradenin adı Meclis-i Mahsus İradesi olurdu. Bkz: M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1993, C. 2, s. 431.
[54] BOA, İ. MM., 1475. (İrade 20 Rebiülevvel 1285/11 Temmuz 1868 tarihlidir.).
[55] BOA, BEO, Bağdat Giden Defteri, 257/32. (1 Rebiülahir 1285/22 Temmuz 1868 tarihli tahrirat.).
[56] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/491. (20 Zilhicce 1285/3 Nisan 1869 tarihli tahrirat.).
[57] BOA, BEO, Edirne Gelen Defteri, 475/236. (21 Rebiulahir 1285/11 Ağustos 1868 tarihli tahrirat.).
[58] Araştırmamız süresince hangi belge fonlarının incelendiği hususunda Giriş bölümünde bilgi verilmiştir.
[59] M. Raif Ogan, Bahâîlik, Sebilürreşad, c. 9, s. 208.
[60] Dâhiliye Nezâreti Muhâberât-ı Umûmiye İdaresi, 117/81. (13 Ramazan 1328/18 Eylül 1910 tarihli Dahiliye Nezâreti tezkiresi.).
[61] Bunlara Nâkıza denir. Bkz: İzmirli. İ. H., s. 118.
[62] Ernest Laut, “Yeni Peygamber”, Le Petit Journal, 4 Mayıs 1913, Çev. Kerem Topuz, Tombak Dergisi, İst. 1996, Sayı: 9.
[63] Osman Ergin, “Bahâîliğin İç Yüzü”, Sebilürreşad, C. 9, s. 206.
[64] BOA, İrade Hususi, 10.
[65] BOA, İ. HUS., 472 (432)/65. (Daha önce gördüğümüz iradeler arz tezkiresi ve padişahın mütâlaası diye iki bölümden oluşuyordu. Sonradan iradeler Mabeyn Başkâtibi’nin imzasını taşıyan yazılı kağıtla bildirilmeğe başlanmıştır. İncelediğimiz son iki iradenin yazılış tarzı da bu şekildedir. Bkz: Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, s. 510.).
[66] Devletin bu konudaki hassasiyetini mütâreke yıllarında bile görmek mümkündür. 1918’de Haymana da bulunan bir bahâînin faaliyetlerine mâni olunması konusunda Ankara Valiliği’nin gösterdiği titizlik için bkz: A. Turan Alkan, “1918 Haymana’sında Bir Bahâî”, Tarih ve Toplum, Nisan 1988.
[67] Neyir Özşuca, a.g.e., s. 3, 4.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.