Osmanlı Devleti, 17. yüzyılın sonlarına doğru kaybedilmekte olan savaşlarla tanışmaya başlayacaktır. Kaybedilen savaşlar, sarsılan askerî otorite ve devlet düzeni yanında, ekonomik ve sosyal hayatı da olumsuz yönde etkilemekteydi. Mahrum olunmaya başlayan savaş gelirleri ile askerî giderlerin karşılanması mümkün olmadığı gibi, tüketime intikâl ettirilme imkânları da ortadan kalmış oluyordu. Böylece devletin kuruluşundan itibaren ülkenin hayatiyetinde önemli bir ekonomik katkı unsuru olan savaş gelirlerinden mahrum oluş, esas itibariyle sermaye birikimi temeline dayanmayan bir sosyal anlayışa sahip ülke için handikap doğurmuştu. Buna karşılık yüzyıllardır Osmanlı ile mücadele içinde olan Batı dünyası, Reform ve Rönesans başlayan bir hamle ile Protestanlıkla, hareketlerinden de hız alarak, temelinde sömürgeciliğin bulunduğu bir sıçrama yapacaktır…
17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, dünya üzerindeki kuvvetler dengesi artık Osmanlı Devleti’nin lehine olmaktan çıkmıştır. Batı’nın pek çok alanda üstünlüğe ulaşması yanında, kuzeyde Rus Devleti’nin doğuşu ve güçlenmeye başlaması da Osmanlı’nın aleyhine gelişmelerin bir başka unsuru olarak görülmektedir. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Devleti yöneticileri, dengenin yeniden düzeltilmesi ve leyhe çevrilmesi için çareler aramaya başlayacaklardır. Ancak görülen odur ki, kuruluş devrindeki dikkat, ihtimam ve tedbirlilikten uzak bir tarzda yetiştirilen devlet adamları ve devşirilirken içine farklı unsurlar katılan yeniçeriler, bozulmada en yüksek payı alan müesseseler olarak buna direnç göstereceklerdir. Bu yüzden devlet idaresi, düzeltme yollarını öncelikle kendi bünyesinde arama ve gerekli yenileşmeye yönelmekten ziyade, müesseseleri değiştirme yolunu tercih edecek ve işleme askerî yapıdan başlayacaktır! Böylece Osmanlı Devleti’ndeki ilk Batılı müesseseler 18.yüzyılda açılan Askerî Okullar olacaktır. Batı, özellikle Fransız örneklerine göre kurulmuş bu askerî okulların, öğretmenlerinin büyük bölümü de Batı’dan getirilecektir.
Osmanlı Devleti’nde başlatılan Batılılaşma hareketinde, çoğu defa dikkatlerden kaçan bir hususun üzerinde durmak gerekmektedir. Sosyal yapı ve anlayış itibariyle sermaye birikimi fikrine sahip olmayan Türk toplumunun büyük çoğunluğunun asker, çiftçi ve kısmen de küçük esnaftan müteşekkil olduğu bilinen bir gerçektir. Buna karşılık devletin yapısı içinde geniş bir müsamaha, hoşgörü ve hürriyete sahip Hıristiyan tebaa, âdeta imtiyazlı bir şekilde ticarî hayatın temelini oluşturmaktaydı. Böylece ticarî imkânlarla zenginleşme ile, yeterli olmamakla beraber doğmuş olan sermayedar sınıfıda Hıristiyan tebaa teşkil etmekteydi. Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında ortaya bir başka gerçek çıkacaktır. Bu, Osmanlı Devleti’nde başlayan Batılılaşma hareketlerinde, iktisadî gücü elinde bulunduran Hıristiyan tebaanın oynadığı ve gözlerden kaçan rolüdür! Gerçekte Osmanlı Devleti’nin güçlü dönemlerinde hâkimiyet unsurunun varlığı, kısmen de Bizans Dönemi’nde yaşadıkları baskı ve zulmün unutulmamış oluşu, tüccar Hıristiyan tebaayı, Batılı meslektaşlarından uzun süre uzakta tutmaya yetmiştir.
Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru durum değişmeye başlamıştır. Bunda, Batı’daki gelişmeler içersinde Hıristiyan mezhepler arasındaki çatışmalar ortadan kalmaya başlaması ile Katolik, Protestan ve Kalvenistler mücadelelerini Avrupa’nın dışına, sömürgeler zeminine taşınmakta oluşu önemli etkenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır… Avrupa’daki bütüncü Hıristiyanlık kisvesini ise yeni düşünce zemininde materyalist bir dünya görüşü tamamlamaktadır! Böylece genişleyen ve uzlaşan Hıristiyanlık anlayışı, iktisadî yapı yanında kültürel unsurlarıyla da Osmanlı bünyesindeki Hıristiyan tebaaya daha kolay sızma şansını yakalamıştır. Bilhassa, Rönesans hareketiyle birlikte medeniyet ve kültürel geçmişlerini eski Grek medeniyetine bağlı gören Batı karşısında, Osmanlı tebaası Rumlar, kendilerini daha çok Avrupalı ülkelere yaklaşmış hissetmişler ve Batı dillerini öğrenmeye başlamışlardır. Zihinlerini Batı ilmine, sanat ve kültürüne olduğu kadar siyasî gelişmelerine de açan Hıristiyan tebaa üzerinde Batı’nın etkisinin de git gide arttığı görülecektir. İşte böylesi bir zeminde gerilediğini fark eden Osmanlı ricali, Batı’nın gelişmelerinden istifade edebilmek imkânını ararken Batı dillerini bilen kimselerden yaralanmak mecburiyetiyle Hıristiyan tebaaya yönelmek durumunda kalmıştır ki bu durum yeni gelişme içersinde Hıristiyan tebaaya yeni bir imtiyaz kapısı açacaktır. Arnold Toynbee’nin deyişiyle: “Böylece devlet yapısında, Doğulu Hıristiyanların işgal etmeleri için yüksek yönetim ve diplomatik mevkiler ihdas edilmiştir.”[1]
Bunun bir anlamı, Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma hareketlerinin çıkış kapısını, Osmanlı’nın temel kültürüne yabancı olmamakla beraber, kendi öz kültürü Batı’ya daha yakın bir zümrenin kontrol etmekte oluşudur.
İlk Yenileşme Hareketleri
Hıristiyan tebaasına yeni mevkiler ve imkânlar tanıyarak Batı dünyasının fikir ve siyaset anlayışına açılan penceresini genişletmeye çalışan Osmanlı Devleti, bu hareketini bir yandan da Batılı teknisyenlerle takviye ediyordu. Hareketin ilk uzantısını “Lale Devri”nde ve ertesinde yapılan düzenlemelerde görmekteyiz. Burada görülen ilk yapı, Üsküdar’da 1734 yılında açılan Hendesehane’dir (=Geometri Okulu). Bu ilki, Batı dillerinden çevrilmeye başlayan kitaplar takip edecektir. Bu arada kısmî de olsa, Avrupa tipi bazı sınaî kuruluşların gerçekleştirilmesine şahit olunur. Bilhassa Rami ve Halil Hamit Paşaların, kumaş ve çuha imâlini teşvik edici tedbirler üzerinde hassasiyet gösterdikleri bilinmektedir.
Ancak çok küçük ve biraz da zorlama hareketler halinde başlayan bu ilk Batılılaşma hareketlerinin en önemlisini, hiç şüphesiz III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i (=Yeni Düzen) teşkil edecektir. Hareket esas itibariyle, dış görüntüsünde belirlendiği üzere sadece askerî değildir. Prof. Dr. E. Z. Karal’ın teşhisinde belirtttiği gibi, “Nizam-ı Cedid’de, talim ve terbiyesi kalmamış bir insan yığınından ibaret olan yeniçeriler karşısında modern bir ordu tesis etmenin yanında, ulema sınıfının nüfuzunu kırmak, selâhiyetlerini azaltmak ve ayrıca Avrupalıların sanat ve ilimdeki ilerlemelerine ortak olucu sınaî, zıraî, iktisadî müesseslerden iktibaslar yapmak arzu ve iştiyakı mühim rol oynamıştır.”[2] Bu düşüncenin öncelikle, daha sonra II. Mahmud Dönemi’nde görüleceği gibi, orduda merkezleşmesi, orduyu sadece dışardaki düşmanlara karşı değil içerdeki reformların yürütülmesinde de kullanmak arzusuna dayandığı söylenebilir. III. Selim’le başlayan, ancak II. Mahmud’la gerçekleşen yeni bir ordu kurma teşebbüsünden sonra, Osmanlı’da süren Avrupalılaşma hareketlerini şöylece sıralamak mümkündür: Vakıf Gelirlerinin hazineye mal edilmesi. Dini kurumlar personelinin maaşa bağlanılması amacıyla 1826’da Evkaf Müdürlüğü’nün kurulması. Şeyhül islâm’ın devlet memuru haline getirilmesi. 1831’de tımar sisteminin kaldırılarak tımar arazilerinin Hazineye aktarılması. Ve nihayet toprak üzerinde idarî ve malî bir reformun gerçekleştirilmeye çalışılması.[3]
Gerek III. Selim, gerekse II. Mahmud Devri’nde ortaya konan, müsbet anlamdaki yerli tüccar ve ticaretin korunması, tarım, ticaret, sanayi ve bayındırlık alanında yeni gelişmeleri araştırmak için kurulan Komiteler gibi önemli atılımlar yanında, Batılılaşmanın şekilciliğine saplanılan bazı uygulamalara da rastlanılacaktır. Bunlar arasında fes ve kıyafet reformunu, devlet icra mekanizmasındaki isimlerin Avrupai isimlerle değiştirilmesini, devlet ricalinin sakallarını kesmesini, padişahın resimlerinin devlet dairelerine asılmasını, devlet ileri gelenlerinin galalara gitmeye başlamalarını saymak mümkündür.[4] Şu veya bu değerlendirmeler içersinde ele alınması mümkün olan bu dönemin Türk tarihinde önemli bir geçiş dönemi olduğunda şüphe bulunmamaktadır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Islahat Fermanı
Gülhane Hatt-ı Hümayunu, başka adıyla Tanzimat, Osmanlı Devleti içinde şüphesiz birdenbire ortaya çıkan bir ıslâhat hareketi değildir. Hareket gerçekte bir ıslâhat manzumesinin özelliklerini ve hatta metodunu devam ettiren bir zincirin halkasıdır. Ancak Tanzimat’ın kendinden öncekilere kıyasla bazı özelliklere sahip olduğu da bir vakıadır. Tanzimat’a kadar yapılmaya çalışılan yenileşme hareketlerinde genellikle askerî müesseseler ön plâna alınmış ve âdeta askerî başarısızlıklara çare aranır görüntü sergilenmiştir. Tanzimat ise, meseleye daha çok cemiyet düzeni şekliyle bakmış ve toplumun temelleriyle ilgili hareketlere yönelmiştir. Bu yüzdendir ki, Tanzimat Fermanı, bir nevi Vatandaş hakları Beyannamesi hüviyeti taşır. Ancak Amerikan ve Fransız haklar beyannamesinden önemli farklılığı, Tanzimat Fermanı’nın, Osmanlı Devleti’ndeki diğer ıslâhat hareketleri gibi, yukarıdan aşağıya yani, otoriteden halka doğru oluşundadır. Bundan dolayı, halk tarafından benimsenmesinde de zorlanılmıştır! Tanzimat’la temin edilmeye çalışılan en önemli mesele, ferdî hürriyet rejiminin kurulması gayretidir. Bu harekette en önemli davranışı, bizzat kendi yetkilerini sınırlayan Padişah ortaya koymuştur. Padişah kendi otoritresi ile yetkilerini kısıtlamış, sözü dışında hiç bir teminata bağlı olmamakla beraber, bütün vatandaşlara eşit haklar, mal ve can emniyeti, malî, askerî ve adlî sahalarda bazı reformlar vaad etmiştir.
Tanzimat’ın ilânında şüphesiz en önemli rolü Reşit Paşa oynamıştır. Ancak dönemin önemli devlet adamları Alî ve Fuad Paşalarla, Osmanlı düşünce hayatının Batı’ya açılmasında öncülük yapan Şinasi, Namık Kemâl, Ali Suavi, Ziya Paşa, Agâh Efendi gibi Avrupa’da liberalizmi ve 1830 İhtilâli’nin etkisini değerlendirmiş, bunu ülkeye getirmeye çalışmış düşünürlerin rolü de inkâr edilemez.[5]
Uygulamada Tanzimat’ın Getirdikleri
Öncelikle, bilhassa Fransa’nın etkisiyle çeşitli okullar açılmaya başlanmıştır. Batı edebiyatı ve tiyatroları tercüme veya adapte edilerek, geniş tarzda Osmanlı kültür hayatına intikâl ettirilmiştir.
Danıştay ve Yargıtay’ın yetkilerini bünyesinde toplayan “Meclis-i Vâlâyı Ahkâmı Adliye” teşkilâtı kurulmuştur. Şer’iye Mahkemelerine pek ilişilmemekle birlikte Hıristiyan tebaanın ihtilâflarını çözmek için cemaat mahkemeleri ile, Karma Ticaret ve Hukuk mahkemelerinin kurulması sağlanılmıştır. Fakat, adlî müesseselerde ortaya çıkan bu ikilem, Tanzimat’ın özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuya bir başka açıdan yaklaşan Alan Palmer şöyle ifadelendirir: “Genel olarak hukuk reformları, İkinci İmparatorluk döneminde uygulanmakta olan Fransız modelini yakından izliyordu. 1858’de çıkan Ceza Kanunu’nu izleyen Ticaret Kanunu’nu, 1869’da Ahmet Cevdet Paşa’nın Medeni Kanunu Mecelle kabul edilerek takip etmiştir. Bu kanun çok ustaca bir uzlaşma niteliğindeydi. Hem İslam şeriat niteliğini koruyor ve hatta zenginleştiriyor, hem de bunu esas olarak Napolyoncu bir hukuk temelinde gerçekleştiryordu.”[6] Aynı şekildeki bir başka ikileme eğitim kurumlarında rastlanılacaktır. Avrupa’dan iktibas edilmiş okulların Maarif-i Umumiye Nezareti’nin bünyesinde kurulmasına gidilmiş; Darülfünun (=Üniversite) ile ilk ve orta okullar da bu Bakanlığın bünyesine bırakılmıştır. Fakat dinî ve geleneksel medreselere dokulmayarak yönetimleri şeyhülislâma; askerî okulların yönetimi ise seraskere (=Savunma Bakanı) bırakılmıştır.[7]
Tanzimat, beklenilen ve istenilen dışında toplum bünyesinde bir farklılaşma meydana getirmiştir. Zira, gayrimütecanis bir topluluk olan Osmanlı Devleti’nde, sadece farklı iki veya daha fazla din toplulukları değil, pek çok ırkî farklılaşma bulunmaktaydı. Böylesi ayrılıklar ortamında, Tanzimat topluma nüfuz ettikçe ayrılıkları daha da arttırmış ve Batılılaşma meselesi, çeşitli değer hükümlerine sahip toplum bünyesinde birer kopma unsuru olmaya doğru şekillenmeyi sağlamıştır.
Osmanlı’daki Batılılaşma hareketi, gariptir Osmanlı’nın asırlık düşmanları Batılı ülkeler tarafından, Avusturya İmparatorluğu dışında, büyük bir destek görecektir. Avusturya, Osmanlı’ya benzeyen bünyesi dolayısıyla bu hareketi desteklememiştir. Buna mukâbil özellikle Fransa ve İngiltere, gerek elde etmeyi tasarladıkları ekonomik, gerekse Protestan ve Katalolik tebaayı koruyucu görünerek sahip olacakları müdahele imkânlarından dolayı fevkalâde memnundurlar. Rusya’nın ise eline mükemmel bir koz geçmiştir. Osmanlı bünyesinde bulunan Ortodoks tebaanın hamisi rolünü oynamak! Zaten Ferman’ın nerdeyse mürekkebi kurumadan Rusya, Ferman’da belirtilen hususların doğru tatbik edilmediği gerekçesiyle şikâyetlere başlayacaktır.Bütün bu gelişmeler ve baskılar karşısında Osmanlı Devleti, bu defa 1856 Islâhat Femanı’nı ilân etmek zorunda kalacaktır.[8]
1856 Islâhat Fermanı
Tanzimat’la birlikte Rusya, İngiltere ve Fransa’nın eline geçmiş olan Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahele fırsatını, bu ülkelerin, Osmanlı’nın parçalanması yönünde kullanmamalarını beklemek herhalde mümkün değildi. Nitekim, bilhassa Rusya, Osmanlı üzerindeki emellerini gerçekleştirmek amacıyla bahaneler icat etmekte gecikmeyecektir. Bu bahanelerden biri sonucunda, 1853 Rus orduları Prut nehrini geçerek Osmanlı topraklarına girecek ve Bab-ı Ali üzerinde baskı yaparak, taleplerini gerçekleştirmek istediklerini açıkça belirteceklerdir.[9] Gerçekte bu hareket Osmanlı üzerinde bir istilâ hareketidir, ama bunu Avrupalı devletlerin hazmetmeleri mümkün değildir!
Nitekim Rusya’nın yanlış hesabı, İngiliz-Fransız ve Osmanlı ittifakına ve Kırım üzerine sefere yol açacaktır. Bu gerçekler göstermektedir ki, Osmanlı’nın Batılılaşma hareketleri dış emellerin yöntem değiştirmesine de yol açmaktadır… Kırım Savaşı öncesinde, 1853 yılında Avusturya, Prusya, İngiltere ve Fransa’nın katıldıkları Viyana Kongresi’nde bazı çizgiler yakalamak mümkündür. Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmemekle beraber hazırlanan Protokolünün 4. maddesi müttefiklere önemli bir koz vermektedir: “Osmanlı tâbiyetinde bulunan Hıristiyanların Müslümanlarla hukuk eşitliği hakkında kendiliğinden vermiş olduğu teminatı, yine kendiliğinden teyid edecek olan Padişah’ın istiklâli ve Devleti’n mülkünün tamamı”[10] gibi bir ifadenin bulunması göstermektedir ki, müttefikler Osmanlı’nın iç işlerine müdahelede bir adım daha ileri atacaklardır. Üstelik müttefikler, 1856 Islâhat Fermanı’nın Paris Kongresi öncesinde ilânı hususunda Osmanlı Devleti’ni zorlamışlardır. Esasen bu Ferman’ın, bizzat dış ülkeler tarafından hazırlanarak Osmanlı Devleti’ne ilân ettirildiğini söylemekte mümkündür.[11]
Batı devletleri, Osmanlı sosyal yapısında daha çok ıslâhat istiyorlar ve bu ıslâhatı da “medeniyet” adına talep ediyorlardı![12] Oysa görülecektir ki Islâhat Fermanı’nda talep edilenler, Hıristiyan tebaa içindir ve bu gruba yeni bazı haklar getirmektedir. Bir başka açıdan bakıldığında, Osmanlı’da hukuken değil, sadece fikren var olan Müslüman, Hıristiyan ayrılığının, böylece fikren de kaldırılması hedefleniyordu! 1856 Islâhat Femanı ile, devletin kurucusu ve sahibi olan millet, kendi tebaası olan gayrimüslimlerle hukuken olduğu kadar fikren de eşitliğe çekilmiştir. Böylece 1856 yılına kadar Osmanlı Devleti içinde, kendileri için zımnî olarak kapalı olan mevkilere Hıristiyan tebaanın da çıkabilmesi imkânı belirmiştir ki bundan da, Osmanlı Devleti’nin aleyhine istifade edilecektir! Bu tarihten sonra Hıristiyan ve Musevi tebaa nazır, meselâ Hariciye Nazırı olacağı gibi, tabiatıyla Büyükelçi, Umumi Vali, Müsteşar, Mutasarrıf, Vezir gibi makamlara yükselmeye başlayacaklardır. Hıristiyan halka, kendi dilleriyle okullar açabilme, seçilme, askerlik yapma ve cizye adlı İslâmi esaslı vergiden muaf olma gibi daha başkaca haklar da sağlayan Islâhat Fermanı’nın, Devleti’n yapısına iki de yeni müessese getirdiği görülemektedir. Bunlardan biri, idarî bölgelerin yeniden düzenlenmesidir. Devlet yapısı Vilâyet, Liva, Kaza, Karye şeklinde idari taksimata ayrılarak, yönetimlerde seçimle iş başına gelen İdare Meclisleri görev üstlenmeye başlayacaklardır. İkisi Müslüman, ikisi gayrimüslim olan bu meclisin üyelerinin esas vasfı, bölgeden seçilerek gelmiş olmaktır. Diğer müessese, “Şuray-ı Devlet”tir. Şuray-ı Devlet, 28’i Müslüman, 13’ü çeşitli din mensuplarından teşekkül eden 41 üyeli bir istişari organdır.[13] Devlet bütçesini de incelemek yetkisine sahip bulunan bu Organ, âdeta meşruti rejime geçişte bir ara köprü hüviyeti taşımıştır, denilebilir.
Tanzimat ve Islâhat Fermanlarının akış seyri göstermektedir ki, Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma hareketleri siyasî olarak Meşrutiyet’e geçişin temelini oluşturmaktadır. Ancak görülen odur ki bu devrelerde Osmanlı’nın iç işlerine de artan bir seyirle dış müdaheleler devam etmiş ve Islâhat Fermanı sonrasında ise, en üst seviyeye çıkmıştır. Sosyal ve siyasî açıdan yaşanan bu sıkışıklık karşısında Tanzimat ve Islâhat Fermanı’nın Osmanlı ekonomisindeki katkısı acaba nedir?
Tanzimat Sonrasında Ekonomideki Gelişmeler
Bozulan idarî ve malî yapı içersinde, Batı karşısında güçlenme arzusu ve buna dayalı askerî gücün yeniden kuvvetlendirilmesi ve nihayet ıslâhat için gerekecek malî kaynak arayışlarıyla Tanzimat Dönemi başlamıştı. Fakat, bu noktada uygulamaların getirdiği zorlamalarla karşılaşılacaktır. Bir yandan, yeni yetişen aydınların devlet hizmetine girmeleriyle bürokraside başlayan şişkinlikle Devleti’n malî yükü artacak. Öte yandan, ordunun modernleştirilmesi gereği de, artan yeni malî ihtiyaçlar anlamını taşıyacaktır. İşte bu tür ihtiyaçlar içersinde Osmanlı’da devlet eliyle ilk sanayi teşekküllerinin kuruluşu gündeme gelecektir. Birkaç şehirde kurulan ilk sanayi teşekkülleri, ne yazık ki çok başarılı sonuç vermeyecektir. Öz kaynak sıkıntısı çeken işletmelere tam destek veremeyen Osmanlı maliyesi, üstelik kendi masrafları içinde dış kaynak aramak durumundadır. Böylece artan borçlanma ihtiyacı daha önce var olan kapitülasyonlara ilâve olarak yabancılara yeni bazı imtiyazlar vermekle kalmayacak, ağır faiz yükünü de beraberinde getirecektir. Bu durumda fevkalâde müsait şartlarla Osmanlı Devleti’ne mal ihraç fırsatını elde eden Avrupalı tüccar, yerli sanayinin kendi basit şartları içersinde gelişmesini ve tabiatıyla rekâbet edebilmesini de ortadan kaldırma imkânına da sahip oluyordu. Nitekim Tanzimat’la başlayan serbest ticaret uygulamaları, Osmanlı Devleti’ne fevkalâde pahalıya mal olacaktır. Önce Serbest Pazar rekâbeti karşısında, yaşama şansını yitiren devlet eliyle kurulmuş sanayi kuruluşları, hemen hiçbir varlık gösteremez duruma geldikleri gibi, Devleti’n malî kaynaklarını tüketen tüfeyli kurumlar haline dönüşeceklerdir.Buna karşılık Devleti’n tebaası gayrimüslimler aracılığıyla ülkeye giren yabancı sermaye ve/veya yabancı mal satıcıları, gitgide daha çok zenginleşerek ülkede yeni bir sınıfın doğmasına vesile olacaktır! Büyük çoğunluğu Müslüman olmayan, malî kudreti her geçen gün daha da artan bu sınıf, zamanla başka grupların hem dikkatini hem de düşmanlığını çekmeye başlayacaktır. Üstelik bu yeni zadegân sınıf, kendi ırkî gruplarının milli hareketlerine destek vermeye başlayacaklardır ki, bu da ülke içinde, yeni iç mücadelelere yol açacaktır.
Belki de Osmanlı Devleti’ni parçalamak anlamında gayretlerini sakınmamakta olan Batılı devletlerin bu dönemdeki en önemli hamlesi, Osmanlı’yı büyük bir borç yükü altında bırakmak olmuştur. Bu gelişmeler içersinde, 1850 yılında ıslâhat hareketlerinin gerçekleştirilmesi için, İngiliz Büyükelçisi Sir S. Canning’in raporla Sultan Abdülmecit’e başvurarak Batı ülkelerinin borç vermeye hazır olduğunu bildirmesi, herhalde üzerinde durulması gereken noktalardan biridir.[14] Devlet ricalinin böyle bir borçlanmaya karşı çıkışları ve Sultan’ın ülke içinde bir yardım kampanyası açması ise çözüm olmayacak ve artan kaynak ihtiyacı 1852 yılında, nihayet Hariciye Nazırı Ali Paşa’nın 55 milyon franklık bir borç anlaşmasının altına imza koymasıyla noktalanacak, ancak Sultan Abdülmecit’in direnci bu ilk anlaşmayı bozacaktır. Fakat daha sonra Kırım Savaşı ile bu dirençte kırılacak ve Osmanlı maliyesi 1854’te Londra’da 3 milyon İngiliz liralık bir borcun altına imza atacaktır.[15] Sonunda var olan kapitülasyona eklenen yeni borçlar devlet bağımsızlığını çiğneme noktasına kadar gidecek olan “Düyun-u Umumiye”nin kuruluşu ile düğümlenecektir.
Yeni Osmanlı Hareketi
Osmanlı Devleti’nde başlayan Batılılaşma hareketleri, birbiri üzerine düşen damlalar gibi genişleyerek devam etmiştir. Tanzimat’la daha bir düzenli hale gelen şekillenmede öne çıkan fikirler arasında Meşrutiyetçiliğin, hatta çok açık telâffuz edilmese de Cumhuriyetçiliğin dahi bulunduğu söylenebilir. Ancak o günler için çok ileri bir görüş olan Cumhuriyetçiliğin fikir halinde bile, gelişme zemini bulması mümkün olmayacak, ancak Meşrutiyetçilik görüşü gitgide daha da gelişerek eyleme dönüşecektir. Bu fikrin odak noktasında bulunan Yeni Osmanlılar adı altındaki hareketçilerin, kısa bir süre dağılmak gibi bir durumla karşılaşmış olmalarına rağmen, Meşrutiyetçiliğin gerçekleşmesinde önemli rol oynadıkları gerçektir. Önce İstanbul’da kurulan, haklarında takibat başlatılması üzerine Paris’e kaçarak faaliyette bulunan ve bilâhere her birinin tek tek İstanbul’a dönüp devlet hizmetinde görev almalarıyla nihayetlenen Yeni Osmanlılar hareketi, tam anlamıyla başarılı olabilmiş midir? Bu sorunun cevabını bulabilmek için hareketin içinde kimler vardı, neyi gerçekleştirmek istiyorlardı? Bu nokta üzerinde durmak gerekecektir.
Mutlâk Monarşiyi, meşruti monarşiye dönüştürmek gayesi ile yola çıkan Yeni Osmanlılar, icap ederse aralarından biri olan Sadrazam Ali Paşa’yı da iskat etmek hedefini de düşünmüşlerdir! Ancak kendi aralarında kesin hatlarıyla bir fikir birliğine ve insicama bir türlü ulaşamamışlardır. Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi gibi siyasi tarihimizin ünlülerinin bulunduğu Yeni Osmanlılar hareketinin, ana hatları itibariyle, gerçekleşmek istedikleri arasında; “Nizam-ı Serbestane (=Demokrasi), Nizam-ı Esasiye (=Kanun-u Esasi), Şuray-ı Ümmet (=Millet Meclisi)” bulunmaktadır. Mutabakat sağlanan bu esaslara karşılık grup mensupları, pek çok meselede birlik sağlayabilecek anlaşmadan uzak kalmışlardır. Üzerinde anlaşmaya varılamayan hususların başında “lâiklik” konusu gelmektedir. Ziya Paşa ve Namık Kemal’in dinî görüşü savunmalarına karşılık, Ali Suavi ve M. Fazıl Paşa lâisizm taraftarı olarak görünmektedirler. Neticede Yeni Osmanlılar arasında başkaca ihtilâfların çıkması sonucunda ve hatta, bu anlaşmazlıklara şahsî birtakım çekişmelerin de katılmasıyla Meşrutiyet lehindeki bu ilk toplu hareket, 1867 yılında başarısızlığa uğrayacak ve dağılacaktır. Kimilerine göre “istemekte değil, istememekte tamamen bir olan” bu müşterek hareket bizâtihi kendisi başarıya ulaşamamışsa da, kurulacak olan Meşrutiyet rejiminin öncüsü olduğunda şüphe yoktur.
Mithat Paşa ve Birinci Meşrutiyet
Osmanlı Devleti’nde başlatılan Batılılaşma hareketinin halkalarından biri olmasına rağmen, I. Meşrutiyet’le bazı şahsiyetlerin varlıkları âdeta özdeşmiş gibidir. Bu şahsiyetlerden biri Sultan II. Abdülhamit ise diğeri Mithat Paşa’dır. Hatta denilebilir ki Mithat Paşanın şahsiyeti, Meşrutiyet hareketinin zaman zaman önüne bile çıkmaktadır veya çıkarılmaktadır.
Mithat Paşa’nın Osmanlı devlet ricali arasında parlaması, Niş eyâleti ile Tuna vilâyetindeki başarılarıyla olmuştur. Teşkil-i Vilâyet Nizamnamesi hazırlanırken, İstanbul’a çağrılarak Fuat Paşa’ya yardımda bulunan Mithat Paşa, daha sonra Sultan Aziz’in Tuna vilâyetindeki faaliyetlerini takdir etmesi üzerine, 1868’de kurulan Şuray-ı Devlet’in reisliğine getirilmiştir. Ancak Tanzimat Dönemi’nin önde isimlerinden Ali Paşa, Mithat Paşa’nın keyfi idaresi, laubali hareketleri ve bilhassa serkeşliği karşısında tahammül edemeyerek, kendisini azledecek ve Bağdat valiliğine gönderecektir. Daha sonra Mahmud Nedim Paşa’nın sedareti zamanında Adliye Nezareti’ne getirilmiş, ancak bu sırada Sultan Aziz’in hal’ini teminen “talebe-i ulum’un” tertipli nümayişlerinde başrolü oynamıştır. Nihayet, Erkân-ı Erbaa olarak tarihe intikâl etmiş olan Paşalarla Sultan Aziz’in hal’ini sağlayan heyette yer almıştır. Mithat Paşa’nın kariyerinin en büyük hedefi, İmparatorluk içinde yaşayan bütün ulusların nısbî temsiline dayanan bir Parlemento rejimi kurmaktı. Ancak, 1876’da, çabalarını toplamış olduğu vilayet ayaklanma halindeydi ve bu, bağımsız milli Bulgaristan Devleti’nin çekirdeği olacaktı.[16]
Birinci Meşrutiyet, sosyal alanda Tanzimat’tan daha fazla Batılılaşmaya sebep olabilmiştir demek, kolayca mümkün değildir. Ancak meşrutî idareye sahiplenme, daha sonraki dönemlerde bir ideale duyulan özlem şeklinde Osmanlı aydınlarının kafasında yer ve mücadeleye önderlik edecektir. Hatta denilebilir ki, Osmanlı aydının kafasında Meşrutiyet’in ilânı fikri, Batılılaşma idolünün simgesi olmuştur. Nitekim II. Abdülhamit’e karşı başlatılan İkinci Jön Türk hareketinin temel hedefi Meşrutiyet olacaktır. Müsbet yönüyle, bir Parlemento idealine yön vermiş olan Birinci Meşrutiyet Meclisi’nin kuruluşu, rengarenk ırklar, çeşitli din ve dillerle dolu topluluklardan meydana gelen Osmanlı mozaiğinde bir hedeftir. Ama beraberinde, farkına varılmadan da olsa, pek çok olumsuzluğu getirmiştir. Ortaya çıkan odur ki, o günler için Osmanlı mozaiği, içerdeki yapı yanında, dışardan yapılan tahrikler dolayısıyla da Parlamenterizmin gerektirdiği şansa sahip olmaktan uzaktır. Zira gerek fikir hareketlerinin doğurduğu gelişmelerle, gerekse Osmanlı Devleti’nin parçalanması hedefinden vazgeçmemiş Batı sömürgeciliğinin tahrikleri, kurulan Parlemento içinde Osmanlı’nın bünyesindeki çeşitli ırkları, milliyetçilik düşünce ve hareketlerine doğru daha hızlı itmekten başka sonuca varmamıştır. Üstelik elde edilen malî ve idarî kaynaklarla da tahriklerin bizzat içinde olma fırsatı genişlemiştir. Bu ayrılıkçı hareketlerin hangi boyutlara vardığını belirleyici birkaç örnek üzerinde durmakta fayda olacaktır. Meclis’te; Kanun-u Esasi’ye, Türkçenin yanı sıra anasır dillerinin de muhafa edildiğine dair kayıt konulmasını isteyen bir Rum mebusa, Hıristiyan köylerde kendi dillerinde kayıtların tutulmasını isteyen bir Ermeni mebusa ve Kanun-u Esasi’den maksadın her kavmin hukukunun muhafaza olduğunu beyan eden bir gayrimüslim mebusa rastlamak ve tabiatıyla, bu taleplere fazlaca da bir şey söyleyebilmek imkânı olmayacaktır.[17] Böylesi bir duruma sadece Mecliste değil, daha geniş boyutlarda ve bölücü hedefleri destekleyecek tarzda Meclis dışında rastlamaksa, olayların seyri içinde kolaylaşma şansını vermiş oluyordu.
İkinci Jön Türk Hareketi ve İttihad-ı Terâkki’nin Doğuşu
Birinci Meşrutiyet Meclisi’nin II. Abdülhamit tarafından tatil edilmesi ve artarak yoğunlaşan şahsî idaresi karşısında, idareye karşı muhalefetin de gitgide artması gecikmemiştir. Ortaya çıkan hareketin amacı, Osmanlı Devleti’nde bir “Meclis-i Meşveret”in kurulmasını sağlamaktır. Böylece kuvvetler ayırımı hedeflenecek ve burada da “yürütme” bürokside şekillenecekti. Yeni Osmanlıların bu fikirlerini uygulamaya koyan grupsa devlet adamlarından, askerî liderlerden ve ulemadan oluşan bir cunta olmuştu.[18] Şerif Mardin’in de üzerinde durduğu şekliyle, 1877 yılıyla 1889 yılı arasında hürriyetçi davranışın devamı sayılacak önemli nokta, Yeni Osmanlıların ideal padişahı V. Murat’ı tekrar tahta oturtmaktır![19] Hareketin alt yapısında görülense, 1906’dan sonra bariz bir şekilde ortaya çıkacak olan “siyasî masonluğun” Scalieri Hareketi ile Osmanlı siyasetinde oynamaya başladığı roldür.[20] 1889’a gelindiğinde İkinci Jön Türk hareketinin yeni şekliyle gün yüzüne çıktığı görülecektir. Türkiye tarihinin ilk siyasî partisine dönüşecek olan bu hareketi, bir kısım Harbiye ve Tıbbiye talebesi gizli bir cemiyet olarak başladığı gözlenmektedir. Gizli cemiyetin istihbar edilmesi ve dağıtılması üzerine Paris’e kaçan öğrenciler, Paris’te ilk Jön Türk hareketinin liderlerinden Ahmet Rıza Bey’le temasa geçerek faaliyetlerini, Osmanlı İttihad ve Terâkki Cemiyeti adı altında sürdürmeye başlayacaklardır. August Comte’un pozitivist felsefesi ve Sosyal Darwinizm temelleri üzerine çalışmalarını geliştirmeye başlayan Cemiyet, kısa zamanda İstanbul’da Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye öğrencileri arasında da yaygınlaşma şansını yakalayacaktır.
İkinci Jön Türk Hareketinde dikkati çeken hususlardan biri, grup içinde kesinleşmiş bir fikir birliğinin olmayışıdır. Hemen bütün kadronun istibdat rejiminin sona erdirilmesi ve meşrutî idarenin kurulması noktasında beraberliği olmasına karşılık, devlete verilecek siyasî yapı konusunda farklılaşmaktadır. Bu farklılaşmanın giderilmesi için 1902 yılında Paris’te yapılan “Ahrar-ı Osmaniye Kongresi” netice vermediği gibi, ihtilâfların artmasına ve hatta parçalanma tohumlarının atılmasına da sebep olacaktır. Biri, “devrimin ihtilâl metodunu da kullanması gerekeceği”; diğeri, “devrimi başarmak için yabancı devletlerin de müdahelesinin gerektiği” tezleri olmak üzere iki nokta üzerinde yapılan müzakerelerden, özellikle ikinci konu parçalanmaya yol açacaktır. Prens Sabahattin’in önderliğinde hareket eden ve dış ülkelerin müdahelesi gerekliliğini de savunan grup, daha kalabalık olmasına rağmen, İttihad ve Terâkki adıyla faaliyetini sürdüren birinci gruba göre zayıf kalacak ve gelişme gösteremeyecektir.
İttihad ve Terâkki Cemiyeti, özellikle Rumeli’de teşkilâtını genişletecek ve faaliyetini yoğunlaştırarak büyük bir gelişme sağlayacaktır. Çoğunluğunu askerlerin teşkil ettiği “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile birleşerek Rumeli’deki Osmanlı ordusunun subaylarının Cemiyet’in içine dahil edilmesi de temin edilmiş olacaktır. Öyle ki İttihad ve Terâkki Cemiyeti’nin Meşrutiyet konusundaki en faal ve ısrarcı üyelerinin davranışları sonucunda, 23 Haziran 1908’de Osmanlı Terakki ve İttihad Heyeti tarafından bir Beyanname neşredilecek, sokaklara asılan bu bildiri aynı zamanda çeşitli devletlerin konsoloslarına da gönderilecektir. Kitle olayları artık Rumeli’de giderek hızlanmaktadır. Bu arada İstanbul’a 1876 Kanunu Esasisi’nin tekrar yürürlüğe konulması, aksi takdirde “Üçüncü Orduyu Hümayunla beraber” maksadın temini için Istanbul’a karşı harekete geçirileceği bildirilecektir. Bu gelişmeler karşısında ve Rumeli’de başlamış olan askerî ayaklanmayı bastırabilmek amacıyla, Sultan II. Abdülhamit 23/24 Temmuz 1908 tarihinde Anayasa’yı yürürlüğe koyacaktır.[21]
İttihad-ı Terâkki ve İkinci Meşrutiyet
Meşrutiyet’in ilânını takiben yapılan seçimlerde İttihad ve Terâkki, Meclis’te büyük bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen kabinenin kuruluşunu üzerine almayacak ve kabineye birkaç üye vererek katılmayı tercih edecektir. Fakat işin gerçeği odur ki, gerek Meclis’teki çoğunluğu, gerekse Osmanlı Devleti bünyesinde hemen hemen tek düzenli ve hatta otokratik cemiyet yapısıyla İttihad ve Terâkki, kabineyi devamlı dışardan kontrol etmekle kalmayacak devlet yönetimine de müdahelede bulunacaktır. İttihad ve Terâkki’nin çoğunluğa sahip olduğu Meclis’te dikkat edildiğinde ortaya çıkacak bir başka gerçek, İttihad ve Terâkki bünyesindekilerle birlikte gerçek çoğunluğun gayri-Türklerde olduğudur. Mandelstam’a göre; 275 kişilik Meclis’te, 142 Türk mebusa karşılık 133 gayri-Türk; Lorga’ya göre ise; 228 kişilik Meclis’te, 107 Türk’e karşılık 121 gayri-Türk mebusun bulunmaktadır. Hangisi kabul edilirse edilsin gerçek olan Türk Devleti’nin Meclisi’nde Türklerin azınlıkta olduklarıdır.[22]
II. Meşrutiyet’in ilânı ile fiilen iktidara sahip olmakla beraber, resmen iktidarda görünmeyen İttihad ve Terâkki, önceleri “İttihad-ı Anasır” programıyla hareket etmeye çalışmıştır. Birkaç yıl boyunca samimi bir şekilde bu iddıasını sürdüren Cemiyet, Balkanlar’da başlayan başkaldırılar ve içten sürdürülen ihanetler karşısında, yabancı kavimlerin ancak kendi milli emellerine hizmet etmesi halinde İttihad ve Terâkki’yi desteklemekte olduklarının farkına varacaktır! Halbuki İttihatçılar, rejimin yıkılması halinde imparatorluktaki bütün kavimlerin birleşeceğine ve Avrupa’nın da, Meşrutiyet’in ilânı ile Osmanlı Devleti’nin üzerindeki baskılarını kaldıracaklarına inanmaktaydılar. Feroz Ahmad, Osmanlı Devleti’nin siyasî bakımdan içine sürüklendiği durumdaki gelişmeleri açıklık getirecek şu ifadeleri kullanır; “Komprador burjuvazinin iç çekirdeğini Rumlar ve Ermeniler oluşturuyorlardı. Ne Rumlar ne de Ermeniler Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarlarının temsilcisi olarak görmüyorlardı. Bu olgu, 1908 sonrasındaki Meşrutiyet rejimi ile olan ilişkilerde açıkça ortaya çıkar. Meşrutiyet’e karşı, milletlerin, Kapitülasyonlar kadar kutsal tutukları geleneksel ayrıcalıkları uğrunda kararlı bir mücadele yürüttüler.”[23] Birkaç yıl içersinde yukarıda belirtilen siyasetin iflas etmesi üzerine İttihad ve Terâkki, İslâmcı, Türkçü ve Turancı bir politikaya yönelmenin imkânlarını aramaya başlayacaktır. Bilhassa 1911 yılındaki kongreden sonra Cemiyet’in programında yapılan değişikliklerle, Osmanlı anlayışı ikinci plâna atılacak, Milliyetçi-İslâmcı bir doktrin ve aksiyona sahiplenilecektir. Bundan sonradır ki hızlı bir gelişmeyle Osmanlı Devleti’ndeki Türk unsurunun milliyetçi görüşle ve şuurla güçlendirilmesi yolunda önemli adımlar atılmaya başlanacaktır. Bu arada İttihad ve Terâkki programındaki milliyetçilik anlayışının Batılılaşmak ve lâikleşmekle aynı anlamda kullanıldığını da belirtmek gerekir. Fransız İhtilâli’nin “hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet” umdeleriyle siyasî hayata atılan İttihad ve Terâkki, bu umdelerin gerçekleştirilememesi üzerine Fırka’nın fikir cephesini yeniden gözden geçirme gereğini duyacak ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerden istifade etmeye başlayacaktır. Genel olarak İttihad ve Terâkki’nin icraatları ise aşağıdaki başlıklar altında özetlenebilir:
Sosyal ve Kültürel Alanda Gerçekleştirilen Yenilikler: Kız öğrencilerin Üniversitede derslere devam etmeleri; üniversiteye muhtariyet verilmesi; kadın cemiyetlerinin kurulması ve kadınların iş hayatına atılabilmeleri; millî kütüphane, millî arşiv, millî müzik, millî filmcilik, millî coğrafya cemiyetlerinin kurulması; eğitimin lâikleştirilmesi, dinî teşkilâtın eğitimin dışında tutulması; Batı takviminin kabul edilmesi; İttihat Cemiyeti ve Türk Ocaklarının kontrol ve yönetiminde hayır ve fikir cemiyetleri kurularak edebiyatta, dilde, sanat alanında millî görüşe önem verici bir gelişmenin sağlanılması yolundaki çalışmalar.
Hukuk Alanında: Kaza kuvveti dinî kurallardan ayrılarak, yargı birliği esası kabul edilmiş ve buna bağlı olarak “nikâh ve boşanmaya” dair geçici bir kararname çıkarılmıştır. Mahkemeler doğrudan doğruya Adalet Bakanlığı’na bağlanmış ve böylece yargı organları Şer’î müesseselerin tesiri dışına alınmıştır.
Ekonomide: İki değişik nokta dikkati çekecektir. Birincisi; kapitülasyonlara ek olarak tanınmaya başlayan tavizler ve borçlanmalar sonucunda, her geçen zamanda daha da artan borç yükü karşısında Batılı ülkelerin gittikçe yoğunlaşan baskılarıdır. Gerçekten devletin her geçen gün daha da artan malî kaynak ihtiyacının karşılanmasında, ülke ekonomisinin üretime dayanmayan yapısı dolayısıyla dış borç önem kazanıyor, dış borçsa kısır döngü içersinde, dış müdahele imkânını daha da arttırıyordu. Dış bağımlılığı artırıcı hüviyeti içersinde önemli bir kurum olan Düyun-u Umumiye Teşkilâtı bu gelişmeler içersinde öylesine güçlü bir konuma ulaşacaktır ki, kurumun gücü, alacaklar karşılığında vergi gelirlerini toplama hakkından istifade etmeye kadar varacaktır. Tuz ve tütün tekelleri, pul, müskirat, balık tekelleri ve bazı illerin ipek öşürleri gibi birçok vergi gelirinin toplanması işlemi Düyun-u Umumiye’nin yetki çerçevesine dahil edilecektir. 1911-12 yıllarına bakıldığında görülen Maliye Bakanlığı yanında Düyun-u Umumiye’nin, devlet gelirlerinin %30’unun üstünde bir rakam olan 8, 250 milyon Osmanlı liralık geliri kontrolü altında tutarak adeta ikinci bir Maliye Bakanlığı hüviyeti taşır hale geldiğidir. Üstelik 5652 kişisi tam mesai ile olmak üzere 9000 civarındaki memurunun, 400.000 Osmanlı lirasını bulan maaşlarının yükünü de devlet maliyesine taşıtmaktadır![24] Dış borçlar karşılığında bir yandan vergi gelirlerini toplamak görevini üstlenmiş olan Düyun-u Umumiye, aynı zamanda Avrupalı yatırımcıların garantörlüğünü de yapmaktadır. Yani bir taraftan borç verdirmekte, veya yatırım (!) yaptırmakta, öte taraftan vergi gelirlerini toplayarak ödemeleri garanti altında tutmaktadır. Düyun-u Umumiye gitgide öylesine müdaheleci hale gelecektir ki, 1907 yılında Gümrük gelirlerinden ayrılan paranın “Makedonya’nın ıslâhatına” tahsis edilmek üzere, Osmanlı Bankası aracılığıyla ilgili Vilâyete intikâlini sağlayacaktır! Sadece malî hususlarla ilgilenmeyi bir tarafa bırakma eğilimleri içersine giren Teşkilât, Osmanlı Devleti’nin parasıyla yabancı tahviller almakla kalmayacak, Trablusgarp’ta Osmanlı’ya karşı savaş halinde olan İtalyanları mali bakımdan desteklemekte sakınca görmeyecektir![25] Bu iktisadî kıskaç içersinde Düyun-u Umumiye’nin hareketlerinde, Tanzimat Dönemi’nde 1862’de yılında ilk Batı tarzı banka olarak kurulmuş olan, Osmanlı Bankası’nın kullanıldığı söylenebilir. 1875 yılında Merkez Bankası gibi banknot çıkarma yetkisine sahip kılınan Osmanlı Bankası, gariptir ki bu hakkı, devletin ihtiyaçları istikâmetinde değil, Batılı devletlerin yönlendirdikleri politikalar çerçevesinde kullanmıştır. Bu davranışın en belirgin örneği, Birinci Dünya Savaşı üzerine devletin para basma talebini kabul etmemesidir.[26]
Dönemde görülen dış kaynaklı borçla birlikte yabancı sermayenin, Osmanlı bünyesinde sanayi teşebbüslerinden ticarî kuruluşlara, banklardan sigortalara, ulaşıma, kömür, boraks, bakır ve petrol gibi maden kaynaklarına ve nihayet illerin belediye hizmetlerine kadar uzanan ekonominin bütün unsurlarına sahiplenici uygulamalara yöneldiği görülmektedir. Daha da önemlisi, yabancı kaynaklarının üretime yön verecek sanayi yatırımlarındansa ticarî ve de ülkenin malî, siyasî, sosyal yapısını kontrol edici uygulamaları tercih etmekte olduklarıdır. Bunun en mühim örneklerinden biri, İngilizlerin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında bulunan 63,414 milyon İngiliz liralık toplam yatırımları içinde sanayi teşebbüslerine yatırılanların sadece 2, 444 milyon İngiliz lirası olmasıdır. Kısaca hedef Osmanlı’nın malî politikasını kontrol ederken, ulaştırma imkânlarını da kullanarak, doğal kaynaklara inme imkânlarını değerlendirmektir![27]
İşte böylesi bir kıskaç içinde bulunan devlet yönetimi ve İttihad Terâkki, ekonomi politikalarını Kara Kemal’in[28] önderlik ettiği yeni bir anlayışa doğru kaydırma ihtiyacını duymaya başlayacaktır. Bu anlayışın temel hareket noktası daha millî bir davranışı zorlamaktır. Böylece Devleti’n yabancılara veya içerdeki dışa bağımlı işbirlikçilerden kurtarılacak bir ekonomi hedeflenmektedir. Bunun için, ülke ekonomisini ellerinde tutan azınlık ve yabancıların yerlerine Türkleri geçirmek, halkı zıraatten ziyade ticaret ve sanayiye kaydırmak düşüncesi harekete geçirilecektir. Böylece, döneme damgasını vuracak olan ve “millî bir ekonomi denemesi” olarak adlandıracağımız, ikinci nokta belirlenmiş olmaktadır.1914’te kapitülasyonların kaldırılma kararının alınması, yeni hareketin ilk safhasını teşkil eder. Hemen akâbinde millî sermayenin ve teşebbüsün desteklenmesi için bir bankanın kurulmasına karar verilmesi, kooperatifler ve ekonomik hedeflere yönelmiş çeşitli kurumların açılması yanında, konuda başlatılan geniş çaplı propaganda bu ikinci dönemin özellikleri içersindedir.
Dönemin muhtevasının, liberal-devletçilik ve milliyetçilikten oluşan karma ekonomik bir politika teşkil etmektedir. Ulaşılan hedefleri ise şöyle sıralayabiliriz: Yabancıların statüleriyle ilgili bir kanun çıkarılmış ve yabancıların sahip oldukları ekonomik imtiyazlar kaldırılmıştır. Para basma imtiyazı Osmanlı Bankası’ndan alınmıştır. Yerli sanayii koruyan ve sanayileşmeyi teşvik eden gümrük kanunu çıkarılmıştır. Sanayi okulları ıslâh edilmiş, bu arada kadın meslek okulları açılmıştır. Kalifiye eleman yetiştirmek üzere dış ülkelere, özellikle Almanya’ya işçi ve usta gönderilmiştir. Kızılay, Donanma Cemiyeti gibi kurumlar örnek üretim yapmak hedefiyle tarım alanına sevk edilmişlerdir. Sanayi teşvik tedbirlerini ihtiva eden kanun yürürlüğe konulmuştur. Birçok bankanın kuruluşu teşvik edilmiştir.[29]
İttihad ve Terâkki Döneminin Sonuçları
Devletin yönetimine hâkim olduğu dönemde İttihad ve Terâkki, öncelikle orduyu ve maliyeyi yeniden düzenlemek için büyük gayret göstermiş, ancak varılan sonuç açısından bakıldığında istenilen başarıya ulaşıldığı söylenemez. Her şeyden önce ülke, Birinci Dünya Savaşı felâketine sürüklenecektir. Avrupa’da başlayan mücadelede Osmanlı Devleti, basiretle kolayca bağdaştırılamayacak şekilde 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanlarla yaptığı gizli bir andlaşma ile resmen katılmış ve savaşı kaybedenler arasında yerini alacaktır![30] Böylece Osmanlı İmparatorluğu, adeta kendi ayağıyla Batı’nın beklediği parçalanma noktasına sürüklenecektir. Bu yüzden siyasî, iktisadî ve sosyal açıdan İttihat ve Terâkki dönemi, birçok önemli başlangıç ve hareketlere yön vermiş olsa da, Devleti’n yıkılışına sebep olmak gibi bir vebali üstlenmiş olamaktadır. Bir başka nokta, Türk siyasî tarihine damgasını vuracak olan “particiliğin” kötü anlamda İttihat ve Terâkki döneminde başlayarak yerleşmiş olduğudur. Bizans Devri partizanlığının hortlaması olarak kabul edilecek partizanlığın, karşı fikir ve parti anlayışını vatan hainliğiyle eşdeğer tutan bir değerlendirme içinde oluşunun getirdiği sonuç, Balkan Savaşı’nda açıkça ortaya çıkacaktır.[31] Bir başka İttihad ve Terâkki yadigarı, İkinci Meşrutiyet’in ilânında olduğu gibi, 31 Mart Vakıası’nda ve sonrasında da orduyu hep siyasetin içinde tutarak, ordunun partileşmesine göz yummasıdır. Hatta ordunun İttihat ve Terâkki lehine siyaset yapmasına çalışmasıdır.[32] Bir başka nokta, ideal olarak benimsenen parlementer rejimin Osmanlı toplum yapısına ne kadar uyacağı ve aynı zamanda dünyadaki gelişen fikir akımlarından milliyetçiliğin azınlıklar üzerinde oynamakta olduğu rol belirlenmeden ülke içindeki, özellikle Rum ve Ermeni, azınlıklarla başlatılan karşılıksız bağın tavize dönüşmekle kalmayıp Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında yer almasıdır. Zira geç farkına varılacak tarzda, “Rumlar arasında, Yunan Krallığı’nı Osmanlı İmparatorluğu’nun yararına (!) genişletmek isteyenlerle Osmanlı Devleti’ni Helenleştirme umudunda olanlar vardı. Birinciler Atina’nın, Türklere karşı düşmanca tavır almasını istiyorlar. Diğerleri ise, Atina ile İstanbul arasında İmparatorluğun varlığını koruyacak bir ittifak öneriyorlardı.[33] İttihatçılar ile Taşnaklar arasındaki ilişkiler dostçaydı. Bu olumlu ilişkiye rağmen, Cemiyet ile Taşnak komitesinin idealleri birbirine zıttı. Zira Taşnaklar yerel özerklik ve hatta tam bağımsızlık talep ediyorlardı.”[34]
Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma Hareketlerindeki Fikir Cereyanları
Kaybedilmeye başlanılan savaşlar karşısında sorulan suallerin cevapları arandığında, Batı görülen askerî ve ilmî ilerlemelerden istifade etme düşünce ve hareketi, Osmanlı devlet adamlarını ve aydınlarını düşünmeye ve araştırmaya sevk edecektir. III. Mustafa Dönemi’ne uzanan Lâyihalar Devri bu yeni arayışların ilk emarelerini taşımaktadır. Padişah’ın isteği üzerine hazırlanan lâyihaların ilk yazarları arasında Abdullah Molla, Mustafa Reşit Efendi, Koca Sekbanbaşı ve Akif Efendi’yi sayabiliriz. Bu lâyihalarda üzerinde durulan noktalar, Devleti’n idareci personelinin yetersizliği, zulmü ve israfıdır. Ayrıca devlet düzenin bozulması, sadece askerî değil, mülkî ıslâhatın yapılması gerekliliği de üzerinde durulan hususlardır. Aynı şekilde III. Selim de, devrin ileri gelenlerinden, hatta yabancılardan layihalar istemiştir. 1791 yılında Padişah’a sunulan 22 layiha, yenilikçi Padişah’ın reform dağarcığını oluşturmasına yaramıştır. Bülent Tanör’ün belirttiği üzere; layihalara başvurma yöntemi, geleneksel bir Osmanlı devlet usulü olan “meşveret”in çerçevesinin yabancılara bile açılacak derecede genişletilip canlandırmasını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.[35]
Tanzimat’la birlikte uluslararası kültür ve fikir cereyanlarının, etkisini genişleterek sürdürdüğü görülecektir. Tanzimat aydınları, Avrupa menşeli doktrinlerle yakından ilgilenmeye başlamışlar ve bundan da etkilenmişlerdir. Bu etki, devlet kademelerinde görev üstlenen aydın kadrolarında, birçok değişik düşünceyi devlet bünyesinde tatbik arzusunu da beraberinde getirecektir. Tanzimat’ın önde gelen liderlerinden Ali Paşa, Avrupa’da otoriter yönetimlere karşı doğmaya başlamış olan mücadeleleri tespit etmiş ve Padişah’a sunduğu lâyihada, “fertlerin hürriyeti ile devlet işlerinde oy hakkına sahip olunması” gereğinden söz etmiştir. Hatta Cevdet Paşa’ya göre, Ali Paşa Napoleon’un Code Civile’ni almak istiyordu.[36] Tanzimat düşünürlerinin, 19. yüzyıl liberalizminden etkilenmemiş oldukları söylenemez.
Ancak bu etkinin müesseselerin bünyelerine yönelecek çapta olduğu görülmez. Tanzimat Fermanı’nı, bir nevi Kanun-u Esasi’ye ve Tanzimat yönetimini de, müeyyidesiz bir meşrutiyete benzetmek mümkünse de, Tanzimat aydınlarının henüz şumüllü bir meşrutiyetçi anlayışa ulaştıklarını söyleyebilmek de imkânsızdır. Ancak Ferman’ın mutlâkiyet hususunu sınırlayıcı bazı hükümler taşıması, insan hak ve hürriyetlerini tespit edici oluşuyla önem taşıdığı açıktır. Şurası da bir başka gerçektir ki, Tanzimat’la birlikte Osmanlı Türkiyesi üzerinde Batı’nın kültür emperyalizmi aracı olarak kullanacağı eğitim müesseselerin sayısı da hızla artmaya başlayacaktır. 1839-1867 yılları arasında Osmanlı topraklarında çeşitli yabancı Devleti’n açtığı 19 eğitim müessesenin sayısının, azınlık okullarının üç binleri bulan sayıları hariç 1914 yılında 100’leri aşmış olması her halde üzerinde durulması gerekecek noktalardan biridir.[37] Üstelik bu okulların bazılarının misyonerlik faaliyetlerinde bulundukları gibi, azınlıkların bağımsızlık mücadelelerinde yardımcı oldukları da bilinenlerdir. Kısaca Tanzimat, siyasî ve hukukî müesseseleşme fikrinin doğarak gelişmesine sebep olması yanında, Osmanlı içindeki çeşitlenen milliyetçi hareketlere de kaynaklık etmiştir.
Türk aydını uzun yıllar dünya olaylarına bakış kapısı olan Fransa’nın geçirmekte olduğu değişmeler ve Batı ile kurulan bağlantılar, Tanzimat’ın getirmiş olduğu ve tatbik etmek istediği yeniliklerle yetinmeye imkân vermeyecektir. Nitekim Jön Türk Hareketi, yabancı menşeli kuruluşlarla olan bağı ile de dikkati çekecek ve İtalyanların Karbonari teşkilâtına[38] benzetildiği gibi, ihtilâlci metodu ülkeye taşıyan ilk fikir akımı hüviyetine de sahip olacaktır. Bu hareket, fikri yapısında Avrupa tarzı bir hukuk devleti yatan ve ülkede başlatılan şiddetli ve ısrarlı ilk muhalefet olma vasfını da taşımaktadır. Bunun gerçekleşmesi içinse her türlü mücadele metotları, ihtilâl de dahil olmak üzere, kabule şayan bulunmaktadır. Birinci Meşrutiyet’in ilânında önemli rol oynayan I. Jön Türk Hareketinin sadece fikri sahada kalmadığı da bir gerçektir. Ülkedeki ilk talebe hareketlerinin yönlendiricisi ve yürütücüsü olan Jön Türkler, I. Meşrutiyet’in gerçekleşmesini sağlayacak olan olaylar dizilerinde açıkca ve/veya arka plânda kalarak rol alacaklardır. Sultan Aziz’in hal’i, V. Murat’ın ve sonrada Abdülhamit’in iktidarlarında bu hareketin oynadığı ihtilalci rol, açıkça görülenlerdir.
1878’lere kadar uzatılması mümkün olan II. Jön Türk hareketi ile başlayan son devir Osmanlı Devleti’ndeki fikir hareketlerinin en belirgin özelliği, çok çeşitliliği ve şiddetli oluşudur. Batı ile artan ilişkilerle birlikte buradan intikâl eden pek çok fikrin ülkede tatbik edilmek istenmesi veya bunlara karşı başlayan karşı koyma arzusundan doğan fikir hareketleri, Osmanlı Devleti’nin bünyesini öylesine sarmaya başlamıştır ki, zaten idarî, siyasî ve de malî sıkıntılar içersinde bunalan Devleti’n, bu fikir kargaşa içersinde doğruları bulabilme imkânı, daha da güçleşmiştir. II. Jön Türk hareketinin temelde uzlaştığı meşruti idare ve bunun gereğinde ihtilâlci metotlarla gerçekleştirmesi dışında, ıslâhatın genel uygulanması safhasında, bir beraberlikten söz etmek imkânsızdır. Neticede daha sonraları Osmanlı Devleti’nin yönetimine sahiplenerek ülkenin kaderine yön verecek ve İttihat ve Terâkkiciler olarak isimlendirilecek grup, Ahmet Rıza beyin liderliği altında A. Comte’nin akılcı ve hümanist felsefesinden hareketle merkeziyetçi meşruti bir idareyi savunacaklardır. Prens Sabahattin’in liderliği altında toplanan ikinci grupsa, teşebbüsü şahsî ve ademi merkeziyetçi bir düşünce içersinde, F. Le Play’in ilmî, içtimaî görüşüne sahip çıkarak, Batı’nın bütün fikir ve müesseseleriyle Osmanlı ülkesine intikâlini ve de, federatif bir idareyi savunmaktaydılar ki bu noktada, Ermenilerin Taşnaksiyon fırkası ile Prens Sabahattin’in savunduğu görüş birleşmekteydi.[39] Aynı idealden başlayarak fikrî zeminde şekillenen mücadele zamanla, İttihatçıların iktidar olmasından sonra, tam bir iktidar-muhalefet kavgasına dönüşecektir. Ancak İttihatçıların fikri zemin bakımından da tam bir görüş birliğinde olduklarını söylemek mümkün değildir! İttihatçıların fikri temelini teşkil eden ve “üç siyaset tarzı” olarak belirlenecek ana görüş dahi, cemiyet ve sonrada parti bünyesinde telifçi bir yapıya ulaşmayı sağlayamadığı gibi, yönetim politikalarında da zaman zaman eğilimlerden birine yakınlaşmayı zorlayıcı olacaktır.
Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük tezlerine dayalı “üç siyaset tarzı” tam anlamıyla doktrinleşemezken, zamana uygun olarak tatbik edilen bir siyaset uygulaması olmaktan ileri gidemeyecektir. Üçlünün temel unsuru Osmanlıcılık, Balkan Savaşları sonrasında fikrî ve siyasî sahada hayatiyetini kaybedecektir. Diğer iki unsur, İkinci Meşrutiyet’ten sonra hem gelişerek hem de şekillenerek hayatiyetlerini Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin kurulması safhasına kadar, öncesi ve sonrasıyla, devam ettirecektir. Bu cereyanlar yeni şekilleriyle: Garpçılık, İslâmcılık, Türkçülük, Meslekî İçtimaiyeciler ve Sosyalizm’dir.[40]
Garpçılık: Temel görüş olarak, Batı’nın sosyal ve ekonomik hayatını almanın, Osmanlı Devleti’ni ayrıca Batı’nın ilim ve tekniğiyle donatmanın zaruretine inanmakta ve fikirlerini “İçtihad” adlı dergide savunmaktaydılar. Aralarında Dr. Abdullah Cevdet, Celâl Nuri gibi düşünürlerin bulunduğu bu cereyanın savunucuları, Batı medeniyetinin sadece maddî değerlerinin mi, yoksa manevî değerleriyle birlikte mi alınması gerektiği konusunda aralarında fikir birliği sağlayamamışlardır. Grubun, manevî değerlerin neler olduğu konusunda da tam anlaşmışlık gösterdiği söylenemez. Ancak tek bir medeniyet olduğu, bunun da Batı’da bulunduğu tezinde birleşen grup, Türkçüleri ve İslâmcıları aşırı bularak, bu iki fikir akımıyla şiddetli bir mücadele sürdürmüşlerdir. İrdelendiğinde fikrî birlikten yoksun görünen grubun mümeyyiz vasfını, tezatların ve bunalımların teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Meselâ, bu bunalımların vardığı sonuçların birini sergileyen Dr. Abdullah Cevdet, entelektüel hayatının tereddütleri ve arayışları içersinde, maddiyat ve maneviyat düalizminin sıkıntılarıyla, Türk kanına Avrupalı kanlar ilâve ederek Avrupa medeniyetin kısa yoldan ulaşacak nesiller meydan getirmek gibi, garip bir iddiayı savunmakta beis görmeyecektir. Dr. Cevdet, belki de o dönem aydının yaşamakta olduğu karmaşık duyguların ve fikirlerin en belirgin örneği olmak itibariyle, üzerinde durulması gereken bir kimliği sergilemektedir. Hüseyinzade Ali’nin Abdullah Cevdet’in bu ruh haline koyduğu “dinsiz bir dindar veya dindar bir dinsiz” teşhisi herhalde o dönem aydınlarının bir bölümü hakkında da çok şey ifade ediyor olmalıdır.[41]
İslamcılık: Osmanlı Devleti’nin temel taşı olan yapı İkinci Meşrutiyet’le fikrî bir cereyan halini alacaktır. Kalkınmak için Batı’ya duyulan ihtiyacı tespit edilmiş, ancak iki ayrı medeniyetin eserleri olan İslâmiyet ile Hırıstiyanlığın bütün değerlerinin aynı pota içinde eritilemeyeceği tezini de savunmuşlardır. İslâmcılar, Batı’nın zalim, emperyalist, istismarcı, bencil ve manevî buhran bünyeli yapısını tespit ile, bunlara dikkat çekmişlerdir. Batı’dan tekniğin alınması gereğine işaretle, Batı’nın ahlâk ve sosyal fikirlerinin İslâm medeniyetiyle tezatlaşmakta olduğuna işaret etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin yeniden İslâmlaşmakla kurtulacağına inanan bu fikri cereyan mensupları, hareketin ismindeki diniliğe rağmen daha ziyade toplumun sosyal hayatını tanzim ile İslâm’ın, diğer dinlerden farklı olarak ortaya koyduğu dünyevî görüşlerinden istifade etmişlerdir. Aralarında Prens Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay gibi isimlerin bulunduğu fikir cereyanının dinî karakteri, Derviş Vahdeti gibi bazı kimseler tarafından “İttihad-ı Muhammedi” partisinin kuruluşunda olduğu gibi istismar edilmiştir. Neticede, Derviş Vahdeti hareketi, fikrî cereyan üzerinde karşı kampların istismarına vesile teşkil edecektir. Halbuki bu siyasî partileşmeyle ilgisi olmayan fikrî cereyan, Osmanlı’nın yüzyıllar boyu sürdürdüğü temel düşüncenin, çağa uygulanarak kendine dönme arayışıdır. Fakat değişen yüzyıllar içersinde birçok yeni anlayış şekil bulurken, sadece İslâm mefküresi ile ayakta kalabilme arzusunun gerçekleşme şansı da ortadan kalkmıştır. Nitekim, gelişmeler içersinde Arap ve Arnavut milliyetçiliğinin öne çıktığı ve İslâmcılığın artık Osmanlı birliğini muhafazada yetersiz kaldığı görülecektir. Tabiatıyla gelişmelerde, çağa yön veren milliyetçi fikirler kadar, dış güçlerin Osmanlı üzerinde oynadığı parçalama politikalarının da rol aldığını unutmamak gerekecektir.[42]
Türkçülük: Önceleri Turancılık şeklinde ortaya çıkan fikir hareketi, oldukça müphem ideolojik bir görüntü çizmiştir. Turancılıkta, öncelikle ve özellikle Rusyalı Türklerin geniş bir fikri faaliyet içinde oluşu, cereyanın, genişleme veya yayılma ideolojisi görüntüsü vermesine sebep olacaktır. Zira gözlenen, Turancılığın da, İslâmcılık gibi, geniş bir sahanın ve coğrafyanın hudutlarına sahip olduğudur.[43] Türkçülüğün, Osmanlılığın yerine kâim olacak bir fikir haline gelmesinde, şüphesiz Balkan bozgunu ve Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sonuçlar önemli olmuştur. Türkçülüğün, zamanın heyecanları ve ihtiyaçlarından doğmuş oluşu kadar, İttihad ve Terâkki’nin iktidar partisi olarak bu cereyanı desteklemesi, parti programına alması ve ana ideoloji haline getirilmesiyle önem kazanmıştır.[44] Türk Ocağı gibi bir kültür müessesesinin fikrî desteğini de arkasına alan cereyanın tesirliliği zamanla çok genişleyecek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda da önemli rol üstlenecektir. Başta Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Ahmet Ağaoğlu, İ. Hakkı Baltacıoğlu gibi birçok fikir adamının içinde bulunduğu cereyan, Türklerin millî bir vicdana sahip kılınmaları ve milliyetlerini idrâk ederek, millî varlıklarına sahip olmalarını savunmaktadır. Bu fikir hareketi, denilebilir ki Osmanlı Türkleri arasında beynenmilelci olmayan ilk doktrindir. Bir alamda bu hareketin başlangıç noktasını I. Jön Türklere kadar çıkarmak mümkündür. Ama fikrî olgunluk kazanması ve sosyolojik bir temele oturması Ziya Gökalp ile II. Meşrutiyet Dönemi’ne rastlar. Ziya Gökalp, “milleti, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkeb bulunan bir zümre”[45] olarak tarif ederken, milletin varlığını ne ırkî, ne kavmî, ne siyasî ne irâdî bir zümreye bağlamak mümkün değildir, der. Türkçüler, Batılılaşmayı, Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, Batı medeniyetine tam ve kat’i şekilde girmek, şeklinde anlamaktadırlar. Ancak Batı medeniyetine girmeden önce, millî kültürümüzü arayıp bularak, millî benliğimizin ortaya çıkarılması gerektiğini savunmaktadırlar. Üstelik medeniyet, yalnız insan cemiyetlerine mahsus olan birtakım müesseseler bütünüdür ve kültürel yapıyı zedeleme noktasında değildir, olmamalıdır. İttihad ve Terâkki ile devlet politikası haline dönüştürülmek istenen fikir cereyanı, görüleceği üzere, Batılılaşma zincirinde Tanzimatla bir hayli ters düşmektedir.
Şahsi Teşebbüs ve Ademi Merkeziyetçiler: Le Play’in “Science Sociale” doktrinine bağlı olarak, İttihad ve Terâkki iktidarı karşısında teşekkül etmiş muhaliflerin savundukları cereyanda Prens Sabahattin, N. Zeki Aral, A. Bedevi Kuran gibi isimler bulunmaktadırlar. Dünyadaki toplulukları; biri, pasif, her şeyi devletten bekleyen, tüketici, sorumsuz fertlerden teşekkül etmiş toplumlar; diğeri, temelinde ferdiyetçilik yatan, şahsî teşebbüsçü, kuvvetler ayrılığı prensibine dayalı toplumlar, yani aktif devletler, olarak ikiye ayıran doktrin mensupları, Osmanlı Devleti’ni birinci gruba yani pasif toplumlar grubuna sokmaktadırlar. İdeal toplumlar olarak ikinci grubu, bunlar arasında Batılı toplumları gören meslekçiler, sosyal bir tercih yapılması gerekliliğine işaretle, benimsenecek şahsî teşebbüs ve ademi merkeziyet prensibiyle sosyal değişmenin ve inkılâbın gerçekleşeceğini savunmaktadırlar. Grubun önderliğini üstlenmiş görünen Prens Sabahattin’in Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal dinamiğini değiştirip bir “memurlar kavgası”ndan başka bir unsura dayandırmak istemesi yatmaktadır. Zira ona göre; merkeziyete istinat eden meşrutiyette teftiş memleketin bir noktasından başlayarak cihat-ı sairesine intişar eder. Bu da idare ister bir kişi, ister beş yüz kişi tarafından yapılsın “istibdat” neticesini değiştirmez.[46]
Sosyalistler: Osmanlı dönemi dikkate alındığında fikir cereyanları arasında en zayıf görünüm taşıyan sosyalistlerdir. Bu dönemde sosyalist ideoloji savunucularının henüz meseleyi tam anlamıyla kavrayabilmiş olduklarını söylemek zordur. Daha ziyade Fransa’daki sosyalistlerin tercümanları hüviyeti taşıdıkları görülecektir. Osmanlı Devleti’ndeki ilk sosyalistlerin Rum, Musevi, Bulgar ve Ermeni gibi, Müslüman olmayan kimselerden meydana geldiği ise dikkat çekicidir. Hatta Bulgar ve Ermeni kurtuluş hareketlerinde yer alan ve fakat İttihad ve Terâkki mebusları olarak Meclise giren birçok kimse, daha sonra kurtulacak “Osmanlı Sosyalist Fırkası” ile irtibat kurmak gereğini bile duymadan, yabancı ülkelerde bulunan kendi Marksist ve Sosyalist hareketleriyle irtibatlanacaklardır.[47] İhtilâlci oldukları bilinen Hınçak ve Taşnakyan Ermeni Komiteleriyle irtibatlı İttihad ve Terâkki mebusları Varteks, V. Papazyan, Zöhrab, Muradyan, Boyacıyan, Dr. Bogavaryan ile Bulgar komitacıları ve kurtuluş hareketinin içinde bulunan Vlakof, Dalçef, Pavlov gibi kimseler, Osmanlı sosyalistleri kisvesini taşıyarak kendi kurtuluş hareketlerine içerden hizmet verenlerdir. Bu ilk sosyalist Osmanlılar, sadece dış irtibatlarıyla değil, ülke içindeki kışkırtıcı tavırlarıyla da dikkat çekmektedirler. İkinci Meşrutiyet’in ilânının daha ikinci ayında tramvay, havagazı, reji “tütün, sigara”, kağıt, deri, şeker, fırın, tuğla işletmelerindeki işçilerinin Selânik, Varna, Manastır ve Üsküp’te greve çıkmalarında, yukardaki isimlerin tahrikçi rol oynadıkları gözlenecektir.[48] Türklerin içinde yer aldığı ilk sosyalist hareket ise, 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası’dır.[49] Hüseyin Hilmi ve Dr. Refik Nevzad bu hareketin açık ve gizli önderleridir. Osmanlı sosyalistlerinin çıkardıkları İdrak, Beşeriyet, İnsaniyet gibi dergi ve gazeteler, dönemlerinde ideolojinin savunuculuğunu yapmışlardır. Bu cereyan, nedense hep kendi içersinde ve yeni kuruluşlarla gün yüzüne çıkmayı tercih edecektir. Böylece 1918 yılında Sosyal Demokrat Fırkası kurulacak ve II. Enternasyonel ile bağlantı kurulacaktır. Kurucuları arasında Dr. Hasan Rıza, Cemil Arif gibi isimler vardır.
Türkiye Sosyalist Fırkası,[50] Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın 1919 yılında kurulan devamı mahiyetindedir. Başında yine Hüseyin Hilmi’nin bulunduğu bu parti de, II. Enternasyonelle bağlantı kuracak ve diğer taraftan da Yunan Komünist Partisi’nin İstanbul şubesi hüviyetindeki “Rum İşçi Birliği” ile dayanışma içine girerek grevler tertipleyecektir. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası içinde çıkan ihtilâflar sonucunda kurulan bir yeni partidir. Aralarında daha sonra Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki sosyalist hareketlere de öncülük yapacak Ahmet Akif, Ethem Nejat, Dr. Şefik H. Değmer, Atıf Kansu gibi isimler bulunmaktadır. Daha sonraları eski bir İttihatçı, Dr. Hasan Rıza tarafından 1918 yılında Sosyal Demokrat Fırkası, adıyla bir parti kurulmuşsa da, İstanbul’da katıldığı 1919 yılı seçimlerinde başarı kazanamayan bu sosyalist fırka da diğerlerinin akıbetine sürüklenecek ve kapanacaktır.
Özetle söylemek gerekirse kaybedilen savaşların, ortadan kalkmaya başlayan malî kaynakların, değişen uluslararası tercihlerin ve yeni doğan ideolojilerin sürüklediği bir ortamda Osmanlı Devleti, bu değişikliklere uyabilmek için devamlı arayış içersinde olmuş, ancak yaptığı tercihler doğrultusunda ne yazık ki istediği hedefleri yakalayamamıştır. Bu arayışlarda siyasî zaruretler kadar, Osmanlı Devleti bünyesindeki çok uluslu yapının da olumlu ve olumsuz olarak tesir icra ettiği bir vakıadır.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 593-605
Dipnotlar :