Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Devleti İle Habsburg İmparatorluğu Arasındaki Diplomatik İlişkiler

1 71.684

Doç. Dr. Ali İbrahim SAVAŞ

Osmanlı Devleti ile Habsburg Hanedanı arasında Mohaç Meydan Savaşı ile doğrudan başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden diplomatik ve siyasi ilişkiler genel olarak üç devrede incelenebilir:

  1. Kanûnî Sultân Süleymân’ın saltanatı döneminden, Osmanlı Devleti’nin, Avusturya Habsburg Hanedanı’na nispetle daha kuvvetli bir müzakere pozisyonuna sahip olduğu Zitvatorok Barış Antlaşması’na kadar olan devre.
  2. Zitvatorok Barışı’ndan Karlofça Barış Antlaşması’na kadar olan ve her ne kadar Zitvatorok Barışı ile tarafların diplomatik olarak eşit haklara sahip olması sağlanmış olsa da, Osmanlı Devleti’nin askerî güç olarak daha kuvvetli olduğu devre.
  3. Karlofça Barışı ile başlayan, Osmanlı Devleti’nin çözülme devrine rastlayan devre; bu devrede OsmanlIların siyasî pozisyonu, Habsburg Hanedanı’na nispetle daha zayıftır ve artık ofensif politikaların hükümfermâ olduğu dönem geride kalmış, savunma (defensif) dönem başlamıştır.

Avrupa devletleri, Osmanlıların 1353 yılında Rumeli’ye ayak basmalarından, 1398 Kosova Meydan Muharebesi’ne kadar geçen süre zarfında, Balkanlar’daki Osmanlı fütûhâtını pek önemsememişlerdir. İlk defa, Kosova Meydan Muharebesi’nde müttefik orduların mağlubiyetinden sonra rahatsız olmuşlar ve Osmanlıları Haçlı seferleriyle durdurmayı denemişlerdir.[1] Bu safhada Osmanlı-Avusturya ilişkileri, Avusturya’nın Haçlı seferlerine, asker göndererek yardım etmesinin dışında, hemen hemen yok denecek kadar azdır.

İstanbul’un 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesi ve bu fetihle Bizans İmparatorluğu’nun tarihe gömülmesi, yeni bir tarihî çağın dünyayı sarsan işaretleri değil, aksine Osmanlı fütâhât politikasının en zirve noktaya ulaşmasıdır. Bu fütûhât, 150 yıl süreyle Bizans topraklarında İslâm ülkelerine ve buralardan da Avrupa ve Asya kıtalarına kadar uzanmıştır.[2] Osmanlıların, XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yaptıkları fütûhât, fasılalı bir şekilde cereyan etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra, sınırları Adriyatik Denizi’ne ve Balkanlar’a kadar uzanan Macaristan, komşuları Eflâk, Sırbistan, Bosna ve Hersek birbiri ardınca Osmanlı mülküne katılmasına rağmen, Osmanlı akınlarını başlangıçta durdurmayı başarabilmiştir. Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Osmanlı Devleti’nin doğusunda varlığını sürdüren İslâm topraklarının büyük ve önemli bir kısmını imparatorluk sınırlarına katmaya muvaffak olduktan ve böylece bölgedeki hâkimiyetini sağladıktan sonra, halefi Kanûnî Sultân Süleymân (1520-1566), nazar-ı dikkatini Avrupa’nın Hıristiyan devletlerine çevirmiş ve imparatorluğunun fetih dinamiğini bu istikamete sevk etmiştir. 1521 yılında Belgrad’ın fethinden sonra bütün gücüyle Macaristan’a yüklenmiş ve burada Osmanlı fetihleri aralıksız devam etmiştir. Daha sonra 1526’da Osmanlı ordusunun Mohaç ovasında Macar ordusunu hezimete uğratmasıyla Macar İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmiş ve aynı zamanda Çekoslavakya’nın da kralı olan, son Macar Kralı II. Ludwig (Layoş) hayatını kaybetmiştir. Osmanlı’nın bu zaferi, Hıristiyan Batı’nın en büyük Hükümdarı Roma Çasarı ile, İslâm’ın en büyük hakanı olan Osmanlı sultanını iki rakip olarak karşı karşıya getiren yepyeni siyasî ve askerî bir durum ortaya çıkmıştır.[3] Böylece, Osmanlı Devleti’nin Avusturya ile olan ilişkilerinin ilk devresi başlamış oluyordu ve bu aynı zamanda iki devlet arasında siyasi ve diplomatik trafiğin yoğun bir şekilde başlamasının işaretlerini veriyordu.

Macar İmparatorulğu’nun, Mohaç Meydan Muharebesi’yle yıkılmasından sonra, son Macar Kralı II. Ludwig’in kayınbiraderi ve eniştesi olan Avusturya Çasarı I. Ferdinand (1503-1564), hanedanının Macar toprakları üzerinde, II. Ludwig ile olan akrabalığı sebebiyle miras hakkı olduğu iddiasıyla bu ülkeyi, Osmanlı Devleti tarafından desteklenen Yohan Zapolya’ya karşı müdafaa etmeye karar vermişti. Osmanlı Devleti’nin Habsburg Hanedanı ile olan mücadelesi daha ziyade Macaristan topraklarında cereyan etmiş ve üç kayda değer safha geçirmiştir. 1520 ile 1526 yılları arasını kapsayan birinci safhada Osmanlı akınları, iki süper güç arasında tampon devlet vazifesi gören Macaristan’a yöneliktir. Martin Luther’in, 1517 yılında meşhur bildirisini Wittenberg şehrindeki saray kilisesinin kapısına asmasıyla, Avrupa’da başlayan reform hareketleri de bu safhaya tesadüf eder. Gerek Avrupa’da ve gerekse Macaristan’da, Katoliklerle Protestanlar arasında mücadelelerin kızışması, Osmanlı fütûhâtına karşı gerekli savunma mekanizmasını da zayıflatıyordu. Macaristan dahi, Kanunî Süleyman’ın hücumlarına karşı, etkili askerî mukavemeti gösterme gücüne sahip değildi.

Mohaç Meydan Muharebesi’nden sonra, Osmanlı ve Habsburgluların Macaristan’daki mücadelelerinin ikinci safhası başlamış oluyordu. 1541 yılına kadar devam eden bu safhada da Macaristan, tampon devlet olma karakterini muhafaza ediyordu ve bu tampon devletin kontrol ve hâkimiyeti için iki imparatorluk arasında cereyan eden savaşlar devam ediyordu. I. Ferdinand, Macaristan topraklarında hakkı olduğu iddiasını, askeri araç ve gereç yetersizliği sebebiyle, Kanûnî Sultân Süleymân’a karşı savunmaya muvaffak olamıyordu ve 1529 Birinci Viyana Muhasarası da, bu iktidarsızlığı gözler önüne sermişti. Fakat başarısızlıkla sonuçlanan Birinci Viyana Muhasarası, Osmanlı Devleti’nin fütûhât imkânının da sınırlı olduğunu göstermişti. Şöyle ki, bu teşebbüs esnasında, her şeyden önce büyük bir ordunun organizesindeki o devrin lojistik imkânsızlıkları ortaya çıkmıştır ve böylece Osmanlı ordusunun fütûhât imkânının da sınırlı olduğunu göstermişti. Ferdinand için genelde yeterli araç ve gereçlerin olmayışı ve onu askerî mücadelenin yanı sıra politik çabalara zorlayan Osmanlı Devleti’nin gücü, Ferdinand’ın hareket kabiliyetinin sınırlı kalmasına sebep olurken, Osmanlılar için de, askerî-teknik imkânsızlıkların varlığı ve doğu bölgesindeki Safevîlerin zaman zaman ortaya koydukları tehditkâr politikası, Osmanlı Devleti’ni Ferdinand’ın diplomatik teşebbüslerini kabule zorluyordu.[4]

I. Ferdinand, 1528 yılında Orta Macaristan’ın büyük bir kısmını zapt etmeye muvaffak oldu. Bunun üzerine Kanûnî Sultân Süleymân, Anadolu’dan geri döndü ve Habsburgluları Macaristan’dan sürerek bu ülkeye hakim oldu. Bununla da kalmayıp, ordusuyla Viyana önlerine kadar geldi ve şehri muhasara etti. Birinci Viyana Muhasarası (1529), iki süper gücün daha yakın ilişkide olmasını sağladığı gibi, aynı zamanda da gelecekte olacak savaşların işaretini veriyordu.[5]

22 Haziran 1533’te iki hükümdar, status quoyu kabul eden ve onaylayan bir barış antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan topraklarında iddia ettiği haklardan vazgeçiyor ve Zapolya’yı Osmanlı Vasali olarak tanıyordu. Osmanlı Sultanı ise, Ferdinand’ın Kuzey Macaristan’daki hakimiyetini kabul ediyor, ancak Osmanlıların hak iddia ettiği bölgeler için Avusturya’nın cizye ödemesi hükme bağlanıyordu. Bu antlaşmaya her iki taraf da 1541 yılına kadar sadık kaldılar. Sınırlarda, her iki tarafın sebep olduğu saldırıların ve kaba kuvvet kullanmalarının dışında, sükûnet ve huzur, Kanunî Sultân Süleymân’ın İran seferinde olduğu 1536 yılına kadar devam etti.

Zapolya’nın ölümü ve Ferdinand’ın Macaristan topraklarında yeniden hak iddia etmesi neticesinde, cepheler yeniden hareketlendi.[6] Zapolya’nın Ferdinand’ı kendi topraklarının vârisi ilân etmesinden sonra, Ferdinand’ın diplomatik çözüm için her türlü yolu denemesine rağmen, Süleyman’ın 1541’de Macaristan üzerine yürümesini engellemek mümkün olmadı. Kanûnî Sultân Süleymân, Macaristan’ın müdafaasını henüz reşit olmayan, Zapolya’nın oğlu Yohan Sigismund’a bırakmak istemediği için, kısa bir müddet sonra bu ülkeyi (Siebenbürgen-Erdel) ilhak etti. Bu olayla meydana gelen yeni siyasî durum, 19.6.1747 yılında Osmanlılarla Habsburglular arasında yapılan bir antlaşmayla onaylandı.[7] Bu hadise aynı zamanda, Kanunî Sultân Süleymân Devri’nde, iki devlet arasındaki münasebetlerin üçüncü ve son safhasını teşkil ediyordu. Bu safhada iki süper güç, Macaristan’ın tampon devlet olma niteliğini yitirmesiyle bilâvâsıta birbirleriyle muhatap oluyorlardı.

Beş yıllık bir süre için 1547’de imzalanan barış antlaşmasına göre, Avusturya yıllık 30.000 duka vergi mükellefiyetini kabul ediyordu. Buna mukabil Avusturya’ya, İstanbul’da daimi elçi bulundurma hakkı tanınıyordu. Fakat bu, Kanûnî Sultân Süleymân için, Osmanlı anlayışı gereği, elçi statüsünden ziyade, barış hükümlerinin garantisi için, rehine olarak görev icra ediyordu.[8]

Osmanlı Devleti ile Habsburg Hanedanı arasındaki diplomatik münasebetlerin 1527 yılı dolaylarında başladığı söylenebilir. Zira, Kanûnî Sultân Süleymân’ın Ferdinand’a yazdığı mektuplardan en eskisi bu yıla tesadüf etmektedir. Mektubun orijinali mevcut değildir, ancak saray tercümanlarından Yunus Bey isminde bir şahsın Lâtinceye tercüme ettiği ve Ferdinand’ın Nicola adlı bir elçi ile İstanbul’a gönderdiği bir mektubuna cevap teşkil eden belge mevcuttur.[9]

Bertold Spuler’in, İstanbul’a gönderilen Avusturyalı elçileri içeren listesinden de anlaşılacağı gibi, Avusturyalı ilk büyük elçi olarak Sigmund Weixelberger ve Johann Hobordansky 1528’de İstanbul’a gönderilmişlerdir. Misyonlarının gayesi, Osmanlılarca fethedilen bazı Macar köylerinin geri verilmesini rica etmekti. Aynı zamanda yapılan ateşkes teklifine Kanûnî Sultân Süleymân’ın cevabı, Viyana üzerine yürüyeceğini bildirmek oldu.[10] 1535 yılında Ferdinand’a gönderilen ilk Osmanlı elçisi ise Memiş Çavuş’tur.[11] İlişkilerin bu safhasında Osmanlı Devleti, müzakere pozisyonunun kuvvetli olduğunun bilincindedir ve buna uygun bir tavır takınmıştır. Osmanlı’nın bu tavrından dolayı da Avusturya’nın iki devlet arasındaki problemlerin diplomatik çözüm çabalarını zorlaştırıyordu. II. Selim (1566-1574) ile II. Maximilian (1564-1576) arasında imzalanan Edirne Barış Antlaşması’ndan sonra,[12] 1592 yılına kadar her iki güç arasında süre gelen sınır anlaşmazlıklarının haricinde kayda değer olay mevcut değildir.

Osmanlı ordularının iki devlet arasında sınır kabul edilen Kulpa nehrini geçmeleri ve Hırvatistan’daki stratejik ehemmiyeti büyük ve önemli bir kale olan Sissek’i muhasara etmeleri sebebiyle, Osmanlı-Avusturya ilişkileri tekrar bozuldu ve bu yüzden meydana gelen muharebeler 11.11.1609 yılında imzalanan Zitvatorok Barış Antlaşması’na kadar devam etti. Bu antlaşma hükümleri de, Osmanlı Devleti’nin 1663 yılında Avusturya’ya savaş ilân etmesine kadar devam etti. 1606’da Çasar II. Rudolf ile Macaristan’ın Komorn şehri yakınlarında Zitvatorok’ta imzalanan antlaşmaya göre, her iki taraf toprak kazanma mücadelelerinden vazgeçiyor, Siebenbürgen (Erdel) her iki devletin Vasallığı oluyor ve Sultân I. Ahmet, bir defaya mahsus olmak üzere 200.000 duka ödenmesinden başka vergi almaktan vazgeçiyordu. Ve ilk defa bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, Avusturya Çasarı’nı resmen eşit hakları haiz muhatap olarak tanıyor ve daha evvel “Viyana Hâkimi” olarak hitap edilen Habsburg Hanedanı’nın Çasarlık unvanı kabul ediliyordu.

Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin dış politikada prestij kaybettiği âşikârdır. Bu sadece, Macaristan’da toprak elde etme gayretlerinden vazgeçme anlamına gelmiyordu, aynı zamanda Avusturya’nın ödemekle mükellef olduğu vergilerin kaldırılmasıyla Avusturya’nın da siyasî protokolde süper güç seviyesine çıkmasını ve Osmanlı Devleti ile diplomatik protokolde müsavi olmasını sağlıyordu. Ayrıca Çasar Matthias’ın 1615 yılında yapılan Viyana Antlaşması’yla, daha evvel yapılan Zitvatorok Antlaşması’nın 10 yıl daha uzatmaya muvaffak olması da Avusturya’nın başarı hanesine yazılıyordu. Osmanlı Devleti, Avusturyalı reayaya da Fransız ve İngilizlere tanınan ticarî imtiyazı tanıyordu ve bütün Katoliklere de Osmanlı topraklarında kilise inşa etme hakkını veriyordu. Bu andan itibaren Çasar kendini Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan Katoliklerin hâmisi olarak görüyor ve bu vesileyle de onların iç işlerine karışma bahanesini elde etmiş oluyordu. Sultanın, hemen hemen hiç savaş yapmadan bu geri çekilişi, Küçük Asya’da meydana gelen ve İmparatorluğu uçurumun kenarına getiren olaylarla açıklanabilir.

1663 yılı yazında Sadrazam Köprülü Ahmed Paşa kumandasındaki 100.000 kişilik Osmanlı ordusu, Tuna nehri altından ve Banat’tan hareketle Macaristan ve Mähren (eski Orta Çekoslavakya) üzerine yürüdü. Çasar I. Leopold (1640-1705) imparatorluğundan ve Avrupalı diğer devletlerden yardım talep etti. Sınır kalesi Neuhaeusel’in fethinden sonra, sadrazam Yukarı Macaristan’ı da fethetti. Ludwig Graf de Souches kumandasındaki imparatorluk ordusu 19.7.1664 tarihinde Szent Benedek yakınlarında Osmanlı ordusuna karşı önemli bir zafer kazandı. Bu zafer, Osmanlı ordusunun Avusturya’ya ilerlemesine engel olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ni barış antlaşmasını imzalamaya zorluyordu.[13] Çasar için pek o kadar fayda sağlamayan barış antlaşması 20 yıllık bir süre için imzalandı ve bu antlaşma hükümleri 1683 yılında meydana gelen İkinci Viyana Muhasarası’na kadar yürürlükte kaldı.

Viyana önünde yapılan meydan savaşı neticesinde, Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki mevcut kuvvet dengesi bozuldu ve bu denge Habsburg Hanedanı lehine idi. Bâb-ı Âlî ise, kendini Avrupa’da bir daha hiçbir zaman kurtulamayacağı savunma pozisyonuna itilmiş olarak görüyordu.

Viyana Meydan Muharebesi, Avusturya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı sürdürdüğü savaşlarda dönüm noktasını teşkil eder. Bu savaşı takip eden yıllarda Osmanlı Devleti, müteakip yenilgilere uğradı ve daha önce fethettiği ülke ve toprakların çoğunu kaybetti. Aslında Viyana bozgunu, Osmanlı Devleti’nin duraklama devrinin en önemli başlangıcının işaretlerinden biriydi.

Bizzat Sultan II. Mustafa (1695-1703) tarafından kumanda edilen Osmanlı ordusunun 11.9.1697’de Zenta’da, Prens Eugen (Öjeni) tarafından bozguna uğratılmasından sonra Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında Karlofça Barış Antlaşması imzalandı (16.1.1699) ve bu antlaşma ile 1683 yılından beri devam eden savaşlar sona eriyordu. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Siebenbürgen (Erdel) ve Temeşvar Banat hariç olmak üzere, Macaristan’ı Avusturya’ya terk ediyordu ve barış 25 yıl geçerli olacaktı.

Karlofça Barışı, gerek Osmanlı Devleti’nin duraklama devrinin başladığını haber vermesi ve gerekse Hıristiyan Batı’ya karşı yürütülen Osmanlı diplomasisinin dönüm noktasını teşkil etmesi ve de Osmanlı’nın Avrupalı devletlerin tavassutunu kabul ettiği ilk barış antlaşması olması açısından büyük ehemmiyet arz etmektedir. Daha önceleri Osmanlı Devleti ile yapılan barış antlaşmaları, Karlofça Barışı kadar, Avrupalı devletleri istedikleri biçimde tatmin ve teskin etmemişti.[14]

Başlangıçta belirttiğimiz gibi, genelde Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin böylece üçüncü devresi başlamış oldu. Karlofça Barışı’ndan sonra artık Osmanlı Devleti, bu ana gelinceye kadar diğer devletlerden talep ettiği vergi talep etme kudretini kaybetmişti. Bu aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin tedricî olarak Avrupa’dan çekilmesinin başladığını haber veriyor ve imparatorluk, Hıristiyan dünyasına karşı savunma pozisyonuna giriyordu.[15]

Avusturya’nın dış politikası derinlemesine incelendiğinde, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Doğu Sorunu Viyana’da, öncesinden daha ciddi olarak düşünülen bir tartışma mevzuu olarak karşımıza çıkar. Avusturya’nın Doğu politikası gündeminde, Avusturyalı politikacıları meşgul eden ve ehemmiyeti haiz üç alternatif söz konusuydu. Bunlardan ilki; Avusturya monarşisi, Osmanlıları Avrupa’dan kovmak ve akabinde Balkan ülkelerini aralarında paylaşmak için Rusya ile ittifak edebilirdi. İkincisi; Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da sahip olduğu topraklarda hakimiyeti temin için, Avusturya tek başına gerekeni yapmalıydı. Üçüncüsü ise; Avusturya status quoyu kabul etmek suretiyle, Rusya’yı Balkanlar’dan uzak tutmak için gerekeni yapacak ve lüzumu hâlinde zor kullanmayı da deneyecekti. Geçici olarak Avusturya, status quoyu kabul etti, yani üçüncü alternatifte karar kıldı. Zira saldırgan Rusya, Avusturya’nın Balkanlar’da olan menfaatleri için bir tehlike olabilirdi.[16]

Bu düşüncelere rağmen, Balkanlar’da ve Avrupa’daki politik şartlar, Avusturya’nın Avrupalı devletlerle Osmanlı Devleti’ne karşı devamlı ittifaka girme mecburiyetinde kalması yönünde gelişti. Fransa, bu yüzyılda Osmanlılarla gizli bir ittifak hâlinde bulunmaya azami dikkat gösteriyordu. Çünkü Yakın Doğu’daki ticari menfaatleri ve Avrupa’daki politik şartlar, bu ülkenin Osmanlı politikalarına önemli bir şekilde etki ediyordu.

Şartlar müsait olmamasına rağmen, duraklama devrinde de Osmanlı fetihleri pek bitmiş sayılmaz. Karlofça Barışı’ndan 11 yıl sonra, Rus ordusunun Kırım’da Osmanlı sınırına tecavüz etmesi sebebiyle Osmanlı Devleti, Rusya’ya savaş ilân etti. Görünürde savaş ilânının sebebi bu son olaydı, fakat asıl gaye tehditkâr Rus tehlikesinin de şuurunda olarak, Karlofça Barışı ile Ruslara bırakılan stratejik ehemmiyeti büyük olan Azak Kalesi’nin tekrar geri alınmasıydı.[17]

1711 yılında cereyan eden Prut Savaşı esnasında Osmanlı Devleti, Avusturya Başkanı Prens Eugen’e bir elçi gönderdi. Avusturya’nın Karlofça Barışı’nı imzalayan taraflardan biri olması sebebiyle, Rusya’ya ilân edilen savaşın kesinlikle toprak kazanmak gayesi gütmediğini, aksine bunun, iki devletin menfaatlerini koruma sebebiyle ilân edildiği tebliğ edildi. O sırada İspanya veraset savaşlarına bulaşmış olan Avusturya, barış görüşmeleri için arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu açıkladı.[18] Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı yapmış oldukları mücadeleler daha ziyade, Osmanlı’nın ezeli düşmanları olan Avusturya ve Venedik tarafından sevk ve idare edile gelmişti. XVIII. yüzyılın birinci yarısında bunlara yeni ve tehlikeli bir düşman daha katılmıştı, bu da Rusya idi.

Habsburg Hanedanı sadece 1683 yılında yapılan Viyana saldırısının intikamını almak değil, aynı zamanda Akdeniz’e açılabilmek için Macaristan, Sırbistan ve Balkanlar’ı geri almak istiyordu. Venedik, Adriyatik Denizi sahillerinde ve Mora yarımadasında bulunan deniz filosu üslerini yeniden geri almayı, deniz ve ticaretteki eski gücünü yeniden kazanmayı istiyordu. Rusya’ya gelince, açık denize ulaşmak, kuzeyde Baltık Denizi’nden Ostsee’ye (doğu denizi) ve güneyde Karadeniz’den, Çanakkale Boğazı’ndan, Akdeniz’e ulaşmak için çaba sarf ediyordu. Buna karşın, XVIII. yüzyılda Rusya ve Avusturya’nın düşmanı durumunda olan Fransa ve İsveç, Osmanlıları destekliyorlardı. Bu sırada İngiltere ve Hollanda (Niederland) tarafsız kalmayı yeğliyor ve herhangi bir milletin Osmanlı İmparatorluğu’nu kontrolü altına almasını ve böylece Avrupa’da tek başına hâkimiyet sağlamasını engellemeyi deniyorlardı.[19]

Rusya ve Avusturya, bir taraftan Osmanlı Devleti ile askerî plânda mücadele ederken, diğer taraftan da Sultanın Müslüman olmayan tebası arasında hoşnutsuzluk ve isyan tohumları ekmek için gayret sarf ediyorlardı. Bu şekilde bir mücadeleye karşı Sultan, mümkün olduğu nispette tebasını teskin etmeyi ve bunun fayda sağlamadığı yerde onları baskı altında tutmayı deniyordu. Aynı zamanda da Habsburglular ile Rusya arasında, imparatorluğunun Balkan vilâyetleri mevzuunda muhtemel olabilecek her türlü anlaşmazlıkları değerlendirmeyi biliyordu.[20]

Rusların, Bâb-ı Âlî’ye cesaret veren Prut yenilgisinden sonra, 1715 yılında Osmanlı ordusu, Karlofça’da Venedik’e karşı kaybettiği yerleri telâfi etmek için, Venedik’in topraklarına saldırdı. Taarruzun hedef noktasını Mora yarımadası teşkil ediyordu. Yarımadanın 1715’te fethinden sonra sırada Korfu vardı fakat burada Osmanlı ordusu büyük bir mukavemetle karşılaştı. Osmanlı Devleti’nin gücünün giderek artması Avusturya için felâket olacağı düşünüldüğünden, ilk olarak Avusturya, Venedik lehine diplomatik çözüm için tavassut etti. Elçi İbrahim Müteferrika vasıtasıyla Sadrazam Damat Ali Paşa, Osmanlı Devleti’nin Venedik’e karşı sürdürdüğü savaşta, Avusturya’nın tarafsız kalmasını istedi. Bu aynı anda sadrazamın iki cephede birden savaşmak zorunda kalmamak için denediği bir yoldu.[21] Önceleri Avusturya, Osmanlı’ya karşı savaşmaktan imtina etti. Zira Osmanlı Devleti ile herhangi bir anlaşmazlığa girmeyi istemiyordu. 1715’te Viyana’da Osmanlı elçisi, Osmanlı Devleti’nin Karlofça Barış Antlaşması hükümlerini bilmemezlikten gelme niyetinde olmadığını, daha ziyade Venedik’in saldırgan davranışlarıyla mücadele etmek ve Mora yarımadasındaki kötü yönetime bir son vermek için savaştıklarını ifade etti.[22] Prens Eugen’in Osmanlı elçisine verdiği cevabî mektupta Avusturya, iki devlet arasında arabuluculuk yapmayı teklif etti ve muhtemel barış antlaşmasına iştirak etmek istediğini vurguladı. Her iki tarafın diplomatik çabaları başarısızlıkla sonuçlandığı için, Çasar VI. Karl, 24.4.1716’da Venedik ile ittifak etti ve Osmanlı Devleti’nden Karlofça Barışı’na riayet etmesini istedi. Osmanlı Devleti’nin buna cevabı Avusturya’ya savaş ilân etmek oldu. Fakat daha önce Viyana Hükümeti, Osmanlı Devleti’ne karşı Venedik’in müttefiki olarak savaşmaya karar vermişti.

Avusturya Devleti Harp Divanı Başkanı Prens Eugen, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki sahip olduğu toprakları hukuka aykırı olarak zapt ettiği fikrindeydi.[23] Prens Eugen komutasındaki Avusturya ordusu, 1716 yılında Osmanlı ordusunu Peterwardein’da (Varadin) yenilgiye uğrattı. Prens Eugen, daha sonra birliklerini Banat’a ve buranın etrafı bataklıkla çevrili muhkem kalesi ve merkezi olan Temeşvar’a sevk etti. Kısa fakat çetin bir muhasaradan sonra 1716 Ekimi’nde Temeşvar Kalesi düştü. Bir yıl sonra, takviye edilmiş Avusturya imparatorluk ordusu Belgrad önlerine geldi ve 22.8.1717’de Belgrad Kalesi de Avusturya topraklarına katıldı.

1718 yılında imzalanan Pasarofça Barış Antlaşması’nın hükümleri de savaşın seyri kadar açık ve netti. Osmanlı Devleti, Banat ve Syrmien’in daha önce Osmanlılarda olan kısmı, Küçük Eflâk (Alut nehrine kadar), Kuzey Sırbistan ve Bosna’nın kuzeyinde kalan sınırları Avusturya’ya geri veriyordu. Avusturya açısından muvaffakiyetle sonuçlanan bu antlaşmayı, bir de başarıyla imzalanan ticarî bir anlaşma takip etti.

Barış Antlaşması 25 yıllık bir süre için imzalandı. Böylece, XVIII. yüzyılda meydana gelen Osmanlı-Avusturya savaşlarının ilki bitmiş oluyordu ve Habsburg Hanedanı bu savaştan muzaffer olarak çıkıyordu. Bu tarihten itibaren Habsburg Hanedanı Osmanlı Devleti’ni Balkanlar’dan tamamen sürme ve hâkimiyetini Balkanlar’a kadar genişletme politikasıyla meşgul oluyordu. Avusturyalı devlet adamlarının birçoğu bunun mümkün olacağı kanaatindeydi.[24]

1719   yılında Osmanlı elçisi İbrahim Paşa,[25] iki devletin arasındaki ilişkileri Pasarofça Barışı’ndan sonra yeniden düzenlemek ve kuvvetlendirmek için Viyana’ya gönderildi. Son barış antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti, Avusturya ile iyi geçinmek ve bu devletin, Rusya ile 1726 yılında Osmanlı Devleti aleyhine oluşturduğu tehlikeli ittifakı bozmak için de elinden geleni yapıyordu.[26] Aynı şekilde Avusturya da bu tarihlerde Osmanlı Devleti’ne yönelik taarruz düşüncesi taşımıyordu ve ilişkiler daha ziyade barışçı bir karakterdeydi. Fakat Osmanlı Devleti’nin zayıfladığına, sadece Avrupa’daki başarısızlıklar değil, ülke içinde meydana gelen huzursuzluklarda işaret ediyordu. İç huzursuzluklar imparatorluğu günden güne sarsıyordu. 22.8.1703 tarihinde meydana gelen Edirne Vakası’ndan 27 yıl sonra İstanbul’da yeni bir isyan baş gösterdi, isyanın elebaşıları her şeyden önce yine yeniçerilerdi. Bu isyan, Sultan III. Ahmed’in tahttan indirilmesine sebep oldu ve yerine Sultan I. Mahmud Osmanlı tahtına oturdu.[27] Sultan Mahmud isyanı kanlı bir şekilde bastırmaya muvaffak oldu. Fakat benzeri olayların olmasına dair kaygılar hâlâ mevcuttu. Devamlı değiştirilen sadrazamlar, halktan ve yeni bir isyan tehlikesinden korkmaları sebebiyle kararlarında büyük tesir altındaydılar. Sadrazamların devamlı değiştirilmesi, bir yandan iç huzuru temin ediyor, diğer yandan da Osmanlı Devleti’nin dış politikada yumuşak bir tutum izlemesine sebep oluyordu.[28]

Osmanlı Devleti, iç huzursuzlukların yanı sıra İran ile de ardı arkası kesilmeyen savaş hâlini sürdürmekteydi. Bu savaşlar aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Rusya ile başının derde girmesine sebebiyet veriyordu. Büyük kayıplar verilen bu savaşlar, Osmanlı Devleti’nin Avrupa politikalarına menfi olarak tesir ediyordu. Bu arada, bu durumdan en kârlı çıkan taraflar Avusturya ve Rusya idi. Zira bu iki devlet için, Osmanlı Devleti’nin, Polonya’daki kızışan saltanat (verâset) kavgalarına ve Avrupa’da meydana gelen olaylara, yeterli ilgi ve gücünü tevcih edememesi, çok büyük ehemmiyeti haizdi.[29]

Avusturya, Yakın Doğu’daki olayları yakından ama pasif olarak takip ederken Rusya, İran’la iyi ilişkiler kurmayı ve Osmanlı Devleti’ne karşı bu devletin mücadele azmini tahrik için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Her iki imparatorluk arasındaki politik ve diplomatik ilişkiler, 1720 yılından 1730 yılına kadar barışçı bir karakter taşımasına rağmen, 1726 yılında yapılan Avusturya-Rusya ittifakı, ilişkilerin gelişmesini olumsuz yönde etkiliyordu.[30]

Rus ordusunun Polonya’ya girmesi, Osmanlılarla 1718’de imzalanan Pasarofça Barış Antlaşması hükümlerine aykırıydı ve bu, Bâb-ı Âlî’ye Polonya meselesine müdahale etme hakkını veriyordu. Avusturya için de Rusya ile Osmanlı Devleti arasında çıkabilecek herhangi bir anlaşmazlığı önlemek çok büyük bir ehemmiyet arz ediyordu. Bâb-ı Âlî’nin, Polonya meselesine müdahalesi ve bu yüzden Rusya ile savaşa girmesi, ister istemez Viyana Hükûmeti’nin Rusya’nın müttefiki olarak Osmanlı Devleti ile savaşa girmesi demekti ve Viyana’da, Bâb-ı Âlî’ye ve Fransa’ya karşı iki cephede birden savaşmaktan daha kötü bir şeyin olamayacağı fikri hâkimdi.[31] Çasar, Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki barışın muhafazası için büyük gayret sarf ediyordu. 1728 yılından 1737’de savaşın başlamasına kadar Bâb-ı Âlî’de Avusturya’nın daimi temsilciliğini (resident) yapan Leopold von Talman, barışın muhafazası ve Franz Rakoczi ile Bonneval’in (Humbaracı Ahmed Paşa) desiselerini tesirsiz hâle getirmek için büyük çaba sarf ediyordu.[32] Gerek Osmanlı-İran savaşları ve gerekse Avusturya’nın Polonya veraseti sebebiyle Fransa ile yaptığı savaş, Osmanlı ile Avusturya arasındaki barışın muhafazasını gerekli kılıyordu. Fakat bütün bu diplomatik çabalara rağmen Avusturya, Pasarofça Barışı’ndan sonra tekrar Bâb-ı Âlî’ye karşı savaşmak mecburiyetinde kaldı.

İran ile yapılan savaşlar esnasında Rusya’nın Bâb-ı Âlî’ye karşı tutumu ve Rus ordusunun Polonya’ya girmesi, her iki devlet için savaşmaya yeterli sebep teşkil etmiştir. Fakat Bâb-ı Âlî, böyle bir anlaşmazlıktan çekiniyordu, bunda Rusya’nın müttefiki olan Avusturya’nın diplomatik çabaları da elbette büyük rol oynuyordu. 3.5.1736 tarihinde Azak Kalesi’nin Rusya tarafından fethedilmesinden sonra Bâb-ı Âlî Rusya’ya savaş ilan etti (16.6.1736).

Avusturya Çasarı VI. Karl’ın Türklere karşı yaptığı ikinci savaşın sebebi, Türk-Rus anlaşmazlığından kaynaklanıyordu. Bu anlaşmazlığın temelinde de Rusya’nın kuzey sahillerini ve Karadeniz’i hâkimiyeti altına alma gayretleri yatıyordu. 1726 Avusturya-Rus ittifakına göre, Avusturya Rusya’ya askeri yardımı taahhüd ediyordu. Arabuluculuk çabaları başarısızlıkla sonuçlandığında da savaşa iştirak taraflarca kabul edilmişti. Ruslar, Polonya’nın Niemirov kentinde 16.8.1737’de yapılan görüşmelere, kabul edilmesi mümkün olmayan tekliflerle geldiler. Avusturya’nın da gösterdiği çabalar karşılığında koparmak istediği birtakım şartları vardı. Avusturya’nın dostane tavassutuna itimat eden Osmanlı Devleti hayal kırıklığına uğramıştı.[33]

Avusturya’nın askerî operasyonları 1737 yazında Niş Kalesi’nin fethiyle açlmış oldu. Fakat sonra Bosna’da mukavemet gördüler ve yenilgiye uğradılar, Niş şehri de Osmanlılar tarafından geri alındı. Çasar, ordusunun Grocka’da (Hisarcık) yenilgiye uğramasından sonra tekrar barış müzakereleri açıldı. Bu görüşmeler için Fransa’nın Bâb-ı Âlî’deki elçisi Marquis Louis Villeneuve de devreye girdi ve onun tavassutu ile 18.9.1739 tarihinde her iki tarafça Belgrad Barış Antlaşması imzalandı.[34] Belgrad Barış Antlaşması’ndan sonra, her iki süper güç arasındaki ilişkiler, son Osmanlı- Avusturya Savaşı’na kadar (1787-1790) barış içinde devam etti.

1740 yılında, Belgrad Barışı’ndan sonra, her iki devlet de barış antlaşması metinlerini karşılıklı olarak teslim etmek üzere elçiler gönderdiler. Avusturya tarafından Büyük Elçi Anton Korfiz Ulefeld İstanbul’a geldi ve bir yıl burada kaldı. Avusturya elçisinin İstanbul’dan ayrılmasından sonra, kendisine sekreterlik yapmış olan Heinrich von Penkler 1743 yılında Avusturya temsilcisi olarak İstanbul’da kalmış ve 1747 yılında orta elçilik görevine tayin olunmuştur.[35] Buna karşılık Bâb-ı Âlî’den de Cânibî Ali Paşa Viyana’ya aynı yılda Büyük Elçi olarak gönderilmiştir.[36]

Bazı problemlerin ortaya çıkmasına rağmen, 1740-1769 yılları arası, XVIII. yüzyıl Avusturya- Osmanlı münasebetlerinin barışla geçen en uzun bölümünü kapsamaktadır. Fakat, Habsburg Hanedanı’nın politikasının nihaî hedefi ile ilgili tartışmalar esnasında, bazı hanedanlık danışmanları Maria Teresia’yı, hem en tehlikeli düşman ve hem de tarafsız rakip olarak telâkki edilen Osmanlı Devleti hususunda uyarıyorlardı. 1755 yılında Kaunitz, Avusturya’nın Osmanlı Politikası’nı en fazla etkileyen ülke olması sebebiyle Fransa ile ittifakına taraftar idi; Fransa ile yapılacak bir ittifak, Bâb-ı Âlî’nin taarruzlarını önleyebilirdi.[37]

Avusturya, Osmanlı Devleti’yle olan münasebetlerinde tercümanlık hizmeti için genç elemanlar yetiştirmeyi düşünmek mecburiyetindeydi. Polonya Kralı I. Sigismund bu hususta örnek teşkil ediyordu; çünkü sözü geçen kral 1621 yılında İstanbul’da bir enstitü kurmuştu ve bu enstitüde Yohan Sobiesky ve kardeşi Marcus Doğu dilleri öğrenimi görmüşlerdi, buna benzer bir enstitü olan “Dil Oğlanları Enstitüsü”nü de Fransa Krali Lui 1669/70 yıllarında İstanbul’da tesis etmişti.[38]

Avusturya Hükümeti tercüman yetiştirmek üzere İstanbul’da bir enstitü kurdu. İlk Dil Oğlanı muhtemelen Peter vom Wollzogen, 1578 yılında Minister Joachim von Sinzendorf’a eşlik etmişti. Bu Minister’e 1640 yılında da Avusturya temsilcisi Yohan Rudolf Schmidt tercüman olarak tayin olundu.[39] Dil Oğlanlarından olan Heinrich von Penkler[40] 1719 yılında ilk önce Graf Virmond’un servisinde Dil Oğlanı olarak göreve Başladı. Avusturya’nın menfaatlerini Bâb-ı Âlî’de temsil etmek için yoğun gayret gösteriyordu. Hatta, Fransız politikasının Bâb-ı Âlî’ye tesirine rağmen, Osmanlı Devleti’ni Avusturya Verâset Savaşlarından uzak tutmaya muvaffak oldu.[41] Dil Oğlanları okulu 1753 yılına kadar görevini sürdürdü. Daha sonra bu görevi Viyana Şark Akademisi üstlendi. Graf Ulefeld’in İstanbul’dan ayrılmasından sonra burada temsilci olarak kalan Penkler, bu göreve memur edildiğine dair mektubu sultana bizzat kendisi takdim etti ve huzura kendisi ile birlikte gelen on Dil Oğlanı’ndan sadece beş tanesi kabul edildi.[42]

İran’la barış müzakereleri devam ederken, Fransız Elçisi Castallane ve Bonneval, Bâb-ı Âlî’yi Fransa ile yapılacak bir ittifakın kabulü yönünde etkilemeye çalışıyorlardı. Castallane’ın altı maddeden oluşan teklifi şöyleydi:

Birincisi; Fransa ile Avusturya arasında devam eden Aachen barış görüşmelerine Bâb-ı Âlî’nin de bir murahhası gönderilecek, ikincisi; Fransa ve Bâb-ı Âlî, Avusturya Çasarı seçilen Toskana Büyük Hersek’i Franz Stefan’ı tahttan feragat etmeye zorlamak için ittifak edecekler, üçüncüsü; Sultan, Macaristan’da fethettiği yerlere tekrar sahip olacak, dördüncüsü; savaş, Çasarlık tacından feraget edinceye kadar devam edecek, beşincisi; Fransa kralı ile yapılacak antlaşmaya müttefikleri de dahil edilecek, altıncısı; bu antlaşmaya dahil edilen devletlerden hiçbiri, Toskana Büyük Hersek’i veya Macaristan Kraliçesi Maria Theresia ile tek başına barış görüşmeleri yapamayacak. Bu görüşmeler, Maria Teresia ile II. Friedrich arasında yapılan Dresden Barış Antlaşması haberinin akabinde suya düştü. Takip eden yıllarda, Castallane’nin Kahya Bey Said Efendi ve Müftü Hayâtî-zâde vasıtasıyla bu ittifakı bozmak için sarf ettiği çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.[43] Bâb-ı Âlî vezirleri ihtiyatlı olarak, Fransa’nın savaşa devam etmeye hazır olmadığı ve bu sebeple Bâb-ı Âlî’nin savaş meydanında yalnız kalacağı mevzuunda hem fikirdiler.

Franz Stefan’ın Çasar olarak taç giymesinden sonra, bu olayı tebliğ için fevkalâde elçi olarak görevlendirilen Penkler’in huzura kabul günü çoktan tespit edilmişti. Reis Efendi, Penkler’in bu göreve tayin olduğunu belirten mektupların tercümesinde “Kudüs Kralı” lâkabını okuduktan sonra buna itiraz edilmiş ve görüşmeler neticesinde, mektuplardaki bu lâkap değiştirilmek mecburiyetinde kalınmıştı.[44]

Resm-i kabüllerden sonra Penkler, iki yönlü görüşmelerde bulundu. Bunlardan ilki; Çasar Franz’la Toskana Büyük Hersek’i olarak dostluk antlaşmasının imzalanması, ikincisi de; Belgrad Antlaşması’nın te’kidi ve yenilenmesiydi. Böylece Bâb-ı Âlî, Çasariçe Maria Theresia’yı, imparatorluk tahtına babası tarafından yegâne varis olarak atandığını kabul etti ve Castallane’nin çabalarına Bonneval’in müdahalelerine rağmen, Toskana ve Osmanlı Devleti arasında antlaşma imzalandı. Bundan iki gün önce Bonneval ölmüştü. Bâb-ı Âlî, yedi ay içinde İran’la barış antlaşması imzaladı, Avusturya ve Rusya ile de barış antlaşmalarını yeniledi ve uzattı.[45]

Avusturya ile Bâb-ı Âlî arasındaki barışı savaşa dönüştürmek için Castallane’nin yaptığı tüm çabalara rağmen barış uzatılmıştı. Barıştan altı ay sonra Fransız diplomatı Desalleurs İstanbul’a geldi. Polonya elçisi Zierzanovski, Rusya’nın Polonya’nın iç işlerine karıştığını ifade ederek Desalleurs’e müracaat ettiğinde, Fransız diplomat önce herhangi bir teşebbüste bulunmadı. İlk adım olarak Bâb-ı Âlî’yi, Rusların Flandern’e girmelerini protesto etmesi hususunda harekete geçirmek istedi. Fakat Bâb-ı Âlî, sükûneti muhafaza etti ve Rusya’nın Türk sınırından başka bir cepheye yönelmesinden dolayı da memnundu. Bâb-ı Âlî bu esnada, özellikle Avusturya ve Rusya ile barışı muhafaza etmeye gayret gösteriyor ve bu devletlerle herhangi bir probleminin olmasını istemiyordu. Desalleurs’ün, Fransa, İsveç, Prusya ve Bâb-ı Âlî arasında bir ittifak gerçekleştirmek için yapmış olduğu bütün çabalar da aynı şekilde başarısızlıkla sonuçlandı.[46]

Avusturya’nın Bâb-ı Âlî’deki temsilcisi Penkler, I. Franz’ın cülusunu tebliğ için fevkalâde elçi olarak vazifelendirilmesinden ve Bâb-ı Âlî tarafından tasdik olunan 1739 Belgrad Barış Antlaşması’nın bütün hükümleri yeninden gözden geçirilip kabul edilmesinden sonra, Osmanlı Devleti tarafından da nişancılık payesiyle Mustafa Hattî Efendi Avusturya’ya orta Elçi olarak gönderildi. Mustafa Hattî Efendi’nin sefaretinin amacı, yenilenen Belgrad Antlaşması’nın tasdikli metnini ve Sultan I. Mahmud’un Çasar ve Çasariçe’ye yazdığı tebrik mektuplarını teslim etmekti. Mustafa Efendi, Osmanlı elçisi olarak bundan 18 yıl önce, ikinci defterdâr payesiyle ve 62 kişilik bir sefaret heyeti ile Viyana’ya elçi olarak tayin edilen Reîsü’l-küttâb Mustafa Efendi’den[47] daha yüksek bir paye ile Viyana’ya geldi. Çasarlık tarafından fevkalâde takdirle karşılanan bu sefaret vasıtasıyla, Fransa’nın bütün plânları suya düştü bu andan itibaren Viyana, artık iç politikasıyla alâkalı sorunlarla ilgilenebilecekti; aynı zamanda da Avusturya Verâset Savaşlarında Fransa’nın saldırılarını durdurmayı denedi ve bunda muvaffak oldu.

Bâb-ı Âlî ve Avusturya arasında yapılan barış antlaşmaları, imza edildikten kısa bir süre sonra, karşılıklı elçiler gönderme yoluyla tasdik ve te’yid ediliyorlardı. Bu yavaş yavaş gelenek olmaktan çıkmış ve antlaşmaya uygun bir usul hâline gelmiştir. Sefaret heyeti, mutat olduğu üzere, fevkalâde bir ihtişamla donatılıyordu ve gidilen ülkenin krallarına, bakanlarına ve başbakanlarına verilmek üzere son derece kıymetli hediyeleri beraberlerinde götürüyorlardı.[48] İki ülkenin birbirleriyle olan münasebetleri değişkendir ve değişik şartların oluşturduğu durumlarla karakterize olur. Bu şartların oluşmasına büyük seferler, fetihler ve sınır savaşları sebebiyet verdiği gibi, aynı amanda da iki devlet arasında oluşan kısa ve uzun süre devam eden barışçı co-existenz (yanyana, birlikte yaşama), diplomatik çabalar, kültürel münasebetler ve alışverişler de bunda büyük rol oynamıştır. Değişik alanlara yayılmayan bu tarihi karşılaşma, daha ziyade askerî yönden gelişme kaydetti. Osmanlı Devleti’nin, Macaristan içlerine kadar ve Avusturya topraklarına dayanması, bunun neticesinde XVI ve XVII. yüzyılda meydana gelen büyük seferler, sınır savaşları ve küçük askerî mücadelelerle bu karşılaşma (konfrontation) başlamış, askerî plânda 1683’te bir dönüşüm arz etmiş ve bunun akabinde Osmanlı Devleti savunma savaşları yapma durumuna düşmüş ve nihayet geleneksel düşmanlık rolünden Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya ve Macaristan’ın müttefiki olarak savaşmıştır.[49]

Avusturya’nın İç ve Dış Politik Durumu ve Avrupa Güçler Dengesindeki Yeri

Çasar I. Josef’in ölümünden ve VI. Karl’ın İspanya’dan Avusturya’ya dönmesinden sonra, Habsburglu arşidüşesler arasında makam tartışmaları baş gösterdi. Bu arşidüşesler bu hususun bir kurala bağlanmasını talep ediyorlardı ve bu kuralın da veraset hukukuna uygun bir biçimde düzenlenmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda, Macaristan’da apaçık bir muhalefete sebep olduğu gibi, Hırvatistan’ın Avusturya memleketleriyle bütünlüğünün korunması için, veraset probleminin açıklığa kavuşmasını isteyen Hırvatistan meclisinin de itirazına sebep oldu. 19.4.1713 günü, Elisabeth Christine von Braunschweig ile bu ana kadar çocuksuz evliliğini sürdüren Çasar VI. Karl, meclislerini topladı, 1703 yılında yürürlüğe giren kanun okundu ve buna Çasar’ın şu kararı eklendi: “Çasar’ın ülkeleri ayrılmaz ve paylaşılmaz bir bütündür. Habsburg Hanedanı’nın bir erkek evlâda sahip olmadan sona ermesi hâlinde, VI. Karl’ın kızları ve onların nesli, Kardinyalı kadınların neslinin son bulması hâlinde, I. Josef’in kızları ve nihai olarak I. Leopold’un neslinden olan Habsburglu kadınlar varis olacaklardı.” “Pragmatische Sanktion” olarak nitelendirilen bu açıklama, kanun olarak da yürürlüğe koyulmuştu.[50]

Çasar’ın 1716’da doğan ve ancak birkaç ay yaşayan oğlunun (Leopold) dışında sadece kız evlâdı olması sebebiyle,[51] monarşinin ve veliahtlığın devamını Pragmatische Sanktion çerçevesinde sağlamaya çalışmak, VI. Karl’ın iç ve dış politikada güttüğü siyaseti önemli derecede etkilemiş ve ona yön vermiştir. 1720-1721 yıllarında Kutsal Avusturya-Roma İmparatorluğu’na bağlı birçok asiller tarafından Pragmatische Sanktion tanınmıştır. 1713 yılından sonra VI. Karl’ın dış politikasının başlıca hedefi de Pragmatische Sanktion’un Alman ve Avrupalı devletlerce tanınmasını sağlamaktı. Bu politika, Çasar hükümetinin daha sonraki yıllarında Avusturya monarşini hiç şüphesiz ziyadesiyle diplomatik ve askerî anlaşmazlıklara sürüklemiştir. İspanya Verâset Savaşlarının sona ermesinden sonra, ilk silâhlı mücadelenin başlamasında, elbette diğer şartlarda önemli ölçüde belirleyici olmuştur.

Otuzlu yılların başında nahoş bir olay, imparatorluktaki politik ve dini özgürlüğü tehlikeye sokmuştur. Salzburg Başpiskoposu Leopold Firmian (1727-1744) ülkesinde yaşayan ve sayıca bir hayli fazla olan Protestanları zorla Katolik mezhebine sokmak için büyük çaba sarf ediyordu. 1731 yılında, bu zorlayıcı dini baskı altında acı çeken ve dini özgürlükleri için endişe duyan Protestanlar, Schwarzbach kentinde “Salzbund” örgütünü kurmuşlar ve bu ittifakla inançları için beraber olmaya ant içmişlerdir. Bu olayı bastırması için Çasar ordusunu yardıma çağıran, çiftçilerin bu isyanını suçlayan ve nihayet onları tehcire zorlayan başpiskoposa karşı muhalefet oluşmaya başlamıştır. Böylece, 1732 yılında Salzburglu 20.000 Protestan vatanlarını terk etmek mecburiyetinde kaldılar ve bunların ekseriyeti Doğu Prusya’ya iltica ettiler. Çasar hükümeti, Salzburglu başpiskoposun hareketini önlemek için hiçbir şey yapmamıştı. Salzburg’daki olaylar VI. Karl’ın Pragmatische Sanktion için imparatorluğun garantisini elde etme çabalarını da önlüyordu.

Çasar VI. Karl Türklerle yapmış olduğu ilk savaş esnasında, Batılı devletlerle çok önemli diplomatik antlaşmalar yapmaya muvaffak oldu. Türklerle yaptığı bu savaşın patlak verdiği bu günlerde İngiltere ile bir ittifak imzaladı. Bu ittifakla Hannover Kralı I. George’un tahta çıkışından (1714) bu yana ilk defa yeniden eski müttefiklerle yakın ilişkiler kuruldu. Avusturya da İtalya’daki durumdan memnun değildi, her şeyden önce Utrecht Antlaşması ile Savoyen’e verilen Sicilya’yı tekrar elde etmek için gayret sarf ediyordu.[52] 1717 yılı Ağustosu’nda Kumandan Alberoni, İspanyol ordularını Sardunya’ya ve takip eden yılda Sicilya’ya çıkardığında, Fransa ve Niederland’ın da iştirakinin sağlandığı Avusturya-İngiltere müzakerelerinin başarıyla sonuçlanmaması için hiçbir sebep yoktu. 2.8.1718’de Londra’da Quadrupelallianz Antlaşması’nın hükümleri, Çasar’ın ve İngiltere ile Fransa’nın temsilcileri tarafından imzalandı. Bu antlaşmaya göre, Çasar resmen İspanya’dan vazgeçiyordu.

Bu antlaşmayla sağlanan toprak kazancı, aynı zamanda Pasarofça’da kazanılan büyük topraklarla tamamlandı ve böylece Monarchia Austriaca çok büyük toprak genişliğine sahip oluyordu. Henüz nihaî sınırlarına ulaşmamış olan hakimiyet kompleksinin genişliği, Tuna kanalından İtalya’nın güney ucuna, Kuzey Şilezya’da bulunan Schwiebuser bölgesinden Eflâk’taki Alut nehrine kadar uzanıyordu. Müteakip yıllarda Avrupa’nın karmaşık diplomatik oyunlarında daha fazla problemler baş gösterdi. Ticaret politikasıyla alâkalı menfaatler, Çasar’ın büyük deniz gücüne sahip olan ülkelerle teşrik-i mesâisini bozuyor ve böylece Avusturya ile rekabet ve Avusturya’ya muhalif ülkelerin ittifakını sağladı. Çasarlık Avusturyası’na ait olan Niederland, “Schelde Engeli” ve “Baryer Antlaşmasının ağır şartları altında inliyordu. Fakat İspanya Verâset Savaşlarının sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, Çasar tarafından fedakarca organize edilmiş ve desteklenmiş olan, Flemenkli tüccarların Hindistan’la ticaret bağlantısı kurma çabası büyük başarı ile sonuçlandı. Deniz hâkimiyeti olan ve kolonyal ticarette monopol hakkına sahip olduklarını iddia eden ülkeler, bu yeni rekabete kesinlikle razı olmadıkları için hemen plan ve programa başladılar. Başlangıçta Çasar’ın çekingen davranışı, deniz hâkimiyeti olan ülkelerin isteklerini şiddetlendirmesine sebep oldu. Fakat sonunda Çasar VI. Karl “Ostende Kumpanyası”nı kendi himayesine aldı. İspanya’ya ait olan deniz aşırı beldeler, ticari abluka altında bulunan İngiliz ve Niederland’a ait bölgelerin vazifesini yüklenecekti. 1725 yılı başlarında Viyana’da gerekli antlaşmalar karara bağlandı; barış ve ittifak antlaşmalarının akabinde ticari anlaşmalar yapıldı ve 1726 yılında Rusya, Osmanlılarla muhtemel bir savaş tehlikesi yüzünden Çasar’a yanaştı; Çariçe Akatharina Avusturya ile Osmanlı Devleti’ne karşı Çasar’ın yardım etmesini temin eden bir ittifak imzalandı (6 Ağustos 1726); bu yardıma mukabil Rusya, Pragmatik Sanksiyon’u tanıdı.

Ekim 1726’da Prusya Kralı I. Friedrich taraf değiştirdi ve Çasar’la Wusterhausen’de gizli bir antlaşma yaptı, bu antlaşmayla Çasar, Prusya’yı İngiltere ile olan ittifaktan koparmaya muvaffak oldu. 12 Ekim 1726’da Hohenzollern Hanedanı Pragmatik Sanksiyon’un hükümlerini kabul etti; Saksonya da aynı şekilde Pragmatik Sanksiyon’u tanıdı ve bu vesileyle Polonya tahtına ele geçirmede Çasar’ın yardımını umuyordu.

Avrupalı güçler böylece iki kampa ayrılıyorlardı; İngiltere ile Fransa, Hollanda, İsveç ve Danimarka (Norveç dahil) müttefik, Çasar ile Rusya, İspanya, Prusya, Saksonya ve Bayern aynı ittifakta bulunuyorlardı. 1727’de Cebel-i Târık Boğazı’nın İspanya tarafından muhasara edilmesinden ve İngiltere’nin Fransa ile ittifakından sonra[53] Çasar, İngiltere ile olan diplomatik ilişkilerini kesti. 1730 yılında savaş hazırlıkları başladı. Halbuki, imparatorluk prensleri Çasar’ın politikasını desteklemiyorlardı ve Rusya da barıştan yanaydı. Uzun süren görüşmeler neticesinde, 1731 yılı Mart ayında İkinci Viyana Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre İngiltere, Pragmatik Sanksiyon’u tanıyor ve Çasar da buna mukabil vârise-i müstakillesi olan kızı Maria Theresia’yı büyük ülke sahibi bir prensle evlendirmemeyi taahhüt ediyor ve Avusturya, 1727’de yedi yıllık bir süre için geçici olarak kaldırdığı “Ostende Kompanya”sından tamamen vazgeçiyordu. Toskana, Parma ve Piacenza’daki İspanyol garnizonlara müsaade ediliyordu.

Polonya Kralı August’un ölümünden sonra (1.2.1733) Polonya taht meselesi yine aktualite kazandı. Fransız diplomasisi, Stanislav Leszczynski, Avusturya, Prusya ve Rusya ise, VI. Karl’ın yeğeni olan Portekizli Prens Don Emanuel lehine çalışıyordu. Stanislav, Polonya imparatorluk meclisi tarafından büyük bir çoğunlukla kral seçildi (13.9.1733). Rus ve Saksonya ordularının Polonya’ya girmesinden sonra kral sürüldü. Yeni yapılan seçimde (5 Ekim), Saksonyalı Friedrich August kral seçildi.[54] Avusturya ordusunun Polonya topraklarına kesinlikle girmemesine rağmen bu olay, Borboun devletlerinin (Fransa Hanedanı’na ait ülkeler) Avusturya’ya uzun zamandan beri planladıkları saldırı için yeterli bir sebep teşkil ediyordu. Fakat Viyana’da Lothringen Hersek’i Franz Stefan’ın, Avusturya tahtına vârise olan Maria Theresia ile evlenebilecek yegâne aday olduğu biliniyordu. Böylece, Fransız politikasının elde etmek için uzun zamandır çaba sarf ettiği Franz Stefan’ın ülkesinin Avusturya ile birleşmesi anlamına gelen bu olay Fransa’yı tehdit ediyordu ve kesinlikle önlenmeliydi. 10.10.1733 tarihinde Fransa, İspanya ve Savoyen ile olan ittifakına güvenerek Çasar’a savaş ilân etti ve akabinde Fransız birlikleri Lothringen’i işgal ettiler, daha da ileri giderek Ren Nehri’ni aştılar. 1735 yılında savaşan taraflar arasında görüşmeler açıldı ve 3.10.1735’te Viyana Önbarış’ı imzalandı. Bu Önbarış Antlaşması’na göre Lothringen, Polonya’dan kovulan Kral Stanislav’a veriliyor ve ölümünden sonra Fransa’ya bırakılması hükme bağlanıyordu. Versailles’da, artık Lothringen-Habsburg veraset evliliğinden pek korkulmuyordu ve bunun neticesinde Fransa da Pragmatik Sanksiyon’u garanti ediyordu. Uzun görüşmelerden sona, Fransa’nın, kızgın müttefiklerini yatıştırmak için 18.11.1738’de üçüncü Viyana Antlaşması ile, Fransa ve Avusturya arasındaki barış antlaşması onaylandı ve kısa bir süre sonra bu antlaşmaya diğer müttefikler de dahil edildiler.

VI. Karl’ın, gerek Polonya Verâset Savaşlarında ve gerekse Türklerle yaptığı ve 18.9.1739’da Belgrad Barış Antlaşması ile kapanan ikinci savaşında, Avusturya büyük toprak kaybına uğradı, bundan daha kötüsü de prestij kaybetmesiydi. Avusturya monarşisinin ve ordusunun itibarı Avrupa ülkeleri nezdinde haddinden fazla sarsılmıştı.

Avusturya tahtının vârise-i müstakillesi olan Maria Theresia, babası, Habsburg Hanedanı’nın son erkek üyesi VI. Karl’ın kısa fakat çok kötü bir hastalık sonunda 10.10.1740’ta vefat etmesinden sonra, böyle hemen hemen halli mümkün gibi görünmeyen bir vazifeyle karşı karşıya kalmış görünüyordu.[55]

Maria Theresia 13.5.1717 yılında Viyana’da dünyaya geldiğinde, anne ve babası henüz 1716 yılı Nisanı’nda doğan ve aynı yılın Kasımı’nda ölen ilk erkek çocukları Arşidük Leopold’un açısından yeni kurtulmuşlardı. Böylece Viyana’da Çasar sarayında uzun yıllar bir veliahdın doğması beklenmişti. Bu beklenti kızı Maria Theresia’yı, gelecekte ülkesinin hâkimesi ve geniş topraklara sahip Avusturya İmparatorluğu’nun varisesi olarak yetiştirme ve eğitme hususunu düşünmesine sebebiyet vermiştir.[56] Babasının ani ölümünden sonra daha 23 yaşında olan Maria Theresia, çok zor iç ve dış politik şartlar içinde ve tamamen hazırlıksız olarak yönetimi devraldı. Viyana’da, Avrupalı devletlerin bu kritik zamanda da Pragmatik Sanksiyon hususunda verdikleri söze ve garantiye sadık kalacakları ümit ediliyordu. VI. Karl’ın ölümünden kısa bir süre sonra bu mevzuda çok yanıldıklarını anladılar. Taht vârisesi Maria Theresia çok zor ve üstesinden gelinmesi imkânsız bir problemle karşı karşıyaydı.[57] VI. Karl’ın ölümünden birkaç ay önce Prusya’da kral değişikliği olmuş, Hohenzollern Hanedanı tahtına II. Friedrich geçmişti. Yeni kral, Şilezya topraklarında daha önceden var olan veraset iddialarını gerçekleştirmek bahanesiyle Maria Theresia’ya, Şilezya’nın kendilerine geri verilmesi hâlinde, Pragmatik Sanksiyon’u ve kocası Franz Stefan’ı Çasar seçiminde destekleme teklifinde bulundu ve bu teklif Maria Theresia tarafından reddedildi. II. Friedrich, 16.12.1740 tarihinde, Avusturya’ya, savaş ilân etmeye lüzum görmeksizin, 200 yılı aşkın bir süredir Avusturya’ya ait olan Şilezya’ya girdi. Friedrich, Şilezya’ya girmeden önce Avusturya ile yapmış olduğu görüşmelerde imtiyazlar elde etmişti. Fakat Maria Theresia, savaşmaksızın büyük toprak kaybının büyük bir devlet için sabredilmesinin mümkün olmadığını gayet iyi biliyordu. Savaş başlamadan kısa bir müddet önce Çariçe Anna’nın ölümünün, Avusturya’yı bir müttefikten mahrum ettiği muhakkaktı. Bunun dışında Rusya, İsveç ile muhtemel bir savaşın eşiğindeydi. Avusturya’nın geleneksel müttefiki İngiltere ise, daha önce Fransa ve İspanya ile kolonyal bir savaşın içindeydi ve o da Avusturya’ya Prusya ile yapacağı savaşta bilfiil yardımı düşünmüyordu.

Şilezya’da yaşayan Protestanlar, Prusya ordusunun sevinçle karşıladılar ve şehirlerin çoğu mukavemetsiz teslim oldu. Prusya’nın, General Neipperg komutasındaki Avusturya ordusunu Mollwitz Meydan Muharebesi’nde (10.4.1741) yenilgiye uğratması, Avusturya’nın gizli düşmanları olan Bayern, Saksonya, Fransa ve İspanya’yı cesaretlendirdi ve 28.5.1741’de Nymphenburg ittifakını gerçekleştirdiler. Bu ittifaka 4.6.1741 Breslau Antlaşması ile II. Friedrich de katıldı, fakat Avusturya Verâset Savaşlarında, Avusturya’ya karşı genel bir saldırıya katılmadı. İngiltere’nin tavassutu ile 9 Ekim 1741’de Maria Theresia ile II. Friedrich arasında Klein-Schnellendorf’da gizli antlaşma yapıldı. Bu gizli antlaşmada kararlaştırılan barış antlaşması, sene bitiminden önce mümkün olmadığı ve gizliliği muhafaza edilemediği için, Friedrich ordularını Çekoslovakya’ya (Böhmen ve Mähren) gönderdi. Prusya orduları bu ülkeye girdiler ve 27 Aralık’ta Olmütz’ü fethettiler. Friedrich’in, Lothringen Prensi Karl komutasındaki Avusturya ordusuna karşı 17.5.1742’de Chotusitz (Czaslau) Meydan Muharebesi’nde kazandığı zafer ve İngiltere’nin de uyarısı nedeniyle, 11.6.1742’de Breslau kentinde Präliminar (barış için yapılan ön görüşme ve ön antlaşma) Barışı imzalandı. Bunu müteakip, 28.7.1742 tarihinde yapılan Berlin Barış Antlaşması ile Birinci Şilezya Savaşı sona erdi. Avusturya, Glatz Graflığı’nı ve Teschen, Proppan ve Jaegerndorf hariç hemen hemen bütün Şilezya’yı Prusya’ya bıraktı. II. Friedrich ise Avusturya Verâset Savaşlarında tarafsız kalacağını taahhüd ediyordu.[58]

Pragmatik Sanksiyon’u tanımayan yegâne ülke olan Bayern’in düşmanlığını hesaba katmak gerekiyordu. Elektör Karl Albrecht, I. Josef’in ikinci kızı Maria Amalia ile olan evliliği münasebetiyle daha önce vermiş olduğu (1722), verasetten muaf tutulduğuna dair teminatının geçersiz olduğunu ilan etti.[59] I. Ferdinand’ın 1543 yılında yazdığı vasiyetini ve kızı Bayernli Prens V. Albert’le evlenen kızı Anna’nın (1546) evlilik anlaşmasını gündeme getirdi. Saksonya da bu plâna katıldı. Saksonyalı Elektör Friedrich August ile evli I. Josef’in büyük kızı Maria Josefa da, 1719 yılında aynı şekilde bütün veraset haklarından vazgeçmek mecburiyetinde kalmıştı.

Bayern ve Saksonya’nın düşmanlığı öyle pek fazla askerî güce ihtiyaç duymadan bertaraf edilebilirdi. Fakat Bayern, Fransa tarafından açıkça destekleniyordu. Başlangıçta Avusturya kendi yağıyla kavrulmak zorundaydı. Zira, daha önce de bahsedildiği gibi İsveç, 1741 Ağustosu’nda Rusya’ya savaş ilân etmişti ve İngiliz Kralı II. Georg, Hannover meselesinden dolayı 27.9.1741’de Fransa ile tarafsızlık antlaşması imzalamıştı. Şüphesiz Avusturya daha sonra büyük gücüne sahip iki ülke olan İngiltere (1742), Niederland (1743) ve Rusya tarafından desteklendi. Kısmen, Avusturya Verâset Savaşları ile paralel devam eden Şilezya Savaşları, farklı ölçülerde bu veraset savaşlarının seyrine etkide bulunmuştur. Prusya ile yapılan Berlin ve hemen sona Saksonya ile yapılan barıştan (9.1742) sonra, veraset savaşlarının merkezini Ren Nehri boyları oluşturdu.

İngiltere Kralı II. Georg komutasındaki pragmatik ordu, 27.6.1743’te Dettingen’de yapılan meydan savaşında Fransızları yenilgiye uğrattı. Graf Traun da İtalya’da meydana gelen muharebelerde, Panaro kıyısında olan İspanyolları mağlup etti. Bu arada, İngiltere, Sardunya ve Avusturya arasında mevcut olan teşrik-i mesai 1743 sonbaharında Worms Antlaşması’yla teyid edildi. Bu sebepten Fransa’nın geciken savaş ilanı aynı zamanda Avusturya’nın müttefiklerini de kapsamaktaydı.

8.1.1745’te Varşova’da, Avusturya, Saksonya, İngiltere ve Hollanda arasında yapılan Dörtlü İttifak, Avusturya’nın pozisyonunu tekrar güçlendirdi. 20.1.1745 tarihinde, Wittelsbacherli Bayern Prensi (Karl Albrecht) VII. Karl’ın beklenmedik ölümü talihsiz Çasarlığını sona erdirdi. Bayern’in müttefiki olan Fransa ve Prusya, Çasar seçiminde fikir ayrılığına düşmeleri sebebiyle, Karl’ın oğlu ve halefi Maximilian Josef, 22.4.1745’te Maria Theresia ile Füssen Antlaşması’nı imzalamayı tercih etti. Bu antlaşmaya göre Bayern, Pragmatik Sanksiyon’u tanıyor ve seçimde oyunu Maria Theresia’nın kocası Franz Stefan’a vereceğini taahüd ediyordu ve böylece Franz Stefan, 10.10.1745’te Frankfurt’ta Çasar seçildi ve taç giydi.[60]

Yukarı Ren bölgelerinde Avusturya’nın kaydettiği askerî başarı, Habsburg Hanedanı’nın gücünü gösteriyordu. Bu sebepten Kral II. Friedrich Çekoslavakya’ya (Böhmen) saldırarak İkinci Şilezya Savaşı’nı başlattı. O günlerde, Rusya’nın da Avusturya ve İngiltere’ye katılmaya temayül göstermesi sebebiyle de Prusya’nın mağlup edilmesi artık bir an meselesi olarak görünüyordu. Fakat II. Frederich’in meydan savaşı tekniği de günden güne kendini gösteriyordu.[61] Verâset Savaşlarında Avusturya’nın başarılarının giderek artması, İngiltere ve Sardunya ile 13.9.1743’te yapılan Worms Antlaşması, Saksonya ile 20.121.1743’te yapılan antlaşma ve Habsburgluların gücünün giderek büyümesi, II. Friedrich’i rahatsız ediyordu. II. Friedrich, Lothringenli Karl’ın komutasındaki Avusturya-Saksonya ordularını Hohenfriedberg’de (4.6.1975) yenilgiye uğrattı ve Karl’ın Soor’da yaptığı diğer bir taarruzu da akamete uğrattı. Bu esnada, diğer bir Prusya ordusu da Leopold von Dessau komutasındaki Saksonya ordusunu Kesseldorf’ta büyük bir yenilgiye uğrattı, bundan sonra savaş durduruldu.

Maria Theresia, Prusya ile tekrar müzakerelere başladı ve bu müzakerelerin neticesinde 25.12.1745’te Dresden Barış Antlaşması imzalandı. İkinci Şilezya Savaşı’nın sona erdirilmesi, Avusturya’nın baş düşmanı olan Fransa ile olan mücadelelerin hızlandırılmasına yönelik İngiliz politikasının gayesine de uygundu. Dresden Barışı ile birlikte Berlin Barışı da onaylandı ve Avusturya’nın Şilezya’dan vazgeçtiğine dair olan madde yenilendi. Bu arada Frankfurt’ta Roma Çasarı seçilen Maria Theresia’nın kocası Fransız Stefan da II. Friedrich tarafından tanındı. Dresden Barış, İngiltere ve imparatorluğun garantisindeydi. Bu barış antlaşması, Prusya ile olan mücadeleleri ve imparatorluk topraklarında cereyan eden veraset savaşlarına son verdi.

Deniz ve kolonyal savaşlarda İngilizler, Fransızlar üzerinde olan hâkimiyetlerini muhafaza ettiler. Avrupa kıtası üzerinde ise Fransızlar büyük zaferler elde ettiler. Avusturya Niederlandı’nı (Belçika) aldılar. Yukarı İtalya’dan, Avusturya’nın 11.6.1746’da Piacenza Zaferi’nden sonra Fransızlar geri çekildiler. Savaşın bitimini Ren bölgesine ordu gönderen Rusya’nın yardımı hızlandırdı. Uzun müzakerelerden sonra 18.10.1748’de Aachen Barış Antlaşması yapıldı ve bu antlaşmayla, Avusturya Verâset Savaşları sona erdi. Nihayet Aachen Barışı, Maria, Theresia’nın veraset hakkını onayladı ve Avusturya’nın, Avrupa’daki güçlü pozisyonundan atılması düşüncesi ve deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı.

Doç. Dr. Ali İbrahim SAVAŞ

Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 555-566


Dipnotlar :
[1] Kâlmân Benda, “15. Asırda Osmanlı Macar Münasebetleri”, Tarih Dergisi, XXVIII-XXXI. 83-88.
[2] Fischer, Der İslam, II, 24.
[3] A. C. Schaedlinger, “Der diplomatische Verkehr zwischen Österreich und der Hohen Pforte in der Regierungszeit Süleymans des Praechtigen”, Kultur des Islam, s. 91.
[4] Schaedlinger, a.g.e., s. 92.
[5] Bertold Spuler, “Die europäische Diplomatie in Konstantinopol bis zum Frieden von Belgrad”, Jahrbücher für Kultur und Geschichte der Slaven, XI, Nüsha: 3-4.
[6] Schaendlinger, a.g.e., s. 95.
[7] A.g e., s. 97.
[8] A.g.e., s. 97.
[9] A.g.e.
[10] Spuler, a.g.e., s. 316. Schaedlinger, a.g.e., s. 102.
[11] Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri (OSS), Ankara 1992, s. 222.
[12] 17.1.1568.
[13] Vasvar Barışı (Eisenburg) 10.8.1664 yılında Çasar Leopold ile Osmanlı Devleti arasında imzalandı. Bu antlaşmaya göre, Neuhaeusel ve Varadin Osmanlılara bırakıldı. Osmanlılar tarafından himaye edilen Michael Apafi Eflâk Beyi olarak tanındı. W. Kleindel, Österreich, Daten zur Geschichte und Kultur, Wien 1978, s. 149; Erich Zöllner, Geschichte Österreichs, Wien 1979, s. 248-249.
[14] Josef von Hammer, Geschichte des Osmanischen Reiches, VI, Graz 1963, s. 658-659.
[15] Gümeç Karamuk, Ahmed Azmi Efendis Gesandtschaftsbericht als Zeugnis des Osmanischen Machtverfalls und der beginnenden Reformära unter Selim III., doktora tezi, Bern-Frankfurt, s. 27-28; Zöllner, a.g.e., s. 256.
[16] Karl Roider, Austrias Eastern Questions (AEQ), New Jersey 1982, s. 6.
[17] Zöllner, a.g.e., s. 266-267.
[18] İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (OT), IV/I, Ankara 1988, s. 77. Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa, Seyfullah Ağa adlı bir elçiyi Prens Eugen’e göndermiştir. Nâme-i Hümâyûn Defteri 6, s. 206.
[19] Roider, AEQ, s. 21; Roider, The Reluctant Ally (RA), s. 41. Fischer, a.g.e., s. 107.
[20] Roider; (AEQ), s. 48. Fischer, a.g.e., s. 108.
[21] Uzunçarşılı, OT, IV/1, s. 109-112.
[22] Roider, (RA), s. 40-41; Zöllner; s. 267; Uzunçarşılı, a.g.e., Rusların Moldavya’ya girdiklerinde, Venedik kendisine sığınan Karadağlıları himaye etmişti. Venedik aynı zamanda Akdeniz’de korsanlık yapmaya devam ediyordu.
[23] Roider, a.g.e.
[24] Roider, a.g.e.
[25] 1718 Pasarofça Barış Antlaşmasından sonra, beylerbeyi rütbesi ile Viyana’ya gönderilen Osmanlı elçisi. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî (SO), II, İstanbul 1311, s. 120. Franz Babinger, Die Geschichtsschreiber der Osmanen und Ihre Werke (GOW), s. 325. Unat, s. 52-53.
[26] Elfriede Heinrich, Die diplomatischen Beziehungen Österreichs zur Türkei, (1733-1737), doktora tezi, Wien 1944, s. 17.
[27] Hammer; GOR, VII, 174.
[28] Elfriede, a.g.e., s. 26.
[29] A.g.e.
[30] Roider, AEQ, s. 63; RA, s. 32.
[31] Elfriede, s. 40.
[32] A.g.e., s. 53.
[33] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 262.
[34] Zöllner, s. 274.
[35] Hammer; GOR, c. IX, s. 291. Spuler; 274.
[36] Osmanlı Büyük Elçisi; 1740 yılında Beylerbeyi payesiyle Viyana’ya gönderilmiştir.
[37] Roider; s. 91.
[38] A. Wilhelm Nevmann; Über die Orientalischen Sprachstudien, s. 46.
[39] Roider; s. 9.
[40] Heinrich von Penkler, Bâb-ı Âlî’de Avusturya temsilcisi, 1746’dan itibaren Orta Elçi, 1719’da “Dil Oğlanı” olarak İstanbul’a geldi ve 1727’ye kadar, 1719 ile 1728 arası Avusturya’nın İstanbul’da daimi elçisi olan Dirling’in yanında çalıştı. Avusturya’ya döndükten sonra saray tercümanı olarak (1727) çalıştı (1700-1774). Spuler; s. 342. Allgemeine Deutsche Bibliographie (ADB); c. V, s. 350-352.
[41] Roider; s. 92.
[42] Hammer; Geschichte des Osmanischen (GOR); c. VIII, s. 39-40.
[43] Hammer; GOR, VIII, s. 85. Roider, RA, s. 100-101.
[44] Hammer, GOR, 88-89.
[45] 25 Mayıs 1747. Hammer, GOR, VIII, 90. Roider a.g.e. HHSTA (Avusturya Devlet Arşivi), Reportorium der Türkischen Urkunden, 1503-1841, 405, XIV/21, 2 Ocak 1748.
[46] Hammer; GOR, VIII, 104-105.
[47] 1730 yılında Sultan I. Mahmud’un tahta cülusunu tebliğ için Viyana’ya gönderilen Osmanlı elçisi, Tavukçu Reis olarak da anılır. Belgrad Antlaşması’nı imzalayanlardandır. Hammer; GOR, s. 106. Unat, OSS, s. 65-68. SO, IV, 429.
[48] Friedrich Kraelitz, “Bericht über den Zug des Großbotschafters nach Wien im Jahre 1719”, Sitzungsberichte der k. u. k. Akademie, Wien 1907, s. 1.
[49] Rudolf, Neck, “Österreich und die Osmanen”, Österreichische Nationalbibliotek (ÖNB) und öst. Staatsarchiv, Wien 1983, s. 11.
[50] Progmatische Santion; 1703 yılında hazırlanmış ve karara bağlanmış, 19. 4. 1713 tarihinde Çasar VI. Karl tarafından ilân edilip, 6. 12. 1923’te kanunlaştırılıp tebliğ edilmiştir. Zöllner, s. 265-266.
[51] Maria Theresia 1717, Maria Anna 1718 ve Maria Amalia 1730. Zöllner; a.g.e., Tafel III, II, Teil.
[52] Utrecht Barış Antlaşması, 11.4.1713‘te İngiltere, Hollanda, Prusya, Savoyen ve Portekiz arasında imzalanmıştır. Zöllner; a.g.e., 263.
[53] Sevilla Antlaşması (9.11.1729). Zöllner, a.g.e., s. 270.
[54] III. Friedrich August (1733-1763).
[55] Zöllner, a.g.e., s. 275.
[56] Walter Pollak, Tausend Jahre Österreich, Wien 1974, s. 289
[57] Zöllner, a.g.e., s. 304.
[58] Zöllner, s. 306. Kleindel, s. 174-176.
[59] Zöllner, s. 307.
[60] Zöllner, s. 305-307.
[61] A.g.e., s. 307.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.