Osmanlı Türkleri Tarih Sahnesine Çıkmadan Önce Bizans İmparatorluğu
Onbirinci yüzyılın başlarından itibaren çeşitli iç ve dış faktörler nedeniyle Bizans Devleti gerileme dönemine girmiş bulunuyordu. 1071 yılında Romanos Diogenes’in Sultan Alp Arslan tarafından Malazgirt’te yenilgiye uğratılması ve 1204 yılında İstanbul’un (Constantinoupolis) IV. Haçlı Seferi sonucunda Latinler tarafından zaptı ve parçalanması İmparatorluğun çöküşünü hazırlayan başlıca dış olaylardı.
IV. Haçlı Seferi’nin sonucunda toprakları üzerinde feodal Grek ve Latin prenslikler kurulan İmparatorluğu, 1261 yılında İstanbul’u Latinlerden geri alarak yeniden kuran, İznik Grek Devleti’nin hükümdarı VIII. Mihael Palaeologos olmuştur.
VIII. Mihael ve Son Palaeologoslar (1261-1282)
Bizans’ın restorasyonunu gerçekleştiren VIII. Mihael Palaeologos, tahta çıkar çıkmaz Grek ve Latinler tarafından paylaşılmış olan İmparatorluğun kaybettiği eyaletleri geri alma girişiminde bulundu ve 1261 yılı sonlarına doğru Frankların elinde bulunan Mora’ya ayak bastı. 1264/65’te Epir Despotluğu’nun elinden Yanya’yı, Bulgarlardan Makedonya’nın bir bölümünü, Venediklilerin elinden de adaların büyük bir kısmını geri almayı başardı. Diğer taraftan, 1272’de Sırp ve Bulgar kiliselerini tekrar bir Grek ruhanisi idaresine verdi. VIII. Mihael, ayrıca, kendisini tehdit eden Bulgarlar, Sırplar ve Moğollar ile sıhri ilişkiler kurarak dostluk anlaşmaları yaptı. İmparatorun aldığı bütün bu önlemlere rağmen, Papalık ve Venedik, İstanbul’da tekrar bir Latin İmparatorluğu kurma emelinden vazgeçmemişlerdi. Sicilya ve Napoli’nin yeni hükümdarı olan Charles d’Anjou, Papa ile anlaşarak 1267’de Viterbo’da İstanbul’dan kovulmuş olan Latin İmparatoru II. Baudouin ile bir dostluk ittifakı ve zapt edilecek Bizans İmparatorluğu’nun taksimi için bir anlaşma yaptı.
Bizans’a karşı beslediği emelleri kısa zamanda açığa çıkaran Charles, 1267’de Korfu’yu zapt ettikten sonra Mora’ya kuvvetler göndermiş, 1272’de Draç’ı ve Epir sahillerini de işgal ederek Arnavutluk Kralı unvanını almıştı. Charles, aynı zamanda Bizans’ın Balkanlar’daki düşmanları olan Bulgarlar, Sırplar, Epir Despotu ve Tesalya hükümdarı ile dostluk anlaşmaları imzaladı. Bizans, geleceğini tehdit eden bu krizden VIII. Mihael’in izlediği başarılı diplomatik politika sayesinde kurtulabildi. VIII. Mihael ilk önce Grek kilisesi üzerinde Roma’nın üstünlüğünü sağlamak isteyen Papa X. Gregorios ile 1274’te Lyon’da bir antlaşma yaptı.
Bu antlaşmaya göre, Doğu kilisesi yeniden Papalığa bağlanıyor, buna karşılık kaybedilen toprakların yeniden kazanılması için Latinlerle bile serbestçe mücadele edebilme hakkını elde ediyordu. Bu suretle, iki yüzyıldır Roma’nın gerçekleştirmeye çalıştığı Union (Kiliselerin Birliği) tamamlanmış oluyordu. İmparator diğer taraftan, 1275’te Epir’de Anjoulara karşı harekete geçiyor ve Tesalya’da Neopatras’ı kuşatıyordu. Eğriboz’da Venedikliler ile de mücadele eden VIII. Mihael, Guillaume de Villehardouin’in ölümü ile (1278) Frank Prensliği’nin zayıflaması yüzünden Akhaia’ya kadar ilerlemeyi başardı.
VIII. Mihael’in elde ettiği bu başarılara rağmen, Union öteden beri Latinlere karşı olan Grekler arasında büyük tepkiye yol açtı. Artık Doğu ve Batı kiliseleri arasında uzlaşmazlık daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştı.
Diğer taraftan Charles d’Anjou’da mücadelesini sürdürerek 1278’de Epir’de egemenliğini sağlamlaştırdı ve Latin İmparatorluğu’nu yeniden kurmak amacıyla Papa’yı kendi tarafına çekmeyi başardı. Çok geçmeden Charles Roma, Venedik, Sırp, Bulgar ve hatta Tesalya ve Epir Greklerinden oluşan bir ittifak kuruyordu.
VIII. Mihael, kendisini kıskaç altına alan bu ittifakı da etkisiz hale getirdi. Berat’te Charles Anjou’nun kuvvetlerini bozguna uğrattıktan başka, Aragon kralıyla anlaşarak Anjoulara karşı Sicilya’da bir isyan patlak vermesini körükledi. Sicilya’nın kaybedilmesinden sonra, Anjoular sadece İtalya’daki topraklarını koruyabilmişlerdi. Böylece, Bizans’a karşı kurulmuş cephe ortadan kalkıyor, Venedik ise, bundan sonra Manuel’e ve Aragon kralına yanaşmaya çalışıyordu. VIII. Mihael devri, Bizans için yeniden doğma dönemi olarak kabul edilmekle beraber, onun Latinlere karşı Batı’yla fazla meşgul olması ve Doğu’yu ihmal etmesi, İmparatorluk için Türk ve Sırp tehlikesinin büyümesine yol açmıştır.[1] VIII. Mihael’in başarılı politikası artık küçük bir devlet olarak varlığını sürdüren, içte ve dışta çeşitli sorunları bulunan Bizans’ı kurtarmaya yetmeyecekti. Kendisinden sonra gelen halefleri II. Andronikos (1282-1328) ve III. Andronikos (1328-1341) Mihael ile aynı yeteneğe sahip değillerdi.
Ondördüncü yüzyılda Bizans’ta İmparatorluğu kurtaracak bir hamlede bulunan gasıp VI. Johannes Kantakuzenos (1347-55) olmuştur. Kantakuzenos, Bizans’ın eski gücünün Helen mirasını koruyan Bizans uygarlığı ve Grek kilisesinin bütün Doğu’ya egemen olması ile sağlanabileceğini anlamış olmakla beraber, çok kısa süren saltanatı icraatını tamamlamasına yetmedi. V. Johannes’in oğlu olan ve daha elverişli bir ortamda İmparatorluğu kurtarabileceğine inanılan II. Manuel’in de çabaları çökmekte olan Bizans’ı kurtaramadı. II. Manuel ve oğlu VIII. Johannes’in (1425-48) gayretleri İmparatorluğun sona ermesini ancak bir süre ertelemeye yaramıştı. Aslında, Bizans’ın çöküşünü hükümdarların kişisel nitelikleri değil, İmparatorluğun onbirinci yüzyıldan beri karşılaştığı iç ve dış olaylar hazırlamıştır.
Bizans’ın Çöküşünü Hazırlayan Faktörler
Bizans’ın birliğinin yüksek asalet sınıfından olan Palaeologos’lar hanedanı tarafından sağlanması, feodalleşme oluşumunu hızlandırdı. Dünyevi ve ruhani büyük arazi sahipleri gittikçe güçlenerek imtiyazlarını genişlettiler. Buna karşılık onlara bağımlı yarı-özgür (paroikoi) köylülerle birlikte küçük asalet sınıfının durumu daha da kötüleşti. Bu oluşumun bir başka nedeni de, Anadolu’dan ve Balkanlar’dan gelen dış tehditler yüzünden sadece büyük arazi sahiplerinin ayakta kalabilmeleriydi. Böylece bir yandan feodal gelişme, diğer yandan Anadolu’da Türk, Balkanlar’da Sırp tehdidi, İmparatorluğun üstesinden gelemeyeceği güçlerdi. Küçük bir devlet olarak yeniden kurulan Bizans, sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik ve askeri gücünü de yitirmişti.
Büyük arazi sahipliği müessesesi, İmparatorluğun başlangıcından itibaren Bizans toplumunun özelliklerinden birini oluşturmuştur. Büyük mülk sahipleri dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren küçük köylü toprakları aleyhine arazilerini genişletmeye başlamışlardır. Onuncu yüzyılda Romanus Lekapenus, II. Basil gibi bazı İmparatorların bu gelişimi önlemek amacıyla çıkardıkları yasalar (novella) da fazla işe yaramamış ve aristokrasi, köylü ve asker mülklerinin büyük bir kısmını zamanla ele geçirmeyi başarmıştır. Onbirinci yüzyılda izlenen antimilitarist politika da askeri mülklerin çöküşünü hızlandırmıştır. Askeri sınıfın önemsiz bir hale gelmesinden sonra onbirinci yüzyıldan itibaren Bizans ordusu İngiliz, Norman Germen, Peçenek, Bulgar gibi yabancı askerlerden oluşmaya başladı.
Onbirinci yüzyılda pronoia[2] ve exkuseia[3] kurumlarının gelişmesi de aristokrasinin güçlenmesine yardımcı oldu. Pronoia, onbirinci yüzyılın sonlarından itibaren İmparatorlar tarafından terkedilmiş toprakları canlandırmak, toprak gelirleriyle askeri sınıfa yeniden güç kazandırmak için kurulmuş bir sistemdi; genellikle bir toprak parçası, nehir ya da balıkhane olabilirdi. Bu dirlikler, belirli bir süre ya da çoğu zaman ömür boyu tevcih edilmekteydi. Palaeologos’lar hanedanı zamanında pronoia sahiplerine kendilerine tevcih olunan emlakı ve geliri varislerine devretme hakkı da tanındı. Bununla beraber, pronoia dirliklerinin eskiden olduğu gibi satılması yasaktı ve bu mülk devlete askeri ya da başka hizmetler karşılığında tevcih edilmekteydi. Bu yükümlülük tevarüs eden mirasçıya da aynen geçiyordu. Pronoia sahiplerinin çoğu aristokrasiye mensup kişilerden oluşuyordu. Eski askeri mülklerin sahipleri ise, köylülerdi. Pronoia sisteminin geniş olarak uygulanması sadece aristokrasinin gücünü artırmakla kalmamış, aynı zamanda arazi bağışı (appanage) sisteminin gelişmesine de yol açarak, merkezi idarenin zayıflamasına neden olmuştu.
Manastırlara ihsan edilmiş mali ve kazai muafiyet sistemi olan exkuseia sistemi de bu dönemde merkezi idarenin daha fazla zayıflamasına yol açmıştır.
Onbirinci yüzyıldan itibaren imparatorlar, kendi yakınlarına exkuseia imtiyazına sahip manastırların gelirlerini bağışladıklarından, bu sistem aynı zamanda dünyevi aristokrasinin servetinin artmasına da yardımcı oldu.[4]
Böylece, Palaeologos’lar hanedanı zamanında dünyevi ve ruhani büyük arazi sahiplerine verilen imtiyazlarla büyük arazi sahipliği müessesi vergi vermek yükümlülüğünden sıyrılmaya başlamış ve devletin esas vergi kaynağını teşkil eden köylü ve küçük asalet emlakini ortadan kaldırdığından devletin ekonomisi daha da bozulmuştur. Palaeologos’lar zamanında Pronoia sisteminin yetersizliği, ordunun bütünüyle yabancı ücretli askerlerden oluşmasından anlaşılmaktadır. Bu askerlerin bakımı ve muhafazası da devlet için ağır bir mali yüktü.
II. Andronikos’un savaş kuvvetlerini azaltmak amacıyla, Ceneviz’in deniz gücüne dayanarak donanmasını sınırlaması, Cenova’ya sadece ekonomik bağımlılığı değil, aynı zamanda askeri bağımlılığı da beraberinde getirdi. Devrin kaynaklarının verdiği bilgiye göre, Bizans’ın savaş gücü artık hiç kalmamıştı. Onuncu yüzyılın sonlarından itibaren Venedik’e; 1261 Nymphaeon Antlaşması’yla Cenova’ya verilmeye başlanan aşırı ticari imtiyazlar, İmparatorluğun ekonomisini bütünüyle İtalyan kent cumhuriyetlerinin denetimi altına sokmuştur. İmparatorluğun toprakları üzerinde yerleşen Venedik ve Cenova, Bizans’ın çöküşünü hızlandırmıştır. 1261’de İstanbul’dan kovulan Venedik, Ege Denizi’ndeki gücünü koruyordu. IV. Haçlı Seferi’nden sonra Adalar ve Bizans topraklarından uzaklaştırılan Cenova ise, Karadeniz’de üstünlük sağlamış, Nymphaeon antlaşmasıyla da Bizans’tan önemli ticari imtiyazlar almıştı. 1267’de Galata’ya yerleşen Cenevizliler, Sakız, Midilli ve Foça’yı ellerinde tutuyorlardı.
Ekonomik krize paralel olarak Bizans sikkesi (nomisma/hyperpyron) da bozulmuş ve önemli ölçüde değer kaybetmişti. Ondördüncü yüzyılın başlarında hyperpyronun eski asli maden değerinin yarısına düşmesi, fiyatların aşırı yükselmesine ve halkın sefaletine yol açmıştır. II. Andronikos, devlet gelirlerini yükseltmek için bazı önlemlere başvurdu. İmparatorun, büyük arazi sahiplerinin elde ettikleri müspet sonuçları olmuşsa da, yeni vergiler koyması, halkın sefaletini daha da arttırmıştı. Bizans ekonomisinin önemli bir kısmını oluşturan gümrük vergi gelirleri, İtalyan deniz cumhuriyetlerinin hazinesine akarken, devlet gelirlerinin bir kısmı da, Bizans’ı tehdit eden güçlere karşı haraç olarak verilmekteydi. Bundan böyle, imparatorlar tarafından alınan hiçbir önlem Bizans’ın eski gücünü elde etmesini sağlamayacaktı. Bizans’ın çökme döneminde sadece kilise eski gücünü korumuş, İstanbul Patrikliği Ortodoks dünyasının merkezi kalmaya devam etmiş ve kaybedilen topraklar üzerinde kendisine tabi metropolitlik ve başpiskoposluklara sahip bulunmuştur. II. Andronikos da tahta çıktığı zaman Ortodoksiyi kuvvetlendirmek için babasından tamamıyla ayrı bir politika izleyerek, Union’dan ayrıldığını ilan etmiştir.[5]
Palaeologos’lar hanedanı aynı zamanda sosyal çalkantılar, mezhep çekişmeleri ve iktidar kavgaları ile dolu olan bir dönemdi. Önce, II. Andronikos’a karşı, ihtiyar İmparatorun taht üzerindeki meşru haklarından yoksun bırakmak istediği torunu III. Andronikos ayaklandı. 1321-1328 yılları arasında aralıklı olarak devam eden bu iç savaş sonunda İmparatorluk harap düştü ve II. Andronikos yenilgiye uğradı. 1325’te büyükbabasına ortak İmparator olarak taç giymiş olan III. Andronikos, 1328’te büyükbabasını istifaya zorlayarak tek başına iktidarı ele geçirdi.[6] III. Andronikos ile birlikte kendisini iç savaş boyunca desteklemiş olan Megas Domestikos (ordu kumandanı) Kantakuzenos, devlet politikasında birlikte söz sahibi oldular. Adalet ve hukuk kurumlarını yeniden düzenleyen yeni hükümet, özellikle donanma gücünü arttırmak için gayret gösterdi.
III. Andronikos, 1341 yılında öldüğünde oğlu V. Johannes henüz dokuz yaşında olduğundan, bu durum Kantakuzenos’un niyabet üzerinde hak iddia etmesine yol açtı. İmparatoriçe Anna de Savoyen ile Patrik Kalekas’ın, Kantakuzenos’a muhalefet etmeleri üzerine çıkan iç savaş 1341-1347 yılları arasında devam etti ve Kantakuzenos’un zaferi ile sonuçlandı.[7] Kantakuzenos, İstanbul’a karşı açtığı savaşta en çok Trakya asalet sınıfının desteğine dayanmıştı. Bizans’ta siyasal partilerin mücadelesi, dış devletlerin daha çok müdahalesine yol açtığı gibi, sosyal ve siyasal çekişmeleri de körüklemiştir. İstanbul, Edirne gibi pek çok kentte fakir halk aristokrasiye karşı ayaklandı. Sınıf çekişmeleri en üst noktasına Selânik’te ulaştı ve fakir halka dayanan Zelotlar partisi 1342-1349 yılları arasında bir süre için iktidarı ellerine geçirerek Kantakuzenos taraftarlarını kentten kovdular. Kantakuzenos Athos tarafını, Anne de Savoyen Barlaam tarafını tuttuğu için önceleri teolojik olarak başlayan bu mücadele çok geçmeden siyasal çatışmaya dönüştü. Latin ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi sorunu çökmekte olan Bizans’ı daha da kargaşaya itmiştir.[8] VIII. Mihael’den itibaren imparatorlar Batı’nın yardımını sağlamak amacıyla kiliselerin birliği fikrine sarılmaları, Latinlerin sadece, “Grek kentini, ırkını ve adını yıkmak”tan başka bir gaye gütmediklerine inanan Ortodoks halkın şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Bu durum 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un Türklerin eline geçmesine kadar devam etmiştir.
Yukarıda açıklanan iç sorunlarla karşılaşan Bizans, dışardan Sırp ve Türkler tarafından tehdit ediliyordu. Bulgar Çarı II. Asen’in (1218-1241) ölümünden sonra Bulgar İmparatorluğu zayıf düştüğünden, Bizans için artık bir tehlike teşkil etmiyordu. Balkanlar’da Bizans için en büyük tehlike, Stephen Milutin (1282-1321) ve Stephen Duşan (1331-55) zamanlarında çok güçlenen Sırplardı. Epir ve Anjoularla ittifak yapan Milutin, Greklerden Kuzey Makedonya’yı zapt ettikten sonra, Serez ve Khristopolis’i (Kavala) de ele geçirmek suretiyle Ege Denizi’ne geçiş sağladı. II. Andronikos 1298’de Milutin’in fetihlerini kabul etmek zorunda kalarak kızını Sırp despotuna verdi. Stephan Duşan’ın bütün amacı, Balkanlar üzerinde egemenlik kurduktan sonra İstanbul’da taç giymekti. Son derece usta bir politika izleyen Sırp kralı, Venedik ve Papalıkla iyi ilişkiler kurdu. Duşan, 1334’te Makedonya’nın tamamını ele geçirmekle fetihlerine başladı. Duşan’ın sınırı Doğuda Meriç’e kadar uzanmış, Bizans’ın elinde sadece Selânik ve Halkidikya kalmıştı. Anjouların elinden Arnavutluk’un bir kısmını, Grek Despotluğu’ndan da Epir’in bir bölümünü zapt eden Duşan, 1336 yılında Üsküp kilisesinde Sırpların ve Romalıların İmparatoru olarak taç giyiyordu. Sırp İmparatorluğu Tuna’dan Ege Denizi’ne ve Adriyatik’e kadar uzanmıştı. Edirne ve Trakya’yı da zapt eden Duşan, İstanbul’u ele geçirmeye teşebbüs ettiği sırada aniden öldü. Yerine geçen oğlu Uroş (1355-1371) Sırbistan’ın birliğini muhafaza edemediğinden İmparatorluk çeşitli feodal beylikler arasında parçalandı.[9] Bizans ise, yirmi beş yıl süren bu mücadeleden daha da zayıf olarak çıktı. Bizans’ın mirası üzerinde hak iddia edebilecek tek güç olarak artık Türkler kalmıştı.
Bizans ve Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
Bizans İmparatorluğu Avrupa’da Slav devletleriyle yaptığı mücadele sonunda küçülürken, Anadolu’da Bizans sınırında bir uç Beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti doğuyordu. Prof. İnalcık tarafından Pachymeres’e dayanılarak yapılan tespite göre, 1302 yılında Osman Gazi’nin Bizans’ın eski merkezi İznik’i kuşatması ve Bizans İmparatorluğu’nun Muzalon kumandasında gönderdiği 2000 kişilik bir orduyu Bapheus’da (Koyunhisar) bozguna uğratmasıyla Osmanlı Beyliği kesin olarak kuruldu. Bu savaşlar sırasında karizmatik bir bey olarak ortaya çıkan Osman Gazi’nin bayrağı altında Türkmenler yoğun bir şekilde toplanmaya başladılar.[10]
Osman Gazi zamanında Bizans’ın elinden Bilecik, Yarhisar, İnegöl, Eskişehir ve Yenişehir alındı. Osmanlı fetihlerinde ve yayılmasında gaza ananesi ve kitle halinde göç önemli faktör olmuştur, fethedilen yerlerde Hıristiyan halk “zimmet” statüsünde yerlerinde bırakılıp korumaya alınmıştır. 1326 yılında Orhan Gazi tarafından Bursa alındı ve bir süre sonra Beylik merkezi buraya taşındı. Kumandanları Akçakoca, Karamürsel ve Gazi Abdurrahman Kocaeli yarımadasını fethettiler. Bizans İmparatoru III. Andronikos’a karşı Pelekanon’da 1329 yılının Haziran başında kazanılan bu zafer Prof. İnalcık tarafından da vurgulandığı üzere, Osmanlı tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.
30 yıldır kuşatma altında olan İznik’i kurtarmak üzere Pelekanon’a (Eskihisar) gelen İmparator III. Andronikos Orhan Gazi’nin karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştır. Bu savaştan sonra İznik kuşatmasını kuvvetlendiren Osmanlılar kenti 2 Mart 1331’de teslim alırlar. Bizans’ın eski merkezi olan İznik’in fethinden sonra 1337’de İzmit de Osmanlı topraklarına katılır. Anadolu’da Bizans’ın elinde sadece Alaşehir (Philadelphia), Karadeniz kıyısında Ereğli (Herakleia) gibi birkaç kent kalmıştı.[11]
1345 yılında Karesi Beyliği’nin katılmasından sonra donanmaya da sahip olan Osmanlıların Avrupa yakasına geçmesini iç mücadeleler yüzünden Bizans’ın yardım istemesini de kolaylaştırdı. Kantakuzenos, Rumeli’de Aydınoğlu Umur Bey’in desteğini sağladıktan sonra, 1346 yılında kızını Orhan Bey’e vererek onunla bir ittifak yaptı.[12] Bu şekilde Bizans’ın dahili çekişmelerine karışma fırsatı bulan Osmanlılar, Trakya’da Kantakuzenos’un kuvvetlerine de yardımcı oldular. 1347’de Kantakuzenos Orhan’ın yardımıyla İstanbul’a girdi ve V. Johannes ile ortak İmparator ilan edildi. 1352’de Orhan Bey’in oğlu Süleyman Bey’e, Sırp ve Bulgarlara karşı Bizans ordusuna destek olduğu için Çimpe (Tzympe) kalesi verildi. 1354’te Gelibolu’nun fethinden sonra, Avrupa topraklarında kesin olarak yerleşmeye başlayan Türklere Gelibolu’nun yolu artık açılmıştı. İstanbul’da halk ayaklanarak bu durumdan sorumlu tuttukları Kantakuzenos’u tahtı bırakmaya zorladılar. Bu arada Sırp Çarı Stephan Duşan’ın ölümü de Osmanlıları güçlü bir rakipten kurtardı. Kısa zamanda Dimetoka ve Çorlu da alındı. Fethedilen bölgelere Anadolu’dan Türkler getirilerek yerleştiriliyor ve yoğun bir iskan politikası uygulanıyordu. Osmanlılar, Balkanlar’da yayılmalarını daha çok coğrafi ve siyasal şartlara göre düzenlemişlerdir. Bizans’ın içinde bulunduğu durum, Balkanlar’ın küçük devletçikler ve feodal senyörlükler halinde parçalanmış olması da Osmanlı fetihlerini kolaylaştırmıştır.
Kuzeyde Macaristan; batıda ve güneyde de Venedik gibi devletler Balkanlar’da egemenlik kurması çabası içindeydiler. Bu iki Katolik devlete karşı, Ortodoks halkı ise, Osmanlı egemenliğini tercih etmekteydi. Katolik yanlısı olan aristokrasiye karşı halk tabakaları ağır vergiler altında ezildiği mahalli senyörlükler yerine, merkezi ve kuvvetli Osmanlı egemenliği altında devletin raiyeti haline gelmeyi tercih ediyordu. Ortodoks halkın bu durumu devrin Bizans kaynaklarına yansımıştır. Selânik kentinden bazı örnekler vermek konuya daha da açıklık getirecektir.
XIV. yüzyılda Selânik’teki sosyal çalkantılar ve ekonomik sıkıntılar, kentin Osmanlı egemenliğine geçerken Ortodoks halkın Bizanslı idarecilere ve Osmanlılara karşı takındığı tavır ile yakından ilişkilidir. XIV. yüzyılın başında Katalan ve Sırp istilaları dışında İmparatorluktaki yaşlı II. Andronikos ile genç III. Andronikos arasındaki iç savaş ordu masraflarının artmasında ve sosyal yapının değişmesinde etkili olmuştur. Devrin kaynaklarında orta sınıfın ortadan kalkmakta olduğu görülmekte ağır vergiler ve angaryalar altında ezilen halk daha da fakirleşmekteyken Osmanlılar karşısında toprak kaybetmiş olan Venedik ve Ceneviz gibi Batılı tüccar devletlerle ilişkilerini geliştiren bir burjuva sınıfı ortaya çıkmaktaydı.[13] Faizle borç verenler ile ilgili dini bir konuşması bulunan Başpiskopos Nicolaos Cabasilas ve Nikephoros Choumnos fakirleri korumak için seslerini yükselten ilk din adamlarıdır.[14]
1354 yılında Gelibolu açıklarında gemisi fırtınaya tutularak Türklere esir düşen Palamas da Lapseki, Bursa ve İznik gibi Osmanlı kentlerinde Hıristiyan ile Müslümanların barış içinde yan yana yaşadıkları hakkında mektuplarında çeşitli örnekler vermektedir.[15] Palamas Anadolu topraklarında Selâniklilere hitaben yazdığı mektuplarda “Para hırsı olan ve halka zulmedenlere itidalli olmaları ve halka karşı adil olmaları konusunda öğütler vermektedir. Halkın bölünmesinde rol oynayan önemli faktörler arasında sosyal çekişmelere ve iç savaşlara ilaveten dinsel çatışmalar da bulunmaktadır. Yukarıda söz konusu ettiğimiz Palamas’ın başını çektiği Bizans manastırlarında akis bulan Hescyhast hareketi Doğu mistisizmini, Barlaam’ın öncülük ettiği hareket ise, Eski Çağ felsefesi ile Batı ruhunu savunmaktaydı.
Bu mücadele çok geçmeden İmparatorlukta bir sınıf çatışmasına dönüştü. Trakya, Makedonya ve Tesalya’da hemen hemen yok olma tehlikesi ile karşılaşan köylü zümresi Edirne ve Selânik gibi büyük kentlere göç etmeye başladı. Devrin yazarlarından Palamas, Makrembolites gibi din adamlarının eserlerine yansıyan Selânik’teki halk mücadelesi, belirli bir siyasi ideolojisi bulunan bir halk partisi kimliğindeki Zealot partisini aristokratlar aleyhine galeyana getirmiştir. Zealotlar, 1342 yılında Kantakuzenos taraftarlarını ve şehir valisi Theodoros Synadenos’u kentten kovarak iktidarı ele geçirmişlerdir.[16]
Kantakuzenos taraftarlarına pronoia dağıtmakla görevli mali işlerden sorumlu devlet adamı Makrembolites’in Bizans halkının sosyal farklılıkları ve içinde bulunduğu sefaleti anlatan “Zengin ve Fakirler Arasında Diyalog” adlı eser, devrin sosyal tarihinin en önemli kaynakları arasında bulunmaktadır.[17] Makrembolites yazılarını Bizans’ta iç savaş devam ederken, bir yandan Bizans topraklarında Türk yerleşmelerinin başladığı, diğer yandan Selânik’te Zealot isyanları ve İstanbul surlarının 1343 depreminde yıkıldığı sırada yazmıştır.
Zenginlere karşı fakirleri savunduğu eserinde Türklere karşı tavrı menfi değildir. Türklerin başarılarını, onların manen üstünlükleri ile açıklarken, BizanslIların başlarına gelenleri de, diğer Bizans yazarlarında gördüğümüz gibi, onların işledikleri günahlardan dolayı gerçekleştiği şeklinde açıklamaktadır. Makrembolites, yazılarında Bizanslılardan kötü yaratılışlı, fakirleri aşağılayan ve sayısız günah işleyen kimseler olarak bahsetmektedir. Ona göre, Bizanslıların sosyal adaletsizlik konusunda yaptıkları karşısında Türklerin işledikleri suçlar daha az yerilmeliydi. Cahil barbarlar olarak Türklerin ikonları tahrip ettikleri, tabloları parçaladıklarını Bizanslıların ise, fakirleri istismar ederek Allah’ın yaşayan ikonlarına zarar verdikleri şeklinde sosyal dengesizlikten söz etmektedir.[18]
Meşru İmparator Johannes Palaeologos’u tanıyan Zealot partisinin ileri gelen reisleri Palaeologos hanedanının mensupları idiler. İmparatorluğun ikinci önemli kenti olan Selânik, 1342-1349 tarihleri arasında aristokratların ve büyük kilise mülklerini müsadere eden bu partinin hakimiyetinde kaldı. Kantakuzenos’un 1347’de kesin olarak iktidarı ele geçirmesi bir süre sonra Zealotların ve Selânik’teki hakimiyetlerinin sona ermesini sağladı. Zealot partisinin yönetiminden sonra toplumda aristokrat ve zenginliğin fakir halk aleyhine istismarı daha da hız kazandı. Bu arada V. Johannes Palaeologos ile Johannes Kantakuzenos arasında yeniden patlak veren iç savaş V. Johannes’in galibiyeti ile sona erdiğinde İmparatorluk tamamen dağılma belirtileri gösteriyordu.
Artık Bizans İmparatorluğu’nun parçalanma oluşumu daha da hızlanmış, vergi kaynakları ve savunma gücü ortadan kalkmış, hazine boşalmış, idari mekanizma çözülmüştü. Bizans can çekişirken, Balkanlar’da Osmanlı fetihleri devam ediyordu. Orhan Gazi’nin oğlu Halil’in 1357 yılında İzmit Körfezi’nde Rum korsanlar tarafından esir edilmesi Balkanlar’da Osmanlı yayılmasını durdurmuşsa da, 1359’da Halil’in kurtarılmasından sonra Osmanlı fütuhatı yeniden başlamıştır. 1359 yılında ilk defa olarak İstanbul önünde Osmanlı orduları görünmüş ve Süleyman Bey’in ani ölümünden sonra elden çıkan Çorlu ve Dimetoka Sultan Murad’ın (1362-1389) ilk saltanatı yıllarında yeniden ele geçirilmişti. Lala Şahin Paşa tarafından kısa sürede Trakya’nın önemli kentleri zapt edildi ve İstanbul’un Balkanlar’la olan ulaşımı kesildi. 1363’te Filibe’yi alan Lala Şahin Paşa ilk Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla buraya yerleşti. Edirne Sultan Murad tarafında fethedilerek (1361/69) bir süre sonra başkent ilan edildi.[19] İmparator V. Johannes’in ise Türk fetihlerini onaylamaktan başka çaresi kalmamıştı. 1371 yılında Balkanlar’ın geleceğini tayin eden en önemli savaşlardan biri Meriç kenarında cereyan ediyor, Sırp ve Bulgar ordusu bozguna uğratıldıktan sonra, Bulgaristan Osmanlı egemenliği altına alınıyordu. Bir süre sonra da V. Johannes, Sultan Murad’ın vassalı olarak haraç ödemeyi ve Osmanlı ordusuna hizmet etmeyi kabul etti. Meriç nehri önlerinde cereyan eden bu savaştan sonra Osmanlı egemenliği Makedonya’da kesin olarak yerleşmiş oldu. 1374 yılında bir süre için Selânik de Osmanlı egemenliğine alındı.[20]
Bizans’ta ise, bu arada saltanat kavgaları devam etmektedir. 1373 yılında V. Johannes, Osmanlı ordusunun Anadolu seferine iştirak etmek üzere İstanbul’dan ayrılınca oğlu Andronikos, Osmanlı şehzadesi Savcı ile birleşerek isyan etmişti. Murad, süratle isyanı bastırmayı başardı. Bizans’ta ise, Andronikos ile oğlu Johannes, veliahtlık haklarından mahrum edilerek 1373’te Manuel ortak İmparator ilan edilmişse de, asiler bir süre sonra yeniden iktidar kavgasına başladılar. Bu mücadeleye Bozcaada (Tenedos) üzerinde rekabete girişen Venedik ve Cenova da karıştı. Venedik,
V. Johannes’i; Cenova ise, IV. Andronikos’u destekledi. Kesin sonucu ise, Sultanın iradesi tespit etti. Sultan I. Murad tarafından desteklenen V. Johannes ve II. Manuel 1379 Temmuzu’nda İstanbul’a girdiler ve İmparator ilan edildiler. Bir süre sonra V. Johannes yeniden IV. Andronikos ve bunun oğlu VII. Johannes’i meşru halefleri olarak tanımak zorunda kaldı. 1382 yılında Bizans Devleti hanedan üyeleri tarafından paylaşıldı. V. Johannes İstanbul’da; IV. Andronikos, Marmara Denizi kenarındaki Silivri (Selymbria), Ereğli (Herakleia), Tekirdağ (Rhaidestos) gibi kentlerde; İmparatorun üçüncü oğlu Theodoros da Mora’da hüküm sürüyordu. II. Manuel ise, bu durumu içine sindiremeyerek eski hakimiyet bölgesi olan Selânik’i yeniden ele geçirdi. Palaeologos’lar hanedanı sadece İmparatorun üçüncü oğlunun egemen olduğu Mora’da eski gücünü koruyabilmiştir. Bu arada İstanbul’da İmparator IV. Andronikos ile oğlu V. Johannes arasındaki mücadele yeniden alevlenmiş, bir süre sonra da IV. Andronikos ölmüştür (1385).[21]
Osmanlı yayılması Balkanlar’da devam ederek 1383’te Serez, 1385’te Sofya, 1386’da Niş fethedildi. Selânik ise, dört yıllık kuşatmadan sonra 1387 yılında halkın kendi isteği ile teslim oldu. Manuel’in hocası ve baş mabeyncisi olan Cydones’in 1383-1387 yılları arasında yazmış olduğu 450 mektup da devrin önemli kaynakları arasındadır. 1372 yılında ilk Türk saldırıları zamanında Cydones dışarıdaki düşmandan çok şehirdeki halkın kente zarar verdiğine dikkat çekmiştir. Liderlerinin erdeminin ona tabi olanların hainliği ile yenilgiye uğradığını 1384 yılının sonlarına doğru yazmış olduğu bir mektubunda belirtmiştir. Cydones bir başka mektubunda da bazı Selâniklilerin şehri Türklerden kurtarmaya çalışmanın açıkça Tanrıya savaş açmak anlamına geleceğini söylediklerini kaydetmektedir.[22]
Selânik Başpiskoposu İsidoros ise, halkın içinde bulunduğu durumu “Kendi soydaşlarımıza karşı birçok defa savaştık. Babalar doğayı göz ardı ederek çocuklarına canavarlardan daha kötü davrandılar, kardeşler de kendilerine can veren ortak bağı ve bedeni unuttular. Birbirlerine karşı silahlandılar ve birbirlerini kılıçtan geçirdiler; tüm bu şeytani davranışlar bizim aramızda devam etmekteydi.” şeklinde ifade etmiştir.[23]
Manuel’in 1371’de Osmanlılara karşı kenti savunmak için kilise mülklerinin yarısını müsadere ettiği bilinmektedir. Aynı şekilde 1383’te ve 1390’da Rodos Şövalyelerinden aldığı borcu ödemek için kilisenin servetine başvurmuştu.[24]
Böylece XIV. yüzyılın başından beri bir yandan iç savaşlar diğer yandan dış saldırılar ve sosyal çalkantılar ile karşı karşıya bulunan Selânik halkının içinde bulunduğu durum söz ettiğimiz Bizanslı yazarlar tarafından açık bir şekilde tasvir edilmektedir. Bu nedenle 1383’te Serez’in alınmasından sonra kenti kuşatan Hayrettin Paşa’ya şehir halkı 1387’de kentin kapılarını açmıştır. Manuel ise, kentin düşüşünden bir süre önce Midilli adasına kaçmıştı.
Balkanlar’da Osmanlı ilerleyişi karşısında Sırplar, Bulgarlar ve BosnalIlar aralarında ittifak yaparak Osmanlı ordusunu 1388’de Ploçnik’te yenilgiye uğrattılar. Fakat aynı yıl Sultan Murad, Bulgaristan’a giderek Bulgar çarını itaate zorladı. Sıra Osmanlılara karşı Balkanlar’da en büyük direnmeyi gösteren Sırplara gelmişti. 15 Haziran 1389’da Kosova’da Sırp ve Bosna kuvvetleri ağır yenilgiye uğratılarak Sırp Devleti’ne son verildi. Gerek Türk, gerekse Balkan devletlerinin tarihinde son derece önemli yeri olan bu savaştan sonra Osmanlı egemenliği kesin olarak Balkanlar’da yerleşmiştir. Savaş sırasında bir Sırp soylusu tarafından öldürülen Sultan Murad’ın yerine oğlu I. Bayezid geçti. I. Murad, Balkan devletlerini ve mahalli senyörleri vassal hale getirmiş ve vassal devletlerden oluşan bir İmparatorluk kurmuştur. I. Bayezid ise, ilk defa merkeziyetçi bir İmparatorluk kurmaya girişecek, fakat bu girişimi 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sonuçsuz kalacaktır.[25]
I. Bayezid’in (1389-1402) tahta çıkmasından sonra Bizans üzerinde Osmanlı baskısı daha da arttı. VII. Johannes’in İmparator olmasını sağlayan Sultanın ilk hedefi, Anadolu beyliklerinin ortadan kaldırılması ve İstanbul’un zaptı ile, burasının İslam İmparatorluğu’nun merkezi haline getirilmesiydi.
Bizans’ın durumu ise, gittikçe daha güçleşiyor ve Bizans tahtının anahtarı Sultan’ın elinde bulunuyordu. İmparator VII. Johannes’in saltanatı fazla uzun ömürlü olmadı ve daha önce Midilli’ye kaçmış olan Manuel, darbe ile kendisinin ve babası V. Johannes’in hakimiyetini yeniden sağladı. Babası İstanbul’da hüküm sürerken Manuel vassal sıfatıyla Sultan Bayezid’in yanında, Anadolu’da son Bizans kenti olan Alaşehir’in (Philadelphia) fethine katılıyordu. Manuel 1391’de babasının ölümü haberini alınca, İmparatorluk tahtını VII. Johannes’e kaptırmamak için Bursa’dan kaçarak İstanbul’da tahtı ele geçirdi.
1394’te kendine bağlı bütün vassallerin statülerini sağlamlaştırmak üzere Veroia’ya (Kara Ferya) gelmelerini buyuran Sultan I. Bayezid, aynı yıl İstanbul’u şiddetli bir şekilde kuşatıyor, Tesalya’ya ya hakim olduktan sonra Türk akıncıları Mora’ya kadar uzanıyorlardı.[26]
H. 859 (1454-55) tarihli Tırhala (Tesalya) mufassal Tahrir Defterine göre, Tesalya’da daha I. Murad zamanında Damas, Larissa (Yenişehir), Fenar bölgesi Osmanlı hakimiyetini tanımış ve haraca bağlanmıştı. Tesalya’nın tamamında ise, Osmanlı hakimiyeti Tırhala Tahrir Defteri ve Lavra Manastırındaki Grekçe kayıtlara göre, I. Bayezid zamanında Şubat 1394’ten önce kurulmuştu.[27] Tesalya ovasını ele geçiren Evrenos ve daha sonra Turhan Bey’in gazileri Sperchios Vadisi ve Orta Yunanistan’ın masif dağ kitlesi önünde yarım yüzyıl durakladılar ve sadece Korinth berzahına kadar olan bölgeye akınlarda bulundular.[28]
Balkan yarımadasının kuzeyinde Osmanlı fetihleri süratle devam etti. Bulgar Çarlığı’na kesin olarak son verildikten sonra Dobruca ele geçirildi. Aşağı Tuna bölgesinde egemenlik için Türkler artık Macarlarla karşı karşıya gelmişlerdi. Balkanlar’da Türk tehdidine karşı Macar Kralı Sigismund’un çağrısına başta Fransa olmak üzere, Avrupa ülkelerinin şövalyeleri ve Venedik katıldı. Bu Haçlı İttifakı 25 Eylül 1396 tarihinde Niğbolu’da Osmanlı ordusu tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu savaş, Balkanlar’da Osmanlı egemenliğini pekiştirdiği gibi, aynı zamanda İslam dünyasında da önemli ölçüde prestij kazanılmasını sağladı.
Sultan I. Bayezid’in, Tuna’dan Fırat’a değin uzanan İmparatorluğunu kurması artık an meselesiydi. Sultan, Anadolu’da Karamanoğulları ve Kadı Burhaneddin’in Beyliğini Osmanlılara kattıktan sonra İstanbul üzerindeki baskısını arttırdı. I. Bayezid’in merkezi İmparatorluk kurmak için çabalarına, Anadolu’da İlhanlıların hükümranlık hakları üzerine iddia eden Moğol hükümdarı Timur tarafından son verildi. 28 Temmuz 1402’de Ankara Savaşı’nda Bayezid, Timur’a esir düşüyor ve Osmanlı Devleti bir süre için parçalanarak şehzadelerin taht kavgalarına sahne oluyordu. 1402’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Fetret Dönemi’nin başlaması, Bizans’ın ömrünün bir süre daha uzamasına yaradı. I. Bayezid’in büyük oğlu Süleyman Çelebi, kardeşlerine karşı yaptığı taht mücadelesinde İmparatorun desteğini sağlamak maksadıyla, 1403 yılında Bizans, Sırp Despotu, Venedik, Cenova ve Rodos ile bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşmaya göre; Bizans haraç ödemekten ve vassallik statüsünden kurtuluyor, ayrıca Tesalya, Selânik ve bazı sahil kentlerini de Türklerden geri alıyordu. Süleyman Çelebi’nin kardeşi Musa Çelebi tarafından ortadan kaldırılmasından sonra (1411) Bizans yeniden Türk baskısı ile karşılaştı. Musa Çelebi, Süleyman Çelebi’nin Bizanslılara terk etmiş olduğu Karadeniz sahilindeki kentleri ve Tesalya’yı aldıktan sonra, İstanbul’u ve Selânik’i kuşattı. İmparator Manuel ise, Musa Çelebi’yi bertaraf etmek için Mehmed Çelebi’yi destekleyerek Avrupa’ya geçmesine yardımcı oldu. Mehmed Çelebi, Bizans imparatoru ve Sırp despotunun desteği ile Musa’yı ortadan kaldırmak suretiyle 1413 yılında Osmanlı Devleti’nin birliğini yeniden sağlamayı başardı. Böylece Hıristiyan Devletler, Osmanlı Devleti’nin yeniden canlanmasında farkında olmadan yardımcı olmuşlardır. Artık Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde karşılaştığı en ciddi kriz atlatılmış ve Osmanlı Devleti’nin yeniden güçlenmesi için gerekli şartlar hazırlanmıştı.[29]
I. Mehmed (1413-21) devletin iç huzurunu sağlamaya ve Anadolu’da egemenliğini güçlendirmeye çalıştığından, Bizans İmparatoru ile olan dostluk ilişkilerini sürdürdü. Bizans ile olan barış havası I. Mehmed’den sonra oğlu II. Murad’ın tahta çıkmasına kadar devam etti. 1421 yılında tahta çıkan II. Murad (1421-1451), dedesi Sultan Bayezid’in Bizans’a karşı izlemiş olduğu taarruz politikasına yeniden döndü. 1421’de Manuel ile ortak İmparator olarak ilan edilen VIII. Johannes, II. Murad’a karşı, kendisine Gelibolu’yu terk etmeye razı olan Mustafa Çelebi’yi çıkarttı. Sultan II. Murad, Rumeli’den üzerine yürüyen Mustafa Çelebi’yi yendikten sonra, 2 Haziran-16 Eylül 1422 tarihleri arasında İstanbul’u kuşattı.[30] Bizans, bu defa, II. Murad’a karşı kardeşi Mustafa’yı çıkarttığı için Sultan II. Murad İstanbul kuşatmasını kaldırmak zorunda kaldı. Bu kuşatma hakkında Bizans tarihçisi Kananos ayrıntılı bilgi vermektedir. Sultan, 1423’te kardeşini ve onu destekleyen Batı Anadolu Beyliklerinin isyanını bastırdıktan sonra, dikkatini Balkanlar’ı tehdit eden güçler üzerine çevirdi.
Macarlar, Sultan II. Murad’ın Anadolu ile meşgul olduğu sırada Aşağı Tuna üzerinde nüfuzlarını arttırmaya çalışmışlar; Venedik ise, Selânik’i teslim almak üzere Bizans ile görüşmelere başlamıştı.
1423 ilkbaharında Türk akıncıları Güney Yunanistan’a girdiler ve Mora’ya kadar akınlarda bulunarak Heksamilion surunu tahrip ettiler. Aynı yıl Venedik yönetimine teslim edilmiş olan Selânik kuşatıldı ve yedi yıl sürecek olan Osmanlı-Venedik Savaşı patlak verdi. Bizans ise, yeniden Sultan’a haraç ödemeyi ve 1402’den sonra kurtulmuş olduğu vassalık statüsüne girmeyi kabul ederek Osmanlılarla bir antlaşma yaptı (1424). Son günlerini yaşamakta olan Bizans bu vassallık statüsünden artık kurtulamayacaktı.
Selânik’i İmparator II. Manuel’in oğlu Despot Andronikos’tan bazı şartlarla teslim alan Venedikliler, kentin hukuki durumunu Sultan’a kabul ettirmek için yıllık vergiyi 150 bin daha sonra 300 bin aspraya (akçe) çıkarttılar. Bununla beraber Venedik’in bütün bu pazarlık çabaları bir sonuç vermemiş ve 1423-1430 yılları arasında devam eden Osmanlı-Venedik Savaşı sonucunda Selânik, 1430’da Sultan Murad tarafından fethedilmiştir. Daha sonra İstanbul’un fethinde de görüleceği üzere, Selânik’te Rum-Ortodoks halk, Katolik Venedik egemenliğine karşı Osmanlı yönetimini tercih ettikleri halde, Venedikli yöneticilerin baskısıyla savaşmaya mecbur kalmışlardır. Selânik halkının içinde bulunduğu durum devrin kaynakları, Başpiskopos Simeon’un[31] ve J. Anagnostis’in[32] eserlerinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. 1416-1419 tarihleri arasında Selânik Başpiskoposu olan ve fetihten 6 ay önce ölen Simeon, “Aziz Dimitrios Üzerine Konuşmalar” adlı eserinde büyük sıkıntılar içinde bulunan Selânik halkının çoğunluğunun Despot Andronikos ve kentin ileri gelenlerinin halkın çıkarını gözetmedikleri konusunda şikayet ettikleri ve kenti Türklere teslim etmek istedikleri konusunda bilgi vermektedir. Simeon, halkın içinde bulunduğu sıkıntıyı şöyle ifade etmektedir. “Bu şehir (Selânik) halkı da İstanbullular gibi zor günler geçirmekteydi; Selânikliler aynı olmasa da benzer suçlar ve günahlar işlemekteydiler. İhmaller, ahlaksız işler, kıskançlıklar, en kötüsü de, halk arasındaki bölünmeler, suçlamalar ve küskünlükler; (bunlardan) hangisi suç değildir? Selânikliler birbirlerine kuşku ile bakmaya başlamışlardı. Arhontlar, İmparatorluk sarayına sadık olan halk aleyhinde; halk ise arhontlar aleyhinde konuşuyordu. Bu suçlamalardan dolayı şehir içinde sağlıklı bir ortam yoktu ve İsa’nın “her İmparatorluk kendiliğinden bölünür’ sözü geçerli idi”.[33]
Simeon’un eserinde ayrıca Türklere sığınmayı tercih eden Selânikliler hakkında da bilgi bulunmaktadır. Gerek Simeon’un gerekse Anagnostis’in eserlerinden anlaşılacağı üzere halk Osmanlı, Başpiskopos ve aristokrasi ise, ticari çıkarlarından dolayı Latin yönetimini tercih etmekteydi. Selânikli bir din adamı olan Johannis Anagnostis “Diigisis” adını taşıyan kroniğinde “Selânik, Venedik tahakkümünden çok çekti. Her gün bize şikayetler geliyor ve nasıl ayaklanılacağı konusunda planlar yapılıyordu” demek suretiyle Rum halkın Venedik yönetimine karşı isyan hazırlığı içinde bulunduğunu anlatmaktadır.[34]
Fetihten önce Sultan II. Murad’ın Selâniklileri aman dilemeye davet ederek izlediği barışçı politika hakkında Kronik’te şu bilgiler verilmiştir. “Murad sonradan vuku bulmuş olanlar olmasın ve kenti kötü bir şekilde zapt etmesin diye, biz Selâniklilere ilk önce dostluk gösterilerek iyi sözler söylenmesi gerektiğini düşündü.
Murad, sözleriyle kentin baş eğeceğini ve savaş açmadan teslim olacaklarını umuyordu. Ayrıca, nasıl kurtulacağımız hakkında öğütlerde bulunmak ve Latinlere (Venediklilere) karşı baş kaldırmaya teşvik etmek için bize başka kentlerden Hıristiyanlar yolladı. Fakat elçiler kaleden atılan oklar nedeniyle kente yaklaşamayarak geri döndüler.[35] Kronik yazarı, elçilerin geri dönmesinden sonra, Sultan Murad’ın kente yaklaşır yaklaşmaz hemen saldıracağını sandıklarını, halbuki Sultan’ın böyle davranmadığını söyler ve olayı şu şekilde nakleder. “Sultan bir süre dinlendikten sonra yeniden bize elçiler göndererek özgürlük ve bazı imtiyazlar vaat etti. Ona itaat etmediğimiz taktirde daha kötü şeyler yapacağı tehdidinde bulundu. Murad, daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri yaptıktan sonra, aynı yemin ve şartları içeren mektupları kaleden içeriye oklarla attırdı. Fakat, hiçbir şey elde edemedi. Çünkü içerdeki Selânikliler, Venediklilerden ve onların savunma sırasında yanlarına muhafız olarak yerleştirmiş oldukları eşkıyalardan korktukları için istediklerini yapamıyorlar, yani teslim olamıyorlardı. İşte Sultan Murad, içerdekilerin itaatsizliğinden ve direnmesinden değil, bu nedenle savaşa başlamaya mecbur oldu” demektedir.[36]
Kronik yazarı Anagnostis’in verdiği bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, Sultan II. Murad, oldukça kuvvetli Türk taraftarının bulunduğu Selânik’i fethetmeden önce kenti barış yoluyla ele geçirebilmek için çok çaba sarf etmiştir. Ancak teslim olunmaması üzerine, dört gün süren kuşatmadan sonra 29 Mart 1430’de Selânik ele geçirilmiş, İslam hukukuna göre halk tutsak, toprak ve emlak ise devlet malı sayılmıştır. Bir süre sonra da Vardar Yenice’sinden gelen 1000 kadar Türk Selânik’te yerleştirilerek Osmanlı fetih yöntemlerinin gereği olarak bilinçli bir iskan politikası da izlenmiştir.[37]
Selânik’in zaptından yedi ay sonra Yanya halkı, savaş açmadan önce Sultan’ın aman dilemeleri çağrısına uymuşlar ve barış yoluyla Osmanlı egemenliğini kabul etmişlerdir. Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa’nın Yanya halkına aman dilemeleri için gönderdiği Grekçe mektup, Osmanlıların gayrimüslimlere tanıdıkları imtiyazları gösteren en eski belge olması bakımından önemlidir. Bu amannamede Sinan Paşa, kent halkına teslim oldukları takdirde çocuklarının esir edilmeyeceğini, mallarına mülklerine dokunulmayacağı ve dini inançlarında serbest olacakları konusunda güvence vermektedir. Bu nameyi alan Yanyalılar kentin anahtarını Sultan Murad’a teslim etmişlerdir.[38]
Son dönem Bizans tarihinin en seçkin simalarından olan İmparator II. Manuel, 1425’te ölünce, ortak İmparator olarak oğlu VIII. Johannes (1425-48) tek başına tahta geçti. Parçalanmış ve artık tamamen gücünü yitirmiş olan Bizans’ın tek başarı elde ettiği yer Theodoros, Konstantin ve Thomas adındaki üç kardeş İmparator tarafından idare edilen Mora yarımadasıydı. Burada uzun süredir Greklerle Latinler arasındaki mücadele Greklerin zaferi ile sonuçlanmıştı. Ayrıca, Mora’da Mistra[39] sarayı, onuncu yüzyılda olduğu gibi, Palaeologos’lar döneminde klasik geleneklerin canlandırdığı fikir ve sanat hareketlerinin de merkezi olmuştur.
İmparator VIII. Johannes, her gün daha artan Türk tehlikesine ve baskınına karşı Bizans’ı kurtarmak için yeniden Batının desteğini aramaya çalıştı. Bu nedenle Union’u sağlamak ve Katolik Hıristiyan devletlerden yardım elde temek için 1437’de Avrupa’ya gitti.
Ferrara ve daha sonra Floransa da yapılan görüşmelerden sonra Union, 6 Temmuz 1439’da Floransa katedralinde Latince ve Grekçe olarak ilan edildi.[40]
Floransa’da Kiliselerin birliği kararının alınması öteden beri Roma doğmasına ve Latinlere karşı olan Bizans’ın Ortodoks-Rum halkının isyanına sebep oldu. Floransa konsili aynı zamanda Ortodoks Slav halkının büyük tepkisine yol açtığından Ruslar metropolitlerini kendileri seçmeye başladılar.
Osmanlılar, 1434’ten sonra Balkanlar’daki ilerleyişlerini hızlandırdılar. Sultan II. Murad’ın, Tuna’nın Güneyini kontrol altında tutması için Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’ı egemenliği altına almak isteyen Macarlarla, Mora ve Arnavutluk’u egemenliği altına almak isteyen Venedik ile çatışması zorunluydu. 1439’da Sırp Despotluğu’nun Osmanlı egemenliğine geçmesine rağmen, 1441-1442’de Hunyadi Transilvanya’ya girdi ve ertesi yıl Macar ordusu Tuna’yı geçerek Balkan dağlarına kadar ilerledi. Sultan Murad’ın 1444’te[41] Macarlar ile Segedin’de yaptığı antlaşma, Balkanlar’da Osmanlı egemenliğini oldukça sınırlamıştır. Bu antlaşmaya göre Sırp Despotluğu yeniden kuruluyor, Eflak beyinin tâbiiyet bağları gevşetiliyordu. Macaristan ise, Bulgaristan üzerindeki iddialarından vazgeçmeyi taahhüt ediyordu.
Bu antlaşmadan ve Sultan II. Murad’ın oğlu II. Mehmed lehine tahttan çekilmesinden cesaret alan Haçlılar, Osmanlıları Balkanlar’dan atmak maksadıyla yeni bir sefer düzenlediler. Macar ve Eflak ordusu Tuna’yı geçti; Venedik donanması ise, Boğazları tuttu. Bu arada Sultan I. Bayezid’in torunu olan Orhan isyan çıkartmak üzere Bizans tarafından serbest bırakılmış, Sarayda Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Rumeli Beylerbeyi Şehabeddin ve Zağanos Paşa arasında iktidar üzerinde hakimiyet için çekişme başlamıştı. Babasının çekilmesi üzerine tahta oniki yaşında çıkan II. Mehmed’in bu olayların üstesinden gelmesi beklenemezdi. Bu nedenle II. Murad, tekrar ordusunun başına geçti ve Haçlı kuvvetlerini 10 Kasım 1444’te Varna’da bozguna uğrattı. Bu savaş artık Bizans’ın ve Balkanlar’ın kaderini belirlemişti. 1446’da tahta yeniden Sultan II. Murad, aynı yıl Atina Dükalığını ele geçirdikten sonra Mora Prensliği’ni de vergiye bağladı. II. Murad, diğer taraftan Akça-Hisar Subaşısı İskender Bey ve Hunyadi ile mücadelesine devam ederek 1448’de Kosova’da Macar kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlı egemenliği Balkanlar’da kesin olarak yerleşmiş oluyordu. II. Murad’ın ölümü üzerine 18 Şubat 1451’de II. Mehmed tahta ikinci defa geçtiğinde ilk hedef artık Bizans başkentinin zaptı olmuştu.
Bizans’ta 1448’de VIII. Johannes arkasında çocuk bırakmadan ölünce yerine 1449’da Mora’da İmparator olarak taç giyen XI. Konstantin Palaeologos geçti. İmparator Konstantin de kardeşi gibi Türklere karşı Batı’nın yardımını sağlamak amacıyla Union ilan ederek 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Roma usulüne göre ayin yaptı. Bu durum İstanbul halkının yeniden büyük tepkisine ve isyanına neden oldu. Öteden beri, Latinlere kin besleyen ve aralarında uzlaşmaz dinsel ayrılıklar olan Ortodoks Rum halkı, Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ettiklerini söylüyorlardı. Bizans’ın başkenti artık son anlarını yaşamaktaydı. İstanbul daha önce de Yıldırım Bayezid, Musa Çelebi ve II. Murad tarafından kuşatılmış fakat alınamamıştı. II. Mehmed için İstanbul’un fethi hem ilk tahta çıktığı zaman (1444-1446) karşılaşmış olduğu iktidar bunalımını çözerek kesin olarak iktidarını sağlamlaştırmasını, hem de iki yakadaki toprakların birleşmesi suretiyle İmparatorluğun kesin olarak kurulmasını sağlayacaktı.[42]
II. Mehmed, bir yıl kadar yoğun bir şekilde fetih için hazırlıklarda bulundu ve önce, Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. Ağustos 1452’de tamamlanan bu hisar sayesinde, İstanbul’un Karadeniz iaşesi merkezleri ile bağlantısı kesilmiş, Anadolu ve Rumeli arasındaki orduların geçiş güvenliği sağlanmıştı. Ayrıca, Bizans’a yardım gönderebilecek Macaristan ve Venedik gibi devletlerle de eski antlaşmalar yenilendi. Kuşatma, 6 Nisan 29 Mayıs tarihleri arasında 54 gün sürmüştür. 20 Nisan’da Bizans ve Ceneviz gemilerinin Türk gemilerini Haliç’e girmesi üzerine ertesi gün Sultan II. Mehmed üstün bir taktikle Osmanlı donanmasının Galata sırtlarından Haliç’e indirilmesi emrini verdi. Böylece, İstanbul hem karadan hem de Haliç’ten bombardımana maruz kaldı. Osmanlı topçuları yedi haftalık kuşatma süresince kentin surlarında büyük gedikler açtılar. Kuşatma sırasında büyük topların kullanılması Ortaçağ Avrupa’sının en kuvvetli suru olan İstanbul’un surlarının yıkılmasında büyük rol oynamıştır. Nitekim asıl ordu Topkapı ile Yalıkapısı arasında açılan gediklerden kente girdi. O zamanın en modern silahları ile donatılmış Osmanlı ordusu karşısında Bizans, Batı’dan beklediği yardımın pek azını alarak kendi imkanları ile savaşmak zorunda kalmıştır. 8-9 bin kişi olan Bizans’ın savunma gücünün 2-3 binini Latinler oluşturuyordu. Kentteki Rum-Latin anlaşmazlığı savunma sırasında da ortaya çıkmış, diğer pek çok Bizans kentinde olduğu gibi, Ortodoks-Rum halk Doğu ticaretinin aksayacağı korkusu duyan Latinler tarafından direnmeye zorlanmışlardır.
Haçlı ordusunun İstanbul’a yaklaştığı söylentisi üzerine, Paşaların bir kısmının kuşatmayı kaldırma eğilimine rağmen, II. Mehmed, Zağanos Paşa’nın da teşviki ile 26/27 Mayıs tarihlerinde kentte kesin hücum emrini verdi. İslam Hukuku’na göre yapılan teslim çağrısına uyulmaması üzerine, 29 Mayıs Salı günü kent, üç taraftan sarılmak suretiyle zapt edildi. Kuşatma sırasında Latin kuvvetlerinin kumandanı Giustiniani’nin ağır yaralanması da halk arasında panik yaratmıştı. İmparator XI. Konstantin Palaeologos ise, kenti savunurken çatışma sırasında ölmüştür. Fethin ilk günü kente giren Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’ya giderek burayı camiye çevirdikten sonra İstanbul’u da başkent olarak ilan etti. Sultan, ayrıca, ilk gün savaş yoluyla alınan kentte, yağmanın durdurulması emrini verdikten sonra kentin yeniden iskanı ve onarılması kararını aldı.[43] Böylece 11 Mayıs 330’da İstanbul’un Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan edilmesiyle başlayan Bizans İmparatorluğu, başkentin 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesiyle son buluyordu.
XI. yüzyılda Malazgirt’te önemli bir darbe almış olan Bizans, 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferi’nden sonra tamamen parçalanma sürecine girmiş bulunuyordu.
İstanbul düştüğünde İmparatorluk nüfusu elli bine inmiş, ticareti Venedik ve Cenevizlilerin eline geçmiş, toprakları İstanbul dışında Mora, Ege Deniz’indeki birkaç adadan ibaret kalmıştı.
İmparatorluğun son kalıntıları olan Mora (1460) ve Trabzon (1461) ise, kısa bir süre sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Bizans, yaşamı boyunca Ortodoksluğun lideri sıfatıyla bu dini Slavlar arasında yaymış ve Balkan devletlerinin oluşmasında ve idari teşkilatlarında önemli rol oynamıştır. Yüzyıllar boyunca Grek kültürünü ve Roma hukukunu bünyesinde koruyan Bizans, antik mirasın Batı’ya aktarılmasını sağlayarak dünya tarihindeki misyonunu tamamlamış oluyordu. Bizans’ın yaşamı, İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle noktalanırken, Anadolu tamamıyla bir Türk yurdu haline geliyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemi tamamlanıyordu.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 122-132
Dipnotlar :