I. Giriş
Osmanlı Devleti’nde kadının hukuki ve buna bağlı olarak toplumsal statüsünü ortaya koyabilmek için mutlaka incelenmesi gereken alanlardan birisi de aile hukukudur.[1] Osmanlı’nın şer’i ve örfi hukuktan oluşan iki kanatlı hukuk sistemi içerisinde aile hukuku alanında ağırlıklı olarak İslâm hukuku kuralları geçerli olmuştur. Devletin resmi mezhebi hanefi mezhebi olduğu için de genellikle problemler hanefi içtihatlarına göre çözümlenmiştir. Aile hukukunda son derece cesaretli bir adım olan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nde diğer üç hukuki mezhebin (Maliki, Şafii, Hanbeli) görüşlerinden istifade edilmekle birlikte İslâm hukukuna aykırı bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla beraber özellikle Ortaylı’nın konu ile ilgili önemli bir tesbitte bulunduğu görülmektedir. Ortaylı aile hukuku konusunda önemli orijinal kaynaklardan olan şer’iyye sicilleri incelenmeden mevcut olmayan bir Osmanlı Aile Hukuku çizildiği ve sadece büyük şehirlerdeki sicillere bakılarak Osmanlı’da genellikle İslâm hukuku hükümlerinin uygulandığı hükmüne varıldığı görüşündedir. Oysa yazara göre Osmanlı’da aile ve evlilik İslâm’ın hüküm, kural ve içtihatları dışında önemli ölçüde eski gelenekleri de izlemektedir.[2] Osmanlı kadısı da ısrarlı bir şekilde kanunun tatbikini zorlamak yerine gelenek ve şeriat arasında aşırı bir zıddiyet yoksa uzlaşmayı tercih etmiştir.
Bilindiği üzere evlenme ve boşanma, Osmanlı Aile Hukuku’nun iki büyük parçasını oluşturmaktadır. Bu konulardaki bazı hukuki düzenlemeler üzerinde de önemli tartışmalar yapılagelmiştir. Özellikle evlenmede kadının rızası, evlenme ehliyeti, taaddüt-ü zevcat (çok kadınla evlilik), evlilik birliği içerisinde kocanın karısı üzerinde sahip olduğu haklar, boşanma hakkının ağırlıklı olarak kocaya tanınması gibi düzenlemeler kadının hukuki statüsünün belirlenmesi açısından büyük önem arzetmektedir. Hatta bazı yazarlar aile hukukunun yanı sıra diğer hukuk branşlarında kadınlarla ilgili düzenlemeleri de göz önünde bulundurarak Osmanlı’da kadınların ikinci sınıf vatandaş statüsünde olduğunu ileri sürmüşlerdir.[3]
Meşrutiyet dönemi ile birlikte kadın, toplumda ve kamusal alanda daha fazla görünür olmuş, kurulan kadın dernekleri yayımlanan gazete ve dergiler yoluyla kendini ifade etmek imkânına kavuşmuştur. Kadının ilerleyen toplumsal statüsüne uyumlu bir hukuki statü yaratmak amacıyla yapılan çalışmalar sonucunda ortaya 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi çıkmıştır. Böylelikle evlenme ve boşanmada kadın açısından daha esnek ve çağa uygun düzenlemeler yapmak imkânı doğmuştur.
II. Evlenme
Nikah akdinde konumuz açısından önemli olan noktalar evlenmede kadının rızası ve evlenme ehliyeti, taaddüt-ü zevcat (çok kadınla evlilik) ve evlilik birliği içerisinde kocanın karısı üzerinde sahip olduğu haklardır. Bu konuların düzenleniş biçimi kadının aile hukukundaki statüsünü yakından etkilemektedir.
- Evlenme Ehliyeti ve Rıza
İslâm hukukçuları, evlenme ehliyetine sahip olan; yani âkil ve baliğ olup kendi başına bu akdi yapabilecek durumda olan bir kızın, nikahta mutlaka rızasının alınması gerektiği konusunda ittifak halindedirler. Hanefi Mezhebi’ne göre akıllı ve buluğa ermiş olan bir kız velisi tarafından cebren yani rızası hilafına evlendirilemez.[4] Bu kurala Osmanlı Devleti’nde de uyulduğunu, ihlâli durumunda şikayet olursa kadının nikâhı feshettiğini görmekteyiz. Hatta nikâh akdinden önce nişanlılık aşamasında bile mahkemeler bu yöndeki şikayetleri dikkate almışlardır.[5]
Nikah akdi ile ilgili olarak karşımıza çıkan bir diğer önemli mesele evlenme ehliyetine sahip olan kadının velisinin izni olmadan tek başına nikah aktedip, aktedemiyeceğidir. Hanefi hukukçulardan Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre erkek olsun, kadın olsun temyiz gücüne sahip ve ergenlik çağına gelmiş herkes aile hukuku bakımından tam ehliyetlidir ve velisinin rızası olmadan evlenebilir.[6] Hanefi hukukçulardan İmam Muhammed ise buluğa ermiş olan kızların rızalarına ilaveten velilerin rızalarını da şart koşmuştur.[7] Osmanlı Devleti’nde 951/1544 yılına kadar Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un görüşü en sahih görüş olarak kabul edilerek uygulanmıştır. Kadınların kendi irade beyanlarıyla veya bizzat nikah merasimine katılarak veya vekil vasıtasıyla kendilerini temsil ettirerek velilerinin rızası aranmaksızın evlenebilmişlerdir.[8] Bu konuya ait şer’iyye sicillerinde birçok örnek bulunmaktadır. 1544 tarihinden itibaren ise padişahın emriyle İmam Muhammed’e ait olan ve bu durumdaki kadınların ancak velilerinin izniyle evlenebileceklerini söyleyen içtihad uygulamaya konmuştur.[9] Bu tarihten sonra kadılar, veli izinsiz nikah kıymamışlar ve bu nikahların gayrı sahih olduğuna hükmetmişlerdir. Kanuni devrinde bu görüş tam anlamıyla uygulanmış, kadılar hem veli izinsiz nikahları kıymamışlar, hem de veli izinsiz nikahların feshine hükmetmişlerdir. Mahallin imamına yazılan izinnâme örneklerinde de veli izninin arandığı açıkça görülmektedir.[10] Bununla birlikte kadıların veli izinsiz olarak kıyılmış nikahların feshine imparatorluğun sonuna kadar hükmettikleri de söylenemez. Kanuni devrinden itibaren belli bir müddet, veli izinsiz nikahların feshine hükmedilmişse de daha sonraları böyle nikahların feshine hükmedilmediğini, dolayısıyla Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un görüşüne kısmen dönüldüğünü gösteren işaretler vardır. Veli izinsiz aktedilen nikahlarda velilerin fesih taleplerinin mahkemeler tarafından reddedildiği görülmektedir. Bu bilgiler bize şunu göstermektedir: Kadılar XX. yüzyıla kadar nikahta velilerin iznini aramışlar, fakat bu izin olmadan aktedilen nikahların feshine muhtemelen XVI. yüzyıldan sonra hükmetmemişlerdir.[11] Ayrıca velilerin sebepsiz yere ergen kızlarının ve dul kadınların evlenmelerine izin vermemesi durumunda bu kadın ve kızlar kadı izni ile evlenebilmişlerdir.[12] 1914 yılında önce ceza kanunda yapılan kısmî değişiklikle ardında da 1917 Hukuk-ı Aile Kararnamesi’yle tekrar Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un görüşüne geri dönülmüştür.[13]
İslâm hukuku nikahta taraflar için bir yaş sınırlaması getirmemiştir. Şer’i hukuka göre hangi yaşta olursa olsun çocuklar velileri tarafından evlendirilebilirler, çünkü evlenme için mümeyyiz ve baliğ olma şartı yoktur.[14] Evlenme ehliyetine sahip olmayan kişiler üzerinde (küçükler, akıl hastaları) velilerin kullandığı velayet hakkı “velayet-i icbar” olarak nitelendirilir.[15] Hanefi Mezhebi dışındaki mezhepler, baba ve dede gibi çok dar bir zümreye bu hakkı tanımışken, Hanefi Mezhebi, çok sayıda akrabaya zorlayıcı velâyet yetkisini vermiştir.[16] Ancak bu anlayışın uygulamada yarattığı sakıncaları ortadan kaldırabilmek için de “hıyâr’ül buluğ” müessesesini kabul etmiştir.[17] XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde mahkemelerde kadıların temel başvuru kitabı olan Mülteka’ya göre “Ebu Hanife ve İmam Muhammed’in görüşleri doğrultusunda evlendiren veli, baba veya dededen başkası olursa küçük kız ve oğlan ergenlik çağına girince, isterlerse nikahı bozabilirler (feshettirirler). Ama babası ve dedesi tarafından evlendirilmiş iseler, nikahı bozma hakları yoktur.[18]
Osmanlı uygulamasında da velileri tarafından küçük yaşta evlendirilen kız çocuklarına rastlanmaktadır.[19] Bu küçük kızların bir kısmı yaşıtları erkek çocuklarla evlendirildikleri gibi çok sık rastlanmasa da gelir elde etmek amacıyla bazen yaşlı erkeklere de nikahlamışlardır. Bursa Şer’iyye Sicilleri’ne göre 5 yaşında evlendirilen kız çocukları vardır.[20] Fakat yine belgelerden anlaşıldığına göre küçük yaşta evlendirilen kızlar gerekli fiziki olgunluğa erişinceye kadar babalarının evlerinde kalmaya devam etmekte ve evlilik fiilen başlamamaktadır. Kadı yeterli fiziki olgunlukta bulunmayan çocukları velilerinden alıp kendi evlerine götürmek isteyen kocaların isteklerini kadı, cüsseleri yeterli olmadığı gerekçesiyle reddetmiş ve çocukların fiziki olgunluğa erişinceye kadar velilerin evinde kalmasına hükmetmiştir.[21]
Hıyar’ül bulüğ yetkisine dayanarak evliliğini feshettirmek isteyen kadınların sayısının çok fazla olmadığı anlaşılmaktadır. Örneğin Bursa Şer’iye Sicilleri’ne göre bu konuda iki örnek vardır. Bunlardan biri annesi, diğeri kadının tayin ettiği veli tarafından evlendirilen kadınlardır ve kendi istekleri ile nikahları feshedilmiştir.[22]
- Taaddüt-ü Zevcat (Çok Kadınla Evlilik)
İslâm hukukunda ve Osmanlı uygulamasında kadının statüsünü yakından etkileyen uygulamalardan birisi de taaddüt-ü zevcat yani çok kadınla evliliktir. Konu ile ilgili ayette “Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız size helal olan kadınlardan ikişer üçer dörder alın. Yahud ellerinizin altında bulunan cariyelerle yetinin, işte bu haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur”[23] denilmektedir. Yine Nisa Suresi’nin 129. Ayetinde “Tutkunluk derecesinde isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Öyle ise birine tamamen yönelip ötekini askıda bırakmayın. Barışı esas alıp sakınırsanız Allah çok affedici; çok merhametli olacaktır”, şeklinde konuya açıklama getirilmiştir.
İlk ayetinde ortaya koyduğu üzere Kur’ân-ı Kerim’de çok eşlilikten ergenlik çağına ulaşmış olduğu halde vasilerince sahip oldukları mal-mülk kendilerine verilmeyen yetim kızlar bağlamında bahsedilmektedir. Öte yandan dört kadınla evlenmek bir emir değil, icazet şeklindedir ve bu icazet “adalet” şartına bağlanmaktadır. Aynı surenin 129. ayetinde de kadınlar arasında adaleti sağlamanın mümkün olmadığı belirtilmektedir. Modernist İslâm hukukçuları konuya adalet açısından yaklaşarak Kur’an’da tercih edilen evlilik şeklinin tek kadınla evlilik olduğunu savunurlarken, bir kısım İslâm hukukçusu ise adalet konusundan hareketle çok kadınla evliliğe karşı çıkılamayacağı görüşündedirler.[24]
Osmanlı Devleti’nde taaddüt-ü zevcatla ilgili birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların sonuçlarına bakıldığında çok eşlilik örnekleri görülmekle birlikte sayılarının son derece sınırlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin Gerber’in XVIII. yüzyılda Bursa Şer’iyye Sicilleri’nde yaptığı çalışmalara göre (tereke paylaşımlarına bakarak) 2.000 örnekten sadece 20’sinde erkeklerin iki veya daha fazla eşleri vardır.[25] Bir başka araştırmaya göre XVI. yüzyıl Bursası’nda 939 erkekten iki kadınla 22 kişi (%2), üç kadınla 2 kişi (%0,2) evli iken, dört kadınla birden evli bulunan kimse yoktur. Tanzimat döneminde Bursa ve civarında birden fazla kadınla evlilik yapanların oranı da önceki dönemlerden pek farklı değildir. İnceleme konusu yapılan 361 erkekten, 353’ü tek (%97,8), 7’si 2 (0,5) bir tanesi de 4 (%0,3) kadınla evlidir. Üç kadınla evli kimse bulunmamaktadır. Toplam poligami oranı ise %2,2’dir.[26] Barkan’ın Edirne şehrinde XVI-XVII. yüzyıllar için yapmış olduğu araştırmada ise bu oran %7’dir. Ayrıca Ankara ve Kayseri şehirleri için XVIII. yüzyıl başlarında yapılan iki ayrı çalışmada bu oran %9 ve %12 olarak tespit edilmiştir.[27]
Araştırma sonuçları, bir başka ilgi çekici noktayı daha ortaya koymaktadır. Bu da yönetici sınıf arasında çok kadınla evliliğe daha sıklıkla rastlanmasıdır. Örneğin Köprülü Mehmet Paşa’nın dört hanımı ve sayısı belirtilmeyen cariyeleri vardır.[28] Başka örneklerin de incelenmesi sonucunda görülmektedir ki yönetici sınıf üyeleri mevki ve rütbelerinin derecelerine göre, büyük servetlerinin tanıdığı imkânlar çerçevesinde konakları içinde birden fazla eşleri ve cariyeleri ile saray hayatını taklit etmeye çalışmışlardır.[29] Buna karşılık geliri sınırlı olan halk tabakaları ve köylerde taaddüt-ü zevcat oranı son derece düşüktür. Örneğin köylerde birden fazla eşle evli olanların oranı %0,3’dür. Bunların da hepsi iki kadınla evli olup, üç ya da daha fazla kadınla evli olan erkeğe rastlanmamaktadır.[30]
İstanbul’da İsveç elçiliğinde uzun süren çalışan D’Ohsson da “İslâm hukuku kurallarının elverişli ve kadınlar için huzur kaçırıcı olmasına rağmen, çok karılı evlilik sanıldığı kadar yaygın değildir” demektedir. Konuyu yakından incelemek imkânına sahip olan D’Ohsson’a göre “Pek az Müslümanın iki karısı vardır. Dörde kadar evlenen zenginlere ise çok seyrek rastlanır. Bütün kadınlara birden bakma güçlüğü, ev huzurunu bozma endişesi, hepsini birden geçindirmenin zorluğu ve nihayet ana- babaların, evli erkeklere kız verme konusunda titiz davranmaları, şer’an caiz olmasına rağmen çok karılı hayatı önler. Çok defa erkek, ancak evli kaldıkları müddetçe, eşinin üzerine evlenmemek şartıyla kız alabilir. Çok karılı olanlar, karılarını bir arada oturmaya asla mecbur edemezler. Fazlaca varlıklı olmayan vatandaşların ise asla birden fazla karısı olamaz.[31]
Çok kadınla evliliğin yaygınlaşmasını önleyen faktörlerden birisi de kadınların evli erkeklerle evlenmeyi reddetmeleridir.
Örneğin 1631’de Harput Kasabası’nın Piran Karyesi’nden Hasan bt. Molla Hüseyin’in kızı Şâhiye, nişanlısı Hasan b. Cafer’in başka bir hanımı bulunduğu için “Bir avreti dahi vardır, kuma üzerine varmazam” diyerek nişanlısının nikah isteğini geri çevirmiştir.[32] Bir başka örnekte ise Fatma, evli olan Mevlüd’le babasının zorlamalarına rağmen evlenmeyeceğini söylemektedir: “Babam mezbur eteğimi çalıya bend etmiştir. Ben başıma vekilim. Mezbur Mevlüd’e varmazam”.[33]
- Evliliğin Şahsi Hükümleri
İslâm hukukunda evliliğin hükümleri yani kadın ve erkeğin karşılıklı hak ve yükümlülükleri incelendiği zaman hiyerarşik olarak erkeğe bir üstünlük tanındığı görülmektedir. Bu konudaki temel kaynaklardan birincisi Nisa Suresi’nin 34. ayetidir. Bu ayet mealen şöyledir: “Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır. Çünkü erkekler mallarından kadınlar için harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar: Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinizden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin/onları dövün. Bunun üzerine size itaat ederlerse artık onlar üzerine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir…” Bu ayet kocaya ailenin reisliği pozisyonunu sağlamaktaysa da birçok yazarın belirttiği gibi kocaya karısını dövme hakkını vermemektedir.[34] Kadının kural ve ölçü dışı davranış ve sözlerinin ağırlık derecesine göre erkeğe karşılık verme yetkisi tanınmıştır. Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken birkaç nokta vardır. Herşeyden önce ayette geçen ve geleneksel kabulde “dövmek” anlamında tercüme edilen “darp” kelimesinin Arapçada yirmiye yakın anlamı vardır. Yani kelimenin tek anlamı dövmek değildir. Öte yandan bu müeyyidenin kadının hangi davranışlarına karşı uygulanabileceği de önemlidir. Yine geleneksel kabul ayette geçen “nüşuz” kelimesini “huysuzlık, geçimsizlik, dikbaşlılık” olarak ele almaktadır. Bu durumların birisi söz konusu olduğunda da kocanın karısına vurabileceği kabul edilmektedir. Öztürk ise kelimenin “kadının kocasına kin tutması, ona saygıdan uzaklaşarak isyan etmesi, başkasına göz koyması şeklinde tercüme edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Hz. Peygamber’in sünneti de bu durumu teyyid eder niteliktedir.[35] Hz. Peygamber, hayatı boyunca zina iftirasına maruz kalan, eşi de dahil olmak üzere hiçbir hanımına el kaldırmamıştır. Kısacası Nisa 34. ayette kadının dövülmesini emreden bir beyan yoktur. Sadece kadının sadakatsizlik ve iffetsizlik kuşkusu yaratması durumunda üçlü bir tedbir getirmektedir: Öğüt vermek, yatakta yalnız bırakarak dikkate davet etmek, daha etkili bir uyarı için olay açıklık kazanıncaya kadar evden uzaklaştırıp, başka yerde ikamete mecbur etmek.[36] Osmanlı Devleti’nde erkeklerin eşlerini haksız yere dövmeleri, hakaret etmeleri ve eve hapsetmeleri gibi örneklere az da olsa rastlanmaktadır.[37] Böyle durumlarda mahkemenin kadınlara arka çıktığı, hanımlarının haklarına riayet etmelerine dair kocalara tenbihatta bulunduğu gözlenmektedir. Hatta kocalarından kötü muamele gördüklerini delillendiremeyen kadınların iddiaları dahi ciddi bir biçimde incelenmiş ve kendilerine gerekli destek verilmiştir. Nitekim nafakasını temin etmediği gibi kendisini haksız yere dövüp, söven kocasından şikayet eden Hacılar Mahallesi sakinlerinden Fatma Hatun mahkemeye verdiği dilekçesini şahidlerle teyid edememesine rağmen, eşine gerekli uyarı gelmiştir.[38] Osmanlı uygulamasında dikkati çeken nokta, kadınların dövülmesi ile ilgili az sayıdaki belgelerin (mahkemeye yansıyan dövme olaylarının) hiçbirinde ayet-i kerimedeki söz konusu izne dayanarak kocalar mahkemede mazur görülmemiş, tekrarlanmayacağına dair kefil göstermek suretiyle teminat alınmış ya da tazir cezası verilmiştir.[39]
Bunun dışında İslâm hukukçuları fıkıh kitaplarında erkeğin kadına karşı sahip oldukları hakları şu başlıklar altında sıralamışlardır:
- Kadın kocasının evlilik hukuku ile ilgili makul ve meşru emir ve isteklerini kabul etmeli ve ona itaat etmelidir.
- Müşterek ikâmetgâhı belirlemek hakkı kocaya aittir ve kadın bu ikâmetgahta oturmak zorundadır. Yalnız kocanın karısını müşterek ikâmetgahta oturmaya zorlayabilmesi için birtakım şartların yerine gelmesi gerekir. Koca karısını akrabaları (anne-baba vb.) ile ve başka eşleri varsa bunlarla birlikte oturmaya zorlayamaz. Seçilen ikâmetgahın sağlık şartlarına uygun olmaması ve gerekli eşyaların bulunmaması, kötü kimselerle komşu olması gibi durumlarda kadın müşterek ikâmetgahı terkedebilir.[40]
- Koca, karısının evden çıkışını kontrol edebilir. Hanefi Mezhebi’ne göre koca karısının haftada bir kez anne-babasını, yılda bir kere de kendisiyle evlenmeleri yasak olan hısımlarını ziyaret etmesine mani olamaz. Ayrıca koca, karısının herhangi bir meslek ya da sanatla uğraşmasını yasaklayabilir.[41]
- Koca karısının eve ziyaretçi kabulünü de yasaklayabilir. Müşterek ikâmetgâhı koca belirlediği ve masraflarını karşıladığı için kadın onun izni olmadan eve ziyaretçi kabul edemez. Ancak bazı İslâm hukukçuları anne-babanın haftada bir kere diğer yakın hısımların ise yılda bir kere ziyaretleri yasaklanamaz görüşündedirler.
Yukarıda açıkladığımız hususların Osmanlı Devleti’nde de geçerli olduğunu Osmanlı şeyhülislâmlarının fetvalarından ve şer’iyye sicillerindeki kayıtlardan tesbit etmek mümkündür.[42] Yalnız, Lady Montaqu’nun mektuplarına bakılırsa XVIII. yüzyılda Osmanlı kadını evden dışarı çıkma konusunda kocasının sıkı iznine tabi değildir.[43]
- Evliliğin Mali Hükümleri
İslâm hukukunda evliliğin mali hükümleri konumuz açısından büyük bir önem arzetmektedir. Şer’i hukuka göre kadın mülkiyet hakkına sahiptir ve eğer tam eda ehliyeti varsa (mümeyyiz, baliğ, reşit) kimsenin rızasına ihtiyaç olmaksızın malları üzerinde ivazlı-ivazsız her türlü tasarrufta bulunabilir. Evlenme, kadının eda (fiil) ehliyeti üzerinde hiçbir değişiklik yapmaz. İslâm hukuku, eşler arasında tam bir mal ayrılığı rejimi kabul etmiştir. Karı, kocasının rızasını almadan kendi malları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Kadının hiçbir hukuki muamelesine, kocanın şu ya da bu şekilde karışmak, engel olmak hakkı yoktur. Kadın, mallarını bizzat idare edebileceği gibi, bu işi kocasından başka bir şahsa da bırakabilir.[44] Yine bu mal varlıklarıyla kadınlar kocalarının rızalarını almadan serbestçe vakıflar kurabilirler.[45]
Mal ayrılığı rejimi çerçevesinde kocanın karıya verdiği mehir de kadının mal varlığına dahil olur ve ne koca ne de baba mehirde hak iddia edemezler. Nikah akdi esnasında mehirden hiç bahsedilmese ya da koca mehir veremeyeceğini söylese bile kadın mehre hak kazanır. Genellikle mehrin bir kısmı “mehr-i muaccel” adıyla nişan gerçekleşince veya evlenme akdi yapılırken kadına verilir. Mehrin geriye kalan ve “mehr-i müeccel” denilen kısmı ise evlilik ölüm ya da boşanmayla sona erdiği zaman kadına ödenir. Kadının mehir hakkı öylesine önemlidir ki koca öldüğünde terekeden, öncelikle kadının mehr-i müecceli verilir, daha sonra mirasçılar arasında taksim yapılır. Mehr-i muacceli veya mehr-i müecceli ödenmeyen kadın, kocasını dava ederek hakkını alabilir.[46]
Mal ayrılığı rejiminin bir uzantısı olarak koca karısının ve çocuklarının nafakasını temin etmek zorundadır. Kadın zengin de olsa, hatta bir işte çalışıyor bile olsa (kocanın rızasıyla) evin masraflarına katılmak zorunda değildir.[47] Kocanın nafaka mükellefiyetinin içine mesken, yiyecek, giyecek, tıbbi tedavi ve ilaçlar ile gerekli olduğu takdirde hizmetçi masrafları girmektedir. Koca, nafaka mükellefiyetini yerine getirmediği takdirde kadın mahkemeye başvurarak onu zorlayabileceği gibi, koca nafakayı ödememekte ısrarcı olursa kadı mallarını sattırıp borcunu ödemek veya bir müddet kocayı hapsetmek hakkına sahiptir.[48] Eğer koca, güç yetiremediği için veya gaipliği sebebiyle nafaka mükellefiyetini yerine getiremiyorsa bu takdirde kadı bir nafaka tayin eder ve kadına kocası adına borç alma yetkisi verebilir.[49] Osmanlı Devleti’nde koca, nafaka mükellefiyetini mutlaka yerine getirmek zorundadır.[50] Hatta Hanefi Mezhebi dışındaki hukuki mezheplere göre nafaka borcunu yerine getirmemek kadın tarafından boşanma sebebi olarak ileri sürülebilir.
III. Boşanma
İslâm hukukunda “talâk” kocanın tek taraflı irade beyanıyla evlilik birliğine son vermesidir. Erkeğe talâk hakkının verildiği Kur’an’da çeşitli ayetlerde kocanın boşamasından söz edilerek ifade edilmiştir.[51] Boşanmayı gerçekleştiren koca iddet nafakasını ve kadının mehr-i müeccelini ödemek zorundadır. Sebepsiz boşanmalar dinen hoş görülmemekle birlikte koca, talâk için bir sebep ileri sürmek mecburiyetinde değildir. Öte yandan tek taraflı bir işlem olması dolayısıyla talâkın geçerli olabilmesi için hakimin kararına da ihtiyaç yoktur.[52]
Osmanlı hukukunda kocanın talak yetkisini kullanırken başvurduğu yollardan birisi de şartlı talâktır. Şartlı talâkta koca, karısını boşamayı bir işi yapmaya bağlamakta ve o işi yaparsa karısı boşanmış olmaktadır. Bu tür talak kimi zaman suistimallere neden olsa da kimi zaman da kadının mağduriyetini önlemiştir. Örneğin uzun bir yolculuğa çıkan erkekler eşlerinin mağdur olmalarını önlemek amacıyla “eğer ben gidüp bir sene-i kâmile gelmeyûb iyalim… (falan) hatuna muvasalatım müyesser olmaz ise zevcem… benden boş olsun”[53] diyerek talâkı belirli bir süre dönmeme şartına bağlamakta, o süre zarfında dönmedikleri takdirde hanımları kendilerinden boş olmaktadır. Bir başka örnekte ise sürekli dayak yediği için kocasının evini terkeden ve itaat etmeyen kadınlara kocaları “seni bir daha döversem, sen benden boş ol” diyerek tekrar itaatlerini sağlamakla beraber, aynı fiili bir daha tekrarladıklarında hanımları durumu mahkemeye intikal ettirerek boşanma hakkını elde edebilmişlerdir.[54]
Talâk yetkisine esas itibariyle koca sahip olmakla birlikte koca, nikah anında veya daha sonra karısına bu yetkiyi verirse, kadın da bu yetki dahilinde boşanma hakkını kullanabilir ki bunu “tefviz-i talâk” denir.[55] Koca karısına “nefsini ihtiyar et”, “işin kendi elindedir”, “dilersen kendini boşa” gibi ifadelerden birini kullanarak boşanma hakkını verebilir. Boşama hakkını karısına veren koca bundan geri dönemez. Şer’iyye sicillerinde tefviz-i talâkla ilgili örneklere son derece az sayıda rastlanmaktadır.[56] Bu örnekler de genellikle evlilik devam ederken boşanma yetkisinin kadına devredilmesi ile ilgilidir. Nikah âkdi yapılırken boşanma yetkisinin kadına devredilmesine ise pek rastlanmaz. Ancak Osmanlı padişahlarının kızlarının en azından belirli bir tarihten sonra tefviz-i talâkla evlendikleri görülmektedir.[57] Bu konudaki örneklerin az olması muhtemelen daha sonra vazgeçme imkânı olmadığı için erkeklerin talâk yetkilerinin ellerinden alınması ile ilgili olarak içine düştükleri endişedir.
İslâm aile hukukundaki talâk çeşitlerinden birisi de “muhalaa” ya da “hul” denilen tarafların anlaşarak evlilik birliğine son vermeleridir.[58] Bu tür boşanmada İslâm hukuku, eşi ile anlaşamayan kadına, kocasının boşama yoluna gitmemesi halinde kendisi için çekilmez hale gelen evlilikten kurtulma imkânı vermiştir. Muhalaada sıklıkla kullanılan yöntem, kadının müeccel mehir ve iddet nafakası hakkından vazgeçme karşılığında kocasından boşanmasıdır.[59] Bunun dışında sadece iddet nafakasından vazgeçme karşılığında yapılan ve kadının daha lehine olan muhalaalara rastlandığı gibi, müeccel mehir ve iddet nafakasına ilaveten kadından alınan belirli bir para veya mal veya küçük olan çocuğun büyütülmesi gibi hizmet karşığında yapılan ve kadının daha aleyhine olan muhalaa türlerine de tesadüf edilmektedir.[60]
Muhalaa mali yönü olan bir hukukî tasarruf olduğu için muhalaaa yoluyla boşanmak isteyen kadının tam eda ehliyetine sahip olması gerekir. Ayrıca boşanmanın mali külfetlerinden kurtulmak isteyen kocaların talâk yetkilerini kullanmamakta direnerek, kadını muhalaaya zorladıkları ve böylece mehir ve iddet ödemekten kurtuldukları görülmektedir. Şeriyye sicillerinde %81,3’lük oranla en yaygın boşanma şekli huldur. Muhalaanın bu kadar sıklıkla kullanılması kuşkusuz bu metodun, kadının kendisi için çekilmez hale gelen bir evlilikten kurtulmada İslâm hukuku çerçevesinde ulaşabileceği en önemli imkân olmasından kaynaklanmaktadır. Zaten mahkeme kayıtlarında kadın ve erkeğin muhalaaya başvurma sebepleri arasında, eşlerin iyi geçinemediklerini belirten “hüsn-i zindeğan müyesser olmamağla”, “hüsn-ü muaşeret olmamağla”, “münaferet vukuuna binaen” gibi ifadelere rastlanmaktadır.
Erkeklerin birtakım sebeplerle muhalaayı kabul etmemeleri durumunda kocalarının evini terkederek onları muhalaaya zorlayan kadınlar vardır.[61] Buna rağmen kocanın ısrarla boşanmayı reddettiği bazı durumlarda ise Osmanlı Devleti’ne özgü bir uygulama ortaya çıkmıştır. Kocasından mutlaka boşanmak isteyen kadınlar padişah veya Divân-ı Hümayun’a başvurarak, kocalarını muhalaaya zorlamışlardır.[62]
İslâm hukuku çerçevesinde kadına boşanma konusunda en fazla esneklik tanıyan metod “tefrik” yani adlî boşanmadır. Tefrikde kadın, kocanın iktidarsızlığı veya bazı hastalıklarının olması, kocanın gaipliği, nafaka mükellefiyetini yerine getirmemesi, şiddetli geçimsizlik ve fena muamele sebeplerinden birinin varlığı halinde mahkemeye başvurarak evliliğin sona erdirilmesini istemekte, kadı uygun görürse evlilik birliği sona ermektedir. Tefrikte kocanın rızası aranmadığı gibi kadın da müeccel mehrinden ve iddet nafakasından vazgeçmek zorunda değildir. Ancak tefrik sebepleri konusunda mezhepler farklı görüşlere sahiptirler. Bu konuya en katı yaklaşan Hanefi Mezhebi olmuştur. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre sadece “kocanın iktidarsız olması” tefrik sebebidir. İmam Muhammed ise iktidarsızlık dışında akıl hastalığı, cüzzam ve barası da (alaca hastalığı) tefrik sebebi olarak kabul etmiştir.[63] Osmanlı Devleti’nde 1916 yılına kadar İmam Muhammed’in görüşüne bile itibar edilmeyerek Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un içtihadları uygulamaya esas alınmıştır. Bu durumda kocaları gaip olan veya kocaları tarafından terkedilen, nafakasız bırakılan veya fena muameleye maruz kalıp, kocalarıyla aralarında şiddetli geçimsizlik olan ve evliliklerine talâk veya muhalaa yoluyla son veremeyen kadınların büyük sorunlarla karşılaştıkları inkar edilmez bir gerçektir. Özellikle kocaları geçimlerine yetecek kadar nafaka bırakmadan kaybolan kadınların XVI. yüzyıl ortalarına kadar diğer mezheplerin kabul ettikleri kazaî boşanma (tefrik) imkânından dolaylı bir şekilde yararlandıkları görülmektedir. Hanefî Mezhebi içtihadları doğrultusunda, koca nafaka bırakmadan kaybolduğunda, tarafların boşanmalarına uzun yıllar hükmedemeyen Osmanlı kadıları bu gibi durumlarda Şafii Mezhebi’nden nâibler tayin ederek ve onların kendi mezheplerine göre verdikleri boşanma kararlarını uygulayarak bu durumdaki kadınların boşanmalarına imkân sağlamıştır.[64] Ne var ki, bu imkân ancak XVI. yüzyılın ortalarına kadar kullanılabilmiş, bu tarihten sonra “bu diyarda Şafii kavliyle amel etmek memnudur” denilerek Şafii içtihadlarının uygulanması yasaklanmıştır.[65] Ortaya çıkan mahsurları kısmen bertaraf etmek ve geride kalan eşlerin büyük sıkıntılar çekmesini önlemek için savaşa veya uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkan kocaların bu yolculuğa çıkmadan evvel eşlerini şartlı olarak boşadıkları görülmektedir.[66] Bu tür boşamalarda koca 1 veya 2 yıl dönmezse karısının boş olacağını söylemekte, belirttiği süre içerisinde dönmediği takdirde kadın bir mahkeme kararına gerek olmadan boşanmış sayılmaktadır.
Kocanın karısına fena muamelesi ve geçimsizlik durumlarında Hanefi Mezhebi’nin tefrik imkânı tanımamasından doğan boşluk ise sık sık muhalaa yoluyla doldurulmaya çalışılmıştır. Ancak bazı olaylarda ortaya haksız bir durum çıkmış, kadın kusurlu olmasa da iddet nafakası ve mehr-i müeccelinden mahrum kalmıştır. Kocanın kötü niyetle muhalaaya yanaşmadığı durumlarda ise kadının tek seçeneği padişaha veya Divân-ı Hümayun’a başvurmak olmuştur. Tüm bu zorlama metodlar yerine Osmanlı’da diğer mezhepler örnek alınarak kazai boşanma sebepleri artırılsaydı
kuşkusuz hem hukukî temeli güçlü; hem de kadınlar lehine olan uygulamaların gelişme imkânı olabilirdi. Örneklerin incelenmesi sonucunda görülmektedir ki Osmanlı hukuk tarihinde özellikle karı- koca arasında geçimsizlik ve kocanın herhangi bir sebeple kaybolup geride nafaka bırakmadığı durumlarda kazaî boşanma ihtiyacı hissedilmiştir. Osmanlı hukukçuları ise diğer mezheplerin sağladıkları imkânları kullanıp bu ihtiyacı İslâm-Osmanlı hukuku çerçevesi içerisinde karşılama yoluna gitmemişlerdir. Bu ancak İmparatorluğun sonunda mümkün olabilecek 1917 Hukuk-ı Aile Kararnâmesi ile diğer üç mezhebin görüşlerinden istifade edilerek tefrik yolları çeşitlendirilecektir.
IV. Sonuç
Yukarıda da belirtildiği gibi Osmanlı Aile Hukuku’nda büyük oranda İslâm hukuku hükümleri geçerli olmuştur. Ancak zaman zaman uygulamaya esas alınan içtihatlarda değişiklik yapılabilmiştir. Bu değişiklikler de yine hanefi mezhebinin sınırları içinde gerçekleştirilmiş, diğer mezheplerin hukuki görüşlerinden faydalanma yoluna gidilmemiştir.
Kadınların hukukî statüleri üzerinde en radikal değişikliği sağlayacak olan hukukî düzenleme, kuşkusuz 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’dir. Bu kararnâme ile Osmanlı Devleti’nin resmi mezhebi olan Hanefi Mezhebi’nin içtihadlarından bazı konularda ayrı kalınmış Maliki, Şafii ve Hanbeli Mezheplerinin görüşlerine itibar edilmiş, böylelikle kadın açısından evlenme ve boşanma konusunda daha esnek ve içinde bulunulan çağın şartlarına daha uygun hükümler benimsenmiştir. Yapılan düzenlemeler, Tanzimat sonrası başlayan reform sürecinde kadının toplumsal statüsünde ortaya çıkan ilerlemelere uyum sağlayacak yeni bir hukukî statünün ilk adımlarını teşkil etmektedir.
Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nde her şeyden önce evlenecek kadın ve erkek için yaş sınırlaması kabul edilmiştir. Klasik İslâm hukuku doktrininde evlenmek için herhangi bir yaş sınırı getirilmediği ve çok küçük yaştaki çocukların da velileri tarafından evlendirilebildikleri düşünülürse bu oldukça büyük bir yeniliktir. Artık 9 yaşından küçük kız çocukları velileri tarafından evlendirilemeyecekleri gibi 17 yaşını doldurmuş olan bir kız da velisinin iznine gerek olmadan kendisi nikâh aktedebilecektir.
Kararnâme, Osmanlı hukuk tarihinde poligamiyi (taaddût-û zevcad) belirli ölçüde sınırlandırma yolunda da önemli bir adım atmıştır. Kararnâmeyi hazırlayanlar özellikle Batıcılar ve Türkçülerin çok kadınla evliliğin yasaklanması yönündeki taleplerini dikkate alarak, İslâm hukuku çerçevesinde bu isteklere kısmen cevap verebilmek için kadının evlenirken kocasına evlilik hayatı boyunca tek kadınla evli kalmasını şart koşabileceği hükmünü getirmişlerdir. Bu tür bir şartın Hanefi Mezhebi’ne göre geçerli ve bağlayıcı olması mümkün değildir. Bu nedenle Hanbeli görüşüne itibar edilerek, nikah akdi yapılırken, kadının evlilikleri devam ettiği müddetçe, kocasının başka bir kadınla evlenmemesi, aksi takdirde kendisinin veya ikinci kadının “boş olması” şartını ileri sürebileceği esası kabul edilmiştir.[67] Böylece kararnâme dolaylı yoldan da olsa tek kadınla evliliğin toplumda hakim olması yolunda önemli bir çığır açmıştır.
Kararnameyle kadınlar açısından getirilen bir diğer önemli yenilik de mahkeme yoluyla yapılan boşanma (tefrik) imkânının genişletilmesidir. Bu yeni düzenleme Hanefi Mezhebi’nde mahkeme kararıyla boşanma imkânları sınırlı olan kadınlar için fevkâlede önemli bir yeniliktir. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi tefrik kadının kendisi için çekilmez hale gelen, istemediği bir evliliğe son vermek konusunda kullanabileceği en uygun metottur. Çünkü tefrikte muhalaada olduğu gibi kocanın rızası aranmaz hem de kadın iddet nafakası, mehir gibi mali haklarından vazgeçmek zorunda değildir. Oysa Hanefi Mezhebi, kadın açısından avantajlı olabilecek bu yolu sadece “kocanın iktidarsızlığı” ile sınırlamıştır. Kararnâme ile diğer mezheplerin bu konudaki içtihadlarından istifade edilerek, tefrik sebepleri çeşitlendirilmiştir. Yeni düzenlemelere göre kocada zührevi hastalıklar, cüzzam, baras ve aklî rahatsızlıkların ortaya çıkması, kocanın nafaka bırakmadan karısını terketmesi, kocanın kaybolması (gaiplik) veya kadının kötü muameleye maruz kalması gibi sebeplerin varlığı halinde kadın hakime başvurarak kocasından boşanmayı talep edebilecektir.[68]
Aile hukuku alanında yapılan bu önemli düzenleme Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yapılan diğer hukuki düzenlemelerle birleşince kadının ilerleyen toplumsal statüsüne uyumlu yeni bir hukuki statü ortaya çıkmıştır.
Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 365-374