1. Coğrafya ve Habitat
Yerküre; üzerinde yaşamın var olduğu bilinen tek gök cismidir. Uzaydaki başka gök cisimlerinde hayatın var olup olmadığı henüz bilinmiyor. Yerküre; üzerinde barındırdığı canlılara ev sahipliği yapıyor, onlara yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan her türlü ortamı sağlıyor. Canlıların yaşamlarını sürdürdükleri bu doğal ortama “habitat” ismi verilmektedir.
Her canlının yaşamasına elverişli doğal yaşam ortamları (habitatları) vardır. Kendi yaşam ortamında canlılar çoğalırlar, sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Canlılar, yaşam ortamındaki küçük değişimlere, bir miktar değişerek uyum sağlayabilirler. Ortamdaki büyük değişimler ise o türün azalmasına, yok olmasına veya uyum sağlayabileceği yeni ortamlara göç etmelerine sebep olmaktadır.
Canlıların yaşam ortamını belirleyen en önemli faktör iklim koşullarıdır. İklimin de en önemli iki faktörü sıcaklık ve yağıştır. Yerkürenin Oğlak Dönencesi (S 23° 1/2) ile Yengeç Dönencesi (N23° 1/2) arasında kalan ekvator bölgesi genel olarak çok sıcak ve yağışlı bir iklime sahip olup, burada tropikal ormanlar yer alır. Güney Kutup dairesi (S 70°) ile Güney Kutbu; Kuzey Kutup dairesi (N 70°) ile Kuzey Kutbu arasındaki kutup bölgeleri çok soğuk ve orta derecede yağışlı olup tundra tipi bitki örtüsüne sahiptir. Ekvator bölgesinde gece ve gündüzün uzunlukları birbirine çok yakın olup mevsimler hissedilmez. Kutup bölgelerinin kabaca altı ay gecesi altı ay gündüzü ve yalnız iki mevsimi bulunmaktadır.
Yerkürenin dönenceler ile kutup daireleri arasında kalan orta bölümü ise ılıman bir iklime, mevsimlik yağışlara ve dört güzel mevsime sahiptir. Karaların denizlere ve büyük göllere yakınlığı, okyanuslardaki büyük su akıntıları ve atmosferik hareketler, bölgenin iklimi üzerinde ikinci derecede önemli etki yapmaktadır. Örneğin, Kuzey Atlantik Sıcak Su Akıntısı (Gulf Stream) Batı Avrupa ve İskandinavya ülkelerini, bulundukları coğrafi enlem derecelerine göre daha ılıman bir iklime sahip kılmaktadır.
İklim çeşitleri, hüküm sürdüğü kuşağın bitki örtüsü türü ile yoğunluğunu ve hep birlikte bölgenin toprak türünü belirleyen en önemli etkenlerdir. Böylece her canlı türüne uygun doğal yaşam ortamları coğrafi faktörlerle denetlenmektedir.
2. Yerkürenin “Bereketli Altın Kuşağı”
Gerek tarih öncesi, gerekse tarih sonrası çağlarda, insan topluluklarının yoğunlaştığı ve yüksek düzeyde medeniyetler yaratmış oldukları yerlerin coğrafi konumları incelendiğinde, bu medeniyetlerin kuzey yarım kürede N 30 ile N 45 derecelik meridyenler arasındaki oldukça dar sayılan bir kuşak içinde yer aldıkları görülür. Yerkürenin “Bereketli Altın Kuşağı” da diyebileceğimiz bu altın kuşak üzerinde yer almış olan eski yüksek medeniyetler arasında; Mezopotamya, Anadolu, Doğu Akdeniz (Lavant), Mısır, Hindistan’ın İndüs Vadisi, Orta Asya’nın Tarım Havzası, Sarı Nehir (Pekin) ile Yangtse Nehri (Şangkay) arasındaki eski Çin, Eski Yunan ve Eski Roma medeniyetleri sayılabilir (Harita 1). Buğday, arpa gibi temel tahıl ürünleri ile çeşitli meyve türlerinin; koyun ve keçi gibi yararlı hayvanların doğal olarak bol miktarda yetiştiği, sonra bunların ilk defa tarım ve hayvancılık faaliyetleriyle insanlar tarafından yetiştirildiği veya evcilleştirildiği, böylece tarihte tarıma dayalı büyük yerleşim birimlerinin ve medeniyetlerin kurulduğu merkezler de bu kuşak üzerindedir.
Orta ve yakın çağın güçlü devletleri ile medeniyetlerinin de bu kuşak üzerinde kurulmuş ve gelişmiş olduğunu görürüz. Çağımızın güçlü devletleri olan ABD, Japonya ve Avrupa devletleri de bu kuşak içinde veya biraz kuzeyinde yer almaktadır. Özetlemek gerekirse; yeryüzünün %10’unu işgal eden bu altın kuşak, gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerin %90’ından daha fazlasına ev sahipliği yapmıştır.
Büyük medeniyetlerin doğduğu veya yoğun insan yerleşimlerinin günümüzde bile yer aldığı yöreler incelendiğinde bunların büyük nehirlerin kenarlarındaki vadilerde veya deltalarda yer aldığı görülür. Bu çok doğal bir sonuçtur. Çünkü su, hayat demektir. Su denince kastedilen tatlı sulardır ki bunu en çok büyük nehirler sağlamaktadır. Büyük vaha ve tatlısu göl sahilleri de insan ve diğer karasal hayvanların su ihtiyacını karşılayan önemli kaynaklardır.
3. Avrasya’da Son Buzul Çağı
Yerküre yaratılışından beri, bazı dönemlerinde, soğuk bir iklime sahip olmuş, denizlerin bir kısmı donmuş, karaların bir kısmı üzerinde biriken karların yeniden kristalleşmesiyle oluşan ve adına “buzul” denilen ve adeta taşlaşmış kalın buz tabakaları ile kaplanmıştır. Buzullar genel olarak iki türe ayrılır. Bunlardan birincisi yerkürenin kuzey ve güney kutup bölgelerini bir “takke” gibi kapsayan kıta büyüklüğündeki buzullar olup bunlara “kıtasal buzullar” (continental glaciers) denilmektedir. Kıtasal buzullara “buzul kıtaları” demenin daha doğru olacağı kanısındayım. İkinci tür ise yüksek dağlık bölgelerde oluşan ve adına “dağ buzulları” (mountain glaciers) veya “vadi buzulları” (valley glaciers) denilen buzullardır.
Yerkürenin geçirmiş olduğu en son buzul çağı, günümüzden yaklaşık 3 milyon sene önce başlayıp 10 bin sene önce en küçük düzeye indiği bilinen 4. zaman (Kuvaterner) buzul dönemidir. Son buzul çağı, en geniş döneminde günümüzde kapsamış olduğu alanın üç mislinden daha geniş bir alanı kapsamıştı. Kuzey Buzul Kıtasının sınırları Londra’ya, Orenburg’a, yaklaşık 50° N enlemine kadar inmişti (Harita 2). Günümüzde karaların yaklaşık onda biri buzullarla kaplıdır; son buzul çağının en geniş döneminde ise karaların yaklaşık üçte biri buzullarla kaplanmıştı.
Son buzul çağında, Avrasya’nın buzullarla kaplanmış olduğu bölgeler Harita 1’de gösterilmiştir. Bu haritada görüleceği üzere, Avrasya’nın kuzey yarısı tamamıyla Kuzey Buzul Kıtası tarafından örtülmüştür. Doğu-Batı yönünde uzanan Alp-Himalaya dağ kuşağı yer yer bazı kesintiler olmakla birlikte dağ buzulları ile kaplanmıştır. Türk Dünyasını ilgilendiren Orta Avrasya, Kuzey Buzul Kıtası ile Alp-Himalaya dağ buzulları arasında kalmaktadır. Ancak, Orta Avrasya Kuzeydoğu-Güneybatı yönlü ikinci bir dağ kuşağını oluşturan Tanrı ve Altay Dağları buzulları ile ikiye bölünmüştür (Harita 1). Böylece Tanrı ve Altay Dağları ve buzulları, Türkistan coğrafyasını Doğu Türkistan ve Batı Türkistan diye ikiye bölmüş durumdadır. Türk topluluklarını oluşturan halkın yaklaşık 20 bin yıl önceki ataları, Orta Avrasya’da ortalama atmosferik sıcaklığın günümüzdekinden yaklaşık 5°C daha düşük, etrafı buzullarla çevrili Orta Asya’nın iç bölgelerinde çok sayıda büyüklü küçüklü, soğuk tatlısu göllerinin bulunduğu böyle bir coğrafyada yaşam mücadelesi vermişlerdir. O günlerden günümüze nasıl gelindiğini daha iyi anlayabilmek için Hazar Denizi ile Tanrı Dağları arasında yer alan “Turan Ovası”nın paleocoğrafik evrimini ve bunun o bölge insanları üzerindeki muhtemel etkilerini daha yakından inceleyelim.
4. Hazar-Aral Tatlısu Gölleri
Son buzul çağının 20.000 yıl öncesindeki ana ısınma döneminde buzullar hızla çözünmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, Karadeniz, Hazar ve Aral’ın kuzeyinde oluşan büyük buzul göllerinden taşan tatlı buzul suları, büyük nehirlerle Hazar ve Aral gölleri ile Karadeniz’e boşalıyorlardı. M.Ö. 12.500 yılına kadar devam eden bu buzul suları Aral Gölü’nü, Hazar Denizi’ni ve Karadeniz’i ağızlarına kadar doldurmuştu. Fazla gelen sular, göl ve denizleri birbirine bağlayan kanallardan taşarak, Marmara ve Akdeniz’e boşalıyorlardı. Hazar Denizi, bugünkü doğu ve kuzey sahillerindeki alçak arazileri basmış, güneyden Aral Gölü ile birleşmiş ve böylece Karadenizin 1,5-2 misli büyüklüğünde, fakat oldukça sığ bir tatlısu gölüne dönüşmüştü (Harita 3). Bir yandan kuzeyindeki buzul gölleri ve onları boşaltan Volga ve Tobal nehirleri ile, diğer yandan doğusunda Afganistan, Tacikistan ve Kırgızistan dağlarındaki kar ve buzullardan (Tanrıdağı Buzulları) beslenen Amu Derya ve Sir Derya Nehirleri, Hazar-Aral tatlısu göllerini sürekli olarak beslemekteydiler. Hazar- Aral tatlısu gölünün bugünkünden çok daha geniş bir araziye yayılması ve aynı zamanda çok sığ oluşu nedeniyle çevresinde oldukça ılıman bir iklim kuşağı oluşturmuştu. Ayrıca Karadeniz ile Hazar ve Aral Denizlerinin kuzey sahillerinden geçen yerkürenin “altın kuşağı”nın kuzey sınırını oluşturan 45°lik kuzey enlemden başlayarak, 37°lik kuzey enleme kadar inen bölgede, Akdeniz bölgesinin bereketli ılıman iklimine benzer bir iklim hüküm sürmektedir.
Bu coğrafya ve iklim şartları nedeniyle bölge, M.Ö. 12.500 ve 6.200 yılları arasında meydana gelen küçük “Younger Dryas” ve “Mini-İce Age” buzul dönemlerinde bile yaşanabilir bir habitat durumunu korumuştur. Neresinden bakılırsa bakılsın, Hazar-Aral tatlısu gölü çevresi, özellikle Turan Ovası her türlü yaşamın yeşermesine, insanların ve diğer canlıların çoğalarak mutlu bir hayat sürmesine çok elverişli bir konumdaydı.
5. Amu Derya veya Turan Ovası ve Paleocoğrafyası
Amu Derya, Orta Asya’nın en önemli nehirlerindendir. Klasik ismi Oxus’dur. Kuzeydoğu Afganistan’dan doğar, 2.400 km. kadar kuzeybatıya doğru aktıktan sonra Aral Gölü’ne dökülür. Aral Gölü’nden itibaren Buhara yakınındaki Çarcau şehri demiryolu kavşağına kadar yaklaşık 1500 kilometrelik kısmında nehir ulaşımına imkân tanımaktadır. Ana su kaynağı Pamir ve Hindikuş dağlarındaki kar suları ile beslenen göllerdir. Türkmenistan-Özbekistan sınırı yakınındaki Termez’e gelinceye kadar dağlar arasından akarken, Termez’den sonra düz ovaya ulaşır. Ovanın orta ve aşağı kısımlarında kısmen çölleşmiş ovayı sulamak üzere sulama kanallarına su verir. Aral Gölü’ne girmeden önce bataklık deltasında kaybolur.
Amu Derya’nın Afganistan sınırı içindeki yukarı kesiminde M.Ö. 4000 yıllarına ait renkli çömlekler bulunmuştur. Hindu-kuş dağlarının Türkmenistan’a bakan kuzey kesimleri yeryüzünde tarımla uğraşan ilk insanların yerleşim yerlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Burada 70’ten fazla buğday türünün mevcudiyeti bu görüşü desteklemektedir (Encyclopedia Americana, 1982).
Amu Derya’nın batısında Karakum Çölü, doğusunda ise Kızılkum Çölü yer alır. Günümüzdeki yerleşim alanlarının büyük bir kısmı güney ve güneydoğudaki dağ yamaçlarının eteklerinde, sulak arazilerde yer almaktadır. Çöller, yazları çok sıcak, kışları serin geçmektedir. Kışların kısa oluşu, yılın 190-220 gününde tarım yapmayı elverişli kılmaktadır. İklim olarak Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz iklimine, başka bir ifade ile ilk tarım ülkesi olan “Bereketli Hilal” iklimine benzemektedir. Genel olarak, “Amu Derya Ovası” veya “Turan Ovası” olarak isimlendirilen bu bölge, batıda Hazar Denizi ve Üst Yurt; güneyde Köpet dağları, Afganistan’ın Parapamisus ve Band-i Türkistan dağları; doğuda Özbekistan’ın Nur dağları ile Sir-i Derya; kuzeyde ise Aral Gölü ve bozkırlarla sınırlandırılmıştır.
Bölgenin 15-20 bin yıl önceki coğrafyası (paleocoğrafya), bir önceki bölümde anlatıldığı gibi günümüzden çok farklı idi. Bölgede yaşamış olan insanların, tarih öncesi çağlar ile tarih çağlarında geçirmiş oldukları hayat hikâyelerini anlayabilmek için o günlerden günümüze kadar bölgenin geçirmiş olduğu paleocoğrafik evrimini bilmek gerekir.
Son buzul çağından günümüzdeki arabuzul dönemine geçişte, buzulların ilk ana ısınma dönemi 20.000 yıl önce başlamış ve 12.500 yıl öncesine kadar devam etmiştir. Bu dönemde Kuzey Avrupa ve Asya’daki buzullar çabukça çözünmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, çözünen buzulların kenarında birbirleriyle bağlantılı büyük buzul gölleri oluşmuştur. Buzul göllerinden taşan bol miktardaki buzul suları güneye doğru akan Dinyeper, Volga, Don, Ural, Tobol, Iris gibi büyük nehirlerle Karadeniz’i, Hazar Denizi’ni ve Aral Denizi’ni sürekli olarak beslemiştir (Harita 3). Bu iç denizler de kademeli olarak birbirlerine bağlanmışlardı. Daha yüksekte bulunan Aral’ın suları güneyden Hazar Denizi’ne dökülürken, Hazar’ın suları da kuzeyden ondan daha alçakta bulunan Karadeniz’e dökülüyordu. Tanrı Dağları buzullarından beslenen Amu Derya ve Sir-i Derya’nın suları da ayrıca Aral’a boşalmaktaydı. Aral Denizi bugünkü Aral’ın yaklaşık 4 misli olup, neredeyse bugünkü Hazar Denizi kadar bir büyüklüğe erişmekteydi. Hazar Denizi de bugünküne göre 1,5 misli daha büyüktü. Bu üç iç denizin üçü de tertemiz ve berrak, tatlısu deniziydi. Orta Asya’da Balkaş ve Baykal gölleri gibi tatlısulu başka iç denizler ve göller de vardı. Güneyinde Himalaya, kuzeyinde Tanrı Dağları ile her yönden çevrilmiş olan, bugünkü Doğu Türkistan’ın yer aldığı Tarım Ovası (Taklamakan Çölü), o zamanlarda büyük bir tatlısu iç deniziydi ve sahillerinde yaşayanlara muhtemelen mutlu bir hayat bahşetmekteydi.
Çok geniş bir alanı kapsamakta olan Turan Ovası, sığ iç deniz sularının yaratmış olduğu ılıman ve hafif rutubetli bir iklime ve verimli topraklara sahipti. Yerkürenin bereketli altın kuşağı içinde yer aldığı için, bol miktarda tahıl ve bitki türü ile evcileştirilmeye müsait hayvan türleri mevcuttu. Nereden bakılırsa bakılsın Turan Ovası’nın coğrafi koşulları insan ve her çeşit canlı türlerinin çoğalabilmeleri ve yaşayabilmeleri için çok elverişli idi.
M.Ö. 12.500 ile 11.500 yılları arasında hüküm süren ve Younger Dryas diye anılan buzul döneminde yağışlar azalmış, biraz geriye çekilmiş olan kuzeydeki buzul kıtasının eteğindeki bir dizi buzul gölünün mevcut suları eskisi gibi güneydeki iç denizlere boşalma yerine, Adriyatik Denizi’ne ve Kuzey Buz Denizi’ne doğru boşalmaya başlamıştır. Böylece Aral, Hazar ve Karadenizi besleyen büyük nehirlerin suları epeyce azalmış, bir kısmı ise kurumuştur. Bunun sonucu olarak bu üç denizin birbirleriyle olan bağlantıları kesilmiş herbiri kendini besleyen nehirlerle yetinmeye çalışmıştır. Younger Dryas’ın sonundan (M.Ö. 11.500 yıl) Mini Ice Age’in başlangıcı (M.Ö. 6.200 yıl) arasındaki ılıman dönemde denizleri besleyen akarsuların getirimleri, buharlaşmayla kaybolan suları ancak karşılayabilmiş ve su seviyelerinde önemli bir azalma gözlenmemiştir.
Mini-Ice Age buzul dönemiyle birlikte (M.Ö. 6.200-5.800) bölgede felâket rüzgârları esmeye başlamıştır. Yağışlar epeyce düşmüş, ana nehirlerin suları azalmış, küçük nehirler kurumuş; göllere boşalan nehir suları buharlaşarak kaybolan suyu karşılayamaz olmuştur. Durgun sular, akarsulara göre daha çabuk kirlendikleri ve tuzlandıkları için sürekli yağışlar ve büyük akarsular tarafından beslenmezlerse, hayat kaynağı olma özelliğini zamanla kaybederler. Zaten çok sığ olan Aral Gölü de hızla küçülmeye, büzülmeye başlamış; bunun sonucu olarak göldeki çözünmüş tuz konsantrasyonu artarak çoraklaşmaya, bir acı göl haline dönüşmeye başlamıştır. Mini-Ice Age döneminin sona ermesiyle başlayan yağışlı ve ılıman iklim büyük denizlerden uzak olan Orta Asya’ya fazla bir yağış getirmemiştir. Eriyen kıta buzullarının suları da iç denizlere dökülmez olmuştur. Dolayısıyla sıcaklık arttıkça göllerdeki buharlaşma ve su kaybı çoğalmış ve çölleşme hızlanmıştır. Kuruyan gölün tabanında biriken tuzlu kum ve mil taneleri şiddetli rüzgârların etkisiyle etrafa savrulmaya başlamıştır. Bir zamanların sahil kenarındaki verimli topraklar ve yerleşim yerleri kısa denebilecek bir zaman dilimi içinde kum yığınlarıyla örtülmeye başlamıştır. İşte o günlerde başlayan felâket günümüze kadar devam etmiştir.
Bazı kitaplarda var olduğu yazılan, bazı kitaplarda uydurma olduğu ileri sürülen Orta Asya’daki hayat kaynağı tatlı sulu içdenizlerinin varlığı ve sonradan kuruyarak çoraklaştığı, çölleştiği jeolojik bir gerçektir. Henüz yeterince bilinmeyen husus, bu ortamlarda insanoğlunun nasıl bir hayat sürdürmüş olduğudur.
6. Turan Ovası İnsanları
Bilim; maddeler, eşyalar ve olaylar arasındaki ilişkileri, gözlem, ölçüm ve deneylerden elde edilen verilerle, bilinenlerden de yararlanarak, akıl ve mantık yolu ile ortaya çıkarmaktır. Bu ilişkiler için elde gözlem, ölçüm ve deney yok ise; yalnız bilinenler ile akıl ve mantıktan yararlanılarak maddeler ve olaylar arasındaki ilişkiler hakkında ortaya atılan veya öne sürülen bir varsayım, bir felsefe olarak kabul edilir. Ciddi bir varsayım veya felsefi düşünce, bilim adamlarınca üzerinde ciddi araştırmalar yapılması gereken konuları gündeme getirir, onlara yol gösterir. Bunun için felsefe, bilimsel araştırmaların kaynağı ve itici gücüdür.
Turan Ovası’nda tarih öncesi çağlarda yaşamış ve ileri bir medeniyet düzeyine erişmiş insan topluluklarının varlığı hakkında bazı kalıntılar mevcut ise de bilimsel nitelikli herhangi bir veri, ayrıntılı bir arkeolojik çalışma henüz elde mevcut değildir. Ancak yerkürenin bereketli altın kuşağı içinde bulunan, insan ve diğer canlı türleri için en uygun paleocoğrafik şartlara sahip olan bu yörenin, gelişmemiş insan topluluklarının yaşamış olduğu bir arazi parçası olarak kalmış olmasını da akıl ve mantık kabul etmemektedir. Bereketli Altın Kuşak üzerinde bulunan diğer yörelerdeki gibi, Turan Ovası’nda da tarih öncesinde ileri derecede medeniyetler kurmuş olan insan topluluklarının yaşamış olması gerekir. Eğer öyle ise, onların kurmuş oldukları medeniyetlere ve yerleşim merkezlerine ait kalıntılar kum yığınları altında gömülü kaldığı için henüz keşfedilmemişlerdir.
O zaman felsefi bir yaklaşımla denilebilir ki, Bereketli Altın Kuşak üzerindeki diğer yörelerde olduğu gibi Turan Ovası’nda da Younger Dryas buzul döneminin sonundan itibaren (M.Ö. 11.500) tarih öncesindeki çağlarda insan toplulukları yaşamış ve benzer düzeyde medeniyetler kurmuşlardır. Biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, bu dönemde Turan Ovası, özellikle Hazar ve Aral Gölü sahilleri, insan ve bütün canlı türleri için mutluluk içinde birlikte yaşanan bir yurt olmuştur. Mini-Ice Age buzul dönemiyle birlikte (M.Ö. 6.200-5.800) bölgede felâket rüzgârları esmeye başlamıştır. Bir zamanlar sahil kenarındaki o güzelim bağlar, bahçeler, tarlalar, çiftlikler ve yerleşim yerleri yavaş yavaş kum yığınlarıyla örtülmeye başlamıştır.
Çölleşme Mini-Ice Age’den sonra hızlanmış ve daha geniş alanlara yayılmıştır. Siz o çağlarda bu coğrafyada yaşayan büyükçe bir ailenin reisi olsaydınız, ne yapardınız? Herhalde büyük kum fırtınaları karşısında mevcut yurdunuzu koruyamayacağınızı anlar; tatlısuyu bulunan, çok uzak olmayan, daha güvenli yerlere göç ederdiniz. Herhalde onlar da öyle düşünmüş ve öyle yapmışlardır. Tatlısuya ve verimli toprağa sahip en elverişli yerler büyük nehirlerin deltaları olmalıydı. Nitekim tarih öncesindeki pek çok medeniyetler Nil, Mezopotamya, İndüs gibi vadilerde kurulmuştu. Turan Ovası’nda kum fırtınasından kaçan bu insanlara (birinci büyük göç) kucak açabilecek 4 önemli nehir ağzı, delta bulunmaktaydı. Bunlar Amu Derya ağzındaki Harezm, Sir-i Derya ağzındaki Kızılorda, Hazar Denizi sahilinde eski Amu Derya ağzındaki Uzboy ile Utrek bölgeleriydi. İkinci yerleşim yerleri olarak bu bölgelere yerleşen insanların daha kalabalık topluluklar oluşturarak küçük köyler kurmuş olmaları; ilk tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin de bu dönemde başlamış olması gerekir. Kedi, köpek, sığır bu dönemde ehlileştirilmiştir. Arpa, buğday, çavdar yetiştirmek için mevsimlere göre rejim değişikliği gösteren nehirleri, sulama kanalları ve göletlerle ıslah etmeyi ve kontrol altına almayı bu dönemde öğrenmişlerdir.
Ancak buzul dönemlerinden uzaklaştıkça havalar daha çok ısınmakta, kuraklık daha çok artmakta, akarsular azalmakta, kum fırtınaları çölleşmeyi yaygınlaştırmakta, insanların deltalardaki ikinci yerleşim merkezlerini de tehdit etmeye başlamaktadır. Doğal afetler ve zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren bu insanlar, bir yandan doğaya karşı önlem almada epeyce bilgi ve beceri sahibi olmuşlar, diğer yandan da doğaya karşı gelinemeyeceğini öğrenmişlerdir. Kuraklıktan, çölleşmeden ve aşırı sıcaklardan bunalmaya başlayan bu insanlar için, M.Ö. 4000 ve 5000’li yıllarda artık üçüncü yerleşim merkezlerine doğru ikinci büyük göçlerini yapmaları kaçınılmaz olmuştur.
Turan Ovası insanları üçüncü yerleşim yerleri olarak güneydeki ve doğudaki yüksek dağların eteklerinde, havası serin ve yağışlı, suları bol ve berrak, toprakları verimli ve çölleşme tehlikesinden uzak, kenarlarında otlakları bol, yaz-kış suları kesilmeyen nehir yataklarının kenarlarında kurmuşlardır. Birinci yerleşim yerleri olan göl kenarında ve ikinci yerleşim yerleri olan deltalarda edinmiş oldukları deneyimlerden de yararlanarak buralardaki üçüncü yerleşim yerlerini bir büyük köy veya küçük kasaba şeklinde daha toplu ve daha büyük ölçekte yapmışlardır. Tarımsal faaliyetlerinde sığırın ve eşeğin gücünden büyük ölçüde yararlanmaktadırlar.
Dünyada ilk defa atı ehlileştiren insanlar olarak büyük bir taşıma ve ulaştırma olanağına kavuşmuşlardır. Bu dönemde, insanların toplumsal faaliyetleri oldukça gelişmiş, komşu şehir ve ülkelerle ticari ilişkiler kurulmaya başlanmış olması gerekir. At sırtındaki bu insanlar için dünyaları küçük gelmeye başlamış, onlar sayesinde dağlar fethedilmeye, dağlar ötesi ülkelere ulaşılmaya başlanmıştır. Havalar ısındıkça havası serin, suyu bol ve berrak olan, bol otlu ve verimli yaylalara doğru at sırtında göç ederek, oralarda yeni yerleşim merkezleri kurmuş olabilirler. Örneğin, Hindu-kuş dağlarının kuzeyindeki tarih öncesine ait kalıntıların sahipleri bu insanların hemşehrileri veya akrabaları olmalıdır. Bu son yerleşim yerlerinde insanlar daha güvenli, daha huzurlu ve daha mutlu olmuşlardır. Bu nedenle bu kasabalardan başlayarak büyüye büyüye günümüze kadar gelinmiştir. Günümüzdeki başşehirler ile diğer büyük şehirler bu üçüncü yerleşim yerlerinin yakınında veya üstünde kurulmuşlardır. Bunlardan bazıları olarak, Aşkabat, Merv, Buhara, Semerkant, Duşanbe, Taşkent, Andican, Namangan, Çimkent, Türkistan, Cambul (Taraz), Bişkek ve Almatı sayılabilir.
Acaba Turan Ovası insanlarının, kum tufanından önceki ve sonraki hayat tarzlarını, yaşam biçimlerini merak eden yok mudur? Acaba bu insanları kendi ataları olarak kabullenen ve bu nedenle köklerini merak eden çağdaş topluluklar yok mudur? Elbette vardır, ancak bu toplulukların günümüzdeki ekonomik, teknolojik ve bilimsel güçleri böyle araştırmaları tek başlarına yürütebilecek düzeyde değildir. Bu nedenle, maalesef, bu tür araştırmaların yapılması, bu insanlarla genetik ve kültürel ilişkileri olmayan Hint-Avrupa devletlerinden ve bilim adamlarından beklenecektir. O zaman da bu insanların öne sürecekleri kendi düşünce ve görüşlerine uygun felsefe ve yorumların etkisi altında kalınacaktır. Bu da hiç yoktan daha iyidir, diyerek kabul edilecektir.
7. BMAC – Anav (Annau) (Türkmenistan) Medeniyeti
Raphael Pumpelly isimli Amerikalı bir jeolog 19. yüzyılın ikinci yarısında, Çin ve Moğolistan dahil, Orta Asya’da 70 yıl kadar gezmiş, bu kıtanın jeolojik ve jeomorfolojik haritalarını çıkartmış, yerbilimleriyle ilgili pek çok gözlemlerde bulunmuştur. Bütün bu çalışmalarını iki ciltlik bir kitap halinde 1908 yılında yayımlayan Pumbelly, insanoğlunun ilk tarımsal faaliyetleriyle ilgili olarak “Tatlıgöl Teorisi” (Oasis Theory= Vâhâ Teorisi) diye bir teoriyi ortaya atmıştır (Pumpelly, 1908; Ryan ve Pitman, 1998’de). Pumpelly, insanoğlunun ilk tarımsal faaliyetlerinin “oasis” veya “vâhâ” diye anılan, (tarafımdan “Tatlıgöl” diye Türkçeleştirilmiş olan) büyük tatlı su birikintileri etrafında gelişmiş olabileceğini öne sürmüştür. Son buzul çağının sonlarına doğru, Orta Asya’da oldukça kurak bir iklim hüküm sürmekteydi. Ona göre, taş devri insanlarının bu kurak iklim bölgesinde yaşamlarını sürdürebilmek için, vahşi hayvanlar ve bitkilerle birlikte, büyük tatlısu gölleri etrafında toplanmış olmaları gerekirdi. Nitekim aynı gerekçeyle Ryan ve Pitman (1998), insanların ve hayvanların Karadeniz tatlısu gölü etrafında toplanmış olabileceklerini iddia etmektedirler. Bir araya gelerek kalabalıklaşmış olan bu insanlar buralarda büyükçe köyler kurmuşlardır. Topluluğun besin ihtiyacını daha kolay karşılayabilmek için çok önemli bir kültürel evrim gerçekleştirilerek bazı bitkiler ve hayvanlar evcilleştirilmiştir. Buğday ve arpa evcilleştirilmiş ilk tahıl ürünleri; koyun ve keçi…vs. evcilleştirilmiş ilk hayvan türleri olmalıydı. Pumpelli, son olarak 1904 yılında Türkmenistan’ın bugünkü başkenti Aşkaabat yakınındaki bazı harabelerde, buradaki insanların tahıl üretmiş olduklarının işaretlerini bulmuştu. O zamanlarda muhtemelen Hazar-Aral tatlısu gölünün güneydoğu sahilleri Aşkaabat’a kadar uzanmaktaydı.
İlk defa Pumpelly tarafından 1904 yılında ortaya atılan “Tatlısu teorisi” daha sonra, Avrupa’da geniş arkeolojik çalışmalarda bulunan bir İngiliz arkeolog olan Gordon Childe tarafından geliştirilmiştir. Childe’ye göre tarımdaki bu gelişmeler, insanoğlunun parazitlikten kurtulup doğayla ortaklık kurarak üretken hale geçişinin ilk evrimidir. Childe’ye göre tahıl çiftçiliği ve hayvancılık ilk defa Orta Asya’da gerçekleştirilmiş ve daha sonra Karadeniz sahillerinden Avrupa’ya geçmiştir. Ona göre, Avrupa’daki ilk evcil koyun türü (Ovis vignei) Türkistan (Türkmenistan-?) ve Afganistan’dan gelmiştir (Ryan ve Pitman, 1998’den).
Daha sonraki zamanlarda Asya, Sovyetler Birliği hegemonyası altına girmiş olduğundan bu konudaki çalışmalar Batı Dünyasına yansıtılmamıştır. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Batıdaki bilim adamları Bağımsız Devletler Topluluğu bilim adamları ile birlikte ortak çalışmalara yönelmişlerdir. Bunlardan güzel bir örneği aşağıda göreceğiz.
13/05/2001 tarihli New York Times gazetesinde yer alan bir makaleye göre, Rus ve Amerikan arkeologları bugünkü Türkmenistan ve Özbekistan’da, zamanımızdan 4.000 yıl önce yaşamış bir medeniyetin kalıntılarını bulmuşlardır. Aşağıdaki bilgiler bu makaleden alınmıştır. Araştırmayı yürüten arkeologlara göre, bu bölgedeki insanlar, bir Tatlıgöl (oasis) çevresinde kerpiçten yapılmış binalardan ve koruganlardan oluşan yerleşim merkezleri kurmuşlardır. Bu medeniyetin insanları koyun ve keçi beslemişler, kanallarla sulamalı ziraat yapmışlar, tarlalarda buğday ve arpa yetiştirmişlerdir. Onların bronz baltaları, mükemmel seramikleri, mermer ve kemik oymaları, altın ve değerli taşlardan süs eşyaları varmış. Elit sınıfa mensup insanların mezarlarına lüks ziynetler ve eşyalar bırakmışlardır.
Pensilvanya Üniversitesi Eski Asya Dilleri uzmanı Prof. Dr. H. Mair’e göre bölgede yeni keşfedilen bu yüksek medeniyet; Eski Çağ Asyası’nın kültür ve ticaret alış-veriş yolu üzerindeki çok büyük bir boşluğu veya yokluğu tam olarak doldurmuştur. Bu buluşla eskiden sanıldığı gibi, Asya halkının M.Ö. 4000 yıllarında birbirlerinden ve dünyanın diğer yerlerinden kopuk, ayrışık (izole) halklar olmadığı ortaya çıkmıştır. Yeni keşfedilmiş olan bu medeniyete ait, batıda Annau’dan doğuda Özbekistan’a, hatta Afganistan’ın kuzeyine kadar uzanan Kara Kum çölü boyunca, düzinelerce yerleşim harabeleri bulunmuştur. Bu saha 300-400 mil uzunluğunda ve 50 mil kadar genişliğindedir. Bu insanların kim oldukları, nereden geldikleri ve kendilerine ne isim verdikleri henüz bilinmemektedir. Bu nedenle arkeologlar bu medeniyete bulunduğu bölgeleri dikkate alarak “Bacteria Margiana Archaeology Complex” ismini vermişler ve kısa olarak bu kelimelerin baş harflerini alarak BMAC (Bimak okunur) ismini vermişlerdir.
Harabeler kumlarla örtüldükten çok sonra, M.Ö. 2. ile M.S. 16. asırlar arasında, Çin ile Akdeniz ülkelerini birbirlerine bağlayan adına efsanevi “İpek Yolu” denilen kervan yolları bu yöreden geçmiştir. Muhtemelen bu ipek yolu Bronz çağında da hizmet vermişti. BMAC medeniyeti tarafından korunan ve desteklenen eski İpek Yolu üzerindeki bu tatlıgöl çevresinde yer alan istasyonlar, yolcular için birer dinlenme ve stok yenileme olanağı sağlamaktaydı.
Moskova Arkeoloji Enstitüsü’nde çalışan Dr. Victor Sarianidi pek çok harabede belirgin bir arkeolojik düzen keşfetmiştir. Her yerleşim mahallindeki binalar; sanki tek bir mimarın deseninden çıkmış gibidir. En büyük binalar birer büyük apartman kompleksi gibi inşa edilmişlerdir. Her biri bir futbol sahasından daha geniş bir alanı işgal eden bu komplekslerin içinde onlarca ve onlarca odalar bulunmaktadır. Bu komplekslerin bazıları yüksekliği 2,5 metreye yaklaşan birkaç kerpiç tuğla duvarla çevrilmiştir. Bu duvarların gerisinde ise geniş tarım tarlaları uzanmaktaydı.
Şimdi Türkmenistan ve Özbekistan sınırları içinde kalan bu bölgede, Sovyet arkeologları son birkaç on yıldan beri sessizce bilimsel araştırmalar yapmakta idiler. Gün ışığına kavuşturdukları eserler, bu yörelerde yaşayan insanların sosyal ve ekonomik gelişmelerle yüksek bir medeniyet düzeyine eriştiklerini göstermekteydi. Böyle bir medeniyet için tek eksik görünen husus, bu medeniyete özgü bir rakam ve yazı sisteminin varlığına ait belgelerin henüz bulunamamış olmasıydı.
Soğuk savaşın sona ermesiyle, Amerikalı arkeologlar da bölgedeki Rus meslektaşlarının çalışmalarına katıldılar. 1990’larda Dr. Hiebert kazı çalışmalarını derinleştirerek daha alttaki seviyelere, dolayısıyla daha eski yerleşimlere doğru ilerletti. Bunun mükâfatını da 2000 yılı Haziran ayında Türkmenistan’ın başkenti Aşkaabat’ın 8 mil uzağında İran sınırı yakınında bulunan Annau’da, yönetim binası olduğu sanılan bir binanın odalarından birinin altını eşerken elde etti. Orada 2,5 santimetre genişliğinde üzerine semboller ve yazılar kazınmış parlak ve siyah bir kömür parçası (oltu taşı) gibi bir taş buldu. Arkeologlar, bunun bir mühür olduğuna; genellikle eski çağlardaki ticari eşya kutularının içindeki malın cinsini ve bu malın sahibini belirtmek için kullanıldığına inanmaktadırlar. Aynı yerde kutuların ve paketlerin ağızlarını mühürlemek için kullanılan çok miktarda “mühür kili” parçaları bulunmuştur. Bu eşyalarla birlikte bulunan odun kömürü parçalarının radyometrik yaş tayini M.Ö. 2300 yılını vermiştir. Bu ortak çalışma sonucunda araştırmacılar, bu medeniyetin sahiplerinin M.Ö. 2300 yıllarına doğru yazıyı veya deneme niteliğindeki bir ön yazıyı (proto-writing) keşfetmiş olduklarını ifade etmektedirler. Amerikalıların radyometrik yaş tayinine göre BMAC kültürü M.Ö. 2200’den başlayarak M.Ö. 1800-1700 yıllarına kadar devam etmiştir. Bu tarihlemeler Ruslarınkine göre yaklaşık 500 yıl eskiye gitmektedir. Bu araştırmalara katılan Pensilvanya Üniversitesi profesörlerinden Dr. Fredrik T. Hiebert, “Zamanımızın yeni politik düzeni nedeniyle, eski çağ tarih kitaplarını yeniden yazıyoruz” beyanında bulunmuştur.
Dr. Hiebert, özellikle üzerine kırmızı renkli 4-5 sembol veya harf kazınmış küçük bir taş parçasını ve keşfinin önemini dil ve arkeoloji üzerine düzenlenen bir konferansta kamu oyuna açıklamıştır. Bu yazı sitili, o çağlardaki hiçbir yazı sistemine benzemiyordu. Diğer bilim adamları da bu yazının çağdaşları olan Mezopotamya, İran ve Indüs vadisindekilere benzemediği konusunda birleşmişlerdir. Bazı bilim adamları bu işaretlerin haberleşmeye yarayan bir yazı türü olduğu konusunda kesin bir kanıya sahip olmakla birlikte, henüz komşularınkilere göre tam gelişmemiş olduğunu ifade etmişlerdir.
Pensilvanya Üniversitesi Eski Asya Dilleri uzmanı Prof. Victor H. Mair’e göre, bulunan taşın üzerindeki sembollerin “muhakkak bir yazı” olması gerekiyor. Mair’e göre, bu semboller bir piktografı (resim yazısı) olmayıp, iyice soyutlaşmış bir yazı türüdür. Mair’e göre, bu semboller Çin yazısı değildir, ayrıca Çin yazısı bu taştan yüzlerce yıl sonra gelişmiştir. O şekiller Mezopotamya veya eski Elam yazısına da benzemiyor. Pensilvanya’da İndüs arkeoloji uzmanı olan Dr. G.L. Possehl’e göre taş, bir İndüs mührüne benzemiyor; ancak üzerindeki sembollerden yalnız birisi İndüs yazı sistemine benzemektedir.
Dr. Hiebert; bu yazının, bu insanlar tarafından keşfedilmiş orijinal bir yazı türü mü, yoksa komşularının icat ettikleri yazı türlerinden ilham alarak kendilerine göre uyarlamaya çalıştıkları bir yazı türü mü? olduğu konusunda henüz emin olmadığını beyan etmiştir. Ona göre bu yazı sisteminde kelime veya kelimelerden önce gelen bir “ön-ek” bulunmaktadır.
İki yıl önce, St. Petersburg Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. I.S. Klochkov, BMAC halkının yazıyı keşfetmiş olabileceklerine ait bazı bulgulardan bahsetmiştir. Bu ve diğer Rus bilim adamları da BMAC kültürüne ait insanların kil ve çömlekler üzerine yazıyı andıran semboller kullandıklarını ifade etmişlerdir.
Akademisyenler, BMAC kültürü insanlarının nereden geldikleri, dönemlerinde ne gibi etkinliklerde bulundukları ve sonra onlara ne olduğu. gibi konuları merak etmektedirler. Dr. Hiebert, bu medeniyetin İran-Türkmenistan sınırı boyunca uzanan dağ eteklerinde Annau yakınında doğmuş olabileceğini, zira bu yörelerde eski yerleşim merkezlerine rastlanıldığını ifade etmektedir. Dr. Sarianidi, bu medeniyetin kökünün Türkiye’ye kadar uzandığını iddia etmektedir. Bazı bilim adamları ise bu insanların kuzeyden gelmiş olabileceklerine işaret etmektedirler.
BMAC medeniyetinin çöküşü de bir sır gibidir. Harward’dan Dr. Lamberg-Karlovsky “Mimari stilleri, duvarlarla çevrilmiş muhteşem binaları birkaç yüz yıl içinde ortadan kaybolmuştur. Lüks eşya ve malzemeler yapılmaz olmuş ve herşey küçülmüştür. Belki insanlar tekrar küçük yerleşim birimlerine, köylerine geri dönmüşlerdir veya diğer medeniyetlerce absorbe edilmişlerdir.” diyor.
Sonuç ne olursa olsun arkeologların son yıllara kadar hiç ummadıkları bu yerde, bir zamanlar büyük bir medeniyet doğmuş; sonra yok olurken arkalarında büyük kerpiç bina kompleksleri ile küçük taş parçaları üzerine işlenmiş yazı sembolleri bırakmıştır.
8. Sonuç ve Öneriler
İnsanlık tarihini inceleyenler, 20. yüzyılın başlarına kadar medeniyetlerin başlangıcı olarak Eski Yunan Medeniyeti’ni göstermekteydiler. 20. yüzyılın başlarından itibaren Sümer ve Babil tabletlerinin tasnif edilerek okunmaya başlamasıyla gözler Mezopotamya’ya çevrilmiştir. Artık günümüzde bütün bilim adamlarınca dünya medeniyetlerinin beşiği denilince Mezopotamya ve özellikle Sümerler akla gelmektedir.
Şimdi konumuzla ilgili olarak Sümerler’in kökenine gelelim. Sümerler başlangıçta bulundukları ülkeye dışardan göç etmiş yabancılardır. Zira bu insanların ne yerli halkla ne de komşu ülke insanlarıyla herhangi bir kültürel ve dil bağları yoktur. Bu insanların dil yönünden Ural-Altay dil ailesinin bir mensubu olduğu, özellikle Türkçe ile pekçok ortak yönleri bulunduğu bütün bilim adamlarınca ifade edilmektedir. Hatta bazı bilim adamlarınca bu insanların Hazar Denizi bölgesinden göç etmiş oldukları ifade edilmektedir. Bugüne kadar elde edilen bilgiler ışığında hiçbir bilim adamı aksine bir görüş belirtemediğine ve mevcut veriler bu insanların kökenini Turan Ovası’na doğru yönlendirdiğine göre daha ne beklenilmektedir. Niçin bu insanlara hala “nereden geldikleri bilinmeyen Kimsesizlerin Halkı (=Nobody’s people) denilmektedir” Bu insanların Turan Ovasındaki İlk Türkler’den kopup gelmiş göçmenler olduğunu kabul ederek, onların köklerinin araştırılması gerekmez mi? Onların köklerine ait kalıntıları Turan Ovasın’daki birinci yerleşim merkezleri olan tatlısu göl kenarlarında bulmak çok zordur, belki de imkansızdır. Çünkü oralardaki kalıntıların ilkel çadırlar veya sazlardan yapılmış küçük kulübeler şeklinde olması gerekir. Büyük nehirlerin deltalarındaki ikinci yerleşim merkezlerinde kurmuş oldukları yapılar ise basit bir kaç evden oluşan küçük köyler şeklinde olmalıdır. Bunların büyük bir kısmı ya tamamıyla yok olmuş veya kum ve balçık altına gömülmüşlerdir. Ancak bunları bir şans eseri olarak bulmak mümkün olabilir. Büyük nehir yataklarının kenarında, dağ eteklerinde kurmuş oldukları üçüncü yerleşim yerleri gelişmiş büyük köyler ve zamanla büyüyen şehirler şeklinde kurulmuşlardır. Kum fırtınalarından ve sel baskınlarından daha az etkilenmiş olacakları için bunları bulma şansı oldukça fazladır. Bu gibi yerlerin tespitinde bölgenin uydulardan çekilmiş görüntülerinin “uzaktan algılama” (remote sensing) yöntemi ile incelenmesini öneriyorum. Bu yöntem ile çok geniş bir alanı kapsayan Orta Asya’nın Kuvaterner Dönemine ait paleocoğrafik evrimi daha çabuk, daha ucuz ve daha sağlıklı bir şekilde taranabilecek; bu güne kadar hiç dikkati çekmemiş eski yerleşim yerlerinin izlerine rastlamak mümkün olabilecektir.
Gerek uzaktan algılama yöntemi ile yeni bulunabilecek, gerekse bilindiği halde henüz yeterince incelenmemiş kalıntıların ön incelemesi, kalıntılıların bulunduğu ülkenin arkeologları tarafından yapılmalı; bu ön inceleme sonucunda önemli görünenlerin derinlemesine ve genişlemesine daha ayrıntılı olarak incelenebilmesi için Türk Dünyası’nın ve uluslararası kuruluşların maddi, teknolojik ve bilimsel desteği aranmalıdır. Bu ve benzeri çalışmalar yapıldığı takdirde, Sümerlerin kökenlerine ait izlerin, Orta Asya’da özellikle Turan Ovası’ndaki kalıntılarda bulunabileceğine inanıyorum.
Ahmet Yesevi Üniversitesi Vakfı / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 478-485