Okumak mı?
Yüce Yaratanın ilk emri nedir?
Bilgi edin…
Bilgilen…
Bilim al…
Bilgili ol…
Bunun için de verilen ilk emir “İKRA”= “OKU” ise Yaratanın ilk emrini yerine getiriyor muyuz, sorusu gündeme gelir…
Okuyanlar Kur’an’ı ne kadar anlayarak okuyor?
İşte işin püf noktası burada…
Anlaşılmadan okunana Kur’an…
Çünkü Türkçe mealle okunmuyor, okutulmuyor…
Neden okutulmuyor?
“Araplaşmak”…
İncili her Alman Almanca, her Amerikalı da İngilizce okuyup anladığı için dindardırlar ve dinlerini yürekten ve bilerek uyguluyor ve savunuyorlar; yada tersini hakkıyla yapıyorlar…
Peki, Türkiye’de neden Kur’an Türkçe mealle öğretilmiyor ya da okunmuyor?
Din adamı görevini üstlenenleri kast etmiyorum, normal vatandaşlardan bahis ediyorum…
Bu sorunun cevabını herkes kendi hesabına verebilir…
**
İlk inen kutsal ayettir “OKU” emri…
Emrin devamında “Yaradan Rabbinin adıyla oku” ifadesi vardır…
Kutsal kitabımızın ilk ayeti, yani Allahın ilk emri…
Resule verilen ilk emir, dolayısıyla tüm insanlığa da verilen emirdir…
Aynı zamanda Resule gelen ilk vahiy…
Neden ilk emir “oku” ile başladı dersiniz?
Çünkü Yaratan önce bilgiyle işe başlanmasını istiyor…
Bilgisiz ve bilimsiz insanların oluşturduğu toplum her zaman bataklıkta çırpınan olur…
Nitekim Âdemi “ilk insan” olarak yarattığı zaman da (bu konu da tartışmalıdır; gerçekten ilk insan Âdem miydi? Ayrıca yazılacaktır.) ona meleklerin secde etmelerini istemesindeki gerekçe, Âdem’in bilgiyle yüklü ya da yüklendirilmiş olmasındandır.
Bu ince noktayı iyi anlamak ve fark etmek gerekiyor…
Diğer bir husus ise; insanın algılama merkezi olarak beyin gücünün kullanımı ve bilginin algılanmasını sağlamak…
Ve en önemli mesajı Yaratanın; insanları aklını kullanma uyarısını vermek istemesidir. Çünkü bilgiyi algılayan beyindir, o bilgiyi kullanan akıldır, saklayıp gerektiğinde hatırlayan ve hatırlatan zihindir, pratiğe uygulamayı sağlayan zekâdır…
Tüm bunlar iç içe olan ve birinin diğerinden ayrılamadığı, ayırt edilemediği, belli anatomik ve fizyolojik sınırları tam anlamıyla çizilemeyen değerler bütünüdür.
Yaradan onun için bu algılamaya hitap edecek bir kaynağı gösteriyor, okumak ve anlamak…
**
Okumak yetmez, anlamak ve kıyaslamak gerek…
Sentez gerek, analiz gerek…
Papağan gibi ezberletilerek okunan her metin sadece beyni uyuşturur…
Bilgi değil, çünkü bilmek önce anlamak sonra da kavramak demek, kavranmadığına göre, anlaşılmadığına göre kavranması beklenemez…
Oku-oku döner aynı şeyi oku yani “okuma hamallığı” yapmış olur…
Okuyan beyin, gören gözdür…
Göz beynin uzantısıdır…
Gözlerin aklin devamı olduğunu söyleyen varsayımları kabul etmem…
Göz her şeyi görür, fakat ona anlam veren, anlamlandıran beyindir…
Evrene yönelik pek çok bilgi şifresini içinde barındıran ve Kutsal kitapta insanlara okumaları için Resul aracılığıyla yollayan Yaratan insanın gözle okumasını, beyniyle anlayıp değerlendirmesini, gönlüyle tasdik etmesini ister…
Böyle hassas beyin ve kalbe sahip olan, aklını kullanan kulun görevi önem kazanıyor…
Birey olarak bu görevi, yani ‘Yaratanın verdiği ilk emri ne kadar yerine getiriyoruz’ sorusuna çok olumlu cevapların verilecek olduğunu sanmıyorum…
Birey olarak herkes bu soruyu önce kendisine sormalıdır…
Ne zaman ki bu sorunun yanıtını olumlu yanıtlarsak; o zaman Kur’an’ın yazdığını de yüreğimizde hisseder, beynimizde değerlendirir, beyazlara dökülmüş harflerin dansıyla yüreklere ses veren cümleler halinde ürüne dönüştürürüz; yetmez bu bilgiyle beynimizde insanlık için nasıl yararlı işler yapacağımızı düşünmüş oluruz…
“OKU” emri Yaratanın Resulüne verdiği ilk emir olduğuna göre; bizler fert olarak bu ilk emre, dolayısıyla Allahın emrine ve Resulün sünnetine ne kadar uyuyoruz?
Birazcık öz eleştiri yapalım; bakınız etrafınıza kaç kişi ne kadar ve neyi okuyor?
Allahın verdiği ilk emir unutuluyor, uyulmuyor ona, ama kişilerin sakalının şekline, sarığının rengine, cüppenin tipine bakılarak kişinin Müslümanlık derecesi tayin ediliyor. İslam bu şekilcilikle temsil ediliyor…
Okumayan beyin, hurafeye inanacağı için de zihnini, aklını, dimağını sınırlıyor.
Beyin gücü ya dedikodu ya renkli medya ya da sınırlı gazete sayfalarla kısıtlanıyor, okumayan beyin dimağına ihanet ediyor demektir!
Okuyan beyin bir merkez görevini üstlenir, vücudun tüm organlarını bu esasa göre yönlendirir… Dolayısıyla bedenin tüm organları, okuyucu olur beyinle birlikte!
Bu, müthiş bir varsayımdır…
**
Beden bir bütündür; ayrı görevler yüklenmiş farklı elemanlardan oluşmuş olsa da her bir parça bir bütünün öğeleridir… Her organ kendi başına bir bütünün temsilcisi olarak algılama yapar, diğer bir ifade ile tek organ bütün beden için, bütün beden tek organ içindir.
Tüm organlar bir anlamda kendi başına sadece kendi bütünlüğünü oluşturur.
Nasıl ki el ya da kol eksik kullanıldığı zaman gelişmiyorsa, beyin de bilgi için yükleme yapmazsa körelir zaman içinde…
Yetersiz olan beyin, aslında yeterince kullanıma açık olmadığı için yetersizdir, bu devam ederse zamanla körelir! Yüklendiği görev dolayısıyla ürettiği enerji ve onu üretmek için ihtiyacı olan gıdayla beslenmesi beyni farklı kılar…
O nedenle beyin, en hızlı körelen organdır, sonuçta kullanılmayan beyin düşünmeyen beyindir, düşünmeyen beyin ise ölü demektir!
Düşünmeyen beyne siz ne kadar bilgi yüklerseniz yükleyin anlamı olmaz. Tıpkı kopi-pas yapmış olursunuz. Kopyaladığı bilgiler ise beyne yük olur, tıpkı taş taşıyormuş gibi olur. Beyin düşünmedikçe kopyaladığı bilgiler taş karda ağır ve yararsız kalır beyin için!
Biat kültürünün esiri olmuş toplumlar, ya da tembel beyinli toplumlarda bireylerde şu kanı yaygındır; ‘O benim yerime düşünüyor’ ya da ‘büyüklerimiz iyisini bilir’ algılamalar nedeniyle başkasının kendi yerine düşündüğünü varsayarak kendisinin düşünmesine gerek olmadığı, hatta kendisine ‘hacet’ olmadığı fikri yaygınlaşır… Böylece beynini kullanmayan beyin tembeli düşünme fukarası bir toplum oluşur…
Ne bildiğini ne de ne bilmediğini bilmeyen bilgiç geçinen cahillerin yaygın olarak toplumda itibar gördüğü bu dönemde, doğruyu bilip söylemek adeta “suç” mertebesinde yergi görmeye başladı. Bilgi ve bilim evrensel bir değer olup insanlığın ortak kaynak değeridir. Çoğaldıkça değerlenen değerlendikçe çoğalan ve paylaşıldıkça da değer kazanan bilgi ve bilim dinamiktir statik değildir; hayatın kendisindedir; yaşayan, gelişen, bir süreçte olgunlaşan ve değişen soyut fakat somut veriye dönüşebilen bir yapılanmadır!
Bilim, faydacı kullanıma açıktır; hem rasyonel, hem de hümanist yanı olan bilimin geçmişinde doğmalık vardır; fakat gelişerek doğmalığı somut veriye aktarmıştır. Dogmatik bilginin kabul edildiği en ilkel toplumdan bu yana kullanılan ya da varlığı kabul edilen bilim ve onu oluşturan alt detay bilgi kollarının her alanı mutlaka bir eksiği olmuştur. Bilimsel düşüncenin dinamizmi işte bu eksikliği arayıp bulmak ve her bilinmeyenin yeni bir bilineni onun da yeni bilinmeyen doğurduğunu görmüş ve araştırmıştır. Bu gerçeği arayış süreci bilimin ve bilginin dinamizmini yansıtır; her varılan sonuç gerçeği yakalamaya yönelik yeni bir adım değişime açık yaklaşımdır; gerçek kabul edilirliği değişkenliğe gebedir. Bilimdeki gelişme değişme bir süreçtir her yeni bilinen yeni, bilinmeyenleri birlikte getirir. Çünkü bilimde “benlik” egemenliği yoktur; ‘ben’ değil, ‘biz’ var…
Yaratan akıl kullanımı için bir mesaj veriyor, özetle ve mealen; “Geceyi gündüzü, Güneş’i, Ay’ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da Onun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.” (Nahl 12) Diğer bir kelamında; “Kur’anı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu?” (Kamer 17).
Peki, nasıl olacak bu iş?
Nasıl bilinecek, nasıl öğrenilecek, nasıl anlaşılacak?
Okumadan, öğrenmeden nasıl olacak bu iş?
Hal böyleyken ne yapıyoruz?
İlk emri olan “oku” emrini unutmuşuz.
Kuranı bir tarafa bırakmışız, ya evde duvara asmış dokunulmaz kitap olarak koymuşuz ya da mezarlıklarda çıkar aracı olarak algılamışız
Okuma alışkanlığını edinmek pek kolay olmuyor aslında. Çocukluk çağında bu alışkanlık edinildiği takdirde sürekliliği devam eder. Çocuk yaşlarda okunan kitapların kişiye nasıl bir fayda sağlayacağını önce bilmez ve anlamaz da…
Önce geniş düşünmenin okumayla elde edileceğini çok farkında olmaz insanlar. Çünkü geniş düşünebilme ile okumanın arasında doğru bir orantı ya da paralellik vardır. Gençlik döneminde rağbet edilenlerden farklı olarak çocukluk döneminde okunan çok sayıdaki kitabın insanlar farkında olmadan onları nasıl geliştirdiğini daha sonraki yıllarda anlayabiliyor.
Bu farklılığı kendi yaşıtlarıyla yaptığı bir kıyaslamayla daha iyi anlar…
Aslında okunanların çoğu unutulur fakat bıraktığı etkiler kalıcı olur.
Bazı insanlar da belki çok fazla okuyor olabilirler ancak beyinlerine yüklenmiş bir yük bilgisiyle kalırlar ya da bilgi hamalı olurlar; bilgi yığınıyla baş başa kalırlar.
Okunanlardan eğer insanlık sevgisi, manevi değer bırakmamışsa okumaların milli şuur aşılamamışsa hatta Yaratanın rızası için kıldığı namazsın ne anlama geldiğini bilmeyip eğilip kılmaktan ibaret bir beden hareketi olduğunu sanacak kadar cahil anlayışla kalmaları sürpriz olmaz… Bu, şunu gösteriyor ki içi boş beyinlerle anlamadan, özümlemeden okunmuş kitabın çok anlam kazanmadığı, bilgi yığını hamalı insan tipiyle topluma yansıyacağı, yakasında taşıdığı madalya ‘bilgi hamalı boş beyinli adam’ olacağını bilmeli Belki bu halıyla ilk etapta toplumda saygınlık itibar da kazanabilir. Şu sonucu değiştirmez, adı ‘okumuş’ olup nice ‘cahil’ insanların olduğunu en yakınlarımızda dahi görebiliyoruz. Okuma kapasiteler sadece sayfalarla sınırlı olan kişilerin yazma potansiyelleri de sayfalarla sınırlı kalmaya mahkûmdur.
**
Bazı evlerde kitap seven birey kadar onları ‘fuzuli şeyler’ gibi gören zihniyetli bireyler de vardır. Çoğu kez özenti, desinler için alınan kapağı açılmamış bir sürü kitap ansiklopedi olur evin bir bölümünde…
Bazen çok meraklı aile ferdi kitaplık düşünür bir sürü kitap…
Çoğunun yapraklarında ne yazıyor bilinmeden, sayfalarına bakılmadan eskir, bir kısmı da gıcır-gıcır kalır, ne yıpranır, ne de yırtılır sanki yeni alınmış gibidir…
Onların görevi kitaplıkta durmak ev sahibinin ‘bak benim ne kadar kitabım var’ onlarla ne kadar ‘bilgiliyim’ havasını atmaktan başka işe yaramayan kitaplık…
Elbette eve gelen misafire bir ‘hava’ vermek lazım onun için durmalı onlar kitaplıkta ya da rafta… Konuk kitapları görünce; ‘vay beeee… ne kadar çok kitap okumuş’ hayretiyle karışık bir kocaman ‘aferin’ almaktır amaç…
Bazı evlerde aksesuar bazen de önemsenme aracı olarak kullanılır kitaplar…
Ve böylece birey kendini kandırmaya devam eder…
Hatırlamak lazım; sloganlaşmış bir deyiş vardır ‘hiçbir şeydik’, ‘her şey olduk’ diyecek oldum ki ‘en iyi arkadaşın kitap olduğu’ bilinir…
Kitap en iyi arkadaş diye söze başlayan bazı insanlar aslında kendilerine seçilmeyen arkadaş kitabı her gün kendine arkadaş diye ek yaparlar.
**
Giderek listesi kabaran sanal âlemdeki grupların üye sayısını arttırma yarışına giren sanal hastalıklı işsiz beyinlerin kabarık sayılarla övünme içgüdüsünü tatmin etme yansıması gibi… Neden mi?
‘Benim grubumda şunlar ve şunlar var daha kalabalık bir grup’ demek övünmek için…
İşte gösteriş için kitaplıkta kitap dizenler de böyle olur…
Evine günlük gazete girmeyen adam başınıza âlemli cihan kesilir…
Kitap okumaz, gazete okumaz ama çok konuşur…
Her şeyi bildiğini sanır fakat aslında ne bildiğini ne de bilmediğini bilmez…
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayı ilke edinir…
Şimdi soralım böyle bir boş beyin kitap okusa ne olur, Kur’an okusa ne olur…
Okusa, ya küfür okur, ya beddua okur, ya yalan okur…
En başarılı okuma sanatı ise, yalanla-dolanla, hile-hurda ile milleten onay alıp milletin canına okumak…
Canına okunacak millet, okumaya müsaade ettikçe bu sonuç değişmeyecek…
Ne zamana kadar mı?
Bilmem… Herkesin vereceği bir cevap vardır mutlaka…
Hep söylerdim, “Bizim nesil öz eleştiri yapmalı.” diye. Sevgili hocamın yazısının altına utana sıkıla imzamı atıyorum. Maalesef aldığımız emaneti aldığımız gibi teslim edemiyoruz gençlere. Kabul edelim, emaneti aldığımızda Türkiye çok daha iyiydi.