Selçuk ailesinin köklerini araştırırken, kaçınılmaz bir ironi ile karşı karşıya kalınır. Henüz üç nesil öncesine kadar Müslüman olmayan Orta Asyalı bir göçebe Türk ailesinden, tarihsel kaynaklarda anlatıldığı üzere, İslam’ın görünüşte manevî ve simgesel lideri olan Abbasi Halifesi tarafından İslam’ın koruyucuları olmaları istenmiş idi. Bu Selçuk ailesi kim idi ve halifenin kendilerine bu şekilde yaklaşmasını sağlayan böylesi güçlü bir konuma nasıl gelmişlerdi? Selçuklular, geniş Türk kabileleri birliğinin bir boyundan her hangi bir aile olarak nasıl modernite öncesi İslamiyet’in kalbine (İran ve Irak) etkileyici yöneticiler olarak girmişlerdi? Bu makale Selçukluların Oğuz kabilesi içinden yükselmelerinin izlerini sürecektir.
Selçuklular ve Oğuzlar
Oğuzlar saf bir boy değildiler, Selçukluların yükselmelerinden önce İran platosundan İç Asya’ya göç eden bir kabileler birliğiydi. Henüz sekizinci yüzyıl başlarında, Oğuzlar Moğolistan’ın Orhun ve Selenga vadilerinden İrtiş ve Seyhun bölgelerine gelmişlerdi. Selçuk sultanı Sancar’ı 548/1153 yılında esir eden Belhi’lı bir Oğuzu anlatırken İbn’ül el-Esir şöyle der: “Bazı Horasan’lı tarihçiler Oğuzların Maveraünnehir’in ötelerine, Halife el-Mehdi (775-85) zamanında Türk topraklarının en uzak sınır bölgelerinden geldiklerini ifade ediyorlar.” 309-310/921-2 itibâriyle, Arap seyyah İbn Fadlan Oğuzların İdil ve Harezm bozkırlarında var olduklarına işaret ediyor. Orada korkunç bir yoksulluk içinde yaşayan ve “yolunu kaybetmiş ahmaklar gibi” dolaşan bir Oğuz grubundan bahsediyor. Aynı zamanda İbn Fadlan, daha sonraları Gazne ve Selçuk tarihlerinde sıkça karşılaşılan askerî-siyâsi- kabilevî unvanların Oğuz hükümdarlarına da verildiğini yazıyor: yabgu (reis), su-başı (Sahib el-ceyş, askerî kumandan) ve İnal (küçük rütbeli komutan). Oğuzlar saf bir etnik grup değillerdi, Moğolistan’dan ayrılırken farklı kabileleri içlerine almaya hazırdılar.
Türk ansiklopedist Kaşgarlı Mahmud, bazılarının Türk olmaması muhtemel yirmi iki Oğuz boyu adı vermektedir:
Oğuzlar bir Türk, Türkmen boyudur. Yirmi iki koldan oluşmuşlardır, her birinin hayvanları üzerinde birbirlerinden ayrılmaları için belirgin birer alametleri vardır. Reislerine Kınık denir, bugünkü sultanlarımızın soyu ondan gelir.
Kaşgarlı, yukarıdaki bu yirmi iki bölümlük Oğuz grubunun alt-kabileleri olduğunu, her alt- kabilenin de sıra ile yedi alt-koldan oluştuğunu eklemektedir. “Alt-kabilelerin adları atalarının adlarıdır… tıpkı Arapların ‘Beni Salim’ dediği gibi.” Bu durum delâlet etmektedir ki, Büyük Selçuklular Oğuz alt-kabilelerini ihtiva eden yirmi iki alt-boyun herhangi bir ailesi olarak meydana çıkmışlardır.
Oğuz-Selçuk göçünün, İran platosuna ve Irak’a etkilerini ortaya koyarken ve bu göçün korkunç etkilerinin şehirleşmiş kültürlere yansımasını belgelerken, bu göçü “şehir-kültürü” (tahminen Acem ve İslam) ve “göçebe” kültür (öncelikle Türk, putperestlik izlerine rastlanan ve sathî İslamlaştırma) olarak iki ayrı kısımda sınıflandırmak uygundur.
Önemli bir Orta Çağ öncesi İran tarihçisi olan, C.E. Bosworth, bu tanımlamayı şüphe ile karşılamıyor ve Selçuklular hakkında şöyle bir hüküm veriyor: “Selçuklular medeni hayat için gerekli olan yollara ve onun yararlarına yabancı idiler” Fakat bu eski sınıflamaları [“zarif-şehirli-Farsça” “kaba-göçebe-Türkçe”] sosyal gerçekliğin mutlak yansıması olarak ele almak konusunda şüphe duymayı gerektirecek geçerli bir sebep var. Örneğin, Türk dilinin ve kültürünün zenginliğinin korunmasını isteyen bu zamanın eğitimli Türk bilim adamları, Türkçede “rikka”dan yakınmaya başlamışlardı. Rikka muhtemelen Türklerin İranlılara karışmasının, onların topraklarına yerleşmelerinin veya Farsçayla birlikte çift dilli hale gelmelerinin bir sonucu idi.
Eğer Kaşgarlı’nın öne sürdüğü ilişkiyi, Acem şehir kültürlerini rikka ve düşüşe geçen “zarif Türkçe” ile birleştirmeyi kabul edersek, çok açık olarak ortadadır ki, Oğuzlar diğer bütün Türk grupları arasında “en zayıf diyalekte” sahip olan grup olmuştur, bu da onların Acem şehir kültürü ile en yüksek derecede ilişki içinde olduklarını göstermiştir. İranlılar ile Türkler arasındaki derin bağları ifade eden bir diğer örnek de, Kaşgarlı tarafından aktarılan şu Türk deyişidir: Tatsız Türk bolmas, bassız börk bolmas (Bir Türk Acemsiz olamaz [aynen] bir şapkanın başsız olamayacağı gibi.) Bazı kaynaklar [örneğin Siyasetname] zaman zaman “İranlı” ve “Türk” kavramları üzerinde yoğunlaşsalar da, hatırlamalıyız ki tarihi gerçek çeşitli derecelerdeki işbirliği, çatışma ve benzerlikle birlikte önemli bir nüans taşır.
Türk kabilelerinin İslamiyet’e geçmesi birkaç yüzyıl önce başlamış iken, bu süreç halen tamamlanamamıştır. Başka bir deyişle, Türklerin çoğunluğunun İslamiyet’i kabul etmesi ile sonuçlanmaktan çok uzaktır. İslamiyet’e yeni geçen Türkler ile putperest olanlar arasında sürekli harpler olagelmiştir. İbn’ül el-Esir 1043-4 yılında, Bala-Sagun ve Maveraünnehir’de Kaşgar’dan on bin “haymananın” İslamı seçtiğini kaydediyordu. İbn’ül el-Esir’in tesellisi bu, sürekli pagan ve göçebe Türk akınlarına maruz kalmış şehir kültürü hakim olan Horasan ve Maveraünnehir’de şüphesiz yankılanmıştır. O durumda ihtida edenlerin sayısı çoktu, abartılı olsa bile, Türklerin İslamiyete geçişinin 11. yüzyılın ortalarında bile sürdüğü, başka bir deyişle Selçukluların yükselişine kadar devam ettiği öne sürülmüştür. Bu putperest davetsiz Türk misafirlerinin muhtemel menşei, özellikle Selçuk kabilesinin menşei Selçuklulara İslamın koruyuculuğunu tevdi etmiş olan daha sonraki tarihçiler için önemli bir sorun arzediyordu.
Anonim bir coğrafi kaynak olan Hudud’ül-‘alem adlı eserde erken dönem Oğuz Birliği hakkındaki anlatıma sahip olduğumuz için şanslıyız. Bu övgüsüz anlatım Oğuzlar Darü’l-İslam hududlarına girdikten fakat Selçuklular henüz güçlenmeden önce yazılmıştır.
Hamilerini memnun etmeye hevesli kroniklerde, ilk Selçuklular hakkında parlak anlatımlar yer almaktadır:
Guzların kibirli suratları vardır (suh-ruy) ve kavgacıdırlar (sitiza-kar), muzip (badh-rag) ve kinci (hasud). Yaz ve kış meralarda ve otlaklarda dolaşırlar (charagah-va-giya-hvar). Zenginlik kaynakları, atlar, inekler, koyunlar, silahlar ve az miktarda av hayvanlarıdır. Aralarında tüccarlar pek çoktur. Bunların sahip olduğu iyi ve güzel herşey Guzlar için kutsal bir nesnedir. Tabiplere (tabibân) itibâr ederler ve onları ne zaman görürlerse hürmet ederler (namaz barand) ve bu doktorların hayatlarını ve eşyalarını koruduğunu düşünürler. Guzların evleri yoktur fakat aralarında keçe barakalara sahib olanlar pek çoktur. Silahları ve teçhizatları vardır (silah ve alat) ve cesaretli ve savaşmaya cüretlidirler (şuh). Sürekli olarak İslam topraklarına akınlar (gazve) yaparlar (navahi-yi islam), yolları üzerinde hangi yer varsa vurur (ba har ja’i uftadh), yağmalar (bar-kuband) ve mümkün olan en çabuk şekilde kaçarlar. Her kabilenin (ayrı) bir reisi vardır ki, birbirleriyle kavgalarını (na-sazandagi) önler.
Bu anlatımdan Oğuz birliğinin en belirgin özellikleri olarak; göçebe yaşam tarzı, yerleşik halkın oturduğu İslam topraklarına süregelen akınlar ve öfkeli bir mizaca sahip olmaları çıkarılabilir. Tabiplere hürmet ise önemli Şaman şahsiyetlerine bir atıf olarak kabul edilebilir.
Yine de, yukarıdaki anlatımdan Oğuz birliğinin sürekli dolaşan zalim bir göçebe takımından daha fazla bir şey ifade etmediği çıkarılabilir. Şu nokta da önemli olarak vurgulanmalıdır ki, yukarıdaki anlatımın ve bazı kroniklerin tersine, yerleşik hayat kültürü Oğuzlara tamamı ile yabancı değildi. Mesudi ve İbn Havkal Türklerin el-karya el-haditha (Farsça: dih-i nau, Türkçe: Yengi-Kent, “Yeni- Kent”)’da aşağı Seyhun üzerinde yaşadıklarını söylüyordu. Bu şehirli Türklerin pek çoğu hem göçebe, havadi hem de yerleşik hadar olan Oğuz birliğinden idi. Kaşgarlı aşağı Seyhun kısımlarını “Oğuzların kentlerinin toprağı” olarak tasvir eden bir harita yapmıştı.
Daha sonraki Selçukluların siyasi açıkgözlülüğü ışığında, siyasi ve entelektüel ileri gelenlerin (ayan), şehirli İslam kültürlerine bazı bakımlardan yabancı olmamaları ve özellikle bu yerleşik bölgelerdeki tüccar ve ulema ile olan ilişkileri şaşırtıcı gelmemelidir. Hudud’ül-alem’de bahsedilen Oğuz tüccarları şüphesiz ki ürünlerini şehirlere getirmek ve böylece yerleşik ve göçebe kültürler ile görüşmeler yapmakla sorumlu idiler. Bu görüşmeler Selçukluların 11. yüzyılda İslam’ın merkezine, Irak ve İran platosuna, girmeleri ile daha da karmaşık hale gelmiş ve yoğunluk kazanmıştır.
Hem Selçuklulara hem de geniş anlamda Oğuzlara mahsus olarak kullanılmakta olan bir terim de Türkmen terimidir (Farsça=Türkaman/Turkaman şeklindedir). Bu terim 10. yüzyılın sonralarında kullanılmaya başlanmıştır. Beyhaki gibi bazı tarihçilere göre, bu terim Gazneli İmparatorluğunun sınırlarını zorlayan tüm Oğuzları kapsamaksadır. Selçuk veziri Nizamülmülk de bu terimi kabileye mensup tüm Selçuk sultanları için kullanmıştır. Siyasetname’de, yetenekli vezir, Sultanı, Türkamananın Sultanın yakınları oldukları ve başından beri bu diyara sadaketle hizmet ettikleri konusunda etkiler.
Büyük ansiklopedist ve lügatçı Kaşgarlı Mahmud Oğuz boylarının bazı üyelerine Türkmen unvanını verenin Zülkarneyn’den başkası olmadığını anlatan komik bir efsaneden bahseder. Bu rivayetde esrarengiz “çift-boynuzlu” heykel, (Müslüman edebiyatında çoğunlukla Büyük İskender ile özdeşleştirilmiştir) bazı kabile üyelerinin Turk-manend olduğu şeklinde yorumlanır; yani Türklere benzediği kastedilir. Başka bir bölümde, Kaşgarlı Türkmeni Oğuz ile özdeşleştirir. Buradaki maksadımız, Türkmen yönetiminin Selçuk toplumunda oynayacağı sosyal baskının ilk etapta önemli olduğu konusunu vurgulamaktır.
Selçuk Ailesi
Selçuk kavminin adının doğru transkripsiyonu üzerinde ilmi tartışmalar süregelmektedir. V. Barthold, Mahmud Kaşgarî’nin Divan-ı lugat’it-türk adlı eseri gibi Türk kaynakları, en doğru yazılışın Selcük olduğunu söylemektedir. Ayrıca ünlü Rus şarkbilimci yaygın Seljuq yazılışının Türkçedeki sesli harf uyumu kuralını bozduğunu belirtmektedir. Aslında bu Türkçe kaynakların bir çoğu bu ismi sin-lam-cim-kaf ile yazarlar. Kaşgarlı fonetik farklılıklara verdiği önem ile bilinir ve bu ismi ön sesliler ile olan kelimeler sınıfına sokar. Diğer taraftan, hemen hemen tüm İran ve Arap kaynakları açıkça kabilenin adını sin-lam-cim-vav-kaf ile kaydederler. Bu isim ile salmak (saldırmak, hücum etmek), veya salçuk (vurmak, hücum etmek) kelimeleri arasındaki bağlantı henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu etimolojiler “bir (şeyi) hareket ettirmek, vahşi tarzda harekete geçirmek” anlamlarına gelen sal kökünden türemişlerdir. Bu makalede, orijinal Türkçe telaffuzun doğruluğunu kabul ederken -ki bu da Barthold tarafından tasdik edilen ve Kaşgarlı tarafından öne sürülen şekildir- Büyük Selçuklular ile ilgili çalışmalar için çok yararlı olan, İran ve Arap kaynaklarına itibar ederek Selçuk yazılışını kullanacağım.
Geniş Selçuk birliği içinde Oğuz ailesinin mevkii ve asaleti hakkındaki kaynaklar arasında belirgin görüş farklılıkları vardır. Bir taraftan Kaşgarlı, Ebu’l-Ala [ibn] Hassul (öl.1058) Tarih’inden rivayetler aktararak, Selçukluların atalarının (34 nesil) mitolojik Turanî kral Efrasiyab’a dayandığını iddia eder. Daha sonraki rivayetlerde kraliyet nesline atfedilen bu iddialar, erken dönem Selçuklu unsurlara da atfedilmiştir.
Nişapuri’nin Selçuknamesinde ve Reşididdin Fazlullah’ın Cami’üt-Tevarih adlı eserinde Selçuklular Gazneli Sultanı Mesud’a vergi ödemeyi reddederek şöyle derler: “Biz kral nesliyiz (nizhad- i padişahan).” Bu söz, erken dönem kroniklerde aşikar bir biçimde eksiktir, fakat erken Selçukluların uzun tarihsel geçişlerinin menşeinde mevcuttur. Bir taraftan pozitivist tarihsel bakış açısından, bu rivayetler yok sayılmaya çalışılırken, diğer taraftan bunların, daha sonraki Selçuk kronikleri tarafından geçmişe atıfta bulunularak, Selçuklulara asalet bahşetmek ve oldukça mütevazı kökenlerini saklamak için önemli bir işaret kabul edilmiştir. Hatırlanmalıdır ki, Tuğrul’un sarayında mahkemeden sorumlu bir memur olan, İbn Hassul Tafdil’ül-etrak (Türklerin Üstünlüğü) adlı eseri yazmak üzere görevlendirildi. Bu eser, Selçuk komutanlarının bilmediği, Arap dilinde yazılmıştı, bu da bu çeşit eserlerin başkalarının yararına yazıldığını yani, idareyi ellerine yeni alan hanedanı şüphe ile karşılayan mevcut Müslüman ilerigelenlerinin gözünde meşrulaştırmak için yazıldığını gösteriyordu. Bu eserler devamlı surette gelişen ve ileriki nesillerde sistematik hâle gelen bir meşrulaştırma sürecinin ilk adımlarıydı.
Diğer taraftan, geleceğin sultanları için diğer kroniklerde, yukarıdaki kroniklerin kraliyet menşei teorisi ile çelişen, daha mütevazı aile menşei rivayetleri bulunabilir. Bu kaynaklar, Selçuklu boyunun üyelerinin çadır-barakalarda (kargah-taras) yaşayan parçalanmış göçebeler olduğunu ve Türk padişahlarının hizmetinde bulunduklarını söylüyordu. Modern bilim adamlarının, Selçukluları böylesi bir iş ile özdeşleştirenlere -ki bu da göçebe bir kabile için esastır- nasıl şiddetle karşı çıktıkları dikkate alınmalıdır. Bazı yeni bilim adamları erken dönem kaynaklardaki bu rivayetin tezahürünü gizlemeye teşebbüs etmişler ve bunu “yersiz” olarak nitelendirerek yok saymışlardı. Hond-Mir, günümüze ulaşamamış olan Melik-name adlı eserinde, bir orta yol önermiş ve Selçukluların “itibârlı kumandanlardan” (ez cümle umara’-i mu’teber) olduklarını ve Hazar ovalarının (aşağı İdil ve kuzey Rusya) hakimi olan Yabgu’nun hizmetinde olduklarını söylemişti.
Tarih Öncesi Selçuk Boyu: Dukak ve Selçuk
Selçuk ailesinin erken dönem tarihinde kendilerini başarılı bir hanedana dönüştüreceklerini tahmin eden pek azdı. Selçuk boyunun tarih öncesine giderken başka bir tarihsel problem ile karşılaşırız. Selçukluların erken dönem tarihleri ile ilgili en faydalı metin, şu anda mevcut olmayan Melik-namedir. Bu eserin bize ulaşmamasına rağmen, bu esere ulaşabilmiş iki eski yazar ondan geniş alıntılar yapmışlardır. Bu iki eski yazardan birincisi İranlı tarihçi Gıyaseddin ibn Hamamüddin ya da bilinen adıyla Hond-Mir’dir. İkincisi, Süryani yazar Bar-Hebraeus’dur. Erken dönem Selçuk tarihi için en önemli gayri-İslâmî kaynak olan bu yazar Farsça Melik-name’ye de girmiştir. Claude Cahen, Süryani kroniklerinin, özellikle Bar-Hebraeus’un Chronography’sinin erken dönem Selçuklu çalışmalarına dahil edilmesinin gerekliliği üzerinde durmuştu. Melik-name’den aktarılan bu iki yazarın görüşleri, Selçuklular ile ilgili daha sonraki kaynaklarda görülen mit yaratma çabalarının dengelenmesi açısından gerekli idi. Biraz sonra göstereceğim gibi, bazı geç dönem kaynaklar Selçuklu devletinin meşruiyetini tesis etmek için kendi ideolojik yapılanmalarına uymayan Selçuklu hanedanının kurucuları ile ilgili belirli detayları atlıyorlardı.
İran ve Arap kroniklerine geçen nadir Türkçe isimlerde olduğu gibi, Selçuk ailesinin reisinin adının doğru yazılışı hakkında dikkate değer görüş farklılıkları vardı. Hond-Mir onun adını ya Dukak ya da Vukak olarak kaydediyordu. Diğer kaynak Bar-Hebraeus’un Melik-name’sine göre Tukak’ı tercih ediyordu. Geç dönem Müslüman kaynakları bunu taklit ediyordu. Dukak ile ilgili kesin olan bir şey, gücünün ve başarısının kendisine ulu Timur-Yalığ, “demir-ok” ünvanını kazandırmasıydı. Hazar Türklerinin hükümdarı Yabgu’nun hizmetinde olduğuna inanılıyordu. Geç dönem Selçuk mitolojisi Dukak’ı Yabgu’nun İslam topraklarına (Dar’ül-İslam) saldırmasını önlerken tasvir eder. İbnül-Esir Yabgu’nun Müslüman topraklarına saldırmak için ordusunu topladığı şeklinde bir rivayet kaydeder. Tukak [Dukak] onun ile tartışır ve Müslümanların canlarını bağışlaması için Yabgu’yu ikna etmeye çalışır. Tartışma alevlenir ve Dukak Yabgu’nun kafasına vurur [bir sopa ile? ] ve yaralanmasına sebep olur. Dukak, daha sonra aralarında bir uzlaşma olana dek kendisini tehlikede hissediyordu. Bu iki erken dönem kaynakta, doğrudan doğruya Melik-name’ye (Khwand-Mir ve Bar- Hebraeus) dayanarak, Dukak ve Yabgu arasındaki bu sözde kavgadan bahsedilmiyordu. Bizim görevimiz bu geç dönem rivayeti, her nasıl kabul edildi ise, düzmece ve efsanevî diyerek yok saymaktan çok öte. Bu rivayeti, Selçukluları meşrulaştırma teması çerçevesine nasıl oturtabiliriz, sorununu incelemeliyiz. Hiç şüphesiz, bu sonraki gelenek, Müslümanları kafirlerden “korumuş” bir kabilenin atalarını belirtmek için eskiye yönelik atılan adımdan başka bir şey değildir. Müslümanları ve İslamiyet’i iç ve dış tehditlere ve adaletsizliğe karşı koruma iddiaları Selçuk ideolojisinin önemli bir unsuru olan sosyal düzeni sürdürmek ve Müslümanların canlarını ve mallarını korumak konusu için önemli idi.
Dukak’ın oğlu Selçuk akıllıca İslam’ı kabul etmesi ile dikkat çeker. Bu da boyun sonraki tarihi için önemliydi. Kendi halkı arasında İslamiyet’i kabul eden ilk kişi olduğu ve Müslümanlar arasında yaşandığı söyleniyordu (sa ada bi’l-İman va mujavarat al-muslimin) Huseyni, Selçuk’u “saf ve ilk dini” (el-din el-hanifi) kabul eden kişi olarak tarif ediyordu. Selçuk’un ihtidası Melik-name’de doğrulanabilir, orada, “tevhid ışığı ile kalbinin aydınlandığı ve akrabaları ve köleleri ile birlikte Müslüman olduğu” iddia ediliyordu. Onlar kendilerini, Kuran’ı ve İslam hukukunun yasaklarını ve emirlerini öğrenmeye adamışlardı.” Bu samimi ihtidayı tamamen gözden çıkarmak için bir neden yoktur; özellikle Oğuzlar arasında var olan tek tanrılı dinlere karşı eğilimler göz önüne alınırsa.
Diğer taraftan, erken dönem kaynaklarımız aynı derecede pratik bir sonuç önermektedir. Selçuk, boyuna, eğer şimdi üzerinde bulundukları toprakların dinini kabul etmezlerse, orada sürekli olarak kalamayacaklarını söylemişti. Süryani tarihçi, Bar-Hebraeus, Selçuk’un neslini şu şekilde anlattığını yazar: “Eğer üzerinde [yaşamak] istediğimiz ülkenin insanlarının dinine girmez isek ve onlar ile anlaşmaz isek (veya âdetlerine uymazsak), kimse bize sadık kalmaz ve yalnız ve azınlık bir grup insan olarak kalırız.” Bu konu üzerine karara vararak, Selçuklular Harezm şehri Zandak’a bir elçi gönderdiler ve bazı din adamlarının kendilerine gönderilmesini istediler. Kasaba halkı yeni mühtedilere bir mübaşir ve hediyeler gönderdi.
Daha sonraki kronikler Selçuk tarzı İslamiyet ile “İslam toprakları”na (Dar’ül-islam) yeniden iskan arasında kati bir bağlantı kuruyorlardı. Selçuk ailesini Dar’ül-harb’den Dar’üll islam’a; 960 yıllarında özellikle Cent bölgesine (aşağı Seyhun’da) taşınmakla emniyet sağlanmış oluyordu. Cend Oğuzlara yabancı olmayan bir şehirdi. Hudud ül’alem’in yazarı Cend’den (Kh.vara) Oğuz hükümdarlarının kış aylarını geçirdiği yer olarak bahsediyordu… Bu yer değişikliği için başka açıklamalar da vardır. En mantıklı açıklama, Selçuk’un kabilesini Hazar ovalarından Türkistan’a hükümdar ile arasındaki düşmanlıktan dolayı taşıdığıdır. İlk başta, Selçuk Yabgu’nun iyi bir adamı idi, su-başı (Arapça: qa’id ül’ül ceyş) derecesine kadar bile yükselmişti. Birçok kaynakta bu unvan belirtilir, ansiklopedist Kaşgarlı Mahmud (969/1077) dahi Selçuk’u “günümüz Sultanların ceddi” olarak tanıtır. Selçuk bir su-başıdır. Kaynaklar Yabgu’nun karısının genç kumandan ve Yabgu arasındaki sürtüşmeye neden olduğu konusunda hem fikirdiler: Kadının, genç kumandanın artan gücü ile endişeye düştüğü rivayet edilir. Bir diğer rivayet ise ilkiyle kolaylıkla bağdaşabilir, Selçuk, yabguluk sarayında yabgunun ailesinden daha belirgin bir mevki almaya teşebbüs edince, kadın suçlu olarak tasvir edilir. Kocasını genç kumandanı öldürmesi için tahrik etmiş, fakat Selçuk tuzağa düşmeden az önce sarayı terk etmiştir. Şu ihtimal de göz ardı edilmemelidir ki, sürekli otlak arayışı içinde olmaları Selçukluları yeni topraklara sevk etmiş olabilir. Cend’e göç hareketine atfedilen iki tane daha ideolojik anlam vardır. Bazı Müslüman kaynakları bu hareketi hicret, Dar’ül-Harb’den Dar’ül-İslam’a geçiş olarak yorumlamak istemişlerdir. Diğer taraftan bazı modern milliyetçi tarihçiler, Selçuk’un, ailesinin, hizmetkarlarının, 1500 devesinin ve 50.000 koyununun bu göç hareketini “büyük Oğuz göçü” olarak yorumlamışlardır. Bu göçte aşikar alınyazısı görmek isteyen bazı bilim adamları göç ve fetih arasındaki farkı hatırlatarak iyi bir şey yapmışlardı. Bir taraftan bu iki yorumun bakış açısı birbirinden çok farklı iken, aslında her ikisi de sürü için yeni otlaklar bulmanın sürekli olarak göçebelerin işi olduğu gerçeğine ideolojik bir açıklama getirmek için yapılan çabalardı. Göç olgusunu hicret çerçevesine oturtma teşebbüsleri, Selçukluların İslam’a boyun eğmelerini vurgulamaya çalışan aynı çerçevenin parçalarıydı.
Cend’e gelip İslamiyeti kabul ettikten sonra, Selçuk’un şehirdeki Müslüman nüfustan, putperest Yabgu’nun adamlarının haraç (vergi) toplamalarını önlediği konusunda kaynaklar hem fikirdirler. Fakat bu olayın nasıl yorumlandığı konusunda Melik-name’ye kadar giden kaynaklarda ve bazı geç dönem kaynaklarda belirgin görüş farklılıkları vardır. İbn’ ül-Esir bu savaşları gazve olarak yorumlamış, başka bir kaynak, bu karşılaşmaların sonucu olarak, ulu el-Melik el-gazi unvanını Selçuk’a atfetmiştir. Bu rivayet Dukak ile süregelmiş olan, Selçukluların gazi savaşçılar olduklarının mecazî bir yansıması olarak görülebilir. Bu tarz yorumlama Selçuk ideolojisinin başka bir unsurunu açığa çıkarmaktadır; sosyal düzeni sürdürmek ve Müslümanların canlarını ve mallarını korumak. Bu yorumun ilk uyarlaması Khwand-Mir’de bulunabilir. Burada, çatışmanın özü Müslümanların ideolojik savunmalarına bağlanmamakta, sadece putperest hükümdarın güçleri tarafından alıkonulan bir deve sürüsünün yeniden elegeçirilmesi söz konusu olmaktadır.
İki Türk boyu arasında bir koyun sürüsü yüzünden çıkan çatışma geç dönem kroniklerde yeniden yorumlanmış ve Müslümanların dış tehditlere karşı savunmaları çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir. Çatışmaya atfedilen ideolojik anlam, Selçukluların başlıca ideolojik meşrulaştırılmalarının en can alıcı unsurlarından birisi, sosyal düzenin sürdürülmesi olarak kabul edilebilir. Selçuk’un çok ileri bir yaşta öldüğü -muhtemelen 107 yaşında- söylenmektedir. Selçukların isim babasının uzun ömürlü olması kadar etkili olan bir diğer etken de, aynı zamanda ailenin tarih öncesi [putperest] ile [ideolojik olarak doğrulanmış] o günkü varlığı arasındaki boşluğa bir köprü oluşturma çabaları idi.
Selçuk ailesi ve Yabgu arasındaki gerilim azalmıyordu: Gazneli tarihçi Beyhaki, halen “eski bir önyargılı grubun vâr olduğunu ve Selçuk ve Şah Melik soyundan gelenler, oğlu ve halefi, arasında büyük bir nefret ve kan davası (taassub-i kadim va kina-yi saab va khun) olduğunu söylüyordu. Şah Melik Selçuk ailesini 425/1033-4 yılında pusuya düşürmüş ve yedi bin ile sekiz bin arasında Selçukluyu öldürmüştü. 433/1041-2 yılı itibariyle, Selçuklular tekrar birleşmişler ve Şah Melik’i yenmişlerdi. Bu noktadan sonra, kendilerinin Kınık boyunun üstün gücü olduğunu iddia edebilmişler ve böylece Oğuzlar bir bütün haline gelmişlerdi. Birçok tarihi kronik Selçuk hanedanının yükselişini İslam veya Perso-İslam tarihinin rivayetleri arasına yerleştiriken, aynı zamanda Selçuk başarısını Batı Asya’da üstünlük kazanma amaçlı boy içi ve arası Türk rekabetine önemli bir bölüm olarak yerleştirmek de ilk etapta önemlidir.
Selçuk boyunun kaderi geçmişte Selçuk’a atfedilen tuhaf bir rüya vasıtasıyla ön görülmüştü. Bu rüyada, Selçuk’un ateş işediği varsayılıyor ve bu ateşin kıvılcımlarının Doğu ve Batıya yayıldığı söyleniyordu. Mu’abbir Selçuk’la görüşerek, komutanı şüphesiz ki memnun edecek, bir rüya yorumunda bulundu.
Rüya yorumcusuna göre, Selçuk neslinden gelenler bütün Dünyanın hakimi olacaklardı. Ben burada Bosworth’un muabbiri bir “Türk Şamanı” olarak yorumlamasına katılmıyorum.
İşemek sembolü, evrensel hakimiyeti temsil eden tuhaf bir sembol olarak bizim şimdiki duyarlılığımız ile çelişmekle bearber, sıklıkla erkeklik ve güçlülük sembolü ile bağdaştırılan Ortaçağ İslami rüya klavuzlarında ortak bir semboldür.
Aynı tarz yeniden yorumlama süreci sonraki nesillerin olaylarını yeniden düzenlemede de açıkça görülür. İbn’ül-Esir Selçuk’un oğlu, Mikail’i (Tuğrul ve Çağrı’nın babası) putperest Türklere karşı gazvelere katılan ve Allah yolunda şehitlik mertebesine ulaşan (fe esteshheda fi sebili’l lah) bir kişi olarak anlatır. Şimdiden sonra bu rivayetin en erken kaynak olan Melikname’de bulunmadığını söylemek gereksizdir. Gazi kelimesini sadece savaşçı olarak değil fakat inancı uğruna savaşan kişi olarak değerlendirdiğimizde, bu rivayette meşrulaştırmanın tohumları görülür. Bu durum üç nesildir Selçuk sultanları için geçerlidir. Selçuk hükümdarını gazi kaynağı olarak nitelendirien mecaz içinde, Selçukluların iki ideolojik doğrulama safhası vardır: İslam’a boyun eğmek ve aynı zamanda Müslümanların hayatlarını korumak için istekli olmak. Mikail’in sözde şehitliği hakkında kaynaklar daha başka detay vermezler. Bu anlatım (Selçuk’un kayda değer uzun hayatı ile birlikte) aradaki boşluğu doldurur ve rivayeti doğrudan Tuğrul’a getirir. Daha önceleri putperest olmaları veya en azından Selçuk boyunun henüz ihtida etmiş olması, onların nesiller boyu inanç şampiyonu ve Müslümanların canının ve malının koruyucusu oldukları iddiasını gizliyordu.
Selçuk boyunu kuranları, Müslümanları dış tehditlerden koruyan gaziler olarak tasvir eden yazar, Selçuk ailesini “dindar, Allah’a inanan, Kâbe’yi ziyaret etmeye istekli ve imamlar ile dost kişiler” olarak tarif ediyordu. Kazvini Selçukluların sünniliğini şiddetle vurguluyordu: Onları “saf ve temiz” (pak) [dalalete düşmeyen] insanlar olarak tarif ediyordu. Kazvini’ye göre, Selçuklular Sünni idi “saf din”e inanıyorlardı (pak-din), gerçek “itikad sahibi idiler ve boylarına karşı iyilik severlerdi. Geç dönem Anadolu Selçuklu tarih yazarı, Aksarayi, Büyük Selçukluları taharet-i itikad sahibi olarak, “duru inanç sahibi” olarak yüceltmişti. Bu terim, niku itikad terimi ile birlikte İngilizce sözlük anlamı “doğru inanç” veya “doğru doktrin” olan “Orthodoxy” teriminin muhtemelen en doğru Farsça/Arapça karşılığı idi. Meşruiyetin ideolojik dilinde inanç, dini olarak saf ve kirlenmemiş demekti. Selçuklular doğru inanca sahip olduklarını iddia ediyorlar ve gayrimüslim izlerinin yeterince örtüldüğüne inanıyorlardı. Onlar o zaman, saf dini kirleten diğer unsurları temizleyen kişiler olarak tasvir ediliyorlardı. Mutlaka hatırlanmalıdır ki bütün bu rivayetler, Selçuk ideolojisinin ilk unsuru olan İslam’ın Ortodoks yorumuna uymaları konusunu açığa çıkarmaktadır. İslamın bu kuralcı bakış açısına yöneliş, geleneksel tarzdaki dini meşruiyetin yokluğunda yeni ve güçlü Selçuk idaresini temize çıkarmak için kullanılmıştı.
Halifenin Köleleri Olarak Güçsüz Selçuklular
Takip eden on yıl içinde, Selçuklular Maveraünnehir ve Harezm’deki önemsiz rekabetlere karışmışlardı. Karahanlılara (İlig Hanlar da denir) ve Gazneli kuvvetlerine yardım etmişlerdi. Selçuklular birbirini takip eden iki olay ile güçsüzleşmişlerdi: İlki, Selçuk birlikleri parçalanmış, bazısı Arslan İsrail’in önderliğinde Horasan’a gitmişlerdir. Böylesi bir hizipçilik, sürekli yeni otlak alanları arayan göçebe birlik hayatında normal bir olay idi. Bu durum, belirgin bir halde onların askerî birliklerini zayıflatıyordu. İkinci olay, Sultan Mahmud’un Selçuk lideri Arslan İsrail’i hapsetmesiydi. Nişapuri’ye göre, Sultan Mahmud Türkistan’ın İlhan hükümdarları ile barış yapmıştı. Karahanlı hükümdarı Selçuk boyunun büyüklüğü konusunda ihtiyatlı idi ve Mahmud’u Selçukluların “son derece güçlü ve düzenli kuvvetleri” olan bir grup olduğu konusunda uyaran mesajlar gönderiyordu. Mahmud’u, Gazneli hükümdar Hindistan’a akınlar yaparken, Selçukluların fitne ve fesad meydana getirdiklerine inandırmıştı. İlhanlılar bu fitne ve fesadı ve diğer Selçuk oyunlarını önceden biliyorlardı.
Mahmud 416/1025 yılında Selçukluları teftiş etmek için Buhara’ya gitti. İsrail Mahmud’un karargahına oğlu Ebu’l-Favaris Kutalmış ile iştirâk etti. Mahmud İsrail’e, Selçuk hükümdarına güvenip güvenemeyeceğini, kendisi Hindistan’daki fetihler ile uğraşırken Horasan’a bir düşman saldırısının olup olmayacağını sordu. Genç (ve naif) Selçuk kumandanı İsrail, Gazneli hükümdarına sadık kalacağına dair söz verdi.
Mahmud, Selçuk kuvvetlerinin miktarını şüphesiz ki tahmin etmeye teşebbüs etmedi ve İsrail’in ne kadar kuvvet toplayabileceğini sordu. İsrail sultana kuvvet toplamak için kullanılabilecek yay ve oklar sundu. İsrail, övünerek ilk oku ile 100.000 kişinin, ikinci ile de 50.000 kişinin ve yay ile ise 200.000 kişinin geleceğini söyledi. Belirtilmelidir ki, Nişapuri [ve onu takip eden Reşidüdin Fazlullah] İsrail’in cevabının “gururundan mest olmuş bir halde iken ve gençlik coşkusu ile verildiğini iddia etti.” Aslında bu hareket İsrail’in hayatına mâl olmuş gibi idi: Mecburî şarap-içme oturumunu müteakip, Mahmud şüphesiz ki İsrail’in kuvvetlerinin sayısı hakkında uyarılmış, Selçuk komutanını yedi yıl boyunca Kalancar kalesine hapsetmiştir. Sonunda, İsrail orada öldü. Selçukluların gücünü zayıflatan yukarıdaki bu iki olaydan sonra, birbiri ardısıra gelen yenilgilere maruz kaldılar; birincisi Sultan Mahmud’un karşısında 419/1028 yılında, diğeri 425/1034 yılında Cent’li Şah-Melik’in karşısında.
Bir kez daha geç dönem kronikleri Mahmud’un İsrail’i hapsetmesi rivayetini yeniden yorumlayarak, bu durumu Selçuklular lehine olan bir çerçeve içine koyarlar: Hapsedilmiş İsrail’in akrabasına yalvararak son dileğini gönderirken tasvir ederler: “Saltanat için uğraş. Seni on kez yenseler bile sakın yılma ve geri dönme. Bu hükümdar [Mahmud] bir köleden doğmadır (mevlâ- zade), [asil] bir soydan gelmiyor ve bir zorba. Krallık onda kalamaz sana geçmeli”. Bu sırada, Selçukluların, kendi Kınık boyunun içinde, İran-İslam dünyasında dahi, saltanat peşinde olacak bir durumları yoktu. Bu yakarış eski bir nidâ idi. Bu sırada, nasıl tezat oluşturacak şekilde, Sultan Mahmud’un maula-zade olarak Selçukluları meşrulaştırmak için Selçukluların sözde “asil” mirası tezine oturtulduğu hatırlanmalıdır.
Yukarıdaki tüm zorluklara rağmen, Selçuklular Gaznelilerin onlara Ceyhun nehrini 1025 yılında geçmeleri için izin vermelerini rica etmişlerdi. Fakat, Gazneli tarafında hâlâ endişeliler var idi. Arslan Hacib Sultana, sayıca çok fazla olduklarını ve teçhizatlı olduklarını, bir fitneye sebep olabileceklerini söyleyerek, onların buradan geçmelerini önlemesi için yalvardı. Arslan’ın endişeleri sonuç vermedi, Sultan onlara izin bahşetti ve Selçuklular Ceyhun’u geçti ve Nasa ile Bavard yakınlarında, takriben 1025 yılında karargah kurdular. Selçuklular oldukça büyük bir hayvan sürüsünü (700 deve, 300 Türk koyunu) Horasan hükümdarına hediye olarak verdiler.
Ravandi, Sultan Mahmud yaşadığı müddetçe, Selçukluların daha fazla yaklaşamayacaklarını kaydediyordu.
Gazneli Sultan Mahmud 421/1030 yılında öldü. İki oğlu Muhammed ve Mesud arasında Mesud Sultan oluncaya kadar çatışmalar oldu. Yetenekli Mahmud’un ölümü, Selçuklulara Horasan’ı tahkim etmeleri için bir fırsat doğurdu. 426/1035’te Gazneli vezir Ebu’l-Fazl’a haddinden fazla hürmetkar bir mektup gönderdi. Beyhaki’nin Tarih’inde bulunan bu mektup açıklayıcı bir ifade ile başlıyordu: “Kölelerden Baygu [Yabgu], Tuğrul ve Davud [Çağrı Beğ], “Emirü’lmüminin kölesi (mevali) ” Selçuklular bir önceki Karahan hükümdarı, Ali Tegin ile iyi ilişkiler içinde olduklarını söylediler. Fakat, bu hükümdarın ölümünden beri, oğlu Selçuklulara zulm ediyordu. Gazneli komutan Altun-Taş’ın, topraklarını sürülerine otlak olarak kullanmaları için izin verdiğini de söylediler. Selçuklular, alçak gönüllü bir şekilde Gaznelilerden Nasa ve Farava ovalarını kullanmak için izin istediler. Karşılığında, Harezm, Ceyhun ve Dihistan’ı kötülerden (müfsidler) koruyacaklarını ve “Irak Türkmenlerini” kontrolleri altına alacaklarını söylediler. Bir Gazne kaynağında görülen bu mektup, Selçukluların meşruiyetine bağlı değildi (ve aslında bazen onlara karşı düşmanca idi). Gelecek nesiller tarafından açıkça ifade edilecek olan Selçuk ideolojisinin tohumlarını taşımaktaydı. Selçukluların Abbasi halifesinin köleleri olarak tanınmaları Selçuk ideolojisinin bir diğer unsuru idi. Fesadı ortadan kaldırma iddiası Selçuk ideolojisinin bir diğer unsurundan başka bir şey değildi. Bu mektup, Selçukluların meşruiyetinin sadece geç dönem kroniklerinin bir ürünü olması, Selçuklular ile çok önceleri başlayan, açıkça ifade edilen ve yeniden yorumlanan bir haklı çıkarma şeklini göstermesi açısından önemliydi. Selçukluların ideolojik haklılıklarının kendilerinin ilgilenmediği veya katılmadığı bir süreç olduğu varsayılmamalıdır. Selçuk ideolojisi yetenekli idareciler, katılımcı bilim adamları ve kronikler vasıtasıyla yapılanırken ve açıkça ifade edilirken, Selçuklular bu tarz meşruiyetleri yaymaya başladılar.
Selçukluların Horasan’a nüfuz etmeleri bir çok yerde derin sıkıntı yaratmıştı. Göstereceğimiz gibi bu, gelecek elli yıl boyunca tüm İran platosunda ve Irak’ta tekrar vuku bulan bir modeli kanıtlamak içindi. Daha da fazlası, Selçukluları meşrulaştırıcı kaynakların anlamını abartmak zordur. Bu kaynaklar, Selçukluları sosyal düzeninin destekleyicileri olarak ebedileştirerek sosyal karışıklık yaratırlar.
Kazvini gibi Selçukluları meşru kılan tarihçiler Selçukluların Horasan halkının kalbini kazandığını ve onların kavgalarında arabulucu gibi hareket ettiklerini iddia ediyorlardı.
Diğer tarihsel kaynaklar, 418/1027-8 yıllarının sonlarına doğru, Nasa ve Bavard’ın vatandaşlarının Gazne mahkemesine giderek fesad-i turkamanan’dan “Türkmenlerin neden olduğu bozgunculuktan” şikayet ettiklerini belgeleyerek yukarıdaki tasvirin etkisini hafifletmeye çalışmışlardır. Bu kaynakların (Selçukluları meşrulaştırma sürecine dahil olmayan), kanıt olarak öne sürdükleri şey, Selçukluların Müslüman şehirlerini korumaktan öte Horasan şehirleri üzerinde tahrip edici bir etkisi olduğudur.
Selçukluların ve onların faaliyetlerinin 1030’ların başlarında tam olarak nerede vuku bulduğu konusunda kronikler garip bir suskunluk içindedir. Sultan Mesud ile 1040 yılındaki savaşlara kadar, birçok geç dönem Müslüman kaynakta, yukarıdaki 1027-8 savaşları ile ilgili şikayetler hakkında çok az bilgi vardır. Selçukluların ne zaman Gazneli Sultandan hapsedilmiş amcalarını kurtarma ümitlerinin kaybolduğu ve sınır alanlarındaki halka karşı ne zaman politikalarını “iyilik”ten “kötülüğe” çevirdikleri konusunda Müslüman kaynaklarında sınırlı bilgi vardır. Hiçbir Müslüman kaynağı bu tedhiş dalgasını ayrıntısıyla anlatmaya cesaret edememiştir. Sadece Süryani tarihçi, Bar-Hebraeus, Selçukluları sosyal düzenin taraftarları gibi gösteren diğer tüm mitolojik anlatılarla çelişerek, Selçukluların faaliyetleri üzerinde detaylı bilgiler vermiştir. Tuğrul ve Çağrı, Ceyhun nehrini geçmiş ve Damgan şehrini “bütünü ile yok etmiş” olarak anlatılıyordu. Aynı zamanda aynı gaddarca davranışı Ravi şehrindede yaptıkları ifade edilmiştir. Bu noktada Aksarayi vasıtasıyla başka bir doğrulama imkanımız daha vardır; Aksarayi, Tuğrul’un bizzat kendisinin Ravi’deki yağma ve cinayetlerden sorumlu olduğunu yazmıştır.
Bu dürüst itiraf (Selçuk himayesi altında yazılmış bir kaynaktan bile olsa!) hiç kimsenin “vahşi” Oğuzlar ve “şehirli/Müslümanların koruyucusu” olan Tuğrul arasında tam bir ayırım yapamayacağını doğrulamaktadır. Liderler anlaşılmaz bir şekilde bu fitnelere karışmışlardı. Bar-Hebraeus tüm “Ghuzzaye”yi [Oğuzları] Arapları ve Ermenistan’daki Kürtleri kılıçtan geçirmekle, yağma yapmakla ve de Azerbaycan Urmiye’daki Kürtleri öldürmekle suçlar. Muhtemelen, en şok edici iddia, Oğuzların Meraga şehrine girip, halkı mahkum ettikleri ve oradaki ulu camiyi yaktıkları iddiasıdır. Tüm olasılıklar göz önüne alındığında, bu olaylara yol açan Azerbaycan’daki bu seferine kumanda eden Çağrı Beğdir.
Sonuç
Selçukluların yükselmeleri ile ilgili en belirgin şey, hiç şüphesiz onların Oğuz kabilesinin vasat ve önemsiz bir boyundan hızlıca yükselerek Nil’den Ceyhun bölgesine kadar politik bir güç olarak hakimiyet kurmalarıdır. Yukarıdaki makale Büyük Selçukluların erken dönem tarihlerinin sadece İran ve İslam rivayetleri çerçevesi içinde kalmaması aynı zamanda Batı Asya’da 10 ve 11. yüzyıllarda kabilevi Türk politikası çerçevesi içinde de değerlendirilmesi gereğini kurgulamaktadır. Son olarak, Selçukluların İslam’a uydukları ve sosyal düzenin devamından yana olduklarını vurgulamaya çalışan tarihsel kronikler, büyük bir dikkat ve şüphe ile okunmalıdır, çünkü kronikler görevlerinin bir parçası olarak Selçuk ailesinin pagan menşeini ve yarattıkları huzursuzluğu kapatmaya çalışmışlardır.
Colgate Üniversitesi / A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 585- 594
Çaruğ veya carukluğ veyahut Çorukluğ dediğimiz Yörük boyu yok yukarıda. Onuda ekleyince. Doğru olur . Konyanın en eski yerleşim yeri olan Karaman yolu üzerı. Meram çarıklar mahallesi ;çarık boyundandır. Kaşgarlı Mahmut un 24 Oğuz boyu sıralamasında çaruk boyuda geçer. Listenizdeki yapar boyunun adı çaruğdur. Hatta uyguristanın barçuk sehrının eski adı çaruğ dur. Bütün çarık çarıklı çarıklarlı çoruk Çorukluğ Zaza çarekler buradan göç edip dağılmışlardır.zamanla çaruk çarık çarıklarlı kelimesi bazı yerlerde yapar olmuş ve çoğu yerde çarık olmuştur . Halen bu çarık çaruk isimleri Irak’ta Suriye’de vede Türkiye çarık ismiyle köyler oymaklar mahalle ler cemaatler vardır. Ve Türkçe yi en iyi en güzel ve en doğru Türkçe kullanan Metehanın boyudur .. Türkiye’de 30 dan fazla çarık çarıklı çarıklar çoruğ çoruk gibi köyler vardır. Mustafa TOLAYCANLI NOKTA HİDROLİK PNÖMATİK İMALAT SELÇUKLU KONYA