Nasrettin Hoca hakkında yapılan araştırmalarda Hocanın kimliği, yaşadığı devir hatta yaşayıp yaşamadığı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerin çeşitliliği ve eldeki belgelerin azlığı, araştırmacının önüne en büyük zorluk olarak çıkmaktadır.
Biz bu bilgi ve belgeleri verirken tartışma ve eleştirileri de belirtmeye çalışacağız.
Bizde bildiğimiz en eski kaynak; Ebul Hayr-ı Rumî’nin (1974) Cem Sultan (M. 1495) adına yazdığı Saltuk-nâme’dir. Büyük mutasavvıflardan Sarı Saltuk’un menkabelerini derleyen Saltuk-nâme adlı eserde; on iki bin göçer evli Türkmen’le Rumeli’ye geçen (H. 622) Alp-Erenlerden Sarı Saltuk ile Nasrettin Hoca çağdaş, arkadaş ve pirdaş olarak gösterilmektedir (Her ikisinin Hocası da Seyyid Mahmut-ı Hayranî’dir.)[1] Sivrihisar’dan Mevlânâ Müzesi’ne getirilen bir mezar taşının “Nasrettin Hoca’nın kızı Fatma Hatun’a ait olduğu okunmuştur. Ölüm tarihi 1326’dır.[2]” “Nabi, ‘Tuhfetu’l Harameyn’ adlı eserinde Nasrettin Hoca’nın mezarını ziyaret ettiğinden söz etmektedir”.[3] “XVII. yüzyılın biyografik eserlerinden ‘Keşfu’ Z-Zünün’ da; Katip Çelebi, Hocanın Sunni bir Müslüman olduğunu belirtmiştir”.[4]
Nasrettin Hoca’ya ait birçok basma Letâif kitaplardan biri olan “Letâif’i Nasrettin Hoca” adlı eserde, “Nasrettin Hoca’dan büyük bir hayranlıkla bahsedilmektedir.”[5]
“XIX. yüzyılda Sivrihisar müftüsü olan Hasan Efendinin, ‘Mecmua-i Maarif’ adlı eserinde Hoca hakkında bilgi verilmiştir.”[6]
Fuat Köprülü; “Nasrettin Hoca” adlı kitabında “Hükümetçe elyevm mevsuk ve muamu’n-ileyh” olan iki vakıfnâme, “Seyyit Mahmut Hayrani ve Hacı İbrahim Sultan Vakıfnâmeleri”dir. Bunlardan biri 650’de öteki 665’te tanzim edilmiş ve Nasrettin Hoca her ikisinde de şahit sıfatıyla hakim huzurunda bulunmuştur”[7] demekte.
İbrahim H. Konyalı (1945) ise, “Köprülüzâde Fuat’ın bu mütalâası tamamen indi ve yanlıştır. Hacı İbrahim Sultan’ı vakfiyesindeki şahitler arasında ‘Nasrettin’ imzası yoktur, vakfiye tarihinden bir asır evvel ölen Nasrettin Hoca, bu vakfiyeye nasıl imza koyabilir” ifadesiyle Köprülü’ye karşı çıkmaktadır.[8]
İbrahim H. Konyalı “Nasrettin Hoca’nın sandukası üzerinde bir tahta parçasının üstüne tenekeden oyularak, Hoca Nasreddin Veli sene 683/1284 yazılı olduğunu, fakat yazının karakterinden pek eski olmadığının anlaşıldığını”[9] belirtmektedir.
“Evliya Çelebi ve bazı araştırmacılar Nasrettin Hoca’yı Murad Hüdavendigar ve Yıldırım Beyazıd’la, Timurun muasırı gibi gösterirler.”[10]
“Evliya Çelebi’nin Nasrettin Hoca’yı Aksak Timur’la konuşturması düşündürücüdür. Timur’a hamamda paha biçen Nasrettin Hoca değil Ahmedî mahlasını taşıyan şair Taceddin İbrahim İbni Hızır Bey’dir. Bu Amasyalı şair Yıldırım Bayezıd’ın şehzadelerinden Emin Süleyman adına (M.1405) “İskendernâme” adlı eseri yazmıştır. Aksak Timur’un maiyetinde de bulunmuştur. Lâminin oğlu Abdullah Çelebi tarafından Kanuni Sultan Süleyman Devri’nde tamamlanan ve tezhip edilen ‘Letâif’inde Ahmedî’nin Timur’la arasında geçen bu fıkrayı buluyoruz.”[11]
“Nasrettin Hoca’nın Yıldırım Bayezıd ve Timur’la çağdaş olduğunu savunan başta Evliya Çelebi olmak üzere birçok araştırmacının bu fikrini yalanlayan bir belge Hoca’nın türbesinde bulunan altı mermer sütundan başucundakinde güzel bir sülüs yazıyla yazılmış olan…. “Yazı bâki, ömür fânidir. Kul âsi, Tanrı affedicidir. Bunu Yıldırım Bayezıd Hazretlerinin askerlerinden hakir Mehmet 796 yılında yazdı”[12] şeklindeki kitabedir.
“Osmanoğulları her yirmi beş senede bir yurtta umumi yazım yaparlar ve bunları “il yazıcı” defterleriyle tespit ederlerdi. Bu defterler hükümdarın sarayındaki defterhane hazinesinde padişahın mührü altında saklanırdı. Üzerlerinde hiçbir tahrir ve tadil yapılamaz, kazıntı ve silinti bulunamazdı. Tahrîr emini herhangi bir vakıf müessesesini yazarken, o vakfa ait vakıfnâmeleri, fermanları, hükümleri, beratları ve sair vesikaları birer birer görür, doğruluğuna kanaat getirdikten sonra defterine vakfın adıyla sanıyla yazardı”[13] demektedir.
Konyalı, “Hoca’nın Yunus gibi birçok yerde mezar (makam) türbesi olmayacağını ifade ederek; kendisi gibi mezarı da tektir, adı Nasrettin’dir, diyerek bunu, İkinci Sultan Mehmet Devri’ne ve bizzat Fatih’e ait bir belge ile belgeliyor.
İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre, Akşehir kati olarak Osmanlı sınırları içine girdikten dokuz yıl sonra, Gedikli Ahmet Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, M. 1476 (H. 881) yılında yazılan bir umumi evkaf ve emlak yazım defterinden öğrendiğimize göre Nasrettin Hoca türbesi ve medresesi harap ve tamire muhtaçtı.
Ankara Kuyudu-ı Kadime Arşivi’nde 556 numarada kayıdı bulunan bu defterde Akşehir evkafı yazılırken Nasrettin Hoca türbesi ve medresesi aynen şöyle tespit edilmiştir. Bu kayıtta vakfın adı “Nasrettin” olarak geçmektedir. Bugün de yaşayan ad budur. Bu kayda göre Fatih’in ilyazıcısı Mevlânâ Muslihuddin, Akşehir’in vakıflarını tespit ederken, Nasrettin Hoca’nın türbesi harabolmaya yüz tutmuştur. Bu deftere göre Nasrettin Hoca evkafının gelirleri şunlardır: “Tur Ali Bahçesi, Hacı Nebi (Bibi) ve Musaoğlu Bağları ile Topal Yakub’un biraderinin elinde bulunan medrese zemini,”[14] demektedir. Bu vesika bize Nasrettin Hocanın bir de medresesi bulunduğunu göstermektedir.
“Fatih adına yapılan bu yazımdan 25 yıl sonra H. 906 (M. 1500) yılında Üçüncü Bayezıd adına Karaman ili evkafını tesbit eden defterde Nasrettin Hoca’nın türbe ve medrese vakfına rastlamıyoruz.
Bundan sonra Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve Üçüncü Murat adına yazılan ilyazıcı defterlerinde de görülmüyor. Kanunnâmeye göre ilyazıcılar, ancak yaşayan ve vakıfnâmelerinin hükümleri yürürlükte bulunan vakıfları tesbit ederler…. Esasen harab halde bulunan Nasreddin Hoca medresesi tamamen yok ve türbe de büsbütün harab olduğu için H. 881 (M. 1476) İkinci Beyazıd’ın tahrir emini bu vakıfı tesbite lüzum görmemiştir. Vakfiyeler daima alakadar mütevellilerin ellerinde bulunur ve bunlar ilgililere maddi bir fayda temin ettikleri müddetçe iyi muhafaza edilirler..
“Fatihten sonraki ilyazıcıların defterlerinde Nasrettin Hoca medrese ve türbesinden hiç bahsedilmediğine göre artık medrese tamamen yıkılmış türbe yüzüstü bırakılmış”[15] demektedir.
Nasrettin Hoca’nın Hayatı
Nasreddin Hoca’nın 1208’de Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. Annesi Sıdıka Hanım, babası Abdullah Efendi’dir. Hoca, ilk tahsilini köyünde köy imamı olan babasının yanında tamamlamış daha sonra devrin meşhur mutassavvıflarından Seyyid Mahmud Hayrâni’ye intisab etmiştir. Hoca köyünde evlenmiş bir oğlu, bir kızı olmuştur. Nasrettin Hoca doğduğu köyde kalmamış, Konya, Karahisar, Malatya, Kızılırmak, Akşehir, Sivrihisar ve Arabistan’a kadar gitmiştir. Bunları fıkraların geçtiği yerlerden anlamaktayız.
Yukarıda verilen bilgi ve belgelerin doğruluğu bazı araştırmacılar tarafından tartışılmıştır.
“Yukarıdaki bilgi ve belgelerin pek çoğunun ilmi bir tenkide tâbi tutulunca öyle zannedildiği gibi güvenilir, itimada şayan şeyler olmadığı hemen anlaşılmaktadır. Hoca’nın mezar kitabesi en çok 150-200 yıllıktır, sağlam bir Arapça bilgisinden mahrum biri tarafından hazırlanan bu kitabenin tarihî kıymeti yoktur.
Türk kültüründe bildiğimiz kadarıyla ölüm tarihinin ters yazılmasının ikinci bir örneği de görülmemiştir. Şeyh İbrahim Vakıfnâmesi, Köprülü’nün ileri sürdüğü gibi 665’te değil, 776/1374 yılında tanzim edilmiştir; üstelik bu vakıfnâmede Nasrettin Hoca’nın adı hiç geçmemektedir. Selçuklulardan bize şer’iye sicili gelmediği gibi, gelmiş olsa bile bu tür sicillerde bir insanın şeceresi, hayat hikayesi bulunmaz. Bu bakımdan Müftü Hasan Efendi’nin verdiği bilgiler de meşkuktur. Şeyyad Hamza’nın 749/1348’de hayatta olduğu tarafımızdan ispat edilmiştir. Dolayısıyla Şeyyad Hamza’ya dayanarak Hoca’yı XII’üncü asra tarihlemek de artık doğruluğunu yitirmiştir. Sultan Alaaddin adı Nasrettin Hoca lâtifelerinin birinde geçer, oysa ki Timur adı 23 fıkrada geçmektedir. Fıkralarda geçen şahıs adlarından hareketle Hoca’nın yaşadığı asrı tesbit edecek olursak XII değil, XIV-XV’inci asrı kabul etmemiz gerekecektir. “Peştemala fiyat biçme” fıkrasının Hoca’ya değil Ahmedi’ye ait olması da bu fikri değiştirmez. Kaldı ki fıkra tipleri arasında metin kaymalarının her zaman için mümkün olduğu ehillerinin malûmudur”
“Konyalı’nın Ankara Kuyud-i Kadîme Arşivi’nden bulup kitabında metnini ve fotokopisini verdiği Mevlânâ Nasrettin, bizim Nasrettin Hoca olabilir mi? Eğer o zat Nasrettin Hoca ise 1476’da harap halde iken Sultan II. Bayezıd Devri’nde büsbütün yok olarak resmi kayıtlarda adı bile geçmeyen türbe meselesi ne olacak?. Sanat tarihçilerce XIII’üncü asır sonları ile XIV’üncü asır başlarında yapıldığı tahmin edilen bugünkü türbe kimin?”
Bazı yazarlar Hocamızın XIV-XV’inci asırda yaşadığını söylerler. Bu konuda en eski eser Bayburtlu Osman’ın (öl. 988/1580’den sonra) Tevarih-i Cedid-i Mir’at-i Cihan adlı eseridir. Kitabın ikinci bölümünde “.Nasrettin Hoca Akşehir’de yatur. Ulemâdan, Ziyade nüktedan kimse idi.
Timurleng’e müsâhib oldu. Meşhur kimsedur” kaydı bulunmaktadır. 1638’de Akşehir’i ve türbeyi gezen Evliya Çelebi, Hoca’nın Timur ve Yıldırım Bayazıd ile muasır olduğunu, meşhur “Peştemala fiyat biçme” fıkrasını zımnen belirtmektedir. İhtifâlci Ziya Bey, Nasreddin Hoca’nın “Sultan Orhan Devri (1320-1362) ricalinden olduğunu, Bayezıd Devri’nde de hayatta olduğunu” söylemektedir.
Nasrettin Hoca’nın tarihî şahsiyeti hakkında hülâsa olarak şunları söyleyebiliriz: Hocamızın XIII, XIV veya XV’inci asır başında yaşadığına dair kuvvetli deliller ve belgeler henüz bulunamamıştır. Mevcut belgelerin en güvenilir olanı, Mevlânâ Nasrettin adının geçtiği resmi defterdir. Buna göre zayıf bir ihtimal olarak Hoca’nın belki XIII, belki XIV’üncü asırda yaşadığı söylenebilir.
Ancak bu belgenin bulunabilecek diğer vesikalarla teyidi gerekmektedir. Fıkralarda geçen hususi isimlerden, türbenin mimari özelliklerinden, efsanelerden hareket edip bir sonuca varmak istersek, Nasrettin Hoca’nın XIV’üncü asır başları, XIV’üncü asrın ikinci yarısı ile XV’üncü asır başlarında yaşadığı, kayd-ı ihtiyatla söylenebilir.
“Bugün için mevcut olan bütün bu bilinmezliklere, belirsizliklere rağmen biz, Nasrettin Hoca’nın gerçekten yaşamış bir Türk olduğuna dair inancımızı açıkça ifade ediyoruz”[16] demektedir.
Yapılacak yeni araştırmalarla ortaya çıkacak yeni belge ve bilgilerin ışığında bu tartışmanın aydınlığa çıkacağına inanıyoruz.
Milli Kütüphane’deki Yazma Metnin Dil ve Üslûp Özellikleri
Türk yazı dilinin tarihi gelişimi içinde bir geçiş devresi sayılabilecek olan XV. yüzyıl büyük önem taşımaktadır, bu etkiler XVI. yüzyılda da devam etmektedir.
Yazımızda XV. yüzyıl etkilerinin yanında Arapça ve Farsça kelime ve tamlamaların çok arttığını, Nasrettin Hoca fıkralarının en önemli niteliği olan halk diliyle ifade edilme özelliğini büyük ölçüde kaybetmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Yazımızda 192 hikâyet yer almaktadır. 151 hikâyet Nasrettin Hoca’ya ait olarak gösterilmiş olup, 41 hikâyette Hoca’nın adı geçmemektedir. Yazmamızdaki Nasrettin Hoca fıkraları Nasrettin Hoca dili ve üslûbu diyebileceğimiz belirgin özellikler gösterir:
- Fıkralar genellikle “Bir gün Hoca” diye başlar.
- Fıkralar kısadır. Uzun tasvirlere ve süslü cümlelere yer yoktur. Kolay anlaşılır, akılda kalıcı, az sözle özlü bir anlatımı vardır.
- Fıkralarında çeşitli mesajlar verir.
- Fıkranın son sözünü mutlaka Nasrettin Hoca söyler ve fıkra orada noktalanır.
- “Bir hikâyede sarhoşluk ya da içki varsa o hikâye Nasrettin Hoca’nın değildir, çünkü Nasrettin Hoca, içkiyi günah sayan Sünnî Müslüman Türklerin gülmece tipidir.
- Bir hikâyede ahmaklık, budalalık varsa ve o, bir sıkıntıdan kurtulmak için ahmaklık taslamak, zekâyı gizlemek değilse, bu hikâye Hoca’nın değildir.
- Hoca’yı mal-mülk, köle-cariye sahibi gösteren hikâyetler de Nasrettin hikâyesi değildir, çünkü Nasrettin hikâyelerinin özelliği, ömür boyu süren bir yoksulluğu yansıtmasıdır.
- Bir hikâyede iffetsizlik, kadın ihaneti varsa, bu hikâye Nasrettin Hoca’nın değildir. Hoca’nın evlendikten üç ay sonra karısının doğurduğunu, Hoca’nın da bu çocuğa, dokuz aylık yolu üç ayda bitirdiği için, okul çantası aldığını anlatan hikâye, Arap kaynaklıdır.
- Bir hikâyede Hoca, maddi kuvvetle güçlü bir insan gibi gösteriliyorsa o hikâye de bizim Nasrettinimizin değildir, çünkü bizim Nasrettinimiz, sorunlarını kol kuvvetiyle değil, aklı ile çözer.
- Bir hikâyede dalkavukluk, iki yüzlülük, çıkarcılık varsa, Hoca bir paşa ya da büyük adamın emrinde gösteriliyorsa, bu hikâye Hoca’nın değildir, bunlar yabancı kaynaklardan Hoca’ya yakıştırılmış hikâyeler olabilir.”[17]
Nasrettin Hoca fıkralarının birçoğu atasözü ve deyimler gibi bir toplumun hayat tecrübelerini, hayata bakış açılarını kısa, özlü, ahenkli, kalıplaşmış bir anlatımla yansıtmaktadır.
Yazmamızdaki bazı fıkraların sonuna eklenmiş olan “işte beyne’nnas mesel olmuştur” açıklamasıyla müstensih, Nasrettin Hoca fıkralarında geçen özlü sözlerin atasözü ve deyim değeri taşıdığını belirtmek istemektedir. Nasrettin Hoca fıkraları atasözlerimiz ve deyimlerimiz gibi toplum psikolojisini, hayat görüşünü, uzun yıllar denenip, gözlenmiş gerçekleri alarak adeta bir ayna gibi yansıtmaktadır. Kimi zaman iğneleyici, yerici, fakat her zaman özlü, etkili bir dille konuşan Nasrettin Hoca fıkralarının arasında deyim ve atasözü niteliğini kazanmış olanlar az değildir. Fıkraları baştan sona anlatmaya gerek kalmadan temel söz veya cümle yeterli olur, bu da Nasrettin Hoca fıkralarında en derin düşüncelerin en yalın halk diliyle anlatılmasından, bir deyim sağlamlığı, özlülüğü taşıyan ifadeleri ile halk diline güç katmış bir dil eğitimcisi olmasındandır.
Ayağını sıcak tut, başını serin. Kendine bir iş bul, düşünme derin, bindiğin dalı kesme, dağ yürümezse abdal yürür, el elin eşeğini türkü söyleye söyleye arar, bir tökezleyen atın başı kesilmez, parayı veren düdüğü çalar, ye kürküm ye.
Nasrettin Hoca’nın her biri ayrı bir hikmet taşıyan ve dilimizde yer etmiş sözleri bu kadarla kalmaz. Atasözü, deyim ve telmihleri ile Nasrettin Hoca dilimizi kelime ve anlam açısından zenginleştirir. Canlı örnekleri ile dili renklendirir, aydınlatır.
Bütün bunlara eğitici olması da eklenince, Nasrettin Hoca’nın erişilmezliği bir kez daha ortaya çıkar.
Hoca yalnız fikri ile değil, zikri ile de bizim, bizdendir, bizdir. Güzelim sözleri uçuşur yanımızda, yöremizde. Yeri gelince, anlatamayınca derdimizi, yetişir imdadımıza: Beceremeyince bir işi; Acemi bülbül bu kadar öter, der avunuruz ..
Yararsız işlerle uğraştığımızda; dostlar alış verişte görsün, der tartarız kendimizi .
Biraz fazlaca söz edilmişse bizden, elin ağzı torba değil ki büzesin, deriz .
İpe un seriyor, diye sitem ederiz dostlarımıza .., Bu karmaşık düzende, Ne sen sor, ne ben söyleyeyim, deriz. Bir kör döğüşüdür, gidiyor. Kabak tadı verdi. Mavi boncuğum sende diyenlerden kaçınıp, umudumuzu şu dağın ardına bırakırız . derken .. Yorgan gider, kavga biter.
Yer yer sıkıntılarla dolu hayatta Hoca’nın sözleri yüzümüze gülüş, ağzımıza tad olur.
Nasrettin Hoca, fıkralarında, bireysel ve toplumsal hayatla ilgili, gerçekleşmesi istenen davranış özelliklerini oluşturan eğitici mesajların yanında, insan sevgisi, esneklik, zeka gibi çağdaş özellikler taşıyan bir kişilik çizerek de başlı başına bir eğitim değeri yaratmaktadır.
Türk kültürüne ve Türk toplumuna, Nasrettin Hoca kişiliğinin önemli katkıları olabilir.
* Yazmamızda Osmanlıca kelimeler ve tamlamalar çok fazla kullanılmıştır.
hâr-bende, musahabet,
* n sesi, emir II. tekil ve çoğul şahıslar için kullanılmıştır: dinlen, kon, etirün
* k>h değişmesi görülmüştür, kangı>hangi
* Kelime hazinesi; eyit-= söylemek; kapu kakmak-= kapı çalmak; nesne yok-= bir şey yok. gibi kullanımlara sıkça rastlanılmaktadır.
Kıbrıs’tan Derlenen Nasrettin Hoca Fıkralarının Dil ve Üslûp Özellikleri
Derlememizdeki 66 fıkranın 12’si Nasrettin Hoca fıkralarından işlenen konu ve uzunluk yönünden farklılıklar göstermektedir.
Nasrettin Hoca fıkralarına halkın yaşayışının aynen aksettiğini “Yes ve No” adlı fıkrada bir kez daha görüyoruz. Kıbrıs Türk Halkının yaşantısında İngiltere ile ilişkiler önemli yer tutuyor, çoğu İngilizce, önceki nesiller hem İngilizce, hem Rumca biliyor.
Kıbrıs Türkçesinde;
* Genellikle soru eki kullanılmamakta, soru anlamı konuşma dilinde vurgu ile belirtilmektedir.
* Konuşma dilinde (n) (ünsüz türemesi), (ünlü türemesi) görülmektedir. Kendine kelimesi (genne) şeklinde çok sık kullanılıyor. Özellikle “Baf” yöresinden göç edenlerin bu kelimeyi sıklıkla kullandıkları gözleniyor.
* (cik) küçültme, sevgi, acıma eki sık kullanılıyor.
* Kelime Hazinesi hediye>hedaye i>a değişmesi inanmazsan > inanmazısan ünlü türemesi eşeğini>eşeciğini cik küçültme eki yatar>yatır a>i değişmesi gençken>gençıkana’ken-kan’ ünlü türemesi Nasrettin Hoca Fıkralarında Mekân ve Zaman
- Mekân
Nasrettin Hoca’nın fıkralarında mekânın Hoca’nın doğduğu, öğrenimini yaptığı, yaşayıp öldüğü çevre olan Sivrihisar, Konya, Akşehir, Karahisar gibi şehir ve kasabalarla, köyler, dağlar, çarşı, pazar, çeşme başı, hamam, mezarlık gibi Türk halkının hayatını geçirdiği doğal mekân olduğunu görüyoruz.
Bunların dışında, açıkça belirtilmese de bize dini görevlerini yerine getirdiğini düşündüren Arabistan ve Malatya adına rastlanmakta, Hoca’nın beş fıkrası da sarayda geçmektedir.
Kıbrıs’tan derlenen fıkralarda mekânın tüm Kıbrıs Adası olduğu, Hoca’nın Londra’ya gitmekten söz ettiği görülmektedir.
- Zaman
Yazmamızdaki Hoca’ya ait fıkraların 125 tanesi “Bir gün Hoca” beşi “Bir gice” diye başlıyor. Kıbrıs’tan derlenen fıkralarda da zaman, “Bir gün Hoca” diye başlıyor.
- Kişiler
Nasrettin Hoca fıkralarında yer alan kişilerin hemen hepsi gerçek, doğal, Hoca’nın yaşadığı çevreden insanlardır.
Yazmamızda; yöneticiler (Sultan Alaaddin, Padişah, Bey, Timurlenk, Bağdat Halifesi, Kadılar, Kazasker), Halkı (cemaati, köylüleri, meslek sahipleri, özürlüler, İstanbullu hanımlar, Yahudiler, Çingeneler), aile fertleri bulunmaktadır.
Bütün inceleme ve araştırmalarımız göstermiştir ki …
Her metin yaratıldığı, söylendiği toplumun zaman, yer, dil, espri anlayışını ve kişilik özelliklerini taşımaktadır.
İncelediğimiz metinlerin ışığında:
- Dini görevlerini yerine getiren, içki içmeyen cemaatine dini konularda yol gösterirken hoşgörülü olan, insancıl bir Osmanlı-Türk Müslüman Nasrettin Hoca tipi,
- Halk diliyle konuşan, hoşgörülü, Londra’ya giderken İngilizce öğrenmeye çalışan, Kıbrıs Türk halkının özelliklerini taşıyan bir Nasrettin Hoca tipi ortaya çıkmaktadır.
Bu da bize gösteriyor ki her toplum birbirinden etkilense de kendi toplumsal özelliklerini, yaşam biçimini Nasrettin Hoca’ya aksettirmekte, buna göre bir tip oluşturmaktadır.
Sonuç
Nasrettin Hoca’nın çizdiği, insandan hayvana, ekmekten suya kadar, her varlığa sevgi dolu, adil, olgun, tatlı dilli, güler yüzlü, her duruma uyum sağlayan, doğal insan tipini tüm çizgileri ve felsefesi ile çocuklarımıza tanıtmak, “Çağın Çocuğu”[18] yetiştirme yollarından biri olan “en iyi örnekleri gösterip, benimsetmek”, için gereklidir.
Derslerdeki sıkıcı havayı dağıtmak, güleryüzle iş görme alışkanlığını çocuklarımızda geliştirmek, sağaltıcı eğitimi yaratabilmek için Türk güldürü kaynaklarına eğilmek zorundayız. Tüm dünya, eğitim programlarında bu yoldan yararlanmaktadır. Bu alandaki önerilerimizi şöyle sıralayabiliriz.
- Kültürel değerlerimizin en önemlilerinden olan Nasrettin Hoca’yı bir eğitim konusu ve hazinesi olarak ele almalı, her derecedeki okulumuzda onu işlemeliyiz.
- Üniversitelerimizdeki tezlerde, Nasrettin Hoca gibi, Yunus Emre gibi kendi değerlerimize daha çok yönelmeliyiz.
- Sanatın her dalında yarışmalar açıp, bu alandaki çalışmaları ödüllendirmeliyiz.
- İlkokullarda, kuklalar ve okul oyunları ile Nasrettin Hoca’nın eğitim mesajlarını sevdirerek vermeliyiz.
- Nasrettin Hoca’yı çizgi filmle, çizgi romanla, çocuklarımızın karşısına özenle çıkarmalıyız ki, Red Kitlerin, Pokemonların, Miki Mausların yerine geçirebilelim.
- Karikatüre çok uygun çizgileri ile Hocamız milli karikatürümüzün esin kaynağı olmalıdır. Ressamımız resmini, heykeltraşımız heykelini yapmalı, hikâyecimiz, romancımız, hikâyesini, romanını yazmalı, tiyatromuz, sinemamızla, televizyonumuz, radyomuzla, dergimiz, gazetemizle, bilim adamımız, sanatçımızla el ele, kafa kafaya vermeli, çalışıp çabalamalıyız ki, hem çağdaş, hem Türk, hem Batılı, hem biz olalım. Kendi sentezimize varabilelim.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 516-521
Hoca’mızın Timur’la çağdaş olmadığı, İ.H.Konyalı’nın Akşehir Tarihi adlı kitabında ispatlanmıştır.