Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Mütareke Döneminde Osmanlı Haberleşme Kurumu

0 8.664

Dr. Tanju DEMİR

A. PTT Nezareti’nin Umum Müdürlüğe Çevrilmesi

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla tarihe Mütareke dönemi adıyla geçen ve Osmanlı Devleti’nin son günlerinin yaşandığı bir döneme giriliyordu. Bu olay, Trablusgarp ve Balkan Savaşları da içine katıldığında nefes almadan ateşler altında geçen 7 uzun yılın ardından gelen büyük bir bitkinliğin ve yüzyıllar süren çöküşün kabullenilmesi, şaşkın, ne yapacağını bilemez haldeki halk yığınlarının yılgınlığı altında bir kurtuluş gibi algılanmıştı.[1] Hatta bu düşünceyle Osmanlı PTT Nezareti, depolarda bulabildiği pulları bir araya getirerek “Mütareke Hatırası” sürşarjıyla bir seri pul bile çıkarmıştı. Oysa o tarihe kadar, Kapitülasyonların Kaldırılması, Padişahın Seyahatleri, Bursa Sergisi, Tur-u Sina, 1897 Yunan Savaşı, Edirne’nin kurtuluşu, 10 Temmuz İyid-i Milli gibi temaların işlendiği kutlama pulları hep bir başarının bir heyecanın anısına ithaf edilmişti. Mütareke Pulları da bu yönde bir algılayışı göstermektedir. 13 parçadan oluşan ve sürşarjları Hakkâk Ütücüyan tarafından yapılan klişelerle basılan bu pulların üzerinde 30 Teşrinievvel 1334 Mütareke Hatırası ibaresi yer almaktadır. Pullar, 12 Ocak 1919’dan itibaren tüm posta gişelerine dağıtılmaya başlanmıştır.[2]

Bu dönemde değişen siyasal yapı içinde Posta ve Telgraf ve Telefon Nezaretinin de önce siyasal, sonra da yapısal yönden değişikliklere uğradığı görülmektedir. İktidarı ele alan Hürriyet ve İtilaf Fırkasınca yenilginin başlıca sorumlusu olarak görülen İttihatçılara yönelik görevden almalar ve tutuklamaların başladığı günlerde PTT’nin de bir iç hesaplaşmayla yüz yüze kaldığı anlaşılmaktadır. 1918 yılının son günlerinde Nezaret koltuğuna oturan Yusuf Franko Paşa sadece iki ay bu görevde kalabilmiş,[3] ardından İbrahim Ethem Bey (Dırvana) 25 Şubat 1919’da PTT Nazırı olarak göreve başlamıştır. Ancak o da bu görevde sadece bir hafta kaldıktan sonra 4 Mart 1919’da görevinden ayrılmıştır. Aynı tarihte kurulan I. Damat Ferit Paşa kabinesinde yer alan ve karısının bir İngiliz olmasından dolayı İngiliz muhipleri Cemiyeti üyesi Damat Ferit tarafından özellikle tercih edildiği öne sürülen[4] Üsküdar Eski Belediye Müdürü Mehmet Ali Bey son PTT Nazırıdır.[5] Mehmet Ali Bey, Nazırlıktan ayrıldıktan kısa bir süre sonra alınan bir kararla PTT Nezareti yeniden Dahiliye Nezaretine bağlanarak Umum Müdürlüğe çevrildiği için kendisinden sonra PTT’nin başına geçen Refik Halid (Karay) Bey, 12 Nisan 1919’da PTT Umum Müdürü unvanıyla göreve başlamıştır.[6]

Mehmet Ali Bey’in kısa süren Nazırlığı döneminde İttihat ve Terakki döneminin açıkları aranmaya başlanmış ve bu konuda ortaya çıkan söylentiler gazete sütunlarına taşınmıştır.

Mehmet Ali Bey, nazırlığa gelir gelmez İttihatçı memurlar hakkında işlem yapılacağına dair demeçler de vermiştir. İttihatçı memurlar hakkında girişilecek soruşturma ve işten çıkarma işlemlerini bu demeçlerinden birinde açıklamaktan çekinmeyen Mehmet Ali Bey, onları çoktan iki sınıfa ayırmıştır bile. Birinci sınıfa girenler, körü körüne İttihat ve Terakki’ye bağlanmış, her emrini yerine getirenler, bunlar kesinlikle memurluktan atılacaklardır. İkinci sınıf memurlar ise, zorla, mevki ve memuriyetlerini kaybetmemek için, ailelerinin geçimini sağlamak kaygısıyla bu partiye katılanlar veya partili görünenlerdir. Bunlara uyarı yapılacak ve işlerine devam etmeleri sağlanacaktır. Mehmet Ali Bey bu ayrımın yapılmasında İttihat ve Terakkiye bağlılık derecesinin iyice inceleneceğini de söylemektedir.[7]

O günlerde çokça merak edilen, posta havalenamelerinde yapılan suiistimaller ve savaş döneminde PTT’nin gelirlerinin nerelere harcandığının gizli kalması konuları hakkında Yeni Gazete’de yayınlanan bir röportaj durum hakkında ayrıntılı bilgi içermektedir.

“Posta ve Telgraf Nezareti’nde havalename bedelleri ne oldu?

Mâliyeye 100 bin lira, Avrupa’ya siparişler, 500 bin lira borç

Posta ve Telgraf Nezareti’nin havalename tediyatında suiistimalat meydana getirildiği hakkında deveran eden şayia üzerine dün Nezaret Memurin ve Sicil Müdürü İsmail Hakkı Bey’e müracaat ederek bu baptaki malumatlarını almak istedik. Müdür Bey meseleyi şu surette izah etti:

“Ortada suiistimal veyahut ihtilas diyecek bir şey yoktur; yalnız havalename muamelatı için tesis edilen usule mugayir ahval vukua getirilmiştir. Havalename muamelatının bidayet-i tesisinde taşrada bir merkezde sarf edilmek üzere 100.000 liralık bir sermaye vaz edilmiş idi. bu sermaye ile muhtelif merakizde havalename muamelatı hüsnü suretle tedvir olunuyordu. Bu para İstanbul’da Bank-ı Osmani’de ve taşralarda şuabata tediye edilmiş idi. Bu karşılığın zıyaa uğramaması için taşra Posta ve Telgraf merkezlerinde havalename teminatında teraküm edecek mebaliğin de mahalli bankalara tevdi i usulü ittihaz edilmiş; bu surette mübarında cereyanı taht-ı temine alınmıştır. Muamelatı buradan idare için Havalename Masası faaliyet gösteriyordu. Lâkin Harpten bir ay evvel bu sermaye yavaş yavaş zıyaa uğradı. Aynı zamanda havalename kabulü için her merkezde 20 lira mikyas kabul edilmiş idi. Git gide bu miktar tecavüz ettirildi ve banka muamelatı gibi Posta ve Telgraf Havale muamelatı da yüzlerce lira üzerinde tahavvül edilmeye başlandı. Sermaye olarak bulundurulan Bu 100.000 lira havalename karşılığı ticaretin ihtiyacat ve masarifat-ı sairesi için sarf edildi. Hususiyle, Harp esnasında Nezaret bütçesinin haricine vaki olan masarif için şu sermayenin istihlakına zaruret görüldü. Binaenaleyh havale bedelatı artık mevcut karşılıktan değil, havale mevaridatından tediye edilmeye başlandı. Ahval dolayısıyla muharedat tenkis ve masarıfatı tezayüd ettiği için ekseriyetle taşranın zaruri ihtiyaçları da yine havalename bedelatından tediye edildi. Son zamanlarda Nezaret muhasebesini idare eden ve Maliye Nezaretiyle suret-i hususiyede münasebette bulunan Nezaretin havalename bedelatından teraküm eden 100.000 lira kadar bir sermayeyi de Posta ve Telgraf Nezareti ihtiyacatına karşılık olmak üzere Maliye Nezaretine tevdi eylemekten beis görmediler. Bu suretle, evvelce elde mevcut olan 100.000 liralık esas sermaye elden gittikten başka, bu havalename ashabına tevdi ettikleri ve Nezaretin tediyesine borçlu olduğu 100.000 lira da elden çıkmış oldu. Bunun üzerine tabiiyle havalename tediyatı çığırından çıktı. Ashab-ı havalename sızlanmaya başladı. Teracüm eden havalenamelerden Nezaret 500.000 lira kadar borçlandı. İzmir, Galata ve İstanbul gişeleri böyle muazzam bir yekunu derhal tediyeye gayrı muktedirdir. Bu ancak Maliye Nezaretinin vereceği karşılık ile kapatılabilecektir. Bunun için Nezaretin keyfiyeti Maliye Nezaretine işar edilmiştir. Ümit ederiz ki, menfi bir cevap alalım da şu buhranlı vaziyetten kurtulalım.

Şu izahattan anlaşılıyor ki, ortada hakikaten şahsa taalluk eden bir suiistimal yahut ihtilas yoktur. Yalnız iki ehemmiyetli nokta nazara çıkıyor. Biri, Maliye Nezaretinin ihtiyacat-ı acele hazıraya karşı tahsisat vermemesine mebni idarenin acil ve zaruri ihtiyaçları için havale mevcudatını sarf etmesi mevduattan müterakim 100.000 liranın her ne vesait ile olur ise olsun Maliye umuruna tevdii, buna çare olmak üzere her halde Maliye Nezaretinin borcu eda ettikten sonra Posta ve Telgraf Nezaretinin havalename bedelatını ifa için talep ettiği meblağı da tediye etmesi lazımdır.

Posta ve Telgraf Nezaretinin bu işlerde bir kusuru yoktur. Yalnız sabık Muhasebe Müdürü, mevduattan mühim bir kısmını Maliye nezaretine vermesi tetkike şayandır. Şimdiki halde havalename muamelatı icra edilmekte ise de tekrar havalelerin tediyesi için Maliye Nezaretinin vereceği paraya intizar edilmektedir. Maliye Nezaretinin bu hususta tereddüt tezkâr etmeden bu işi kesbetmesi icap eder zannederiz. Çünkü, Posta ve Telgraf meselesi her şeyden evvel devletin haysiyet ve itibarı ile alakalıdır. Bundan başka Harp esnasında Posta ve Telgraf Nezaretinde mühim makamları işgal eden bazı zevatın teşvikleriyle Nezaretin yine havalename mevduatından külliyetli bir para ihraç ederek Almanya’dan levazım ve eşya ihraç etmek istenmiştir. Fakat bundan da garip bir hatt-ı hareket ittihaz olunmuştur. Nezaret, ihtiyaç gördüğü levazımatı Almanya Fabrikalarına sipariş veriyor, fabrika siparişleri Berlin Postahanesine teslim edip makbuzunu İstanbul’a gönderiyor. Nezaret, Berlin Postahanesinin eşyayı aldığını kâfi görerek kendisi vaz-ı yed etmeden bedelini fabrikanın buradaki mümessiline tevdi ediyor. Bu suretle ısmarlanan eşyaların kısm-ı mühimi son zamanların karışıklıkları içinde nerede olduğu belli olmayarak kalmıştır. Halbuki bedeli tamamen tediye edilmiştir. İşte mevduatın bir kısmı da bu suretle kaybolmuş oluyordu. Velhasıl, gerek Telgraf Nezaretinin ihtiyaç için havalename bedelatını sarf etmesi gerekse bu paradan bir kısmının Maliye Nezaretine devredilmesi havalename işlerini alt-üst etmiştir. Nezareti zayiata sokmuştur.”[8]

Osmanlı Posta ve Telgraf İdaresinin savaşta aldığı tüm yaraları göstermese de yukarıdaki bilgiler, iddialar durumun hiç de iyi olmadığını gözler önüne sermektedir. Mütareke Dönemi başlarında yeni idarenin kasaları tamamen boşaltılmış bir idareyi devraldığı görülmektedir. Ancak, yeni gelen idarecilerin de iş yapmaktan çok politikayla meşgul oldukları da gözlenmektedir. Sözgelimi, Mehmet Ali Bey bu politika batağının en iyi aktörlerinden biridir. Dönemin tanıklarından Mehmet Tevfik (Biren) anılarında Mehmet Ali Bey hakkında şunları yazmaktadır:

“…Posta ve Telgraf Nazırı Mehmet Ali Bey. Daha ilk görüşmemizde kendisinin vaktiyle çok sık ahbaplık etmiş olduğum eski Zaptiye Nazırı Kâmil Bey’in oğlu olduğunu söylemişti. Fransızcası vardır. Ecnebilerle görüşüp anlaşabilir. Hâl ve mesleği hakkında henüz fikir sahibi olamadımsa da, bana karşı mûnis bir tavır göstermesi ve konuşmasının düzgünlüğü ile üzerimde oldukça müsait bir tesir hasıl etti.”[9] Mehmet Tevfik Bey üzerinde olumlu bir izlenim bıraksa da Mehmet Ali Bey, bir süre sonra gerçek yüzünü gösterecektir.

Bu arada 1919 yılı başlarında Posta ve Telgraf Memurları, ücretlerinin düşüklüğü yüzünden yaşamlarını güçlükle devam ettirdikleri gerekçesiyle greve gitmişlerdi.[10] Bunun üzerine İstanbul Hükümeti, maaşlarına ek olarak %50 oranında bir ikramiye verilmesini düşünmüş, ancak, bunun için Maliyeden iki aylık karşılık bulunabilmişti.[11] Bu durumda Posta ve Telgraf Memurları, haklarını örgütlü olarak savunabilmek için bir dernek kurmuşlardı.[12] Posta ve Telgraf Memurları Teavün Cemiyeti adını taşıyan bu derneğin kuruluşuna ilişkin Dahiliye Nezaretince verilen izne dair belgenin dışında dernek tarafından yazıldığı bilinen Nizamnamenin[13] hiçbir nüshasına ne yazık ki, ulaşmak mümkün olmamıştır. Dahiliye Nezaretince düzenlenen belge ise şöyledir:

“Tarih: 12 Nisan 1335

Dahiliye Nezareti Hukuk Müşavirliği

Posta ve Telgraf Memurîn ve Müstahdemîninin Teşkil Edeceği Cemiyet Hakkında

Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti

Posta ve Telgraf memur ve müstahdemininin terfiye ahvali ve bilhassa meslek yolunda temin-i terakkileri maksadıyla İstanbul’da teşekkül eden ve Cemiyetler Kanunu ahkâmına muhalif mevadı ihtiva etmediği merbut bir kıt’a nizamnamesinin tetkik-i münderecatından anlaşılan “Posta ve Telgrafçılar Teavün Cemiyeti” namındaki cemiyete muktezi ilmühaberin azasından bir mani-i kanuni görülmediği* beyanıyla Emniyet-i Umumiye Müdüriyetinden canib-i Vilayete iade ve takdim kılındı.

*Ancak memurinden bir kısmının bu surette cemiyet teşkili hakkındaki mütalaasına dermeyanı hakkında keyfiyetin bir kere de Posta ve Telgraf ve Telefon Müdüriyet-i Umumiyesinden istifsarı lazım geleceği.”[14]

PTT’nin Umum Müdürlüğe dönüştürülmesi hakkında ilk haberler 9 Nisan 1919’da İstanbul basınında görülmeğe başlamıştır. O sıralar Sabah gazetesinde yazan Refik Halit, siyasetle de iç içedir. Gazetesindeki köşesinde Hürriyet ve İtilaf-Damat Ferit mücadelesini konu ettiği yazıları ile Damat Ferit tarafından uyarılmış, o da bundan sonra daha dikkatli bir politika izleyerek, Damat Ferit’le iyi geçinme yolunu seçmiştir.[15]

Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla arasındaki bağları koparan Damat Ferit, Cemal Bey’in istifasıyla boşalan Dahiliye Nezaretine PTT Nazırı Mehmet Ali Bey’i getirmişti.[16] Bu atamayı yaparken de ne fırkaya ne de heyet-i vükelaya haber verme gereği duymamıştı. Artık Damat Ferit kendi başına iktidarı ele almıştı.

Bu olay üzerine Refik Halit, Sabah Gazetesinden ayrılmaya karar vermiş, fakat durumu örtbas etmek için kendisini hâlâ sorumlu gördüğünden, Dahiliye Nezaretinde İttihatçı avını başlatan Cemal Bey’in istifasıyla ortaya çıkan ve sonra tüm kabineyi saran buhranı, kendi yorumuyla yumuşatarak Sabah sütunlarına taşımıştır. İstifalara Dair başlıklı yazısında buhranı yorumlayarak, “…bu istifanın mühim bir mânâ ifade etmediğini, Hükümetin bir partiye dayandığını, görüş birliği içinde olduğunu, ayrıca fıkranın Cemal Bey’in yerine konulacak bir adamı olduğunu ve sabık nazırlardan başka türlü istifade edileceğini” öne sürmüştür.[17]

9 Nisan tarihli Sabah gazetesinin baş sayfasında verilen hususi haberler kısmında Posta Nezareti başlığı altında, Posta ve Telgraf ve Telefon Nezareti’nin Genel Müdürlüğe dönüştürüleceği ve Dahiliye Nezaretine bağlanacağı ile ilgili bir haber yayınlanmıştır.[18]

Hükümet, Posta Nezareti’nin kabine değişikliklerinden etkilenmemesi için Umum Müdürlüğe dönüştürülmesini düşünmektedir. Böylece hem posta ve telgraf işlemleri çabuklaşacak, hem de tasarruf sağlanacaktı. Mehmet Ali Bey’in Dahiliye Nezareti’ne atanmasıyla ondan boşalan P.T.T. Nezareti, Umum Müdürlük haline getirilir[19] ve ilk Umum Müdür olarak Refik Halid Bey (Karay) atanır[20] (12 Nisan 1919).

Refik Halid, göreve başladıktan hemen sonra bir genelge yayınlayarak memurlarına ve kamuoyuna yapılan değişiklikleri açıklamıştır. Bu genelgede memurlarından fedakarlık beklediğini ifade eden Refik Halit, onlara her ne olursa olsun görevlerine bağlı kalmalarını öğütlemektedir.[21]

Refik Halid, anılarında görevde kaldığı süre içinde yaptıklarını savunarak, o dönemin koşullarını betimlemektedir.[22] Posta ve Telgraf Nezareti’nin, Umum Müdürlüğe çevrilmesi konusunda memurlara hitaben hazırlattığı genelge hakkında “Nezaretin Müdüriyet-i Umumiyeye kalbi keyfiyetini kabine buhranlarından müteessir olmayarak sabit bir idareye mazhariyet maksadına atfederek memurlara kat’i bir bitaraflık tavsiyesinde bulunuyordum” diyen Refik Halit, kendisinden önceki PTT Nazırı Mehmet Ali Bey’in kendisine bir büyük çanta içinde gizli ve özel bazı belgeler bıraktığından söz ederken de “.bir aralık vakit bulunca bunları gözden geçirdim; serapa jurnaldı. Hem bir kısmı ne himmetle vücuda getirilmişti: isimler siyah mürekkeple, seyyiat cetveli kırmızı ile, daha mühim yerleri çifter çizgilerle yazılıp süslenerek takdim olunan bu defterleri ve arızaları çekmecenin bir gözüne attım; fakat her gün yirmi tane yenisi geliyordu, nihayet göz doldu. Artık yırtıp atmağa başladım” sözleriyle PTT memurları arasında savaş sonrası başlayan siyasi çekişmeler sonucu ortaya çıkan durumu da belirginleştirmektedir.[23]

Bu karışık ortamın düzene kavuşması da Refik Halit için gerçekten en zor görevlerden biri olmuştur. Rânâ Bey’in,[24] Mehmet Ali Bey’in baskılarına dayanamayarak istifa etmesiyle boş kalan Posta Umuru Müdürlüğü’ne henüz atama yapılmamıştı. Teftiş Heyeti Müdürlüğü de, Maliye Müfettişi İrfan Bey’in Maliye Nezareti’ndeki görevine dönmesiyle boşalmıştı. Umum Müdürlük binasında var olan ve Refik Halid”in hoşuna giden başlıca güzellik ise, binanın düzenli ve temiz, eşyaların yeni olmasıydı. Bir de koridorlarda gördüğü kadın hademe ve memurlar Refik Halit’in hoşuna gitmişti.[25]

İzmir’in işgalinin hemen sonrasında, İzmir’deki Posta ve Telgraf Merkezi’nin ağır bir zarara uğradığı aşağıdaki belgeden anlaşılmaktadır.

“Hülasa-i Emel:

Hin-i İşgaliyede yerli Rumlar tarafından duçar-ı tecavüz olan merkezler hakkında.

Devlet-i Osmaniye Posta ve Telgraf ve Telefon Nezareti Müdüriyet-i Umumiyesi

Devletlû Efendim Hazretleri,

İzmir’in işgali günü yerli Rumlar tarafından duçar-ı tecavüz olan Punta ve Buca ve Seydiköy Posta ve Telgraf Merkezlerinde mevcut kasa ve dolap ve defatir ile makineler, manipleler, pusulalar, telefon ve sair âlât ve edevatıyla vezne takımları, resmi mühürler, müvezzi çantaları, koltuk, sandalye ve perde gibi eşyanın aşırılmış bulunduğu aydın Başmüdürlüğünden alınan telgrafnameler münderecatından anlaşılmağla arz-ı malumat olundu. Ol babda emir ve ferman hazret-i menlehül emrindir.

21 Şaban 1337 ve 24 Mayıs 1335

Posta ve Telgraf Müdür-ü Umumisi

Refik Halit ”[26]

Refik Halit, P.T.T. Umum Müdürlüğü görevine başlarken Mondros Mütarekesinin hemen ardından devraldığı bu kurumla ilgili yapmak istediklerini gazetelerde yayınlanan bir röportajında şöyle anlatmaktadır:

“Posta Müdür-ü Umumisiyle Mülâkat

‘Teşkilât Nasıldır?-Yeni Pullar Basılacak Mı?-Müfettişler, Memurlar, Müvezziler Hakkında’

Evvelki gün nezdine giden muharrirlerimizden birini Posta Telgraf ve Telefon Müdür-ü Umumisi Refik Halid Bey kemal-i nezaketle kabul etmiştir. Ve sorulan suallere aşağıdaki cevapları vermişlerdir:

-Beyefendi, Posta ve Telgraf teşkilatını nasıl buluyorsunuz?

-Şimdiki teşkilat iyi idame edilmek şartıyla pek muvafıktır. Şimdilik bununla iktifa edebiliriz. Esasen bizim teşkilatımız Avrupa teşkilatının aynısıdır. Vesaitimiz de bütçemize göredir.

-Posta ve Telgraf muamelatı harpten müteessir olmuş mu efendim?

-Olmuştur. Bilhassa telgraf hututu tamir görmemiş fazla tel vaz edilmiş, teşvişata sebebiyet verilmiştir. Harp zamanında Batum Ahıska taraflarında açılan şubeler bir çok intizamsızlıkları ve masrafları mucip olmuştur. Bilahare oraları terk edince oraya ait havaleler, hesaplar içinden çıkılmayacak bir hale gelmiştir. Biz bir yandan bu zararları telakkiye çalışıyoruz.

-Posta pulları hakkında yeni bir teşebbüs var mı?

-Evet efendim. Harp zamanında yollar kapalı olduğundan hariçte pul bastırılamamış, dahilde de bu iş için münasip matbaalar bulunamadığından mütemadiyen sürşarjlı pul çıkarılmış. Halbuki Posta kongresi böyle sürşarjlı pulların istimalini tasvip etmiyor. Binenaleyh bundan sonra böyle yapmamaya gayret etmeliyiz. Gerçi bu nevi pullar yüzünden hazine varidatı artar, bir takım koleksiyon meraklıları bunları mebzulen satın alır; fakat memleketin haysiyeti itibariyle hayrı olmaz. Bu neye benzer? Ben on adet hikâye yazarım. Bunları ayrı ayrı bastırırsam daha çok para eder. Toptan neşredersem daha az ticaret getirir; fakat bu sonuncu hareket kitabın haysiyeti itibariyle daha ehemmiyetlidir. Bunun için bu gibi pulları artık çıkarmamalıyız. Yalnız bazı mühim hadiseleri tesbit için, ihya için pul yapmak bir dereceye kadar caiz olur. Sürşarjlı pul yapmak kararını verirken aynı zamanda posta kongresine de bu kararımızı tebliğ edip onlar nazarındaki itibarımızın muhafazasına çalışmalıyız.

-Posta ve Telgraf Teftişatı umuru matluba muvafık mıdır?

-Gerçi Müdüriyet-i Umumiyemizin bir heyet-i teftişiyesi vardır; fakat, bu maksadı temin edemiyor; çünkü eski tarzdadır.Bizim bu teftiş hususatımız Maliyenin eski müfettişlerinin işlerine benziyor. Bilfarz, Kosova İşkodra’da bulunan bir müfettiş yalnız o vilayette dolaşır başka bir yere gitmezdi. Bundan başka böyle müfettişlerin bir yerde senelerce kalması hem onun merkezin yeni faaliyetlerinden bigane olmasını hem diğer iyi mevkilerdeki arkadaşlarına nazaran müsavatsizliğe maruz kalmasını icap ettirmektedir. Bütün bunlara mani olmak için teşkilatı değiştireceğiz. Bunun için Maliye Nazırının muvafakatiyle Maliye müfettişlerinden bir zat getirdik. Bu zattan istifade edip teşkilâtımızı onlara göre tadil etmek istiyoruz.

-Memurlarınızı nasıl buldunuz Efendim?

-Memurlarımdan çok memnunum. Şimdiye kadar aynı memurlarla beraber çalışmaklığım da bu memnuniyetimi gösterir. Bittabi ilerisi için bir şey denilemez. Maamafih tetkikat yapıyorum. Vazifesini suiistimal edenleri, iktidarsızları tebdil edeceğim.

-Müvezzilerin maaşlarının tezyidi tasavvur buyuruluyor mu?

-Evet efendim bunu düşündük. Memurin nizamnamesinin, mebdei ve intiha için göterdiği nispetleri az gördük. Bu nizamnameyi tadilen yeni bir madde yazdık tahsisat alınca bütçenin nisbeti dairesinde memurlarımızı ve müvezzilerimizi terfihe çalışacağız.”[27]

Refik Halit, ilerleyen günlerde PTT’nin içinde bulunduğu durum hakkında İfham gazetesine verdiği bir demecinde de şunları belirtmektedir:

“Müdüriyetin 500 bin lira kadar açığı vardır. Bunun için Maliye Nezareti ile görüşülüp bu açığı kapatmak için yapılabilecek tek şeyin zam yapmak olduğu kararına vardık.

Müdüriyetin bugün meşgul olduğu mühim işlerin biri de pul tabıdır. Yeniden yaptıracağımız pullar için İngiliz ve Amerikan şirketleriyle görüşmelerimiz sürüyor. İngilizler 46.000, Amerikalılar 31.000 lira istediler. Diğer bazı şeraiti ikmal ettikleri taktirde Amerikalılarla anlaşabiliriz. Bu defa pullara abidat-ı milliye resimleri yaptırmak niyetindeyiz. Pullar bir nev’i propaganda aleti olduğu için bu suretle onlardan dünyaya medeniyet-i milliyemizi tanıtmak hususunda istifade etmek istiyoruz.”[28]

Refik Halid, o günlerde Anadolu’da yaşanan ulusal hareketin sesinin kısılması için mahiyetindeki tüm memurlara hitaben gönderdiği bir genelgeyle de dikkat çekmektedir. İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgal edilmesi ve bu işgale İtilaf devletleri tarafından onay verilmiş olması, Damat Ferit Paşa’yı güç durumda bırakmış, o da bu durumda 16 Mayıs’ta istifa etmişti. Hükumet kurma görevi yine kendisine verilmiş ve padişah kurulan hükümeti 19 Mayıs 1919’da onaylamıştı.[29]

İzmir’in işgali sonrası ard arda gelen protesto telgrafları Damat Ferit’i iyice bunaltmıştı. Redd-i İlhak Cemiyeti imzasıyla İzmir’den yağan telgraflar da buna eklenince hükümetin endişesi iyice artmaya başlamıştı ve bu yüzden Dahiliye Nezareti bu telgrafların alınmasının önlenmesi için Refik Halit’e emir vermişti.[30] Bu emir bir gün sonra geri alındıysa da Dahiliye Nazırı Ali Kemal, telgraflardaki “kurtuluş için silaha sarılmak” düşüncesini pek beğenmemişti. Bunun İstanbul’un işgaline kadar uzanacak bir işgal hareketini tetikleyeceğini düşünüyordu. Bu korkuyla 15 Haziran 1919 gecesi Refik Halit’i telefonla arayarak “Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetleri tarafından verilecek telgrafların kat’iyen kabul edilmemesi, şayet tazyik altında edilse bile keşide olunmaması” emrini verdi. Refik Halit de bu emri “kanun ve nizama aykırılığı olup olmadığını tetkik ettikten” sonra 16 Haziran 1919’da Posta Başmüdürlüklerine gönderdi.[31]

Refik Halit’in Ulusal Hareketi engelleme yolundaki bu ilk adımı, aslında tam tersi bir etki yaratmış ve ulusal hareket daha bir güç kazanmıştı. Çünkü, Refik Halit ve onunla birlikte İstanbul Hükümetinin bu açık emri Anadolu’da İstanbul hükümetinin cesaretsizliğini acizliğini bir kez daha ve kesin bir delille göstermişti. O tarihe kadar zihinlerinde acaba bulunan Posta ve Telgraf memurları da artık İstanbul Hükümetinin etkisiz ve yetkisizliğini fark etmişlerdi.

Mustafa Kemal Paşa, 20 Haziran’da telgraf haberleşmesi ile ilgili 16 Haziran tarihli genelgeye şiddetli bir karşılık verdi. Bu karşı genelgede Mustafa Kemal, “Milletin sesini boğarak meşru haklarını istemeyi yasaklayan ve vatanın mahvolmasına sebep olan” bu emri hiçbir namuslu telgraf memurunun yerine getirmeyeceğini sandığını, fakat böyle bir namussuzluğa cüret edecek olanlar olursa derhal divan-ı harbe verileceklerini bildiriyordu.[32] Mustafa Kemal Paşa, bu düşüncelerini yine 20 Haziran tarihini taşıyan telgraflarla Sadarete, Harbiye Nezaretine, Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğüne, Valiliklere, Posta ve Telgraf Başmüdürlükleri ile Kolordulara da iletmişti.[33]

Mustafa Kemal Paşa’nın Valiliklere gönderdiği 20 Haziran 1919 tarihli genelgede diğerlerinden farklı olarak şu ifadeler yer alıyordu: “Derhal söz konusu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin önderliğinde halk mitingler yaparak bu durumu hükûmet nezdinde şiddetle protesto etmelidir. Telgrafhaneyi süratle işgal ederek bu emrin geri alındığına dair cevap alınıncaya kadar İstanbul resmi haberleşmesini kesmek lazımdır. Bu hususta Müdafaa-i Hukuk-u Milliye cemiyeti başkanlığına süratle bilgi verilerek, övülmeye değer teşebbüslerine vatani yardımda bulunulması lüzumunu bildirdim.”[34]

Buna rağmen, Refik Halit’in genelgeleri bitmiyordu. Şimdi de, Erzururm kongresine ait telgrafların geçmesini önleyenlere bir maaş ikramiye vereceğini vaad ederken, önlemeyip geçirenleri de işten atmak ve hapis cezasıyla tehdit ediyordu.[35] Mustafa Kemal Paşa, bu konuya ne kadar önem verdiğini, göstermek durumundaydı. Bu amaçla, daha önce belirttiği gibi Refik Halit’in genelgesine uymakta ısrar eden Erzurum Posta ve Telgraf Başmüdürünü tutuklayıp hapsetmişti.[36]

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da bulunduğu esnada, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum şubesine hitaben yazdığı 18 Ağustos 1919 tarihli genelgede, Posta ve Telgraf Umum Müdürü Refik Halit’in öteden beri ulusal derneklerin merkezleri arasındaki görüşmeleri önlemek için Telgraf Müdürlerine emirler verdiğini hatırlatarak, Umum Müdürün, son zamanlarda memurları işten çıkarmayla tehdit ederek uyguladığı yıldırma taktiğinin etkili olmaya başladığını ve yalnız telgraf değil posta haberleşmesinin de sıkı bir biçimde denetimde tutulduğunu belirtmektedir. Bu sırada Orduya ait hatlardan yararlanmaya çalışan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin askerlerden aldığı yardım da fark edildiğinden Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü kanalıyla Harbiye Nezaretine de sıkı tedbir alınması konusunda başvuru yapılmıştı.[37]

İstanbul Hükümetinin aldığı sert önlemler sonucunda, ulusal derneklerin haberleşmeleri neredeyse kesilmişti. Kararların yerine ulaşması, eylem planlarının aktarılması, giderek zorlaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa, telgraf ve posta haberleşmesinin yeniden sağlanmasının Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti için bir ölüm-kalım sorunu olduğunu özellikle belirtiyordu. Bu konuda ilk düşünülecek çözümün ise, bütün telgraf ve posta merkezlerinin askerin de yardımıyla halk tarafından işgal edilmesi olduğu hakkındaki görüşünü yineliyordu.[38]

Bu genelgede ayrıca İstanbul Hükümetine de uygulamaları ile haberleşmeyi felç eden Refik Halit’in görevden alınması konusunda Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti önderliğinde halk tarafından baskı yapılması gerektiği de ifade edilerek, Sivas Posta ve Telgraf başmüdürünün görevine iadesi de isteniliyordu. Eğer bunlar yapılmazsa, Müdafaa-i hukuk Telgraf ve posta haberleşmesine konan yasak kalkıncaya dek İstanbul ile bütün haberleşmenin kesilmesinin uygun olacağı bildiriliyordu. Bu genelge Erzurum’dan bütün Müdafaa-i Hukuk şubelerine gönderilmiştir.[39]

İstanbul’daki Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü ile olan sürtüşme uzun süre devam etmiş, 1920 yılı 16 Martında İstanbul’un işgaliyle birlikte zaten dar bir çerçevede çalışan Osmanlı PTT’si tamamen etkisiz kalmıştır. Bu arada Anadolu’da çalışan ve Ulusal Harekete katılan Posta ve telgraf memurları İstanbul’daki arkadaşlarını Ankara’ya davet etmeye başlamışlar, bu amaçla Mayıs 1920’den sonra önemli posta ve telgraf uzmanlarından bazıları Ankara’daki Ulusal Hükümetin yeni Posta ve Telgraf İdaresinin kuruluşu için çalışmalara başlamışlardır.[40]

B. İttihat Terakki Kabinelerinin Son PTT Nazırı Hüseyin Haşim Bey’in Sorgulanması

Hüseyin Haşim Bey, Posta Telgraf ve Telefon Nazırı olarak 5 Eylül 1917 tarihinde göreve başlamıştı. Göreve başladığında Osmanlı devleti üç yıldır savaşın içinde bulunuyordu. Savaş dönemi kabinelerinden birinde yer aldığı için 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra başlayan İttihat ve Terakki soruşturmalarında onun da adı kayıtlara altı çizilerek geçmişti. Kendisinin ülkeyi savaşa götürenlerle olan bağları tek tek sorgulanmış, o da kendisini aklamaya çalışmıştır. Sorgulamanın gelişimi Meclis-i Mebusan Zabıtlarına ve gazetelere de yansımıştır.[41]

4 Kasım 1918 günü Meclis-i Mebusan’da “Said Halim ve Mehmed Talat Paşalar kabinelerinin Divan-ı Âli’ye sevkleri hakkında” Divaniye Mebusu Fuat Bey tarafından verilen önerge kabul edilmiş ve çekilen kura ile soruşturmayı meclis içinden belirlenen 44 mebustan oluşan 5. Şubenin yapması uygun görülmüştü. Kanun-u Esasi ve Meclis-i Mebusan Dahili Nizamnamesine göre, Divan-ı Âli’ye (Yüce Divan) sevk edilecek kabine üyelerinin ilk soruşturmaları, daha önce belirlenmiş Şubeler (Komisyon) aracılığı ile yapılıyor ve bu Şubenin raporu genel kurulda görüşülüp kabul edilirse, sanıklar yargılanmak üzere Yüce Divan’a gönderiliyorlardı.

Bu hüküm ve maddelere dayanarak mebusların şubelere ayrılması 10 Ekim 1918 günlü Meclis ilk oturumunda yapılmış ve 5. Şubenin 44 üyesi belirlenmişti. Araştırma ve soruşturma komisyonu gibi çalışacak 5. Şube, ilk toplantısını 6 Kasım 1918 günü yaparak Reisliğe Kütahya Mebusu Abdullah Azmi Efendi, Kâtipliğe de Ertuğrul Mebusu Şemsettin Bey’i seçmişti. Bundan sonra önerge sahibi Fuat Bey’den gereken açıklayıcı bilgileri de alarak Talat ve Sait halim Paşaların Kabine üyelerini teker teker sorgulamaya başlamıştı.

Beşinci Şube üyeleri arasında Türkler çoğunlukta olmasına karşın Arap, Rum ve Ermeni Mebuslar da bulunmaktadır. İlginçtir ki, eski kabinelerin üyesi olmaktan dolayı ifade verenlerden Ahmet Nesimi ve Cavit Beyler ile İttihat ve Terakki’nin Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bey de Şubenin üyeleri arasındadırlar.[42]

Çoğu zaman sıradan bir sorgulamanın sınırlarını aşarak ağır suçlamalarla yargılama niteliğine bürünen bu toplantılarda, ilk ifadesi alınan kişi Sait Halim Paşa’dır. Sonra sırasıyla, eski kabine üyeleri Çürüksulu Mahmut Paşa, İbrahim Bey, Ahmet Şükrü Bey, Ahmet Nesimi Bey, Halil Bey, Cavit Bey, Ali Münif Bey, Mustafa Şeref Bey, İsmail Canbulat, Hüseyin Haşim Bey, Kara Kemal Bey, Şeyhülislam Hayri ile Musa Kâzım Efendilerin ifadeleri alınmıştır. Savaş kabinelerinin önderleri olan Talat, Enver ve Cemal Paşalar ise, yurt dışına kaçtıklarından ifadeleri doğal olarak alınamamıştır.[43]

Hüseyin Haşim Bey de Savaş Kabinelerinde görev alan bir Nazır olarak komisyon huzurunda verdiği ifadesiyle Savaşa girişte sorumluluğu olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken de başında bulunduğu PTT Nezareti’nin durumuyla ilgili bazı açıklamalar da yapmıştır. PTT Nezaretinin savaş içindeki durumuyla ilgili ilk ağızdan verilen bu bilgiler arasında en dikkat çekenleri, sansür, işgal edilen topraklardaki telgrafhanelerin gelirlerinin nereye gittiği, koli yolsuzluğu gibi savaş döneminin kamuoyunda ilgi uyandıran konularına yöneliktir.

Haşim Bey, sansür konusundaki görüşlerini şöyle ifade etmektedir:

“Siyasi ve askeri sansür, harbin ilanı ile beraber vazolunmuş bir usuldür; binaenaleyh bendeniz bu usulün ihdasında bulunmadım; fakat muahharen kabineye geldikten sonra, murakabe-i askeriyenin muhaberatı ihlal etmekte olduğunu ve posta muamelatının tehir ettirdiğini görduğum cihetle Harbiye Nezareti nezdinde şiddetli takibat ve müracaatta bulundum. Bu teşebbüsat neticesinde bilfiil darülharp olan yerler ile sevahil müstesna olmak üzere, diğer mahallerden gelen ve buradan o mahallere gidecek olan mektup ve telgrafnamelerin İstanbul’daki Askeri Sansür Dairesine gönderilmemesi için Harbiye Nezaretinin muvafakatini aldım. Geçen sene Heyet-i Umumiyede posta muamelatı hakkında verilen sual takririne cevap verdiğim zaman söylediğim gibi, bu sansür sırf Karargâh-ı Umumi İkinci Şubesinin taht-ı emir ve Nezaretinde tatbik edilirdi ve Posta Nezareti buna katiyen iştirak etmemişti.

Gazeteler meselesine gelince; bu, doğrudan doğruya Dahiliye Nezaretinin işiydi. Mamâfih,benim fikrimce gazetelere sansür koymak münderecatının mesuliyetini hükümetçe deruhte etmek demektir. Binaenaleyh, ben bundan bir fayda görmem; bilakis mazarrat vardır. Çünkü sansür olarak istihdam edilen memurların gafleti, hükümeti münasebat-ı hariciyede bazen pek müşkül bir mevkie getirebilir. Esasen, matbuatın sansüre tabi tutulması, Kanun-u Esasi hükmünce de şayan-ı mülahazadır. Dahiliye Nezareti uhdesinde bulunan Talat Paşa ile mülakatımda kendisinin de sansürü ref etmek fikir ve tasavvurunda olduğunu anladım; fakat o sırada Brest-Litovsk müzakeratına iştirak için müstacelen İstanbul’dan mufarekat ve avdetinden hemen birkaç gün sonra Bükreş’e azimet etmesi bu tasavvurlarının tatbikini tehir eyledi ve Bükreş’ten avdetini müteakip sansür kaldırıldı. Gariptir ki, sansür ref edilince gazeteler, postalarda teehhürattan şikayete başladılar. Filhakika esbâb ve avâmil-i muhtelife tesiri ile postalarda arzu edilen intizam temin olunamıyor idiyse de, her halde bu zaruri teehhürata nisbetle şikayet edilecek gayr-ı ihtiyari muamelât vardı. Hatırımda kaldığına göre, Cülûs-u Hümayûn tebriki münasebeti ile, Saray-ı Hümayûn’da bulunduğumuz esnada, Enver Paşa bana hitaben: “Bakınız, gazeteler postalar için ne yazıyorlar” dedi; ben de, “Gazetelerin yazdığı şey ya doğrudur ya doğru değildir. Eğer şikayet muhakkak ise, onu izale etmek hükümetin vazifesidir; fakat şikayet doğru ve muhik değil ise kabil-i müdafaadır; red olunur. Ne yazarlarsa yazsınlar” demiş idim.”[44]

Hüseyin Haşim Bey sözünü bitirdikten sonra, Kudüs Mebusu Râgıb Neşaşibî Bey kendisine istila edilmiş olan topraklardaki telgraf gelirlerinin Nezarete gelip gelmediğini sorunca:

“İstilaya uğrayan memleketlerdeki telgrafhaneler varidatının bir kısmı kurtarıldı ve bittabi kurtarılamayan kısmı da oldu. Başmüdüriyete yazılmıştı; fakat bilahare Nezaretten çekildiğim için takip ve tahkik edemedim” sözleriyle cevap vermiştir. Bu paraların Bank-ı Osmani’ye aktarıldığı konusundaki soruyu da şöyle yanıtlamıştır:

“Evet paraları çok olunca Bank-ı Osmani’ye veriyorlardı. Binaenaleyh o gibi teslimattan büyük bir şey zayi olduğunu zannetmem. Çünkü, Bank-ı Osmani’ye teslim edilince malumat verilir ve postahane burada tahsil ederdi. Fakat belki merkezlerde cüzi bir miktar para kalmıştır.”[45]

Sorgulamanın bundan sonraki kısmı ise, Rağıb Neşaşibî Bey’in sorduğu bir soruyla Hüseyin Haşim Bey’in Nezareti sırasında yaşandığı iddia edilen bazı yolsuzluk ve memurların yerlerinin değiştirilmesi olaylarına yönelmiştir. Bu iddialar karşısında Hüseyin Haşim Bey, Nezaretin genel işlemlerinde herhangi bir yolsuzluğa rastlamadığını belirterek, savaş döneminde sıkça konuşulan Koli Meselesi hakkında şunları söylemiştir:

“.En ziyade mevzu-u bahis olan mesele “Koli” meselesi idi. Filhakika İhracat Komisyonundan ihracına mezuniyet verildiği halde vesait-i nakliyenin noksanından dolayı Avrupa’ya sevk edilmemiş olan bir çok koliler teraküm ettiği cihetle, Paket Postahanesi, bir sıra tertibi yapmış ve her birine birer sıra numarası verilmek sureti ile kolilerin sevki düşünülmüş ve fakat bu usul devam edememiş. Bir aralık İhracat Komisyonundan alınan vesikaların tarihi itibariyle sevk edilmek istenilmiş; fakat bundan da serbest edilememiş. Nihayet, Nezaret, Kalem-i Mahsus Müdüriyetinin gönderdiği listeler üzerinde sevkiyat başlamış ve şikâyât da bundan tevellüt eylemiş.

Ben Nezarete geldikten sonra Kolisi olmayan bir çok kimseler koli ihracı için vesika aldıklarını ve bunları kolisi olanlara birer bedel mukabilinde sattıklarını ve koli vesikalarının beş kuruştan on beş kuruşa kadar tahavvül eylediğini işittim. Ve Paket Postahanesini teftiş etmiş olan Maliye müfettişinin raporunda gördüm. Bu listeler Mustafa Şeref Bey’in Nezaret Vekaletinde bulunduğu zaman kâmilen iptal edilmişti.

.Oskan Efendi’nin istifası üzerine Nezarete asaleten bir zat tayin olunmayarak umur-u Nezaret, Maarif Nazırı A. Şükrü Bey tarafından vekaleten ifa edilmekte idi. müşarünileyh Avrupa’ya gittiği zaman Mustafa Şeref Bey de Şükrü Bey’e değil; Nezarete vekalet etmişti. Bendeniz Nezarete geldiğim vakit ise harice gönderilecek kolilerin miktarı vesait-i nakliye ile mütenasip bir dereceye ve hatta aşağıya düşmüş olduğundan, sıra tertibine ve liste tanzimine esasen ihtiyaç kalmamıştı. Posta işlerinin merci-i tabii ve kanunisi Nezaret Posta umuru müdüriyeti olmasına binaen herhalde Kalem-i Mahsus Müdürünün bu işlerle meşgul olmaması lâzım idi. O zamanlar müdüriyet-i mezkurede bulunan zat ahval-i sıhhiyesinden nâşi terk-i hizmet eylemiş ve yerlerine diğer bir zat tayin olunmuştur.[46] .Vazifesini suiistimal eden memurlar mahkemeye verilmiş ve bir kısmı da cezalarını görmüşlerdir.

Ben zaman-ı Nezaretimde yolsuzluklarına, icra kılınan tahkikat ile kanaat getirdiğim 200’e yakın memuru derece-i kabahatlerine göre azil ve muvakkaten ihraç ve tenzil-i sınıf cezaları ile tecziye etmiştim.”[47]

C. Yabancı Postahaneleri Yeniden Açılıyor

1 Ekim 1914 günü kapılarını tamamen kapadığı sanılan yabancı postaları, Mondros Mütarekesi ertesinde yeniden faaliyet göstermeye başlamışlardır. İngiliz ve Fransızlar Irak ve Suriye’de işgal ettikleri topraklarda posta örgütlerini hemen kurmuşlar, ellerine geçirdikleri postahanelerde bulunan Osmanlı pulları üzerine “İşgal” sürşarjları vurarak bunları kendi karargâh postalarında kullanmaya başlamışlardı.[48] Mondros Mütarekesinin hemen ardından İstanbul’daki İngiliz ve Fransız postahaneleri yeniden açıldılar.[49] İtalyan postahanesi de 1919’da yeniden faaliyete geçti.[50] Bunlara ek olarak daha önce de belirtildiği gibi, Romanya ve Polonya gibi daha önce Osmanlı topraklarında postahanesi olmayan iki ülke de birer posta bürosu açmışlardır.[51] Yunanlılar da bir süre sonra postahane açmaya yöneldiler ve işgal ettikleri bölgelerde de kendi posta örgütlerini devreye soktular.

D. İstanbul’un İşgali ve Manastırlı Hamdi Bey

Osmanlı Posta ve Telgraf ve Telefon İdaresi 1919 yılında savaş yıllarında kazandığı bir zaferin yok oluşuna tanık oluyordu. Yabancı Posta şubeleri Mondros ateşkes antlaşmasının ardından yine faaliyete açtıkları şubelerle geri dönmeye başlamışlardı.[52] İtalyan, İngiliz, Fransız posta büroları teker teker açılıyordu.[53] Bu ortamda Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü, sesini çıkarmak bir yana, hâlâ iç çekişmelerle uğraşıyordu. İzmir’in işgali özellikle telgraf memurları arasında derin umutsuzluğun çökmesine neden olmuştu. İzmir telgrafhanesinden gelen son telgraflar, makine başında bulunan memurlar için tam bir yıkım olmuştu. Emrinde çalıştıkları Umum Müdürleri Refik Halit ise, yayınladığı genelgelerle memurlarını sükunete davet ediyor, zarar ziyan var mı onun peşinde koşuyordu.[54]

Sonunda itilaf kuvvetleri, Mondros mütarekesinden beri yerleşmiş oldukları İstanbul’u, 16 Mart 1920 tarihinde resmen işgale başladılar. Karaya asker çıkararak, köşe başlarına makineli tüfekler yerleştirdiler. Bir taraftan da resmi daireleri ele geçirdiler. Ardından Meclis-i Mebusan’ı basarak, Kuvay-ı Milliye taraftarlarını tutukladılar.

Bu her türlü hak ve hukuk dışı davranışlarını uygularlarken bir taraftan da hareketlerini halka haklı gösterebilmek için, duvarlara astıkları beyannamelerle işgali benimsetme çabalarına giriştiler.

İşte bu işgal hareketini, Ankara’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya ilk kez haber veren telgrafçı, Manastırlı Hamdi Bey olmuştur.

Manastırlı Hamdi Bey, daha sonra Gazi Mustafa Kemal tarafından okunan Büyük Nutuk’ta da yer almış ve Cumhuriyet Dönemi telgrafçılarına örnek gösterilmiştir.[55] Bu tarihi telgrafları gönderdiği Mustafa Kemal Paşa ile daha önce de sık sık makine başında görüşmüştür. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Erzurum’a geçtiği günlerde yine Manastırlı Hamdi Bey ile karşı karşıya gelmiştir. Bu karşılaşmayı Manastırlı Hamdi Bey şöyle anlatmaktadır:

“.O zaman 28 yaşında bir gencik ve İstanbul’da muhabere memuruyum. En acı, en ıstıraplı devreleri yaşıyoruz. Mustafa Kemal, Samsun’dan Erzurum’a gitmiş. Kulaktan kulağa Erzurum’da bizi kurtaracak bir güneşin doğabileceği haberi dolaşıyor. Mustafa Kemal İsmi her yerde hürmetle, ümitle söyleniyor.

Bir gece yarısıydı; makine başında nöbetçiydim. Baktım, makine arıyor: Erzurum. Hemen cevap verdim.

Sordu:-İsmin ne?

-Manastırlı Hamdi.

-Ben Mustafa Kemal.

Yerimden sıçradığımı hatırlıyorum. Gayrı-ihtiyari fesimi düzelttim, önümü ilikledim.

-Emredersiniz Paşam!

-Oğlum, bana Yıldız’ı ver.

Hemen Merkez Müdürüne koştum; heyecan içinde:

-Efendim, Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Yıldız’ı istiyorlar dedim.

Bir müddet düşündü, tereddüt ediyordu. Neden sonra:

-“Olamaz”. Cevabını verdi. “Vermeyeceksin!”

Odaya döndüm. Paşa’ya hizmet edememenin azabı içindeydim. Dayanamadım. Bu sefer ben Erzurum’u aradım. Aramızda şu muhabere cereyan etti:

-Paşam, bendeniz Manastırlı Hamdi.

-Tekrar ediyorum evladım, bana Yıldız’ı ver.

-Paşa Hazretleri, Merkez Müdürüne arz ettim; imkansız olduğunu söyledi, bir emriniz varsa ben yazayım.

-Hayır, ben Yıldız’ı istiyorum.

-Muhalefet ediliyor Paşam. Bana yazdırınız. Emniyetli bir adamla göndereceğimi vaad ediyorum.

-Peki. Yazdıklarımı Ayandan Fuat Paşa’ya (Deli Fuat Paşa) vereceksin. Benden selam söylersin.

Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafında; Milletin mukadderatını kendi eline aldığını, Anadolu’nun İstanbul Hükümetiyle alâkasını kestiğini bildiriyor, Sadrazamın çekilmesini istiyordu. Sabahleyin Bâbıâli’ye koştum. Bin bir müşkülatla Fuat Paşa’nın huzuruna çıkarak, telgrafı verdim. Cevap beklediklerini de ilave ettim. Fuat Paşa’nın vaziyeti hâlâ gözlerimin önündedir. Telgrafı okur okumaz olduğu yerde sallandı. Yüzü kireç gibi olmuştu.

-Peki. diye kekeledi. Peki, Paşa hazretlerine söyle, telgrafı zat-ı şahaneye vereceğim. İki gün sonra gel.

Tekrar telgrafhaneye döndüm. Erzurum’u aradım:

-Paşam, emrinizi yerine getirdim. İki gün sonra cevap verecekler, neticeye intizar etmenizi söylediler.

Paşa teşekkür etti. Artık her gece makine ile beni arıyordu. Ben de 24 saat içinde İstanbul’da geçen hadisatın hülasasını kendilerine söylüyordum. Vazifemi suiistimal ederek yaptığım bu yardımdan çok gurur duymaktaydım. İçimden bir ses “Doğru yapıyorsun!” diyordu. Tehlikeli bir iş gördüğümün farkındaydım; fakat rütbesini terk ederek, kellesini koltuğuna almış, vatanı kurtarmaya koşmuş bir Paşanın yanında benim maruz bulunduğum tehlikenin ne ehemmiyeti olabilirdi?

On altı Mart Hadisesi

15 Martı 16 Marta bağlayan gece. Odada Telgraf Başmemuru da var. Bu adam o zaman Posta ve Telgraf Umum Müdürü olan Sadık’ın mektep arkadaşı. Geç vakit Umum Müdürden bir emir getirdim; bu emirde:

“Kimse vazifesi başından ayrılmasın. Bazı hadiseler çıkması muhtemel” deniliyordu. Çıkması muhtemel hadiselerin ne olacağını anlamıştım., zaten türlü rivayetler dolaşıyordu.

Derhal makine başına geçerek Ankara’yı buldum. Paşa’nın karargâhını istedim. “Uyuyor” cevabını verdiler. “Uyandırınız” dedim. Sordular: kimsin?

-Manastırlı Hamdi arz ediyor, makine başına teşrif etsinler.

Biraz sonra Paşa makine başındaydı.:

-Paşam, ben Manastırlı Hamdi.

-Söyle oğlum!

-Paşam şimdi İstanbul işgal altına alınıyor.

Muhabere devam ederken, merkezlerden gelen haberlere de göz atıyor, bunları Paşa’ya bildiriyordum.

-Paşam, rıhtıma düşman gemileri yanaşıyor.Tophane işgal edildi; Harbiye Nezareti işgal edilmek üzeredir.

-Bana Harbiye Nezaretini ver.

Tam muhabereyi tesis etmiştim ki, düşman kuvvetleri Harbiye Nezaretine girdiler, muhabere kesildi.

-Paşam, Harbiye Nezareti işgal edildi. Sırasıyla bildiriyorum, Beyoğlu, Üsküdar, Kadıköy işgal altındadır. Buralarla muhabere imkanını kaybettik. Vilayet vehamet kesbediyor. Efendim sabahki müsademede 6 şehit, 15 mecruhumuz var. İşgal Derince’ye kadar devam edecekmiş. Emr-ü devletinize intizardayım.

Biraz sonra emrettiler.

-Hamdi, oğlum, benim imzamı kullanarak Edirne’ye, Cafer Tayyar Bey’e, Bandırma Kolordu Kumandanı Yusuf İzzettin Paşa’ya, İzmir Kumandanlığına vaziyeti haber ver. Sonra da neticeyi bana bildir.

Emirlerini derhal yerine getirdim. Telgrafları çektim, neticeyi tekrar kendilerine arz ve ilave ettim:

-Paşa Hazretleri, neredeyse burası da işgal edilecektir.

Daha bizim bina işgal edilmeden Paşa ile muhabere kesildi. Çünkü ihanete uğramıştım.

Nöbeti teslim almak üzere gelin başmemur, önümüzdeki kağıtları görmüştü. Hemen dışarı çıktı. Umum Müdüre haber vermeye gittiğini anladım. Müsveddeleri derhal hamur haline getirerek ağzıma attım, bin bir müşkülatla yuttum.[56]

Aradan beş dakika geçmişti ki, kapı açıldı; içeri pür telaş, redingotlu genç bir adamla memurlar girdiler. Redingotlu zat emretti:

-Ayağa kalk!

Kalktım.

-Adın ne?

Söyledim.

-Vazifen nedir?

Anlattım.

-Beni tanıyor musun?

-İlk defa görüyorum.

-Ben Müdir-i Umumiyim.

Selamladım.

Tok bir sesle:

-Mustafa Kemal’in telgrafını ver! Dedi.

İnkâr ettim.

-Bende böyle bir telgraf yok!

-Saklama doğruyu söyle!

-Yalan söylemek adetim değildir. Buradan bir yere ayrılmadım arayabilirsiniz.

Bunun üzerine Müdir-i Umumi, beni ihbar eden memura sordu:

-Hani nerede?

O da şaşırmıştı. Kağıtları, masanın çekmecelerini alt üst ettiler. Tabii bir şey bulamadılar. Çünkü telgraflar midemdeki hazım faaliyetine çoktan başlamışlardı.

Redingotlu Müdir-i Umumi, asabi bir halde odanın içinde dolaşıyor, ikide bir:

-Pekala, pekala! Diye mırıldanıyordu. Bir aralık:

-Yaz! Diye bağırdı. Memurlardan biri kalem kağıt aldı. Müdir-i Umumi Beyefendi dikte ettiriyordu:

 -Manastırlı Hamdi ve kendisiyle temasta bulunan arkadaşlarının vazifelerine nihayet verilmesi. Müdir-i Umumi, kapıyı vurup çıkıp gitti. Biraz sonra Merkez Müdürü beni çağırttı.

-Hamdi Efendi, yaptığın işi beğendin mi?

-Ne yaptım?

-Daha ne yapacaksın? Çapulcularla birlik olup, onlarla iş görüyorsun”

Ben hizmet-i vataniyemi yaptım!

İşimden çıkarılmıştım. Geç vakit Üsküdar’a geçtim. İhtiyar anamdan başka kimsem, cebimde on param yoktu. Sefalet içinde birkaç gün geçirdik, nemiz var nemiz yok satıyorduk.

İstanbul, vatanını seven insanlar için oturulmaz bir hal almış, cehenneme benzemişti. Benim için yapılacak yegane şey Anadolu’ya kaçmaktı.

O zamanlar, Mudanya Hattına işleyen Paşabahçe isimli küçük bir vapur vardı. Kaptanının Anadolu’ya kaçanlara yardım ettiğini haber aldım. Kaptan ricamı derhal kabul etti. Paşabahçe vapuruna ateşçi olarak girdim. Mudanya’ya iner inmez Kaymakam vekili ve liman Reisi Hâmit Bey’i gördüm. Ankara’ya gitmek istediğimi söyledim. Teşhilat gösterdi. Bursa’dan, Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çektim. Firaren Bursa’ya geldiğimi, emirlerine muntazır olduğumu bildirdim. Ben Bursa’da gelecek emri beklerken, bir felaket de beni bekliyormuş.

Bursa’da Hürriyet ve İtilâfçılar galeyanda.Benim casus olduğum ileri sürülüyor. Bir sabah tevkif edildim. Aman zaman demeye meydan kalmadan beni Mudanya’ya oradan da bir Yunan vapuruna koyarak İstanbul’a sevk ettiler. Artık benim için kurtuluş ümidi kalmamıştı. İstanbul’da kim bilir başıma ne işler açacaklardı? Tevkifimi haber alan bir telgrafçı arkadaş vaziyetimi Ankara’ya bildirmiş. Bunun üzerine Paşa, 56. Fırka Kumandanı Bekir Sami Bey’e telgraf çekerek alakadar olmasını rica etmiş. Fırka Kumandanı, Polis Müdürüne benim Salıverilmemi söylediyse de kabul ettirememiş.

Bunun üzerine İstanbul teşkilatına benim vapurda kaçırılmamı bildirmişler. Tabii bu olan bitenden benim hiç haberim yok. Feci şartlar altında geçen bir vapur yolculuğunu müteakip, geç vakit Galata rıhtımına yanaştık.

Kendi kendime:

-Oğlum Hamdi, firardan başka çare yoktur. Ne yap et kaçmağa bak. Dedim.

Nasıl olsa bu işin sonu kötüydü kaçmasam ne feci akıbetlerle karşılaşacaktım. Hiç olmazsa kaçmaya çalışırım. Yakalansam da akıbetim aynı değil mi?”[57]

Manastırlı Hamdi Bey, daha sonra bir yolunu bulup kaçarak evine dönmüş ve sabaha karşı İstanbul Teşkilatından kendisini kaçırmaya gelenlerle birlikte bir vapur içinde gizlice Mudanya’ya gitmiştir. Burada Bekir Sami Bey’i bulamamış; ancak 56. Fırka Kurmay Başkanı Hüseyin Avni Bey’den yardım alarak kendisi için hazırlanan arabayla yoluna devam etmiştir. Bilecik yakınlarında Bekir Sami Bey ile karşılaşmış ve kendisini tanıtarak durumunu anlatmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Bekir Sami Bey’e, manastırlı Hamdi Bey’e para verilmesi konusunda haber göndermiş olduğundan hazırlanan 250 lira kendisine verilmiştir.

Zorlu bir yolculuktan sonra Manastırlı Hamdi Bey, Ankara’ya varmış ve gelir gelmez üstündeki kıyafetlerden utana sıkıla Mustafa Kemal Paşa’nın karargahına gitmiştir. Buradaki karşılaşmayı anılarında şöyle anlatır:

“.Titreyen parmaklarımla kapıya vurdum. Ahenkli fakat tok bir ses emretti:

-Gel!

İçeriye girdim. Gözlerim kararıyor, dizlerim titriyordu. Karşımda iki kişi vardı. İkisi de ayakta duruyorlardı. Biri sivil, diğeri üniformalıydı. Paşayı tanımıyordum. Acaba hangisiydi?

O hakikaten bir dahi idi. benim düştüğüm tereddüdü derhal anlamıştı. Bir adım ileri attı. Elini uzatarak,

-Hoş geldin oğlum! Dedi. Anladım ki, sivil odur. Öğrendim ki, üniformalı da İsmet Bey’dir. İkisinin de muhterem ellerini öptüm. Paşa, beni İsmet Bey’e göstererek,

-İşte kahraman çocuğumuz Manastırlı Hamdi. Büyük hizmetlerini gördük. Muhabbetimize layıktır.

-Otur oğlum. Diye işaret etti. Nasıl olur da ben bu iki büyük adamın huzurunda oturabilirdim.

Oturamadım. Emrettiler:

-Otur evladım. Yorgunsundur.

Oturdum. Sordular:

-Niçin seni tevkif ettiler?

Bursa’da hem Paşa’ya hem İstanbul’a yanaşmak isteyenler, bu işin yanlışlıkla olduğunu söylememi tembih etmişlerdi.

-Yanlışlıkla oldu Paşa Hazretleri! Cevabını verdim.

-Bu pek yanlışlığa benzemiyor. Bunu sonra münakaşa ederiz. Seni İstanbul’a mı gönderdiler?

-Evet Paşam.

.-Tevkifini haber alınca Bursa’ya telgraf çektim. Seni Mudanya’ya çevirmediler mi?

-Hayır Paşam, İş işten geçmiş, vapur hareket etmişti.

Ayağını hiddetle yere vurdu.

-Namussuzlar! Seni nasıl tevkif ediyorlar?

İstanbulun feci vaziyetini kendilerine hikâye ettim. Beni alâka ile dinleyen İsmet Bey:

-Paşam, böyle gençlerimiz varken vatanımızın halası gecikmez dedi.

Müsaademi rica ettim.

-Hayır yemeği beraber yiyeceğiz. Buyurdular.”[58]

Mustafa Kemal Paşa tarafından yemekte de övgülerle diğer davetlilere tanıtılan Manastırlı Hamdi Bey, bundan sonra görevini bir asker olarak sürdürmüştür. Terhisinden sonra, Kartal telgraf şubesine memur olarak atanmış, daha sonra Akşehir’de Müdürlük yapmış iki yıl burada kaldıktan sonra Ankara Yenişehir posta müdürlüğüne getirilmiştir. Rahatsızlığından dolayı kendi isteğiyle bu görevden ayrılarak Konya istasyonuna birinci sınıf memur olarak atanmıştır. Buradan da emekli olmuştur.[59]

Manastırlı Hamdi Bey’in, Atatürk ile yakın dostluk bağları hiç kopmamış, hatta Atatürk tarafından çocuğunun eğitiminde kullanılmak üzere her ay para gönderilmiştir.[60] Soyadı kanunu çıktığı zaman da kendisine Atatürk tarafından, 16 Mart günü başlayan İstanbul’un işgalini haber verişinden dolayı Martonaltı soyadı verilmiştir.[61]

Manastırlı Hamdi Bey, 9 aralık 1945 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.[62]

E. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Posta ve Telgraf İdaresinin Kuruluşu

16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri İstanbul’a girdikten sonra buradaki resmi dairelere, bu arada telgrafhanelere de el koymuşlardı. Bu durum karşısında Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, 17 Mart 1920’de vilayetlere, müstakil livalara, kolordulara ve posta ve telgraf başmüdürlerine İstanbul ile haberleşme ve temasın kesilmesini bildiren şifreli telgraflar çekti. Yeni Türk Devletinin posta işlerini üzerine alması bu telgrafla başlamıştır.[63] Öncelikli olarak haberleşme işlerinin düzene konması için bir merkezi örgüt tarafından yürütülmesi gerekiyordu. Bu merkezi örgütün kurulması için hemen çalışmalara başlandı. O sırada Afyon’da bulunan Muamelât Müfettişlerinden Edip Bey Ankara’ya çağırıldı. Edip Bey, kendisi gibi Muamelat Müfettişi olan İsmail Hakkı Bey ile birlikte doğrudan Mustafa Kemal’den emir almak üzere Ankara Hukuk Mektebi’nde “Posta ve Telgraf Bürosu” adıyla bir yönetim merkezi kurdu.[64] Büro Müdürü Edip Bey’di. Hemen işe başlayan bu yönetim merkezi, ülkenin posta ve telgraf ile ilgili kararlarının uygulamaya geçirilmesine başladı. Posta seferleri düzenlendi, sürücüler görevlendirildi.[65]

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının hemen ardından bakanlar seçilmiş ve görev dağılımı yapılmıştı. Bu sırada “Posta ve Telgraf Bürosu” da Dahiliye Vekâletine bağlandı. Böylece daha düzenli bir çalışma olanağı bulunmuş ve merkez kadrosu bu düzene göre genişletilmişti.[66] Örneğin, Kastamonu’da bulunan Posta ve Telgraf Muamelat müfettişlerinden Salim Bey, Posta ve Telgraf Umuru Müdüriyetine, Sandıklı’da bulunan Şam PTT eski Müdürü Avni Bey de Muhasebe Müdüriyetine getirildiler. Edip Bey de bu kez Umur-u Teftişiye ve Hukukiye Müdürlüğü görevini üzerine aldı. Memurin Müdüriyetinin ise, işinin çok aza olacağı düşünülerek bu görev için bir müdürlük kurulmasına gerek görülmedi.[67] Hakkı ve Celal Beyler, müfettişlik görevine devam ettiler. Bu arada Ankara Fen Müfettişi Niyazı Bey de merkezde Heyet-i Fenniye ve Levazım Müdürü olarak görevlendirildi.[68]

Salim Bey anılarında, Posta ve Telgraf işlerinin bir büro halinde Dahiliye Vekaletine bağlı olarak çalışmasının işlerin gecikmesine neden olduğunu ileri sürmektedir. Bu durum bir süre sonra Salim Bey tarafından Dahiliye Vekili Cami Bey’e aktarılmış ve idarenin başında bir umum müdürün bulunmasının gerekliliği anlatılmıştır. Bunun üzerine gerekli değişiklik yapılmış ve Büyük Millet Meclisi üyelerinden bir Posta ve Telgraf Umum Müdürü Seçilerek idarenin bu kişinin yönetimine verilmesine karar verilmiştir. Böylece 20 Mayıs 1920’de İzmit Mebusu Sırrı Bey, “Posta ve Telgraf Müdüriyet-i Umumiyesi”ne atanmıştır.[69]

Bu dönemde tüm yönetim tek bir odada çalışıyordu. Yeterli yazı masası, hatta mürekkep hokkası dahi yoktu. Bu yüzden herkes aynı mürekkep hokkasını kullanıyordu. Odanın bir köşesinde duvara çakılı bir tahta üzerinde yazı yazılıyordu.[70] İşte bu ortamda ilk yapılan işlerden biri “Ankara” sürşarjı ile yeni Türk Devleti’nin ilk posta pullarının tedavüle çıkarılması olmuştur. Elde mevcut matbaalar pul basmaya yeterli olmadığından Ankara ve civarındaki postahanelerde bulunabilen 1914 Baskısı 2 Paralık posta pullarının sağlam tabakaları üzerine “Ankara” sürşarjları basılarak kullanılmasına başlanmıştır.[71]

Posta ve Telgraf Umum Müdürü Sırrı Bey, göreve başladığında bir genelge yayınlayarak neler yapacağını idare şubelerine bildirmişti. Sırrı Bey özellikle Balkan Savaşından sonra yaşanan göçlerin posta ve telgraf konusunda uzman bir çok memurun Türkiye’ye gelmesini sağladığını bu memurlardan yararlanılarak Oskan Efendi döneminde başarılı bir örgütlenme sağlanabildiğini belirterek aynı başarının yakalanabileceğini belirtiyordu.[72]

Sırrı Bey üç ay kadar görev yaptıktan sonra istifa ederek ayrıldı. Refet Bey (Bele) Dahiliye Vekili olunca Umum Müdürlüğü de üzerine aldı. Bu sırada Erkânıharp Yüzbaşası İzzet Bey, Umum Müdür adına imzaya yetkili kılınmıştı. Refet Bey’in Umum Müdürlüğü 40 gün kadar sürdü. Ondan sonra Saruhan Mebusu Sabri Bey önce vekaleten daha sonra da asaleten Posta ve Telgraf Umum Müdürü oldu.[73]

Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü 1933 yılına kadar Dahiliye Vekaletine bağlı olarak kaldı. 23 Mayıs 1933 tarihli teşkilât kanunuyla Nafıa (Bayındırlık) Vekaletine bağlanan PTT, 3613 sayı ve 31 Mayıs 1939 tarihli kanunla da Milli Münakalat (Ulaştırma) Vekaletine bağlanmıştır.[74]

Dr. Tanju DEMİR

Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 501-512


Dipnotlar :

[1] Orhan Koloğlu, Aydınlarımızın Bunalım Yılı 1918 Zafer-i Nihayiden Tam Teslimiyete, İstanbul, 2000, s. 15, 24, Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918-8 Eylül 1922), Ankara, 1989, s. 13-15.
[2] Ali Nusret Pulhan, Türk Pulları Katalogu, İstanbul, 1958, s. 156.
[3] Asaf Tanrıkut, Türkiye Posta ve., c. 2, s. 752.
[4] Galip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler, İstanbul, 1939, s. 85.
[5] Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1969, s. 123.
[6] Nihat Karaer, Tam Bir Muhalif Refik Halit Karay, İstanbul, 1998 s. 66, 67.
[7] Yeni Gazete, 26 Mart 1919.
[8] Yeni Gazete, 9 Mart 1335/1919.
[9] Bir Devlet Adamının Mehmet Tevfik Bey’in (Biren) II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları (Yay. Haz. F. Rezzan Sürmen), İstanbul, 1993, c. 2, s. 147, 148.
[10] Yeni Gazete, 29 Kânunusani 1919.
[11] Yeni Gazete, 9 Mart 1919.
[12] Yeni Gazete, 24 Mart 1919.
[13] Yeni Gazete, 24 Mart 1919.
[14] DH. HMŞ 4-1.
[15] Karaer, a.g.e., s. 65.
[16] Sina Akşin İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1983, s. 195
[17] Sabah, 9 Nisan 1919.
[18] Sabah, aynı tarih.
[19] Takvim-i Vekayi, No: 3522, 14 nisan 1335.
[20] Takvim-i Vekayi, No. 3524, 16 Nisan 1335.
[21] Memleket, 16 Nisan 1919.
[22] Refik Halid Karay, Minelbab İlelmihrab, 1918 Mütarekesi Devrinde Olan Biten İşlere ve Gelip Geçen İnsanlara Dair Bildiklerim, İstanbul, 1964, ss. 104-109.
[23] Karay, a.g.e., s. 105.
[24] Eski Mebus ve Müstakil Grup Reisi.
[25] Karay, a.g.e., s. 105.
[26] DH. KMS 52-2/90.
[27] Memleket, 3 Mayıs 1919/1335.
[28] İfham, 17 Eylül 1919.
[29] Türkgeldi, a.g.e., s. 231, Göztepe, a.g.e., s. 151-152.
[30] Karay, a.g.e., s. 205.
[31] Karay, a.g.e., s. 155 vd., Memleket, 23 Haziran 1919.
[32] Karay, a.g.e., s. 158, Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Toplanmamış Telgrafları, Ankara, 1971, s, 8-9.
[33] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Ankara, 1953, Sayı: 6, vesika No: 111, Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri IV, Ankara, 1881, s. 40, 41, 42; Atatürk İle ilgili Arşiv Belgeleri, Ankara, 1982, s. 38.
[34] Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, Ankara, 1995, s. 80.
[35] A. Baha Gökoğlu, İnkılâbımızda Posta ve Telgrafçılar, İstanbul, 1938, s. 9.
[36] Karay, a.g.e., s. 139.
[37] Onar, a.g.e., s. 130, Belge No: 176.
[38] Onar, a.g.e., s. 130, Belge No: 176.
[39] Onar, a.g.e., s. 131, Belge No: 176.
[40] Gökoğlu, a.g.e., s. 9 vd.; Emine, Kısıklı, “Milli Mücadele Başlangıcında Mustafa Kemal Paşa’nın Kamuoyu Oluşturması Açısından Muhaberat”, Türk Kültürü, XXV/295 (1987) s. 205 vd.; Bülent Çukurova, Kurtuluş Savaşında Haberalma ve Yeraltı Çalışmaları, Ankara, 1994, s. 54 vd.; Bu konu kendi başına bir tez konusu olabilecek denli geniştir ve henüz derli toplu bir çalışma yapılmamıştır.
[41] Bu konuda bkz. Maliye Nazırı Cavid Bey, Felaket Günleri Mütareke Devrinin Feci Tarihi, (Haz. Osman Selim Kocahanoğlu), cilt: 1, İstanbul, 2000, s. 61 vd.
[42] a.g.e., aynı yerde.
[43] Meclis-i Mebusan’ın 5. Şubesi tarafından yürütülen bu soruşturmanın metinleri, Meclis-i Mebusan’ın 3. Devre 5. İçtima Senesi (1334-1918) Encümen Mazbataları ve Tekalif-i Kanuniye Zabıtları (No: 503-523) arasında yayınlanmıştır. Daha sonra 1933 yılında Hakkı Tarık Us tarafından hazırlanılarak Harp Kabinelerinin İsticvabı adıyla Vakit Matbaasında basılan kitap ise, bu zabıtların eksik bir derlemesidir. Konu hakkında yayınlan en son kitap ise, Osman Selim Kocahanoğlu’nun İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması (1918-1919), Temel Yayınları, İstanbul, 1998 adlı çalışmasıdır. Bu eserde Meclis-i Mebusan tutanaklarına geçmiş tüm ifadeler verilmeye çalışılmıştır.
[44] Kocahanoğlu, a.g.e., s. 448.
[45] Kocahanoğlu, a.g.e., s. 449.
[46] Kocahanoğlu, a.g.e., s. 450.
[47] Kocahanoğlu, a.g.e., s. 451.
[48] “French Occupation Cancellations”, OPAL, 158/5.
[49] Tarık Güner, “Türkiye’de Yabancı Postalar”, Yeni Koleksiyon, S. 31 (Ekim-Aralık 1982), s. 6, 7.
[50] Yeni Gazete 22 Mart 1919.
[51] Edvir Rizi, “Levant Postaları., s. 10, 11.
[52] Karay, a.g.e., s. 132.
[53] Yeni Gazete, 22 Mart 1919.
[54] DH. KMS. 50-2/90-91.
[55] Nutuk, 1927, s. 260.
[56] Nusret Safa Coşkun, “Milli Mücadele Tarihine Eklenecek Bir Yaprak Kahraman Telgrafçı Manastırlı Hamdi’nin Son Posta’ya Anlattıkları”, Son Posta, 14 Şubat 1941.
[57] Son Posta, 15 Şubat 1941.
[58] Son Posta, 16 Şubat 1941.
[59] Son Posta, 16 Şubat 1941
[60] Son Posta, aynı tarih.
[61] Hasan Özönder, “Milli Mücadele Kahramanlarımızdan Telgrafçı Manastırlı Ahmet Hamdi Martonaltı”, İletişim, S. 1982/4, s. 253.
[62] Özönder, a.g.m, s. 253.
[63] Eskin, a.g.e., s. 52; Nesimi Yazıcı, “Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Postalar ve Atatürk. s. 156.
[64] Eskin, a.g.e., aynı yerde; Asaf Tanrıkut, Türkiye Posta ve., s. 672.
[65] Yazıcı, aynı yerde.
[66] Tanrıkut, Türkiye Posta ve., s. 673.
[67] Bu konuda Bkz. Salim Bey’in anıları. Bu anılar kendi el yazısıyla yazılmış ve bunlar Salim Bey tarafından A. Baha Gökoğlu’na verilmiştir. Salim Bey 7 Nisan 1927’de ölmüş ve anıları A. Baha Gökoğlu tarafından “İnkılabımızda Posta ve Telgrafçılar” adı altında Cumhuriyetin 15. Yıldönümüne ithafen 1938 yılında İkbal Kitaphanesinde bastırılmıştır.
[68] Yazıcı, aynı yerde.
[69] Tanrıkut, Türkiye Posta ve., s. 673.
[70] Tanrıkut, Türkiye Posta ve., s. 673.
[71] Ali Nusret Pulhan, Türk Pulları Katalogu, s. 168.
[72] Tanrıkut, Türkiye Posta ve., s. 673.
[73] Yazıcı, “Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Postalar ve Atatürk. s. 158
[74] Eskin, a.g.e., s.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.