1914 yılının sonbaharında İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) saflarında 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti, uluslararası bağlarından kurtulmak için, aynı zamanda İngiltere ve Fransa’nın tahakkümünden çıkmak düşüncesindeydi. Buna mukabil diğer taraftan da Almanya’nın etkisi altına girmekteydi. Savaşa katılan Osmanlı Devleti birçok cephede mücadele etti. Ancak 1918 yılına gelindiğinde savaştaki genel durum A.B.D.’nin İtilaf Devletleri yanında savaşa girmiş olması sebebiyle İttifak Devletlerinin aleyhine bir gelişme göstermekteydi. Bu ortamda Osmanlı Devleti’nin durumu da parlak değildi. Nitekim Mayıs ayında Romanya, Eylül’de Bulgaristan mütareke imzalayarak savaştan çekildi. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Devleti’nin de mütareke imzalayıp savaştan çekilmekten başka seçeneği kalmamıştı. Nitekim 8 Ekim 1918’de Talat Paşa Hükümeti istifa etti. Yerine Ahmet İzzet Paşa Hükümeti kuruldu. Yeni hükümet İstanbul’da esir tutulan İngiliz generali Townshend aracılığıyla 20 Ekim 1918’de mütareke için girişimlerde bulundu. Bilahare Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığında Türk Heyeti Limni Adası’ndaki Mondros Limanı’na geldi. Burada İtilaf Devletleri adına İngiliz komutan Amiral Calthorpe başkanlığındaki heyetle yapılan görüşmeler sonucunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı.[1] Böylece Osmanlı Devleti savaştan çekildi. 11 Kasım’da Almanya da teslim olarak savaştan yenik olarak çekilecektir. 25 maddeden oluşan Mondros Mütarekesi ağır hükümlerden oluşmaktaydı. Yani Osmanlı Devleti tam anlamıyla teslim olmaktaydı. Esasında Osmanlı Devleti daha 1. Dünya Savaşı’ndan önce emperyalist devletler arasında nüfuz bölgeleri halinde paylaştırılmıştı. Savaş sırasında da İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya bilahare İtalya) yaptıkları gizli antlaşmalarla Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaştılar. Yani bir bakıma nüfuz bölgelerini teyit ettiler.[2] İşte şimdi mütareke hükümleri galip devletlere bu nüfuz bölgelerini fiilen işgal etme fırsatı verdiği gibi azınlıklara da harekete geçme imkanı sağlıyordu. Çünkü mütareke uygulandığında devletin elini kolunu bağlayacaktı. Mütarekenin yürürlüğe girmesinden sonra ise İtilaf Devletleri Türk topraklarını fiilen işgal ederek parçalayacak girişimlerde bulunacaklardır. Nitekim antlaşma kısa bir süre sonra uygulanmaya başlandı. Antlaşmaya uygun olarak Türk birlikleri geri çekildi ve terhis edildi. Ordunun mevcudu 50000’e indirildi.
Diğer taraftan devletin ulaşım ve haberleşmesi, askeri önemi olan maden ürünleri İtilaf Devletlerinin denetimine geçti. 6 Kasım’dan itibaren Çanakkale ve İstanbul boğazları İtilaf Devletleri kuvvetlerince işgal edildi. Kendi donanmaları arasında bulunmayacağına dair söz verdikleri halde içlerinde Yunan savaş gemisinin de bulunduğu İtilaf Devletleri Donanması 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi ve demirledi. Aynı zamanda antlaşmanın 7. maddesine dayanarak İngilizler, Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Birecik, Samsun, Merzifon, Urfa ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar da Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonları ile Dörtyol, Mersin, Adana ile Afyon istasyonunu işgal ettiler. İtalyanlar ise önce pasif kaldılar. Ancak daha sonra Batı Anadolu’da Yunanistan lehine siyasi gelişmeler olunca, onlar da Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Ayrıca Konya ve Akşehir’e de birlikler yolladılar.[3]
Bunların dışında 18 Kasım’da Lord Curzon Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada “Kürt, Arap, Ermeni, Rum ve Yahudilerin” Türk egemenliğinden kurtarılacağını söyleyecektir. Ayrıca mütarekenin 24. maddesi de Osmanlı Devleti üzerinde bir Ermeni Devleti kurulmasının yolunu açmaktaydı. Bu gelişmeler Rum ve Ermenileri harekete geçirecek örgütleri vasıtasıyla hem siyasi hem de tedhiş faaliyetlerini başlatacaktır.[4]
Mütareke Sonrası İstanbul Mütarekeye Karşı Tepkiler ve Siyasi Gelişmeler
Klasik Devletler hukukuna göre mütarekeler daimi ve devamlı bir statü oluşturan barış düzenini ifade etmezler. Ancak Mondros Mütarekesi’nin hükümleri Osmanlı Devleti’ni, devletin asli niteliklerinden yoksun bıraktığı gibi, mütareke öncesi sınırlar dahilinde işgali hemen takip eden devrede Suriye, Lübnan, Irak gibi yeni devletlerin kurulması çabalarına imkân vermiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi aynı durum Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurmak, Batı Anadolu’yu ise Yunanlılara vermek şeklindeki tavırla sürdürülmek istenecektir.[5]
Mütarekenin uygulanmasına ise ilk tepkiler kumandanlardan gelecektir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa mütareke hükümlerinin doğurabileceği feci akıbetleri dikkate alarak bütün kayıtlara rağmen düşmanların elinde oyuncak olmamak için Sadrazam İzzet Paşa’ya uyarılarda bulundu. Bu şekilde Sadrazam İzzet Paşa’ya gönderdiği telgraflarda mütareke hükümlerinin yanlış anlaşılmaya müsait olduğunu, bu durum düzeltilmedikçe, ordular terhis edilecek ve galiplerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeye imkân olmayacağını bildirdi.[6]
Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği bu tepkiler gibi Irak Cephesinde Ali İhsan (Sabis) Paşa, Kafkas Cephesinde Yakup Şevki Paşa da mütarekenin imzasından sonra bölgelerindeki gelişen olaylara tepki göstermişlerdi.
Mütarekenin imzalanmasından sonra cephelerde bu gelişmeler olurken İstanbul’da da antlaşmanın uygulanmasından dolayı bazı anlaşmazlıkların çıkması bekleniyordu. Ancak İstanbul’daki yönetim mütarekenin bozulmaması için çaba sarfediyordu. Bu buhranlı günlerde, 2 Kasım’da İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri olan Said Halim, Enver, Talat ve Cemal Paşalar ve diğerlerinin yurt dışına kaçışları ve hükümetin bu kaçışlara göz yumduğu suçlamaları üzerine Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin çekilmesi istendi. 6 Kasım’da Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey Tevfik Paşa’nın Sadrazam olmasını Padişah’a iletti. Ahmet İzzet Paşa ise bazılarınca istenildiği gibi İttihatçıların kaçmalarına göz yumduğu gerekçesiyle suçlanan İçişleri Bakanı Fethi Bey ve diğer İttihatçi bakanların kabineden çıkarılarak yeni bir kabine kurması isteğine yanaşmadı ve 10 Kasım’da hükümetten çekildi.[7] Böyle en buhranlı günlerde hükümetin istifası ve bir idari boşluğun oluşması, Mütarekenin uygulanmasında Türkler aleyhinde gelişmelere vesile oldu.
Bu sırada 13 Kasım’da İstanbul’a gelmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa, kendisinin de yer alacağı tutarlı ve kararlı bir hükümet kurulması için çabalara girişti. İlk iş olarak kurulma hazırlıkları yapılan Tevfik Paşa Hükümeti’nin güvenoyu almasını engellemeye çalıştı. Ancak bütün çabalara rağmen Tevfik Paşa Hükümeti güvenoyu aldı ve göreve başladı.[8]
Bir müddet sonra 2 Aralık 1918’de Damat Ferit Paşa Ayan Meclisi’nde Milli Meclisin fesh edilmesini istedi. Padişah da İttihat ve Terakki mensuplarının çoğunlukta olduğu Meclis-i Mebusan’ı 21 Aralık 1918’de feshetti.[9]
Artık İstanbul’da tam anlamıyla bir kargaşa bir düzensizlik ve ne yaptığını bilmezlik hakimdi. Bu ortamda Tevfik Paşa Hükümeti 3 Mart 1919’a kadar iktidarda kaldı. Bundan sonra, istifa eden Tevfik Paşa Hükümeti yerine 4 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa Hükümeti geçti. Ferit Paşa Padişahın eniştesi olmasından dolayı saraya yakındı ve Padişah VI. Mehmet Vahdettin’in tam olarak güvendiği bir kişiydi. Damat Ferit yeniden kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın da önde gelen bir mensubuydu.[10]
Böyle bir ortamda mütareke sonrası, İstanbul’da çeşitli çevrelerde karamsarlık havası etkili olmaya başlamış, geleceğe yönelik bir takım düşünceler ortaya çıkmıştı.
Bu düşüncelerden biri, Osmanlı Devleti kesin olarak yenilmiş ve hiçbir karşı koymada bulunamayacak duruma düşmüştür; dolayısıyla adil olsunlar veya olmasınlar yenen devletlerin merhamet ve insafına başvurmaktan başka çare yoktur, şeklindeydi.
Bu düşüncelerin yanı sıra, İstanbul’da daha önceki dönemlerde önemli görevlerde bulunan ordu komutanları ve askerler ordunun mümkün olduğu kadar güçlü tutulmasından yana idiler. Bunun için yapılabilecek ne varsa yapmaya hazır idiler. Bu dönemde Harbiye Nezareti ile Erkân-ı Harbiye’deki görevlilere büyük işler düşüyordu. Ancak İstanbul’da halkın ve aydınların karamsarlığı içinde yapabilecekleri de sınırlı bulunuyordu.[11]
Bu düşünceleri taşıyanlar kendi düşünceleri doğrultusunda faaliyette bulunmak üzere çeşitli parti ve kurumlar kurdular.
Mütareke sonrası işgaller karşısında halk ise perişan ve şaşkın bir duruma düştü. Ancak Ege’de, Kilikya’da, Kafkas’ta, fiilen tecavüze uğratılmaya ve öldürülmeye başlanınca, bilahare Doğu Anadolu’da aynı tehdit hissedilince halk silaha sarılıp fiilen karşı koymaktan başka çare göremedi ve bu işe büyük bir yüreklilikle atıldı. Durumun dehşet ve vehameti karşısında yer yer birtakım teşekküller oluşturuldu. Bu teşekküller her ne kadar çeşitli fikir ve kanıda olmakla beraber asıl gaye milli kurtuluş idi. Milli gayeye hizmet edecek şekilde kurulan bu cemiyetlere genel olarak “Müdafa-ı Hukuk (Hakları Savunma) Cemiyetleri” adı verildi.[12]
Yunanlıların Batı Anadolu’ya Yönelik Faaliyetleri İzmir’in İşgali ve Tepkiler
İçerideki bu gelişmelerin yanı sıra Mondros Mütarekesi’nden sonra Yunanlılar Megali İdea doğrultusunda Batı Anadolu üzerindeki siyasi ve askeri faaliyetlerini hızlandırmışlardı. Nitekim Venizelos propaganda çalışmalarını derhal başlatmış ve hemen 2 Kasım 1918’de I. Dünya Savaşı’na girmeleri karşılığı İngilizlerce kendilerine vaad edilen Türk toprağı Batı Anadolu’nun batı kısmının Yunanlılara terkini istemişti.[13] Ancak St. Jean de Maurienne anlaşmasıyla “Rus Hükümetinin muvafakati itirazı kaydıyla” İzmir dahil Antalya’ya kadar olan bölge İtalyanlara bırakılmıştı. Fakat şimdi İngilizler İzmir bölgesini İtalyanlara bırakmak istemiyorlardı. Nitekim yukarıda zikredilen anlaşmayı Rusların imzalamamış olması sebebiyle geçersiz sayılarak bu yöredeki İtalyan isteği dayanaksız bırakıldı.[14]
Bu arada Yunanlılar bölgeye Rum nüfusu kaydırıp yığmaya, çeteler teşkiliyle karışıklıklar çıkarmaya ve Türkleri yerlerinden etmeye çalışıyorlardı. Böylece yörede hem Rum nüfusu çoğaltılıyor hem de mütarekenin 7. maddesine işlerlik kazandırılıp işgâl için zemin hazırlanıyordu.[15]
Bir yandan da Yunanlılar diplomatik girişimlerde bulunuyorlardı. Nitekim 30 Aralık 1918’de Paris Barış Konferansı’na bir memorandum sunarak Anadolu’daki isteklerini dile getirmişler. Bilahare 3-4 Şubat 1919’da Venizelos aynı isteği şifahi olarak Paris Barış Konferansı “Onlar Şurası” huzurunda tekrar etmişti.[16]
Nihayet Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Paris Barış Konferansı nezdinde yürüttüğü girişimler, İtalya’nın muhalefetine karşı, İngiliz, Fransız ve ABD’nin desteğiyle netice verdi ve İzmir’in Yunan birliklerince işgali 6 Mayıs 1919’da İtalyanların toplantıda bulunmadığı bir sırada kararlaştırıldı.[17] İngilizler bu durumu Türklere 14 Mayıs günü haber verdiler. İşgâl haberi Türkler arasında çok büyük bir heyecana yol açtı. Çünkü İzmir’deki Yunan işgalinin kısa süreli değil devamlı kalacağına dair kuvvetli belirtiler çoktu. İzmirli Türkler İzmir’in işgal edileceği şayiaları çıkması üzerine vali Nurettin Paşa’nın da gayretleriyle 26 Aralık 1918’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurmuş, Türklerin haklarını ilmi ve ikna edici delillerle savunmak gayesiyle faaliyet göstermiş, bu amaçla bir de 17-19 Mart 1919 tarihleri arasında çevredeki yerleşim birimlerinin de katılımıyla bir kongre toplamıştı.[18] Şimdi ise bir de Redd-i İlhak Cemiyeti kurdular. Bu cemiyet mensupları 14-15 Mayıs 1919 gecesi şimdiki Bahri Baba Parkı’nda toplanıp mücadele kararı verdiler. Ancak bir sonuç almaları güçtü. Nitekim 15 Mayıs 1919 sabahı İtilâf Devletleri donanması kontrolünde İzmir’e Yunan birlikleri çıkmaya başladı.
İzmir’in işgalinden sonra Yunanlılar burada durmayıp içerilere doğru işgâl alanlarını genişlettiler. Manisa dahil Batı Anadolu’da önemli merkezleri işgâl ettiler. Bilahare Yunan işgâl harekatı İzmir Sancağı, Manisa ve Ayvalık yöresini içine alan Akhisar, Alaşehir ve Nazilli’nin batısından geçen ve Milne hattı adı verilen hatta kadar genişleyecektir.[19]
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgâli üzerine İtalyanlar da Kuşadası’na asker çıkardılar. Güllük’ü, Söke’yi, Milas’ı işgal ettiler. Bilahare de İtalyanlar ile Yunanlılar genel olarak Menderes nehri sınır olmak üzere anlaştılar.[20]
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgâli, Anadolu’daki Türkler arasında hem dehşet hem de büyük bir üzüntü meydana getirdi. Başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun hemen her yerinde protesto gösterileri ve mitingler tertiplendi. Her yere telgraflar çekildi. Bu şekilde Yunan işgâli protesto edildiği gibi, padişahın da duruma el koyması ve bir çare bulması istenmekteydi.[21]
Gerçekten İzmir’in işgâli bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim daha önce İtilaf Devletleri’nin işgâl ettikleri yerler için bu derece tepki oluşmamıştı. Ancak, İzmir’le ilgili Mondros Mütarekesi’nde hiçbir hüküm yokken, İzmir’in daha önce bir Osmanlı vilayeti olan Yunanistan tarafından işgâli Türk milletinde büyük bir infial uyandırdı. Çünkü tarihi gelişmeler göstermişti ki, Balkanlı milletler, Osmanlı egemenliğine son verdikleri yerde çok kez Müslümanlık ve Türklük diye bir şey bırakmamaya çalışmakta ve uygarlık yapıtlarını dahi silip süpürürcesine barındırmamakta, en azından pek ağır bir baskı altına alınmaktadır. Şimdi bu durum Ege bölgesine uygulanacaktı.[22]
Nitekim İzmir’de Yunan ordusunun ve yerli Rumların ortaya koydukları çılgınlıklar ve katliamlar, ayrıca yerli Rumların Yunanlılarca silahlandırılması, bölgeye adalardan ve Yunanistan’dan Rum halkı getirerek iskân edilmeye çalışması[23] bu durumu açıkça ortaya koymaktaydı.
İzmir’in işgâli ile yapılan yağma ve katliamlar Türk topraklarının birer ikişer elden gitmeye başladığını gösteren çok önemli bir gelişmeydi.
Bu gelişmeler üzerine 14. Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa da Bandırma’daki İngiliz mümessilliğine; İzmir ve civarının işgalini protesto eden ve işgale karşı mukavemet edeceğini bildiren bir telgraf gönderdi.[24]
Bu durum karşısında halktaki galeyanı dindirmek ve oluşan mukavemet havasını kırmak için bölgede bulunan İngiliz subayları işgâlin geçici olduğunu ve muvakkaten yapıldığını propaganda etmeye başlamışlardır.[25]
İşgale Karşı Mukavemet ve Kuvay-ı Milliye Hareketinin Doğuşu
İzmir’in işgâli hadisesi hükümetin istifasına sebep oldu. Bu istifadan sonra kurulan yeni Damat Ferit Hükümeti’nde Şakir Paşa Harbiye Nezareti’nden çekildi. Yerine mukavemet yanlısı Şevket Turgut Paşa görev aldı.[26]
Esasında Yunanlıların İzmir’i işgalleri Megali İdea’larını gerçekleştirmek yönünde önemli bir adım attıklarını gösteriyordu. Diğer taraftan Osmanlı yöneticileri de daha 1915’ten itibaren Yunanlıların Anadolu üzerindeki istek ve emellerinden haberdardılar. Şimdi Yunanlılar İzmir’e asker çıkarıp daha içlere doğru harekâta geçtiklerine göre Megali İdea düşüncelerini gerçekleştirmek istediklerini ortaya koyuyordu. Bu konuda Harbiye Nezareti, istihbarat birimlerince daha evvel ele geçirilen ve Anadolu’daki Yunan hedeflerini ortaya koyan haritayı da ekleyerek Sadarete sunduğu raporda “…Gerçi bunların sıhhati hakkında kati bir şey söylenmesi kabil olmasa da, İzmir, Aydın ve Manisa fecaine rağmen şu aralık Avrupalılar nezdinde yeniden bazı müsadata nail oldukları anlaşılmakta olan Yunanlıların vaziyetten bilistifade teşebbüs etmeleri muhtemel her türlü tevsî işgal hareketlerine sed çekilmeğe muktezî tedabir-i sâye-i fehimane ehemmiyetle müsterhemdir…” denmekteydi.[27] Buradan da anlaşılacağına göre Osmanlı Erkan-ı Harbiyesi, bilhassa Yunan işgaline karşı mukavemet düşüncesindeydi.[28] Bu bakımdan ilk iş olarak Harbiye Nezareti İzmir’in işgali akabinde 17. Kolordu’nun dağılması üzerine, 56. Fırkayı Nezarete bağlamış, 14. Kolordu karargâhını da Tekirdağ’dan Bandırma’ya naklini kararlaştırmıştı ki Bandırma da Yunan işgal bölgesi arasındaydı.[29] 16.5.1919 tarihinde de Harbiye Nezareti namına gönderilen Cevat (Çobanlı) imzalı bir telgrafla bütün birliklerden “…Yunan asker ihracı karşısında alelûmum kıtaatımızın terk-i mevki etmeyerek yerlerinde kalmaları ve bir emr-i vaki halinde silâhlarından tecridi gibi bir muameleye maruz kalmamaları için her kıtanın toplu, silâh başında ve zabt-u rabtı yerinde bir halde bulundurulması en küçük müsellah kıt’anın dahi bu yolda hareket etmesi” istendi.[30] 19 ve 20 Mayıs 1919 tarihinde de Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa bu telgrafa zeyl (ek) olarak 14. ve 17. Kolordu Komutanı ve 57. Fırka’ya gönderdiği şifre telgrafla “.Her kıt’a bulunduğu mıntıkada kalarak asayişi kendisine tevdî olunan mahallin emnü asayişine son dereceye kadar dikkat ve muhafaza edilerek ve ancak mütelifin kuvvetlerinin hakikî cebir ve tazyiki karşısında çekilmek ve asla elindeki silâh ve cephanesini teslim etmemek ve esarete rıza göstermemek. Kıtaat çekilmeye mecbur olsa bile ahz-ı asker şubeleri (askerlik şubeleri) yerlerinde kalarak ifa-yı vazifeye devam eylemelidirler. Zabitan ailelerini şimdiden sağa ve sola sevkeylemek ahalinin heyecanına mucip olacağından bundan sarf-ı nazarla bu gibi aileleri azh-ı asker zabıtanın ve her kıtadan muvakkaten bırakılacak sivil bir iki zabıtanın himayesine tevdî eylemek lâzımdır.” uyarısında bulunarak, işgal edilecek bölgelerden içerilere muhaceretin başlamasına engel olmak ve işgal edilen yerleri en azından idaresinin terk edilmemesini sağlamak istemekteydi.[31]
İçişleri Bakanı Ali Kemal de bu sırada İngilizlerin bilgisi dışındaki işgale karşı mukavemetten yana gözüküyor ve Balıkesir mutasarrıfı Hilmi Bey’e “.Merkezden bir emir (emr-i sarih) ve İngilizlerden konferansın mukadderatına dair tebliğ-i kat’i olmadıkça asla Yunanlılar tarafından asker ihracına ve işgale müsaade edilmemesi ve iktiza ederse her türlü kuvvetlerle mukavemet olunması lâzımdır” telgrafını gönderiyordu.[32]
Bunların yanısıra Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, ilk iş olarak Batı Anadolu’daki buhranlı duruma düzen vermek ve tedbir almak, dağılan 17. Kolordu’nun 56. Fırka’sını yeniden derleyip toparlamak vazifesiyle Albay Bekir Sami Bey (Kunduk)’i Batı Anadolu’ya gönderdi.[33]
Esasında Harbiye Nazırlığı işgale karşı mukavemetten yana bir tavır almıştı ama nasıl bir sistem dahilinde mücadele edileceği açık değildi. İşte bu ortamda Burdur Askerlik Şubesi Başkanı İsmail Hakkı Bey, Denizli’de bulunan 57. Fırka komutanı Albay Şefik Bey’e 15.5.1919 tarihinde bir telgraf göndererek “halkın çoğunluğuna dayanacak şekilde bir teşkilat yapılmasını ve bunların mümkün mertebe el altından silahlandırılmasını” teklif etti.[34] Ayrıca telgrafta 12. Tümen dairesinde 20000 mükellefiyet meyanında gönüllü ve fedâî teşkilâtın yapılmasının mümkün olduğunu da belirterek 57. Fırka komutanının emir ve görüşlerini istemekteydi. İsmail Hakkı Bey bir gün sonra bu telgrafa ek olarak gönderdiği telgrafında da “her şube dairesinde cihet-i mülkiye ve askeriye marifetiyle gizli yapılacak mukavemet-i Milliye merkezleri teşkilâtın çekirdeği olacağını” belirtmekteydi.[35] Bunlar o ortamda önemli görüş ve tekliflerdi.
Diğer taraftan Yunan işgalinin gittikçe genişlemesi karşısında[36] Yunanlılara karşı sivil direniş arayışları ve faaliyetleri başlamıştı. Kâzım Özalp İzmir’in işgali üzerine Menemen’e geçmiş oradan da Bandırma’ya hareket etmişti. Yol boyunca istasyonlarda (Manisa, Kırkağaç, Soma, Balıkesir) İzmir’in işgalini anlatarak belediye reislerinden Yunanlılara mukavemet için “Redd-i İlhak” teşkilâtı vücuda getirmelerini istemişti.[37] Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri de silahlı mücadele yapmak ve direniş kuvvetleri oluşturmak için gayret sarf etmekteydi.[38] Bu arada sivil katkılı ilk direniş Urla’da vuku bulmuştu. İzmir’in işgali üzerine Urla’da 800’ü bulan Rum çeteleri 16 Mayıs 1919’da Türk köylerine saldırıp yakıp yıkmaya ve yağmacılığa başlamaları üzerine, Urla’da 173. Piyade Alay Komutanı Yarbay Kâzım, elinde bulunan 18 silahlı erle birlikte birkaç jandarma erini, alayın mekkarecilerini, subayların hizmet erlerini silahlandırdı. Bu arada halkla da işbirliği yaparak teşkil ettiği milis kuvvetlerini de komutasına alıp Rum çetelerine karşı koydu. Bilahare Yunan birlikleriyle mücadele etti.[39] Bu hareket ilk etapta başarısızlıkla sonuçlanmışsa da büyük çoğunluğu ile Rum olan bir kasabada bile sivil halkın ileri gelenleri ile idareci ve din adamlarının iş birliği ile mukavemet kurulabileceğine ve bu şekilde işgale mukabele edilebileceğine bir örnek teşkil etti.[40]
Bütün bunların yanında mukavemet aleyhtarı propagandalar da yapılmaktaydı. Nitekim İzmir’in işgali üzerine oradan içerilere gelen yolcuların anlattıkları mukavemet taraftarlarınca millî direnişin başlatılması yönünde kullanılmaya çalışılırken, aynı yolcuların anlattıkları olaylar mukavemet aleyhinde de kullanılmaktaydı. Nitekim muhalif propagandalar ve yolcuların anlattıkları halk üzerinde aksi tesir de yapmakta ve bu durum halkı zaman zaman sükunete de sevk etmekteydi. Çünkü hem anlatılanlar, hem de menfi propagandaların etkisi, aynı zamanda İtilâf Devletleri donanmasının Yunanlıların ve yerli Rumların Müslümanlar aleyhinde kendi gözleri önünde yaptıkları kanlı faciaya karşı seyirci kalmaları bütün bu muamelenin İtilâf Devletlerince tertiplendiği ve Yunanlıların her şeyi yapabilecekleri manasında yorumlanabiliyordu. Bu arada mücadele aleyhine propaganda yapanlarca, mukavemet göstermenin ve silâha sarılmanın katliama sebep olduğu ve olacağı halka fısıldanıyordu.[41]
Bu sırada Yunan ilerleyişi de gittikçe genişlemekteydi. Nitekim ilerleyen Yunanlılar Menemen’i işgal ederek silâh ve cephaneyi ele geçirdiler. Bu durumda direnişten yana olan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye (Genelkurmay) Reisi Cevat Paşa, 22 Mayıs 1919’da Batı Anadolu birliklerine “.Devletin Yunanlılara kaptıracak fazla ne bir silâh ne de bir fişengi var. Binaenaleyh bu gibi tehlikelere maruz mallarla esliha ve cephane ile toplarımızı hiç bir dağdağaya meydan vermemek üzere emin mahallere nakil ettirmenizi rica ve böylece teslim-i silâh gibi zilletlere meydan bırakılmamasını ehemmiyetle ilâve eylerim” mealinde şifre telgrafı gönderdi.[42]
Diğer taraftan direnişten yana olmasına rağmen Harbiye Nezareti eldeki mevcut birliklerin direnişe müsait olmadığını düşünmekteydi. Çünkü mütarekeden sonra özellikle Batı Anadolu’daki birlikler çekirdek haline gelmiş durumdaydı. Aynı zamanda İzmir işgalinden sonra yapılan aleyhte propagandalar neticesi askerler birliklerinden kümeler halinde firar etmeye başlamışlardı. Bu firarlar neticesi birliklerde asker sayısı o derece azalmıştı ki işleri görecek, nöbet tutacak asker kalmamıştı. Firarları önlemek için vur emri dahi çıkarılmıştı.[43]
İşte bu ortam içinde 57. Fırka komutanı Albay Şefik Aker, bölgedeki durumu içeren ve Burdur Askerlik Şubesi Reisi İsmail Hakkı Bey’in görüşleri doğrultusunda çare içeren bir raporu Harbiye Nezareti’ne sundu. Bu raporda özetle “.Bölgedeki ruhî durumu aşağıda arz ve tasvir ederim. Halk ümitsizdir. Yunanlılar gibi ezeli bir Türk düşmanının hâkimiyetine girmektense İtalyan işgalini uygun buluyorlar. Yunanlıların ve özellikle çetelerin mezalimi halkın moralini kırmıştır. Erler de her türlü şiddetli tedbire rağmen %95 oranında dağılması, tümeni pek acı ve zor durumda bırakmıştır. Halkın moralinin bozulmasına başlıca sebep Yunanlıların nizamî kuvvetlerinden ileriye sürdükleri başıbozuk çetelerin yaptıkları mezalime karşı himaye edilmemeleridir. Aldığımız tedbirler, kuvvetlerimizin azlığı sebebiyle yeterli olamamaktadır. Savaşmaya hazır ahalide küçük bir kuvvet varsa da zamanında düzenli ve gizli bir teşkilat kurulmaması yüzünden bunlardan da faydalanılamamaktadır” dedikten sonra Albay Şefik Aker mücadeleye hazır olarak miktarı pek az olan asabi yaratılışlı çoğu Çerkez ve Giritlilerin varlığından bahsedip, raporunun sonunda da “Durumun ıslah için Kuva-yı Milliye Teşkilâtı vücuda getirmenin en iyi tedbir olacağını” belirtti.[44]
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa da raporu okuduktan sonra bu raporun son kısmındaki Kuva-yı Milliye teşkilâtı kurulmalıdır cümlesinin altını çizerek “son fıkra gayet önemlidir ve acele edilmesi lâzımdır” diye not düştü.[45] Bu kayıt basında dahi yer aldı. Böylece Kuva-yı Milliye adı ve düşüncesi benimsenmekte ve Kuva-yı Milliye devri başlamaktaydı.[46]
Nitekim bu sırada Ayvalık Mevki Kumandanlığı’nın Yunan işgaline karşı yardım isteği üzerine bölgede görevli bulunan Bekir Sami Bey, 28.5.1919’da gönderdiği telgrafta “Görülecek büyük işlere karşı elimizde pek az muvazzaf Türk kıtaatı mevcuttur. Muvafık bir cereyan vermeğe muvaffak olduğumuz Ayvalık işgali meselesinden lüzum hissedeceğiniz icraatı mümkün olduğu kadar az zayiatla bilhassa millî kuvvetlerle yapmanızı pek rica ederim” diyecektir.[47] Böylece 29 Mayıs günü Yunan işgaline karşı burada ilk askeri direniş milis kuvvetleriyle birlikte verilecektir.[48]
Yine 29 Mayıs’ta ise Ödemiş kaymakamı Bekir Sami Bey İtilaf devletleri temsilcilerine çektiği protesto telgrafında “.artık biliniz ki kalem değil silah konuşuyor” diyerek adeta Kuva-yı Milliye devrinin açılmış olduğunu ortaya koyuyordu.[49]
Bilahare Balıkesir’de ve diğer bölgelerde Yunanlılara karşı oluşan cephelerin tertibi ve Kuva-yı Milliye’nin edilmesi, bunlara nasıl asker sağlanacağının çözümlenmesi gerekiyordu. Bu sebeple bölgede Müdafa-i Hukuk ve Redd-i İlhak cemiyetleri bir Heyet-i Merkeziye oluşturarak kongreler toplama yoluna gitti. Nitekim daha sonraları toplanacak olan Balıkesir, Alaşehir ve Nazilli Kongreleri’nde bu yönde kararlar alınacaktır.[50]
Kuvay-ı Milliye’nin Yapısı
Yukarıdaki bölümlerde millî kuvvetlerin oluşturulması için bölgede yapılan çalışma ve faaliyetler anlatıldı. Bu şekilde millî kuvvetlerin oluşturulması ise şu plân ve program çerçevesinde yapılmaktaydı. 1. Hükümetle resmen ilgisi olmayacak, fakat milli bir sıfat ve salahiyet taşıyacak bir gayr-i resmî kuvvetin meydana çıkartılması. Bu kuvvetlerin el altından ordunun silâh ve cephanesiyle donatılması. Bunların yanında ordu birliklerinin askerî sıfatını değiştirecek subayları aralarına sokarak bu kuvvetlerin düzene sokulup, ordu komutanlıklarının gizli ve maskeli sevk ve idaresi altında hareket ettirilmesi. 2. Ordunun nizamiye kuvvetlerinin de bu millî kuvvetlerle beraber o kuvvetin maskesi altında direnişe iştirak ettirilmesi.[51]
Kuva-yı Milliye’yi örgütleyenler genelde terhis edilmiş olan Osmanlı birliklerinin subayları, İzmir işgalinden sonra içerilere çekilip direnişe karar veren subaylar ile İttihat ve Terakki yönetimi döneminde tayin edilen ve milliyetçi ideolojiyi benimsemiş olan kaymakamlarla mutasarrıflar ve yönetiminde yer almış Ermeni tehciri dolayısıyla ya da savaş suçlusu olarak suçlanıp tutuklanma ihtimali bulunan yöneticilerdi.[52]
Önceki bölümlerde anlatıldığı gibi millî kuvvetler genelde önce halkın üzerinde söz sahibi olan unsurları ikna ederek oluşturuldu. Bilahare bunları mücadeleye kazandırdıktan sonra da bunların vasıtasıyla bütün milleti mücadeleye sevk etmek plânlandı.[53] Böylece hudut ve istiklâlin muhafazası için Anadolu’nun batısında ve güneyinde oluşturulan[54] Kuva-yı Milliye umumî olarak mahalli teşkilatla idare edilmekteydi. Nitekim millî kuvvetler Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin Heyet-i İdare ve Heyet-i Merkeziyeleri tarafından teşkil olunmaktaydı. Millî kuvvetler sabit ve seyyar olmak üzere iki türlü idi. Bunlardan seyyar kuvvetler, silâh altında vazife gören efraddan maada bütün milletin fertlerinin eli silah tutan gençlerinden teşkil olundu. Millî kuvvetler yalnız kendi mıntıkalarında değil icap eden diğer mıntıkalara da geçmekte idiler. Sabit kuvvetler ise seyyar kuvvetleri teşkil edenlerin maadasından teşekkül etmekteydi. Bunlar her türlü şarta karşı müdafaa tertibatı alırlardı. Bu kuvvetlerin ihtiyaçları zenginler tarafından ve ordunun muaveneti ile temin olunmaktaydı.
Millî kuvvetleri teşkil edecek her fert Kur’an’a el basarak mal ve can üzerine yemin ederdi. Efradın piyadelerine yevmiye yarımşar lira ve süvarilerine yetmiş beş kuruş, zabitanlara yemeklerinden başka yirmi lira verilmekte ayrıca önemli hizmetleri ve fedakârlıkları halinde ikramiye de verilmekteydi. Bu miktarları Heyet-i Temsiliye ve Heyet-i İdare icab-ı hale göre değiştirmekteydi.[55]
Ancak Kuva-yı Milliye nizamî bir ordu değildi. Tümen, alay, tabur, bölük teşkilâtları yoktu.[56] Millî kuvvetlerin insan kaynağı yukarıda da değindiğimiz gibi dağda gezen eşkıya ve zeybekler, asker kaçakları, hapishaneden çıkarılan mahkûm ve zanlılar, bir nevi askere alma şeklinde köylerden kasabalardan toplanan kimseler, gerçekten millî ve vatanî duygularla, başka gaye gözetmeksizin mücadeleye katılan gönüllü ve adamlarıyla birlikte müfreze oluşturularak mücadeleye katılan mülk sahipleri idi.[57]
Bölgelere göre çete veya çeşitli isimlerle anılan Kuva-yı Milliye birliklerinin bir umumî kumandanı, ayrıca da cephe kumandanları vardı. Kuva-yı Milliye iki oymağa ayrılmaktaydı. Birincisine müfreze, diğerine de posta denilmekteydi. Müfrezeler 50 kişilik olup komutanlarına müfreze kumandanı; postalar ise 15 kişiden mürekkep olup komutanlarına “postabaşı” adı verilmişti.[58]
Çeşitli isimlerle anılan millî kuvvetlerin komutanları genelde efeler ve eşkıya reisleri, komitacılar, sivil kumandanlar ve subaylardan oluşmaktaydı.[59]
Kuva-yı Milliye’nin muharebe taktiği imkân ve şartlar gereği bir yere bağlı kalmamak şartıyla mahdut sayıda müfrezelerle bir ve müteaddit baskınlar yapılarak düşman mevzilerinde karışıklıklar yaratmak ve en ziyade başarı elde edilen yerde baskını tamamlamaktı.[60]
Kuvay-ı Milliye’ye Karşı İstanbul Hükümeti ile Heyet-i Temsiliye’nin Tavırları
Önceki bölümde değinildiği gibi, hükümet, Yunan işgalinin İzmir işgaliyle sınırlı kalmayıp, İngilizlerin önderliğinde tezgâhlanan bir hile ile sınırı belirsiz istilaya dönüşmesi karşısında buraların Yunanlılara bırakılamayacağını göstermek ve ispatlamak gayesiyle bölgedeki direniş hareketini bir süre destekledi.[61] Nitekim Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin 1 Haziran 1919’da gazetelere gönderdiği tebliğden bu durum belli olmaktaydı.[62] Ancak hükümet sadece Yunanlılara karşı direnişi desteklemekteydi. Yani bu hareketin yaygınlaşmasını istememekteydi.[63] Çünkü bu sırada bir grup Anadolu’ya geçerek işgallere karşı Anadolu’da teşkilatlanma çalışmaları başlatmıştı. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri de direniş hareketlerini oluşturmaya çalışmaktaydılar. Bilindiği gibi bu sırada Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış bir müddet sonra da 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi’yle açıkça Millî Mücadele Hareketi başlatmıştı. Bu ortamda hükümetin direnişe karşı tavrı değişti. Bu sırada 8 Haziran’dan itibaren de İngilizler Mustafa Kemal Paşa’ya karşı tavır almışlar ve O’nun geri çağrılması için hükümete başvurmuşlardı.
Diğer taraftan Dahiliye Nazırı Ali Kemal ise teşkilatlanma faaliyetlerine karşı tavır alıyor ve şiddetli tebligatlar yayınlayıp ilgililere gönderiyordu. Nitekim 18 Haziran’da genel olarak Kuva-yı Milliye Hareketini yasaklayan genelge yayınladı.[64] Bir müddet sonra hükümette direniş yanlıları ile karşıtları arasında mücadele baş gösterdi ve karışıklık çıktı ki bu ortamda Ali Kemal ile birlikte direniş yanlısı Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa da istifa etti yerine Harbiye Nezareti’ne Millî harekete karşı olan Ali Ferit Paşa getirildi. Ancak Sivas Kongresi’nden sonra işbaşına gelen Ali Rıza Paşa bilahare onun istifasından sonra iktidara gelen Salih Paşa Hükümetleri Kuvay-ı Milliye’ye taraftar olacaklarsa da Nisan 1920’de tekrar işbaşına gelen Damat Ferit Hükümati Kuvay-ı Milliye’ye karşı şiddetle cephe alacaktır.[65] Şimdi bu ortamda Kuva-yı Milliye’nin mahallinden sevk ve idaresi daha büyük bir önem kazanmaktaydı.
Bu gelişmeler vuku bulurken Mustafa Kemal Paşa liderliğinde başlatılan Millî Mücadele hareketi her şeye rağmen adım adım gelişme göstermekteydi. Nitekim bu sırada Mustafa Kemal Paşa Erzurum Kongresi’ne katıldı. Burada Kongre Başkanlığına seçildi, Kongrede Kuva-yı Milliye’nin amil kılınacağı kararı alınmış aynı zamanda Millî Mücadelenin ilk siyasi kuruluşu olan Heyet-i Temsiliye oluşturuldu. Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda bu heyetin başkanlığına getirildi.[66]
Bilahare 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi toplandı. Bu kongrede de Kuva-yı Milliye’nin amil kılınacağı kararı alındı aynı zamanda bütün Kuva-yı Milliye birliklerinin tek çatı altında toplanması ve Heyet-i Temsiliye’nin denetimine verilmesi kararlaştırıldı. Bu sırada Kongre, Ali Fuat Paşa’yı “Garb-ı Anadolu Umum Kuva-yı Milliye Kumandanlığı”na tayin etti. Ayrıca Kuva-yı Milliye’nin yaygınlaştırılması için çalışmalara başlandı bu gayeyle işgal bölgelerine elemanlar gönderildi.[67]
Kuvay-ı Milliye Talimatnamesi
Ayrıca bu arada yukarıda ifade edilen girişimlerin yanısıra Sivas’ta gayet mahrem Millî Kongre Heyet-i Merkeziyesi imzalı iki bölümlü bir Kuva-yı Milliye talimatnamesi hazırlanarak sadece bölgelerde tespit edilen güvenilir Kuva-yı Milliye komutanlarına gönderilecektir. Bu sekilde çeşitli bölgelerde oluşan Kuva-yı Milliye zabt-u rabt altına alınmaya çalışılacaktır. Kuva-yı Milliye’nin yapısını çalışma şeklini, hedef ve gayelerini ortaya koyan bu talimatname şu esasları ihtiva etmekteydi:
Yalnız Kuva-yı Milliye teşkilatına memur olacaklara verilmek üzere gayet mahrem talimatdır.
- İstiklâlimizi muhafaza uğrunda teşekkül ve taazzüv etmiş, millî kuvvetler her türlü müdahale ve tecavüzden masundur. Devlet ve milletin mukadderatına irade-i seniye hâkim ve âmildir. Ordu, makam-ı mua’alâ-yı hilâfetin masumiyetine kâbil olan iş bu irade-i milliyenin tâbi ve hadimidir.
- Ordu tecavüz vukuunda plânına tevfikan harekâtı irad edeceğinden ayrıca bervechi ati teşkilât yapılır.
- Teşkilât-ı Milliyenizle ordu arasındaki irtibatı Heyet-i Temsiliye muhafaza eder. Ancak bir tehlike halinde her türlü merkez mücadelede mücavirinde bulunan kıta kumandanlarıyla irtibatta bulunur.
- Millî müfrezeler Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Heyet-i idare ve Heyet-i Merkeziyeleri tarafından teşkil olunur. Bu hususta icap eden muavanetin ahz-ı asker rüesası ve kumandanları ifa ederler. Bu teşkilâtın tevsii emrinde atideki hususat nazar-ı dikkate alınmalıdır.
- Anasır-ı gayrimüslimenin kasreti
- Harekât-ı ihtilâliyeye mahsus kuvvetlerin
- Sırf soygunculuk ve intikamcılık ve esbab-ı saire ile ilcâ-yı cinayet ve icrâ-yı şekavet eyleyen Müslim ve gayr-i Müslim çetelerin azlığı ve çokluğu.
- Millî müfrezeler sabit ve seyyar olmak üzere iki türlüdür. Umumiyetle mücadele ve emniyet ve asayiş temin ve idamı ve icabında orduyu takviye ve harekâtının teshil maksadı ile seyyar müfrezeler teşkil olunur. Bundan başka eşkiyaların taarruzdan ve anasır-ı gayrımüslimenin ihtilâl ve tecavüzünden kasaba ve köylerin muhafaza ve müdafaa için mahalline seyyar ve sabit müfrezeleri vücuda getirilir.
- Seyyar müfrezeler silâh altında ifa-yı vazife eder efraddan maada bütün efrad-ı milletin eli silâh tutan gençlerinden teşkil olunur. Bir tehlike anında vuku bulacak davet üzerine orduyu seferber edecek olanlar orduya iltihak eder. Mütebaki kuvvet tehlikelere karşı olup bunlara lüzumunda makineli tüfek ve top da ilhak olunur. Efradın muhabere görmüş olması müreccahdır. Zabt-u rabta kadir ve maharette bu müfrezeler şekavetgâh bir kuvvet olmayıp selâmet-i millet ve memlekete vakfı hizmet ve hayat etmiş kanaatkâr zevattan mürekkep olmalıdır. Müfrezelerin teşkili emri kumanda ve idaresi tabiî askerî manga, takım ve bölük gibidir. Mükâfat ve mücâzat dahi askerlikteki gibidir.
- İ. Müfrezeler yalnız kendi mıntıkalarında değil lede-l icap mücavir mıntıka müfrezeleri ile tevhid¬i mesai için diğer mıntıkalara geçerler. Bu vezaif mahalli heyet-i idare ve merkeziyenin emri ile olur. Ancak ahval-ı mühimmede müfrezeler kendiliklerinden muavenete koşmakta mükelleftirler. Yalnız bu halde mensup oldukları heyet-i idare veya merkeziyeleri haberdar ederler. Mühim görülen memalikiye icabında bir kıta-yı askeriye dahi kuvve-i zahir olarak gönderilir.
- Vilayet ve müstakil liva heyet-i merkeziyeleri ile Heyet-i Temsiliye lüzum gördüğü mıntıkaların müfrezelerini muhatarada bulunan her hangi mücavir bir mıntıkaya sevk ve celb ile ifa-yı vazifeye davet edilir. Bu halde mıntıkalar kendilerine mensup müfrezelerin noksanlarını ikmal ve sevk etmekte mükelleftir.
- Sabit müfrezeler seyyar müfrezeleri teşkil edenlerin maadasından teşekkül eder. Bunlar tarafından lüzum görülmüş köylerde, nahiyelerde ve şehirlerin mahallerinde müdafaa tertibatı yapılmak Hristiyanların katliam ve hârık ika ve asayişin ihlâli gibi haince maksatlarına ve eşkiya çetelerinin taarruz ve tecavüzüne karşı tedabir alırlar.
- Sabit ve seyyar millî müfrezelere nüktezi eslihayı mütenevvianın temin ve tedariki mühimdir. Eşkiyadan alınan silâhlar ve zenginler tarafından para ile tedariki mümkün olan tüfenk ve rovelver ve bomba teslihata madar olabilir. Bu hususta ordunun da muaveneti talep olunur, müfrezelerin temin-i iaşeleri dahi heyet-i merkeziye ve idarelerce mukarrerata tevkifan ifa
- Her nevi fazla esliha, mühimmat ve malzeme münasip mahallere depo edilir. İcabında düşman eline geçmesi melhuz depolar muhataralı mıntıkadan nakil veya nakle imkân yoksa mecburiyet halinde seyyar ve sabit müfrezelere kefaletle ve muntazam numara tahtında tevcih olunur.
- Millî müfrezeleri teşkil edecek her fert, Kur’an-ıazime mal ve canı üzerine el basarak tahlif olunur.
- Müfrezelerin sıhhiye umuru için evvelce askerlikde ders görmüş olanlardan istifade olunmalıdır. İlâç ve sargı takımları ordudan talep olunur.
- İş bu müveccih bir talimatname maiyetinde olup ahkâmı her malûlen şerait ve icabatına tevfikan tatbik olunur.
Millî Kongre Heyet-i Merkeziyesi Seyyar ve Sabit Müfreze Zabitan ve Efradına Hali Faaliyete Geçtikleri Zaman Verilecek İkramiye İle Tarz-ı İaşelerini Müşir Talimatnamedir.
- Yaya ve atlı efrada ekmek ve bineklere arpa verilmekle beraber, piyadelere yevmiye yarımşar lira ve süvarilere yetmiş beş kuruş verilecektir.
- Zabitana alet seviye yemeklerinden başka mahiyye yirmi lira verilecektir.
- Fevkâlade fedakârlık ve hizeti sebk edecek olanlara Heyet-i İdare ve merkeziyenin tensip edeceği kadar ikramiye verilmelidir.
- Bu talimat katî olmayıp Heyet-i Merkeziye ve heyet-i idarelerce icab-ı hale göre tashih ve tebdil edilebilir.
- Gönüllü müfrezelere iltihak edecek olan ordu zabitan ve efradı hakkında da aynı süratte muamele edilecektir.[68]
Böylece Kuvay-ı Milliye, oluşmasından itibaren B.M.M. Hükümeti (Ankara Hükümeti) tarafından Ocak 1921’de düzenli ordunun kurulmasına kadar geçen sürede işgâlci güçlere ve iç problemlere karşı başarı ile mücadele edecektir. Düzenli ordunun kurulmasından sonra ise bütün milisler düzenli birlikler halinde tensik edilerek ordu birlikleri içine alınacaklardır.[69]
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 618-627
Dipnotlar :
Neden tüm alt başlıklar kronolojik sırada düzen içerisinde verilmemiş de bölük pörçük yazılmış?