Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR
Batı Dünyası, Rönesans döneminden itibaren, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda, özellikle de bilim ve felsefe alanında, tarihinin hemen hiçbir döneminde rastlanmayan büyük bir atılımı gerçekleştirmiştir. Matbaa, pusula ve barut gibi, üç temel buluşun yaşama geçirilmesiyle birlikte ortaya çıkmış olan bu temel atılım sonucunda, bir yandan doğaya ilişkin yeni ve güvenilir bilgiler üretmek çok kolaylaşmış, diğer yandan da bu bilgilerin, doğru ve hızlı bir biçimde geniş halk kitlelerine ulaştırılması olanaklı hale gelmiştir. Böylece Batı kültür dünyasında önemli ve çığır açıcı gelişmeler kaydedilebilmiştir. Bunun sonucunda yeni bir döneme girmiş olan Batı düşüncesi, kısa sürede bilim ve felsefe gibi üst entelektüel alanlarda dev adımlar atmayı başarmış ve sonuçta 18. yüzyıl bilimsel devrimini gerçekleştirmiştir.
Batı’da bunlar olup biterken, bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nde henüz bu gelişmenin farkına varıldığına ve sonunun nereye varacağının kestirilmesine yönelik düşünce ve atılımlarla karşılaşılmamaktadır. Yeniyi bulup çıkarmaya yönelmiş, köklü ve devrimsel atılımlarla kendi ayırt edici niteliklerini ortaya koymuş olan Rönesans düşüncesinin ise, ilk bakışta, Osmanlı Devleti’ndeki yansımalarının ancak 18. yüzyılda ortaya çıkmaya başladığı izlenimi edinilmektedir. Çünkü bu dönemde özellikle askeri alanlarda belirginleşmeye başlayan ve geleneksel anlayışın değiştirilmesinin gerekliliğine yönelik düşüncelerin ön plana çıkmaya başladığı anlaşılmaktadır. Ancak, yapılacak ayrıntılı bir inceleme aslında bu belirlemenin de eksik, yapay ve desteksiz olduğunu göstermektedir. Çünkü, bu yeni dönemi kavradığı varsayılan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin, Şehrezûrî’nin eş- Şeceretü’l-İlâhiyye[1] adlı kitabının tabîiyyât -fizik- bölümüne ilişkin çevirisi, 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bilim ve kültür dünyasının Batı karşısındaki konumunun anlaşılmasını sağlaması bakımından önemli ip uçları taşımaktadır.
Bir giriş ve sekiz bölümden oluşan çevirinin giriş bölümünde tabîat biliminin konusu, ilkeleri ve temel kavramları açıklanmaktadır. Birinci bölümde ise cisimler konusu ele alınmakta, önce cismin tanımı yapılmakta ve daha sonra parçalanamayan en küçük parçanın -atom- varlığıyla ilgili olumlu ve olumsuz fikirler anlatılarak, madde ve sûret kuramı açıklanmakta, cisim türleri, mekan, zaman ve hareket konuları tartışılmaktadır. İkinci bölümde klasik dört unsur (anasır-ı erbaâ) teorisi sergilenmekte, oluş ve bozuluş konuları ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde nitelik, değişim ve karışım konuları incelenmektedir. Dördüncü bölümde gök olayları, beşinci bölümde bitkiler, yedinci bölümde hayvanlar ve sekizinci bölümde de insan ruhu konuları ele alınmaktadır.
Yukarıda serimlenen bölümler üzerinde düşünüldüğünde, kitabın hiçbir orijinal yanının olmadığı kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Çünkü bütünüyle Aristoteles (M.Ö. 384-322) ve İbn Sînâ’nın (980-1037) yaklaşımlarının tekrarlandığı görülmektedir. Geç bir dönemde olmasına karşın, klasik Yunan ve daha sonra İslâm Dünyası’nda verilen bilgilerin derlemesinden oluşturulmuş yararsız bir çalışma olduğu çok açık olarak anlaşılmaktadır. Ekleyin, ayrıca, böyle bir yapıtın, son derece geç bir dönemde çevrilmiş olması, Osmanlı Devleti’nin zaman içerisinde kendisini gelişen bilim ve teknolojiden ne denli kopardığını da göstermektedir. Bu bakımından da, çok değerli tarihsel bir kaynak olduğu açıktır. Çünkü böylece Osmanlı Devleti’nin çağını yakalamakta acz içerisine düştüğü anlaşılmaktadır.
Düşünce alanında içine düşülmüş olan bu gerileme, aslında ve doğal olarak, bütün kültür katmanlarının doğasını betimleyen bir göstergedir. Öyle ki, bu gerilemeye koşut olarak Devlet’in de hızla toprak kaybetmeye başladığı görülmektedir. Bütünüyle feodal yapıya sahip bir devlette uyanışı tetikleyen en önemli etken de aslında bu toprak kaybı olmuştur. Çünkü sonuçta kötü gidişi durduracak çarenin, orduyu öncelikle yenileştirmek ve o günkü koşullara ayak uyduracak bir konuma ulaştırmak ve daha sonra diğer alanlarda yenileştirme çabalarına girmek gerektiği ancak böylelikle anlaşılabilmiştir. Nitekim bu anlayış yalnızca askeri alanlarla sınırlı kalmamış ve sonuçta bütün toplum kesimlerinin geliştirilmesine ve yenileştirilmesine yönelik çalışmalar başlamıştır.
Bu yüzyılda Devlet’in bütünüyle çıkmaza girdiğini iyice anlayan Padişah III. Ahmed (1643-1695) ve Sadrazamı Damat İbrahim Paşa (öl. 1730), kültürel alanda başlatılan geliştirme çabalarını daha fazla etkin kılabilmek için, 30 kişilik bir çeviri komisyonu kurmuşlardır. Çevrilmesini öngördükleri yapıtlardan birisi Antikçağ’ın büyük düşünürü Aristoteles’in Fizik kitabıdır. Bu çeviri işini dönemin önde gelen aydınlarından Yanyalı Es’ad Efendi üstlenmiştir.
Yanyalı Es’ad Efendi[2], Fizik’i loannis Kottinus’un yapmış olduğu şerhi (açıklama) esas almak koşuluyla kendi görüşlerini de ekleyerek et-Ta’lîmu’s-Sâlis adıyla Arapça’ya çevirmiştir. Kitap beş bölüm halinde düzenlenmiş; uzun bir giriş ve daha sonra ilkeler, illetler ve hareket konularının ele alındığı bölümlerden oluşmaktadır. Girişin birinci bölümü felsefenin tanımı, bilimlerin sınıflandırılması ve fizik felsefesinin önemi üzerinedir. Fiziğin (el-Hikmetü’t-Tabîiyye) tekil varlıklar alanını araştıran teorik bir bilim olduğunu belirten Es’ad Efendi, Aristoteles’in bilim sınıflamasına bütünüyle bağlı kalmadan bir bilimler sınıflaması geliştirir. Buna göre bütün bilimleri içerisinde barındıran felsefe, pratik ve teorik olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Teorik kısım da kendi arasında metafizik, matematik ve fizik olmak üzere üçe ayrılır. Matematik ise geometri ve aritmetik olmak üzere iki alt dala ayrılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, Es’ad Efendi nicelik bilimlerini de matematiğin alt dalı olan geometrinin kısımları olarak tasarlamıştır. Burada geleneğin etkisiyle bugün fizik biliminin bir dalı olan optik de bir nicelik bilimi kabul edilerek geometrinin bir dalı diye gösterilmiştir.
Bilimler sınıflamasından[3] sonra Es’ad Efendi, metafiziğin “ilk felsefe” ve “en yüce bilim” adıyla anılmasına rağmen yine de fiziğe muhtaç olduğunu vurgulayarak, fiziğin temel konusunun organik ve inorganik varlıklardaki değişme; bu değişmenin ilke ve kanunlarını belirlemek olduğuna göre, unsurlardan kalkarak bütün maddesel evreni incelemek, buradan ay-üstü evrendeki kozmik sistemi görmek suretiyle bunları neden sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmenin filozofun görevi olduğunu bildirir. Ona göre evrenin bu şekilde tümevarım yoluyla incelenmesi Allah’ın hikmet, kudret ve cömertliğinin sergilenmesi açısından insanı gerçek imana götüren yoldur. Ancak fizik sayesinde insan ay-altı ve ay-üstü (süflî ve ulvî) evren arasındaki ilişkiyi kavrar ve ay-üstü evrenle bağlantının ancak bu yolla olduğunu bilir. Es’ad Efendi’nin bu anlatımı geleneksel İslâm felsefesinin sıkı sıkıya bağlı olduğu Aristotelesçi ve yeni Platoncu çizginin bir tekrarı anlamına gelmektedir ki, 18. yüzyılda batının bütünüyle terk etmiş olduğu, Antikçağ düşünürü Aristoteles’in Fizik kitabının şerhini çevirmenin mantıksal temeli de böylece anlaşılmaktadır.
Oldukça geç bir dönemde Aristoteles’in fizik kuramının Osmanlı Devleti’nin bilim ve kültür ortamına aktarılmasını sağlamış olan bu çalışmanın, artık o dönemde bütünüyle nicelikselleşmiş, temel ilke ve kanunları konulmuş bir mekanik biliminden hiçbir şekilde söz etmeyişi, Osmanlının gelişen Batı bilim ve kültüründen bütünüyle uzaklaştığının bir göstergesi olması bakımından büyük değer taşımaktadır.
Her zaman çevrilecek kitaplarla ilgili doğru seçim yapılmamış olsa da, bu çeviri etkinliğini besleyen ve güdüleyen temel etkenin de yine askeri durumdaki olumsuzluk olduğunu ve bu dönemde bilim alanında en etkin çalışmaların da çoğunlukla harp okullarında görev yapan hocalar tarafından gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Yenileşme hareketlerinin başında gelen harp okullarının açılmış olması aynı zamanda Osmanlı biliminin gelişmesi ve Batı biliminin aktarılması açısından da en ciddi adımı oluşturmaktadır.
Sürekli savaş kaybeden orduyu, yeniden zafer kazanan ordu durumuna getirmek için, Batılılaşma hareketini ilk olarak askerlerin eğitilip donatılması ile ilgili kurumlardan başlatmak amacıyla, 1773 yılında İstanbul’da Avrupa’yı örnek alarak bir denizcilik mühendisliği askeri okulu (Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn) açıldı ve daha sonra da 1789 ile 1795 arasındaki sürede de kara askeri mühendislik okulu (Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn) birkaç aşamada kurularak faaliyete geçirildi.
Sultan III. Selim Dönemi’nde kurulan Mühendishâne-î Berrî-i Hümâyûn’un yeni bilim anlayışının yerleşmesi ve bilimsel etkinliğin gelişmesinde önemli rolü olmuştur. Özellikle okulun ilk başhocası olan Hüseyin Rıfkı Tâmanî’nin[4] (? -1817) süreçte önemli görevler aldığı görülmektedir. Hüseyin Rıfkı’nın, Mühendishâne’deki derslerin düzenlenmesine büyük emeği geçmiş, Arapça ve Farsçanın yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Latince bilmesinin sağladığı olanaklarla çağdaş Batı biliminin Osmanlılara aktarılmasına öncülük etmiştir. Ancak bu konuya çalışmalarıyla daha büyük katkı yapan ve aynı zamanda kendisi de Mühendishane-î Berrî-i Hümâyûn’un başhocalarından biri olan Hoca İshak Efendi’dir.
İshâk Hoca (ölm.1834) modern bilimleri Osmanlılara tanıtmak için dört ciltlik Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziye (Matematik Bilimler Derlemesi) adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu çalışma büyük kısmı çeşitli Batı kaynaklarından çeviri olmak üzere, kısmen de uyarlama yoluyla hazırlanmış ansiklopedik bir çalışmadır. Aslında kitap Mühendishane’nin gereksinim duyduğu bir ders kitabı olarak düzenlenmiştir. Ancak İshâk Hoca, zamanla bu sıradan amacından vazgeçerek, bu çalışmasını yukarıda durumunu özetlediğimiz Osmanlı Devleti’nin kültürel yaşamını canlandırmak, yeni bilimleri tanıtmak ve aynı zamanda Türkçe’yi bu bilimleri ifade edecek bir düzeye kavuşturmak gibi büyük bir ideali gerçekleştirme projesine dönüştürmüştür. Bu çalışmayla Modern Batı biliminin ülkemize girişinin sağlanıp sağlanmadığı konusuna net bir yanıt vermek kolay olmamakla birlikte, bir bilim terminolojisinin gerçek anlamda yaratılıp yaratılamadığı da tartışmalı gözükmektedir. Çünkü her şeyden önce Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziye’nin tamamının üzerinde kapsayıcı, tüketici ve döneminin bilgi düzeyi bakımından ele alan ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Ancak, bununla birlikte, çeşitli bölümleri[5] üzerinde yapılan çalışmalardan bazı çıkarımlar yapmak olanaklı gözükmektedir.
Açıkça görülen şudur ki, Mühendishâne’de modern bilimlerin eğitimine başlanması, doğal olarak bu bilimleri konu alan ve tanıtan kitapların Osmanlıca’ya çevrilmesini zorunlu kılmıştır. Başhoca İshâk Efendi de bu amaçla doğa bilimleri alanında bir çeviri etkinliğine girişmiş ve konuya ilişkin bir çok yapıt kaleme almıştır. İçlerinde en çok tanınanı ve İshâk Efendi’ye asıl ününü sağlayanı da Mecmûa-i Ulûm- i Riyâziye adını taşıyan dört ciltlik ansiklopedik nitelikli bu çalışması olmuştur. İshâk Efendi’nin çeviri ağırlıklı da olsa hazırlamış olduğu bu yapıt, o dönemde Batı’da çeşitli bilimler alanında yazılmış kitaplarda sunulan bilgilerin aktarılması yoluyla, doğrudan doğruya İmparatorluğun askeri alanda kaybettiği üstünlüğü yeniden kazanmaya yönelik çabalarının desteklenmesi sonucunda ortaya çıkmış görünmekle birlikte, dolaylı olarak da modern bilim alanında uzmanlaşmış genç bilim adamlarının yetişmesine olanak sağlamış olması bakımından önem taşımaktadır.
Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziye’nin birinci cildi matematik (aritmetik, cebir, geometri), ikincisi düzlem trigonometri ve analitik geometri, entegral ve diferansiyel hesap, koni kesitleri, üçüncü cildi fizik (mekanik, optik, elektrik) ve astronomiye, dördüncü cildi ise biyoloji, kimya, botanik, zooloji ve mineraloji bilimlerine ayrılmıştır.
Bu çalışmada sadece fizik kısmı ele alınmıştır ve değerlendirmelerin tümü bu kısımlar içindir.
Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye’nin 1832’de basımı tamamlanan 3. cildinin büyük kısmı fizik konularına ayrılmıştır. İlk makalede fiziğin temel kavramları tanıtılmaktadır. Diğer makalelerinde ise sırasıyla hız, hareket ve hareket türleri, harekete yol açan kuvvetler, kaldıraçlar, makaralar gibi mekanik araçlar ve bunlara fizik kurallarının uygulanışı, sıvıların mekaniği, akışları, dalga oluşumu, katı cisimler sıvı içine daldırıldığında ortaya çıkan durumlar ve en sonunda da gazlar mekaniği ve optik konuları ele alınmıştır. İshâk Hoca’nın bu konularda verdiği bilgiler 19. yüzyıl Batı Dünyası’nda verilen bilgilerle birebir paralellik taşımasa da çok geride kalmış bilgiler de değildir. Şu halde öncelikle Mühendishane’de verilen fen eğitiminin batı fen eğitiminden çok geri olmadığını söylemek olanaklı gözükmektedir. Bu durum eğitimin modernleşmesi bakımından değer taşımaktayken, aynı zamanda modern fizik bilimlerinin İmparatorluğa aktarılmasının sağlanmasında öncülük etmiş olması bakımından da büyük önem ve değere sahiptir. Hele İshâk Hoca’nın aktarma işini yaparken çok radikal bir biçimde olmasa da, terimleri Osmanlıca karşılıklarını koyarak çevirmiş olması bilim dilinin oluşmasını sağlaması bakımından da yararlı olduğu söylenebilir. Bu durumu mekanik (hareket), optik ve elektrik gibi fizik konularında yaptığı çalışmalardan örneklerle daha rahat görmek olanaklıdır.
Fizik[6]
Makale I: Cisimlerin Özellikleri
Bu bölümde İshâk Hoca aşağıdaki konu başlıklarını son derce yalın ve basit düzeyde ele almıştır. Konular incelendiğinde verilen bilgilerin yaklaşık bir yüzyıl öncesine kadar Batı’da geliştirilmiş bilgilerin derlemesi olduğu anlaşılmaktadırı.
- Bölüm 1: Mekân, Cisim ve Madde Heyulâ). Bu Üç Varlığın Birbirinden Farklar.
- Bölüm 2: Mekân Yahut Boyut ve Uzanımın Mahiyeti ve Hakikati.
- Bölüm 3: Cisim ve Maddenin Mahiyet ve Hakikati.
- Bölüm 4: Cisimlerin Dışarıda Varlık ve Yoklukları.
- Bölüm 5: Maddenin Bölünmesi.
- Bölüm 6: Maddenin Uygulamayla Bölünmesi.
- Bölüm 7: Cisimlerin Mutlak ve Göreli Miktarı.
- Bölüm 8: Cisimlerin Gözenekli Olmaları.
- Bölüm 9: Cisimlerin Birbirlerine Nüfuz Edememeleri.
- Bölüm 10: Boşluk ve Doluluk.
- Bölüm 11: Cisimlerin Yoğunlukları.
- Bölüm 12: Cisimlerin Ataleti.
Fizik bilimini tanıtırken İshâk Hoca şu bilgilere yer vermiştir:
“Fizik, tabiatta bulunan varlıkların öz niteliklerini ve özelliklerini inceleyen bilimdir. Tabiat ise, varlığı duyumsanan her şeyden oluşur. İnsan duyularıyla algılanan şeylerin ancak maddi varlıklar olması dolayısıyla, fizik biliminin konusu da var olan maddi şeylerin özniteliği ve özellikleri olmaktadır. Bu bilim ile var olan bütün maddi şeylerin özelliklerinden ayrıntılı olarak bahsedilirse ‘Genel Fizik Bilimi’, varlıkların değişimleri incelenip dış dünyadaki uygulamalarından bahsedilirse ‘Özel Fizik Bilimi’ olur.”
Bölüm Yedi’de ise cisimlerin mutlak ve göreli ağırlıklarına ilişkin olarak “Bir cismin aslında olan miktarına mutlak miktar; başka bir cisme göre olan miktarına ise göreli miktar denildiğini” belirten İshâk Hoca’nın bu anlatımlarının yalınlığı hemen dikkat çekmektedir. Diğer bir nokta ise bu bilgilerin doğru bir biçimde aktarılmış olmasıdır.
Aynı durum Bölüm On’da boşluk ve doluluk kavramlarına ilişkin olarak aktardığı bilgiler için de geçerlidir. Burada İshâk Hoca, “Cisim parçalarından yoksun olan mekâna boşluk, cisim parçalarıyla dolu olan mekâna ise doluluk denir. Buna göre, yeryüzünde bulunan bütün mutlak belirli uzaklıklar sadece doluluktan oluşmazlar. Çünkü, yeryüzü cisimlerindeki gözenekler cismin parçalarından yoksun olan tam uzaklık olduğundan, cismin içerdiği boş aralıklar o cismin gözenekleri olur” demektedir. Bu Birinci Makale’nin en ilginç tartışması ise Onikinci Bölüm’de ele aldığı eylemsizlik ilkesine ilişkin açıklamasıdır. Bu konuda şunları söylemektedir: “Her cisim kendi kendisine etki etmeye muktedir değildir. Bu yüzden cisimlerde gerçekleşen değişme ve dönüşümlerin hepsi dış kuvvet ile olur. Böyle bir kuvvet bulunmadığı takdirde her cismin bulunduğu durumu koruması eğilimine “atalet” [eylemsizlik] denir. Atalet özelliği bütün cisimlerde bulunur. Cisimlerde gerçekleşen bütün değişmelerin her biri bir dış sebeple olur. Her bir cisimde gerçekleşen etkiler, onu gerektiren dış sebep ile orantılı olur. Direnç, yani karşı etki daima etkiye eşit olur. Şöyle ki, sebebin kuvveti bir veya iki derecede bir etkiyi meydana getirecek miktarı olsa, hasıl olan değişim ve etki sebebin kuvvetine eşit olur. Cisimlerin ataleti cevheriyle [kütleleriyle] orantılıdır”.
Özellikle bu son bölümde anlatılanlar, İshâk Hoca’nın tamamen Newton’un 18. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya koyup kanıtladığı bilgileri aktardığını göstermektedir. Bu bakımdan İshâk Hoca’nın aktardıkları Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldaki medrese ve askeri okullarında, eğitimin yenilenmesi ve çağdaş bilgilerin öğrenilmesi bakımından yararlı olmuştur. Ancak bu dönem Batı’da, Newton’un Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri adlı kitabının yayımlanmasıyla, aslında klasik fizik dediğimiz dönem de kapanmış olmaktadır. Artık 19. yüzyıldan itibaren başta mekanik olmak üzere hareket, ışık, elektrik vb. fizik konuları başka temeller üzerine oturtulmaya başlanmıştı bile. Bu açıdan bakıldığında, İshâk Hoca’nın aktardığı bilgilerin kendi dönemiyle bire bir uygunluk taşıyan bilgiler olmaktan çok yaklaşık yüz yıl geride kalan bilgiler olduğu anlaşılmaktadır.
Makale II: Cisimlerin Hareketiyle İlgili Durumlar
- Bölüm 1: Hareket.
- Bölüm 2: Hız.
- Bölüm 3: Hareket Miktarı.
- Bölüm 4: Basit ve Bileşik Hareket.
- Bölüm 5: Sabit İvmeli Hareket.
- Bölüm 6: Ağır Nesnelerin Hareketi.
- Bölüm 7: Ağır Nesnelerin Hız Artışları.
- Bölüm 8: Nesnelerin Eğik Düzlemde Düşüşleri.
- Bölüm 9: Eğik Hareket.
- Bölüm 10: Mermi Hareketi.
Bu konu başlıkları altında hareket konusunu açıklamaya çalışan İshâk Hoca, Birinci Bölüm’de “bir cismin bir yerden başka bir yere geçmesine hareket, bir yerde sürekli bir biçimde kalmasına ise durma adı verilir; mutlak hareket’in hareketin niteliği, yönü, hızı, miktarı biçiminde dört kısma ayrılmasından ve cisimlerin eylemsizlik, yanî bütün cisimlerde ortak olan durumlarını koruma özelliklerinden aşağıdaki açık sonuçlar ortaya çıkarılır” diyerek, bazı sonuçlara ulaşmaya çalışmıştır. Buna göre:
- Hareketsiz bir cismi harekete geçirecek bir dış kuvvet ortaya çıkıncaya değin cisim durmaya devam eder.
- Hareketli bir cismin hareketini sona erdirecek bir dış kuvvet ortaya çıkıncaya kadar cisim hareket etmeye devam eder.
- Hareketli bir cismin hızını artıracak ya da azaltacak bir dış kuvvet ortaya çıkıncaya kadar cisim aynı hızla hareket etmeye devam eder.
- Hareketli bir cisim; ağırlık, mukavemet, temas ve benzeri engellerden arınık olsa durmaksızın hareketini sürdürebilir.
- Bir cisim bir yöne doğru harekete geçse bir dış kuvvet yönünü değiştirinceye değin o yön doğrultusundan sapma gösteremez.
- Her cismin doğal olarak hareket etmesi de durması da mümkündür.
Böylece harekete ilişkin bütün olası durumları özetleyen İshâk Hoca’nın konuyu tamamen dinamiksel bir yaklaşımla ele aldığı görülmektedir. Bu tutumu da yukarıdaki belirlememizi desteklemekte ve onun bilgileri yaklaşık yüz yıl geriden gelerek aktardığı anlaşılmaktadır.
Hareket biliminin temel konularından bir diğeri olan hız konusunu da ele alan İshâk Hoca, bu bölümde doğru bir biçimde zamân, mesâfe, hız ve düzgün doğrusal hareketin tanımlarını vermekle yetinmiştir. Buna göre, “bir cismin üzerinde hareket ettiği çizginin birbiri ardınca devam eden noktalarının toplamına zamân ve o zamân içinde geçtiği mekân parçalarının toplamına mesâfe, söz konusu zamânın sınırlı bir kısmında geçtiği mekânın bölümleri toplamına hız adı verilir. Böylece bir cismin eşit zamânlarda eşit mesâfeler kat ettiği harekete hareket-i müteşâbihe [düzgün doğrusal hareket] denir.”
Bundan başka İshâk Hoca, hareketi tanımlamakta kullanılan, ya da hareketin bileşenleri diyebileceğimiz bu üç kavramdan, yani mesâfe, hız ve zamân üçlüsünden herhangi ikisinin bilinmesi durumunda, üçüncüsünün de bilineceğini belirterek, “zamânın hızla çarpımının mesâfeyi, mesâfenin zamâna bölümünün hızı, [mesâfenin] hıza bölümünün ise zamânı vereceğini doğru bir biçimde belirtmiştir. [Şöyle ki, s=v x t, v=s / t, t=s / v s=yol, v=hız, t=zaman]
Üçüncü Bölüm’de etki-tepki ilkesini açıklayan İshâk Hoca, “bir cisim hızla diğer bir cisim üzerine etki etse bu şiddete o cismin etkisi adı verilir. Bir cismin etkisi kendi değerinden değil hareketinden kaynaklandığı için cisimlerin etkisi hareket miktarından [momentum] ortaya çıkar ve engelle (tepkiyle) orantılı olur” demektedir.
Basit ve bileşik hareket türlerini ele aldığı Dördüncü Bölüm de ise “bir cismi hareket etmek zorunda bırakan herhangi sebebe kuvvet ve o kuvveti boşa çıkarmaya çalışan sebebe mukavemet [direnç] adı verilir. Hareketli bir cismin hareketi bir yönde olursa basît hareket, bir açı oluşturacak şekilde farklı yönlerde olursa o harekete de bileşik hareket denilir” diyen İshâk Hoca’nın buradaki en ilginç açıklaması bileşik harekete ilişkin yaptığı tartışmadır. Teorik İddia başlığı altında konuyu ele alan İshâk Hoca, “bir cismin, dik açı oluşturan iki doğru çizgi yönünde harekete mecbûr olduğunda, söz konusu hatlardan ortaya çıkan dikdörtgenin köşegeni yönünde hareket edeceğini” belirtmektedir. Bugün için paralelogram ya da hızlar dörtgeni adı verilen bu hareket biçimini bütünüyle Newton’un açıklamalarından çıkardığı anlaşılan İshâk Hoca’nın ilgisini tamamen klasik fiziğin değerlendirmeleriyle sınırladığı açıkça anlaşılmaktadır. Aslında hızlar dörtgeni açıklaması Newton’un buluşu değildir. Klasik dönem İslâm biliminin en önemli kişiliklerinden birisi olan İbn el-Heysem (965-1039) tarafından 11. yüzyılda yansıma ve kırılma optiğinde bu açıklama modelinin kullanıldığı bilinmektedir. Bu açıklama modeli Batı’da 17. ve 18. yüzyıllarda mermi yolu üzerinde yapılan çalışmalarla çok bilinir hale gelmiştir.
Beşinci Bölüm’de sabit ivmeli hareket konusunu ele alan İshâk Hoca, öncelikle bu hareketin ya da kendi adlandırmasıyla eşit hızlı hareketin tanımını yapmıştır. Buna göre, “hareketli bir cismin her an kazandığı hızın derecesinin eşit olduğu hareket eşit hızlı harekettir.” Tamamen doğru olan bu tanımın ardından, bu harekette hız artışı olabileceği gibi, hız azalmasının da olabileceğini belirtmekte ve eğer bir cismin hızında eşit miktarlarda hız azalması oluyor ise bu harekete de mütesâvî el-batâne (azalan ivmeli hareket) adı verildiğini belirtmektedir. Yine burada sabit ivmeli hareketteki hız artışlarının doğal sayılarla uygunluk içerisinde, yani 1, 2, 3, 4, 5 vb. biçiminde gerçekleşeceğini belirtmektedir.
Diğer bölümlerde bu anlatımlarının uygulamalarına ilişkin örnekli açıklamalarda bulunan İshâk Hoca, Onuncu ve Onbirinci bölümlerde ise bölümde fırlatılma hareketini ele almış ve “ufuk düzlemine dik olarak fırlatılan bir cismin, önce yükseleceğini ve ardından da ufuk düzlemine dik olarak düşeceğini” belirtmiştir. Daha çok mermi yolu çalışmalarından edinilen pratik bilgilerden oluşan bu bölümün kitapta yer alması da İshâk Hoca’nın modern dönem fizik konularının hemen tümünü aktarmak amacında olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.
İshâk Hoca’nın fiziğe ilişkin ele aldığı diğer bir konu da elektriktir. Elektrik konusu Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye’nin 4. Cildinin II. Makalesinde ele alınmaktadır ve konu başlıkları şu şekilde sıralanmıştır:
Makale II: Elektrik Maddesinin Mahiyeti ve Hakikati, Araçları ve Elde Edilmesi.
Uyarı.
- Bölüm 1: Elektrik Maddesinin İletilmesi ve İletilememesi.
- Bölüm 2: Elektrik Araçları.
- Bölüm 3: Elektrik Olayları Üzerine Yapılan Araştırmalar.
- Bölüm 4: Kaplanmış Camlar.
Bu başlıklar altında İshâk Hoca elektriğe ilişkin şunları açıklamaktadır:[7] “Rutubetten tamamıyla arınmış cam, mühür mumu veya kükürt parçası, herhangi bir yolla sürtülse ve çevrelerine kül, kepek gibi hafif cisimler konulsa, bunlar o hafif cisimleri önce çeker, sonra iter ve sürekli olarak sürtülseler karanlıkta ışık yayarlar ve sivri bir demir ile, yani bir bıçağın ucu ile dokunulsalar kıvılcım bile saçabilirler. Kendilerinde bu özellikleri bulunduran cam parçasına veya herhangi bir cisme ‘etkiyle elektriklenen’, adı geçen belirtilere ‘elektrik olayı’ veya ‘elektrik maddesi’, sürtünmeyle etkilenen cisimlere ‘elektriklenen cisimler’ adı verilir”.
“İki yüz yıldan beri bu konu üzerinde bilim adamları çok çaba harcamışlar, hangi cisimlerin sürtünme sonucunda çekme, itme ve kıvılcım yayma özelliğine sahip olduklarını denemişler ve adı geçen özellikleri kendilerinde bulunduran böyle cisimlere “kendinden elektriklenen” adını vermişlerdir. … Sürtünme ile elektriklenmeyen diğer cisimlere “elektriklenmeyen” adı verilir. … Bir cismi “etkiyle elektriklendirmek” elektrik belirtilerinden bir veya daha fazlasını göstermek yolunu kazandırmak anlamına gelir. Deneysel olarak elektriklenmeyen bir cisim henüz elektrik belirtileri gösteren bir cisme yaklaştırılacak olursa, o da az veya çok elektrik belirtileri gösterir. Buna göre her cisim sürtme veya yaklaştırma yoluyla elektriklenebilir. Yaklaştırma yoluyla elektriklenen cisimler elektrik maddesini başka cisimlerden aldıklarından bunlara ‘başkalarından elektriklenen’ adı verilir”.
“Bir cisim elektriği başkalarına vermezse, o cisme ‘ışıklı’, verirse ‘iletken’ adı verilir. ‘Kendileri elektriklenen’ cisimler yaklaştırma yoluyla ‘etkiyle elektriklenebildiklerinden’ ve diğer cisimlere elektriği verdiklerinden elektriki olmayan cisimleri ‘ışıklı’ yapabilirler. Bunun tersi elektriki olmayan cisimler elektriği verdiklerinden ‘iletken’ olurlar. Bunları ‘ışıklı’ yapan kimse az miktarda elektrik üretebilir, çünkü akıcı elektrik ‘iletken’ aracılığıyla çevresinde bulunan cisimlere ve Yere akarak zayıflar.
“Kendileri elektriklenen’ cisimlerde de aynı belirtiler vardır. Onlar ‘kendileri elektriklenenler’ aracılığıyla ‘ışıklı’ kılınabilirler”.
Buraya aktardığımız pasajlarda verilen bilgileri dikkatlice ele aldığımızda, İshâk Hoca’nın aktardığı bilgilerin en son Benjamin Franklin’in (1706-1790) çalışmalarının bir özeti niteliğinde olduğu ve dolayısıyla da onun Batıyı yaklaşık elli yıl geriden izlediği anlaşılmaktadır. İshâk Hoca’nın ne elektriğin itme ve çekme gücünün uzaklıkla ters orantılı olduğunu söyleyen Pristley’in (1733-1804), ne elektriğe ilişkin kanunları ortaya koyan Coulomb’un (1736-1806), ne hayvansal elektrik teorisini geliştiren Galvani’nin (1737-1798), ne de sürekli elektrik üretme aracı olan pili bulan Volta’nın (1745-1817) çalışmalarına özet olarak bile yer vermemiş olması[8] bunu göstermektedir.
Oysa bu bilim adamları elektrik üzerindeki çalışmalara yepyeni bir yön veren, onu günlük yaşantının bir parçası haline getirmeye çalışan öncü kimselerdir. Bu elli senelik geriden gidiş, İshâk Hoca’nın elektriğin önemini tam olarak kavramasını engellemiş ve elektriği bir güç kaynağı olmaktan çok, adeta insanları hayrete düşüren, eğlendiren bir şey olarak anlamasına neden olmuştur.
Aynı durum onun optik konusunda aktardığı bilgiler için de söz konusudur. Kitabının 3. cildinin son üç makalesini optik konusuna ayırmış olan İshâk Hoca, Birinci Makale’de Işığın Mahiyeti, Nitelikleri, Yayılımı, Yansıması, Kırılması ve Renklerin Oluşumu; İkinci Makale’de Göz ve Görme konularını, Üçüncü Makale’de ise Düzlem ve Küresel (Tümsek ve Çukur) Aynaları, bunların nitelikleri ve ışığın aynalarda uğradığı değişimleri ele almıştır. Optik bölümünde ele alınan konuların ayrıntılı dökümü şöyledir:
Makale I: Işığın Mahiyeti, Nitelikleri, Bir Kaynaktan Çıkması, Yansıması, Kırılması ve Renklerin Niteliği
- Bölüm 1: Işığın Mahiyeti ve Nitelikleri.
- Bölüm 2: Işığın Kaynağından Çıkışı ve Yayılması.
- Bölüm 3: Gölge.
- Bölüm 4: Işığın Mahiyet ve Hakikati, Kaynağından Çıkışı ile İlgili Düşünceler ve İtirazlar.
- Bölüm 5: Fosforlu Cisimler.
- Bölüm 6: Kırılan Işık.
- Bölüm 7: Yansıyan Işık.
- Bölüm 8: Renkler.
- Bölüm 9: Işınların Çeşitli Kırılmaları.
Makale II: Gözün Yapısı, Görme, Görünen Nesnelerin Şekilleri, Miktarları, Boyutları ve Hareketleri
- Bölüm 1: Göz.
- Bölüm 2: Görünen Nesnelerin Şekilleri.
- Bölüm 3: Görünen Nesnelerin Büyüklüğü.
- Bölüm 4: Görüntülerin Görünen Uzaklığı.
- Bölüm 5: Görüntülerin Hareketleri.
Makale III: Düzlem Aynalar, Çukur ve Tümsek Aynalar, Yansıma ve Kırılma Ölçme Aletleri.
- Bölüm 1: Düzlem Aynalar.
- Bölüm 2: Çukur ve Tümsek Aynalar.
- Bölüm 3: Kırılma ve Yansıma Optiğiyle İlgili Bazı Aletler.
Konunun ayrıntısına girmeksizin ve verilen bilgilerin doğruluk değerini göz önüne almaksızın, sadece bu başlıklara bakıldığında, hiçbirinin modern dönem optik konuları olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü bu başlıklarda “kırınım”, “girişim” ve “foto elektrik” konuları yer almamaktadır. Diğer taraftan ışığın mahiyetine yönelik açıklamasına baktığımızda da bu durumu açıkça görmemiz olanaklıdır: “Işık cisimdir, çünkü bir kere, göze dokunup çoğaldığında, gözün üst tabakasını kamaştırır. İkincisi, katı bir cisim üzerine düştüğünde, diğer esnek cisimler gibi geri döner.” Bu tümcede açıkça ışığın göze etki etmesi olgusundan, ışığın doğasına yönelik bir sonuç çıkarmaya gidilmiştir. Işık gözü etkilemektedir. Etkileme ancak fiziksel yolla olur, şu halde ışık da cisimdir. Bu anlatım tamamen İbn el-Heysem’in ve onun izleyicilerinin -Doğulu ve Batılı- ışığın doğasını açıklamak için kullandıkları temel argümandan başka hiçbir şey değildir. Şöyle ki, İbn el-Heysem’e göre, gözün parlak bir ışığa baktığında acı duyması ve gözün ışığı algılaması, onun maddesel bir şey olduğunun kanıtıdır. Eğer ışık maddesel bir şey olmasaydı zaten algılanamazdı.[9] Benzer şekilde, İshâk Hoca’nın ışığın doğasına ilişkin olarak belirttiği ikinci gerekçe de, Antik Yunan’da Heron (M.S. 62) başta olmak üzere, İbnü’l-Heysem, daha sonra 16. yüzyılda İstanbul’da yaşamış olan Takîyüddîn ibn Marûf (1521-1585) ve 18. yüzyılda Isaac Newton tarafından çok ayrıntılı olarak incelenmiş bir konudur. Özellikle Heron’un açıklamaları daha sonraki dönemler için yol gösterici olmuştur. Işığın yansıyarak yön değiştirmesini ve yansıma açısıyla geliş açısının eşit olduğunu göstermek için, ışığın yansımasıyla mekanik yansıma arasındaki benzerlikten yararlanan Heron’a göre, “katı nesnelerin bir yere çarpıp geri gelmeleri ile ışığın parlak bir yüzeye çarpıp yön değiştirmesi benzer kurallara bağlıdır. Örneğin bir taş, tahta ya da duvar gibi katı bir yüzeye fırlatıldığında, yüzeyin katılığından dolayı geri döner. Oysa, yün ya da benzeri yumuşak yüzeylerde ise geri dönmez. İşte [gözlerimizin yaydığı] ışık da parlak nesnelere çarptığında, benzer şekilde geri dönecektir. Oysa aynı ışınlar ötesini gördüğümüz nesnelerin yüzeyine düşseydi, bu yüzeylerin gözenekli olması nedeniyle geri dönmeyecek, ötesine geçecekti.”[10]
Bu analojiye dayalı anlatım, Newton tarafından ayrıntılı bir ışık kuramının dayandırıldığı üç temel ilke halinde şöyle özetlenmiştir:
- Işık ışıklı nesnelerden çıkan çok küçük taneciklerden oluşur.
- Işık tanecikleri tamamen olağan mekanik kanunlara bağlıdırlar.
- Katı bir nesne ile karşılaştığında, ışık tanecikleri, kendisini saptıran kuvvetler tarafından etkilenirler.[11]
Bu bilgiler ışığında baktığımızda İshâk Hoca’nın Newton dönemindeki bilgilere sahip olduğunu anlamaktayız. Benzer şekilde İkinci Bölüm’de ışığın yayılımını verirken “Işık [kaynağından] bir küre şeklinde çıkar ve o kürenin merkezi de noktasal bir ışık kaynağı olur.” açıklaması da, ilk önce İbnü’l- Heysem tarafından ileri sürülen, daha sonra Takîyüddîn’in geliştirdiği ve Batı’da Huygens’in kuram haline getirdiği bilgilerin özeti olduğu izlenimini vermektedir. Durum böyle olsa bile yine de en az 150 yıllık bir geriden gelişin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.
Benzer şekilde İshâk Hoca’nın özellikle İkinci Makale’de gözün anatomisinden bahsederken, sınırlı bir tanıtım yaptığı görülmektedir. Verdiği bilgiler temelde yanlış olmamakla birlikte, eksiktir. 18. yüzyılda göz anatomisinde ulaşılan sonuçların bire bir aktarılamadığı anlaşılmaktadır. Bu durum, çeviriden kaynaklanan bir sorun olabileceği gibi, aynı zamanda İshâk Hoca’nın bilgi birikiminin kendi dönemindeki gelişmeleri kavramaya yetecek kadar iyi bir düzeyde olmamasından da kaynaklanıyor olabilir. Diğer taraftan, çeviride kullandığı terminoloji bakımından da bu bölüm için İshâk Hoca’nın Türkçe karşılık oluşturmadığı ve çoğunlukla eskiden kullanılan Arapça terminolojiyi kullandığı görülmektedir. Örneğin Takîyüddîn ibn Marûf’un 16. yüzyılda kullandığı terminolojiyle 18. yüzyılda İshâk Hoca’nın kullandığı göz terimleri tamamen aynıdır: Karniye, rutubet-i beyziye, celidiye vb. gibi.[12]
Optik konusunda ele aldığı perspektif açıklamaları da kayda değer olmakla birlikte, aynı şekilde döneminin gerçek düzeyini yansıtmaması bakımından bir eksiklik içermektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: “Ortak bir yerden çeşitli büyüklükler eşit görünürler. Bazı konumlarda, bir araya getirilmiş olan iki farklı büyüklük, kendisini oluşturan büyüklüklerden her birine eşit görünür. … Görünen bir cisim ne kadar büyük olursa olsun, belirli bir uzaklık geçildiğinde, bir noktaymış gibi algılanır. … İki paralel çizgi birbirine yakınlaşıp, sonunda birbiriyle birleşiyormuş gibi görünür. Hiçbir yüzey gerçek biçimiyle görünmez. Örneğin uzak mesafeden kare şeklindeki bir kulenin çap olarak bakıldığında, dairesel görünmesi gibi. Benzer şekilde, gök nesnelerinin yüzeyleri düzgün olmayıp, girintili çıkıntılı olsa da tam küresel olarak görünmeleri böyle olduklarından değil, (uzaklıktan dolayıdır). Eşyanın büyüklüğü görünüm açısı ile takdir olunur. Açı büyüdükçe eşya da büyür”.
İshâk Hoca’nın görünüm açısını ele alan bu açıklamalarının tamamı doğrudur ve Eukleides’den (M.Ö. 300) beri bilinmekte olan perspektif kurallarıdır. Bununla birlikte, bu bilgiler Osmanlı Devleti için bile yeni değildirler. Çünkü yukarıda perspektife ilişkin sıralanan bilgiler Eukleides’in çok daha ayrıntılı olarak ele aldığı konulardır ve onun çalışmaları Osmanlıca’ya değişik zamanlar da zaten çevrilmiştir. Aynı şekilde klasik dönem İslâm bilim adamları optik kitaplarının doğrudan görme, yani gözlemci ve baktığı nesnenin aynı düzlemde bulunmaları ve aralarında herhangi bir engelin bulunmadığı durumlarda oluşan görme, bölümlerinde bu konuları çok ayrıntılı olarak zaten ele almışlardır. Yine 16. yüzyılda Takîyüddîn ibn Marûf’un optik kitabına baktığımızda bu konuların çok ayrıntılı olarak bilindiğini görmekteyiz.[13] Dolayısıyla İshâk Hoca’nın göz konusunda olduğu gibi nesnelerin görünümlerine ilişkin konularda da bir miktar geriden geldiği anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde, görünüm konusuna ilişkin olan, ancak hareketli nesnelerin görünümlerindeki değişimleri ele aldığı konulardaki açıklamaları da benzer nitelikler taşımaktadır. İshâk Hoca bu konuda şunları belirtmektedir: “Görünen hareketli ve ona bakan kimse hareketsiz olsa görünen hareketli sanılır. Bir cismin göze hareketli görünmesinden şu üç sonuç çıkarılır: 1) Bu türden görünüşlerin sebebi mutlak harekettir. 2) İster göz, isterse görünen hareket etsin, görünen hareketli görünür. 3) İşin aslına bakılırsa, cismin hareketli, gözün durağan ya da tersi olduğu bu durumdan çıkarılamaz. Hareketin hızı ve göz ekseninin dikmesi herhangi bir yönde bulunsa, sonunda görünenin bir zaman içerisinde, sözgelişi bir saniyede, durağan görüneceği bir uzaklık bulunur. İki paralel yön veya üzerlerinde hareketli iki cisimden birinde bulunan gözlemci diğer cisme hızlarının farkı oranında hareket isnat eder. Göz görünene yaklaştığında görünen büyük ve uzaklaştığında ise küçük görünür”.
Bütün bu anlatılanlar klasik dönem optik biliminde görme kusurları başlığı altında ele alınan konulardır. Verilen bilgiler basit gözlem bilgileridir ve 18. yüzyıl için ciddiye alınabilecek bilgiler değildir. Örneğin yine Takîyüddîn’in optik kitabına baktığımızda İshâk Hoca’nın bu göreli hareket konusu çok daha açık bir anlatımla şöyle ifade edilmektedir:
“Akışı hızlı olan bir nehrin kenarında oturan bir kimse, suyu durgun; suyun altında bulunanları ise suyun hareketinin tersi bir yönde hareket ediyormuş gibi görür. Eğer bu kimse, aynı hizada birbirine yakın olarak seyreden iki gemiden birisinde bulunuyorsa, su da ister durgun isterse akmakta olsun; bu kimse bu iki gemiyi de hareket etmiyormuş gibi, buna karşılık suyu bunların arasında onların hareket doğrultusunun tersi yönde akıyormuş gibi görür. Eğer bu gemilerin gidiş geliş yönleri farklıysa, bu durumda o kimse içinde bulunduğu gemiyi duruyormuş, diğerini ise, iki hareketin birleşmesinden dolayı, hareket ediyormuş gibi görür. Yine aynı şekilde, bir yıldız, bir dağ ve bir duvar kendisine doğru yakınlaştıkça, hareketin tersi bir yönde hareket ediyormuş gibi görünebilir. Eğer bu görünen cisimden uzaklaşılıyorsa, bu durumda da hareket yönünde hareket ediyormuş gibi görünür. Eğer gözlemci sabitse ve kendisiyle Ay arasına örneğin hareket halinde çok ince bir bulut girerse, bu durumda o kimse Ayı bulutun hareket yönünün tersi bir yönde hareket ediyor, bulutu da duruyormuş gibi görür. Yakında bulunan görünür şeylerde bu durumun nedeni hareket edenin tedrici olarak hareketin tersi bir yönde hareket ediyormuş gibi algılanması ve arzedilenle arzedenin bir gaflet sonucu birbirine karıştırılmasıdır. Uzakta bulunan görünür şeylerde bu durumun nedeni ise, yakında bulunanın hareketiyle kıyaslandığında, uzaktakinin hareketi yönünde hareket ediyormuş gibi algılanmasıdır”.[14]
Takîyüddîn’in bu açıklamaları, İshâk Hoca’nın 19. yüzyılda kaleme aldığı bilgilerin aslında çok önceden beri bilinmekte ve dolayısıyla da Devletin kültür yaşamına yeni bir zenginlik getirmekten uzak olduğunu göstermektedir. Ancak bilimsel bilgiden epeyce uzaklaştığını bildiğimiz Osmanlı bilim ve kültür adamlarının bu konulara yeniden dikkatlerinin çekilmesinde İshâk Hoca’nın çalışmasının büyük değer taşıdığını söylemek belki yerinde olacaktır.
İshâk Hoca’nın üçüncü makalesinde ele aldığı konulara gelince; burada ayna, ayna türleri ve bunlarda ışığın uğradığı değişimler ele alınmıştır. İshâk Hoca’ya göre, görünen bir nesneden çıkan ışınları sırasıyla yansıtarak içinde hayalin göründüğü cisme ayna -mirat- adı verilir. Bir cismin ayna olabilmesi için ışınları bulundukları nizam içerisinde yansıtması gerektiğini belirten İshâk Hoca, camın bu özellikleri kazanabilmesi için sırın öneminin büyük olduğunu vurgulamaktadır. Bir aynanın kalitesinin öncelikle çok sayıdaki ışık ışınlarını aksettirmesi ve yansıtmadan önceki nizamın bozulmaması veya çok az bozulmasıyla anlaşılabileceğini belirten İshâk Hoca, konunun devamında şunları belirtmektedir:
“Bir cismin yüzeyi parlak ve pürüzsüz olmayınca ayna olamaz. Çünkü bir cisimde çukurluk ve tümseklik söz konusu olduğunda, görünen bir nesnenin iki noktasından çıkan iki ışından biri yüzeyin çukur kısmına, diğeri de tümsek kısmına ulaştığında eski nizamları değişmeksizin ikisinden çıkan ışık açısı (gelme açısı) yansıma açısına eşit olamaz. … Bu nedenle, cismin yüzeyi parlak ve pürüzsüz olmayınca nesnenin görüntüsü ortaya çıkmaz”.
Daha sonra düzlem tümsek ve çukur aylarda görüntü oluşumlarını anlatan İshâk Hoca, üçüncü bölümde ise kırılma ve yansıma optiğine ait bazı aletlerin açıklamasını yapmıştır. Ona göre “gözlük, mikroskop ve teleskop kırılma optiğine ait araçlardır. Bunlardan basit bir optik araç olan mikroskop, çok küçük olmaları nedeniyle gözün dikkatiyle algılanamayan şeylerin gayet açık bir şekilde görünmesini sağlar. İshâk Hoca’nın açıklamalarından cam kürelerde ışığın uğradığı değişimler de ele alınmıştır. Benzer şekilde cam küre yerine içi suyla doldurulmuş yuvarlak bir cam alınsa da aynı sonuçların gözlenebileceğini belirtmektedir. Yine bu bölümde karanlık oda konusuna da kısa değinilmiştir. Ancak bu konular da modern optik konuları olmaktan uzaktır. Örneğin küresel yüzeylerde ışığın uğradığı değişimleri açıklamak için cam küreleri kullanması bu durumu gösteren kanıtlardan sadece birisidir. Çünkü bu deneyler Klasik Dönem İslâm optikçileri başta olmak üzere, Roger Bacon ve Descartes’ın kullandığı açıklama modelleridir. Görüldüğü üzere sadece konular değil, açıklama biçimleri de bir yenilik ve orijinalite taşımamaktadır.
Her şeye karşın, Batının gelişmişliğinin ve elde ettiği üstünlüğün temelinde yatan olgunun bilim ve bilimsel düşüncenin sağladığı olanaklar olduğunu anladıktan sonra, Osmanlı Devleti’nde yüksek düzeyli çalışmalara giden yolun açıldığı görülmektedir. Nitekim, yukarıdaki tarihsel gelişim izlendiğinde, matbaanın 1727’de kuruluşundan sonra, doğa bilimlerine ilişkin olarak yazılmış olan ilk Türkçe kitabın Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye olduğu anlaşılmaktadır. Bu kitabın matematik, fizik, kimya vb. konulardan bahsetmesine karşın, bu dönemlerde hatırı sayılır oranda bir bilgi birikimi sağlanmış olan termodinamik gibi çok daha yeni bilim konularının aktarılamadığı görülmektedir.[15]
Buradan hareketle Osmanlı Devleti’nin kültürel durumu üzerine bazı değerlendirmelerde bulunmak olanaklı gözükmektedir.
Her şeyden önce Osmanlı Devleti, büyük bir cihan devletidir ve bunun gerektirdiği en temel davranış biçimi de bu büyüklüğü korumak ve kollamaktır. Bunun için gerekli olan sadece fiziksel güçtür; asla Francis Bacon’ın kastettiği anlamda bilgiye dayalı güç değildir.
Bu gücün yer aldığı kaynak ordudur ve her şeyden önce ordunun, Devletin mağlup olmasını engelleyecek bir donanıma sahip olması gerekmektedir.
Bu nedenle Osmanlı Devleti öncelikle askeri alanda reforma gitmiş ve ordusunun gelişmiş ordularla mücadele edebilmesini sağlayacak bilgi ve becerileri kazandıracak yeni askeri okullar, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, açmıştır.
Bu okullar kuramsal araştırma birimleri değil, tamamen uygulamalı eğitimin verildiği yerlerdir. Bu nedenle kuramsal fizik değil, mekanik veya tamamen geometri bilgisini gerektiren yansıma optiği ve ayna incelemeleri gibi dallar ön plana çıkarılmıştır.
Bu bağlamda konuya yaklaşıldığında, reform ve yenileşme hareketlerinin kaynağı da doğal olarak askeri alanda yapılan atılımlar olmuştur.
Böylece 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı toplumunun bir çok alanda önemli değişimler yaşadığı, ancak kültür alanındaki değişimin ise çok yavaş olduğu anlaşılmaktadır. Bunun temel nedenlerinden birisi, yukarıda anlatılanların ışığında açığa çıktığı üzere, Osmanlı Devleti’nin modernleşme düşüncesinin ana hedefleri arasında kültürel modernleşmenin esas itibariyle yer almamasıdır.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarihi Coğrafya Fakültesi / Türkıye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 897-905