Konuya girerken öncelikle Misak-ı Millî’nin ne olduğu veya ne olmadığı sorularına cevaplar arayarak Misak-ı Millî’nin kapsamı, hedefleri ve önemi net olarak ortaya çıkarılmalıdır ki; Lozan’da elde edilen sonuçla Misak-ı Millî’nin karşılaştırılması imkanı bulunabilsin. Böyle bir karşılaştırmanın sebebi, Misak-ı Millî İstiklal Savaşı’nın hedeflerini belirliyordu ve Lozan Andlaşması ile yeni Türk Devleti’nin statüsü uluslar arası platformlarda tescil ediliyordu. Hedeflerle elde edilenlerin uyumu neydi? Misak-ı Millî, Milli Ant, Peyman-ı Millî gibi isimlerle anılan ve Kurtuluş Savaşı’nın esaslarını ve hedeflerini belirleyen ve Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kararı olarak milli irade şeklinde tecelli eden metin, aslında 28 Ocak 1920’den çok daha önceleri ve Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri sürecinde tasarlanmış ve belirginleşmiş prensiplerdir[1]. Hatta denilebilir ki; çağdaş bir eğilim olarak milli devlet anlayışından etkilenmeler döneminden itibaren Osmanlı İmparatorluğu yerine Milli bir Türk devleti oluşturma fikri içinde de Misak-ı Millî’ye denk düşen sınırlar düşünülmüştür. Bu süreç içinde Sivas Kongresi kararları olarak netleşen bu yaklaşımın Meclis-i Mebusan kararı olarak çıkması, bu prensiplerin milli irade haline dönüşmesini sağlamıştır.
Misak-ı Millî belirlenirken, Wilson Prensipleri ve özellikle de 12. Maddesi dikkate alınmıştır. Misak-ı Millî Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra, milli özelliklere dayanan bir Türk devletinin kurulması ve tam manası ile müstakil bir yapıya kavuşması hususunda uyulması gereken ilkeler bütünüdür. Misak-ı Millî’de belirlenen hususlar sadece sınır meselesi ile ilgili olmayıp, iradelerini hür ve serbestçe kullanacak olan halkın milli, iktisadi, siyasi, içtimai, adli, mali ve kültürel gelişmesine engel olacak hiçbir kayıt altına girilmeyeceğini de belirtmiştir[2].
Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin Osmanlı bütününden ve birbirinden ayrılamayacağı, azınlıklara siyasi düzeni ve sosyal dengeyi bozacak imtiyazların verilemeyeceği, devlet ve milletimizin tam bağımsızlığı ve bütünlüğünün saklı kalması, milli iradenin hakimiyeti[3] gibi maddeler, milli bir kongre olarak toplanan Sivas Kongresi’nde ülkenin bütünü ile ilişkilendirilmiş, manda da açıkça reddedilerek milli bir beyanname haline dönüştürülmüştü. İstanbul Hükümeti temsilcileri de bu prensipleri Amasya Görüşmesi’nde kabullenmiş ve protokol halinde imzalamıştı[4]. Daha sonra İstanbul Hükümeti bu protokole bağlı kalmasa bile, sadece meclisin toplanması bile önemli bir aşamaydı. İşte 12 Ocak 1920’de toplanan bu meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın istediği gibi, Sivas Kongresi kararlarını aynen onaylamadı. Ancak Misak-ı Millî adıyla aldığı kararlar, kapsam itibariyle Sivas Kongresi kararlarıyla örtüşüyordu.
Bu çerçevede Misak-ı Millî ile; 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sırasında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan her yerin Türk sınırları içinde kalması,
Mütarekenin çizdiği sınırların dışında kalan yerlerdeki Osmanlı-İslam çoğunluğunun geleceğini kendisinin belirlemesi,
İşgal edilen ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu yerlerin Milli sınırlara dahil edilmesi, Esaret altında kalan soydaşlarımıza azınlık haklarının sağlanması
Devletimizin siyasi, iktisadi, mali ve diğer alanlarda bağımsızlığının temin edilmesi amaçlanmıştır[5].
Bu hükümler çerçevesinde Misak-ı Millî değerlendirildiğinde kapsamı ile ilgili bazı kanaatler oluşması mümkündür. Bu metin ve hükümler dışında Misak-ı Millî üzerinde çalışan uzmanların görüş ve ifadelerine bir göz atalım.
“Misak-ı Millî yeni, milli ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş olan Türklerin akdettikleri, birlikte yaşamak üzere anlaştıkları şartları kapsayan toplumsal bir mukaveledir[6].”
“Misak-ı Millî’nin hedefi Osmanlı Devleti’ni yeniden ayağa kaldırmak değildi. Mısır’ı, Hicaz’ı Balkanları, Kafkasya’yı yeniden kurtarmak değildi. Misak-ı Millî her şeyden önce bir milli devlet, üniter devlet düşüncesinin ürünüdür. İmparatorlukların dağıldığı dönemin şartlarını taşımaktadır[7].”
Bu tespitlere katıldığımız zaten konuya girerken belirttiğimiz ifadelerden anlaşılmaktadır. Anadolu’da filizlenen Milli Mücadele’nin amacı, Osmanlı’yı yeniden canlandırmak değil, Türk milletinin de tam bağımsız olarak kendi ülkesinde yaşamasını sağlamaktı. Misak-ı Millî kararları da bütün dünyaya bunu ilan etmiştir. Ancak bunları söylerken Misak-ı Millî’nin bazı maddelerine yeniden değinip daha bazı şeylerin de bu metinde dile getirildiği veya sadece Anadolu coğrafyasında yaşayan Türkleri düşünme bencilliğinde olunmadığı görülmelidir. Misak-ı Millî’de coğrafi sınırları çok gerçekçi olarak (özellikle de bir arada yaşayabilecek bir nüfus coğrafyasının dikkate alınması şeklinde) çizilen sınırlar dışında kalan Türklerin ve Müslümanların (ki bunlar özellikle Balkanlarda Osmanlı bakiyesidir.) haklarının korunmasına yönelik bir madde de mevcuttur. (Azınlıkların hakları komşu ülkelerdeki Müslüman halkın sahip olduğu haklar kadar olacaktır.) Burada Türk ve Müslüman halkın haklarının korunması gayreti yanında Türkiye’de azınlık addedilen cemaatlere tanınacak hukuku da sınırlamaya yönelik bir çaba sezilmektedir. Yani Avrupa’nın bu konudaki sınırsız isteklerini gemlemeye yönelik olarak da düşünebiliriz.
Misak-ı Millî’nin Türk Milli Mücadelesi’nin temel prensiplerini, amaçlarını belirlemesi ve hatta Türkiye’nin daha sonraki politikalarının rehberi olması görüşü genel bir kabul görmüş olmasına rağmen, Misak-ı Millî denildiğinde hemen akla gelen coğrafi sınırlar olmuş, Misak-ı Millî terimi adeta Türkiye coğrafyasını belirleyen bir ant olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede bu sınırlar da zaman zaman ve özellikle Lozan Andlaşması ile ilgili olarak TBMM’de çok tartışılmıştır. Bu konuda bir takım görüşler ve kanaatleri de buraya aktararak, sınırlarla ilgili bir tespit yapmak mümkündür. Tartışmalarda ileri sürülen görüşlerin değerlendirilmesinde dikkate alınmak üzere, Misak-ı Millî’nin sınırlarla ilgili maddelerini bir kez daha hatırlamakta yarar olduğu kanaatindeyiz.
“30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke imzalandığı sırada işgal altında olan Arap memleketlerinin durumu, ora halkının serbestçe vereceği oy ile belirlenir. Aynı tarih itibariyle işgal altında olmayan Türk ve Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeler birbirinden hiçbir şekilde ayrılmaz bir bütündür.
Elviye-i Selase’de (Kars, Ardahan, Batum) gerekirse yeniden halk oylaması yapılır.
Batı Trakya’nın durumu, orada yaşayan halkın serbestçe beyan edecekleri oylarla belirlenmelidir[8].”
Özellikle birinci maddeden yola çıkarak sınırların tespiti konusunda farklı yaklaşımlar olmuştur. Bu farklılıklar aynı kişilerin değişik zamanlarda, farklı şartlardaki davranışları veya ifadeleri açısından da geçerlidir. Özellikle Lozan’a kadar sınırlar konusunda ileri sürülen tespitlerle Lozan Andlaşması sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın bile farklı kabulleri olmuştur. Bunun sebebi mevcut şartlar içinde siyaseten doğan bazı mecburiyetler olmuştur. Yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın Misak-ı Millî konusunda herhangi bir tereddüdü yoktur. Cumhuriyet döneminde şartlar uygun düştükçe Atatürk’ün Lozan’da ulaşılamayan Misak-ı Millî hedeflerinden bazılarını gerçekleştirdiği de ilerde ve müteaddid defalar gündeme gelecektir.
Şimdi bu konudaki tespitleri ve görüşleri alıp değerlendirelim. Mustafa Kemal Paşa’nın meclisteki ifadesiyle; “Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudud İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri’ne mülaki olur. Oradan Deyrizor’a iner, badehu şarka temdid edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırı ile meskun aksam-ı vatanımızı tahdid eder[9].”
Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki görüş ve ifadelerine yeniden döneceğiz. Burada çizilen sınır ile ilgili olarak 1924 yılı yılbaşı armağanı olarak dağıtılan bir harita bu sınırları ihtiva etmektedir. Harita Mustafa Öztürk tarafından tahlil edilmekte ve “Misak-ı Milli iddia edildiği gibi sadece Mondros Mütarekesi sırasında muhasım orduların bulunduğu bir hat değildir. Mesela Rumeli’de muhasım orduların bulunduğu bir hat yoktur. Öyleyse Misak-ı Milli salt, müşahhas bir sınır değildir” denildikten sonra, yukarda Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiği sınır hattı haritadaki sınır hattı olarak verilmektedir[10].
Yine Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan öncesinde yabancı ve yerli basın mensuplarına verdiği demeçlerde de bu sınır esas alınmaktadır. İzmir’de 13 Ekim 1922 tarihinde Richard Danin’e; zaferden sonraki projeleri ve Türk toraklarından ne kastettiği sorulduğunda; “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı, Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmağa azm ettik ve kurtaracağız”. Yine 24 Ekim 1922’de United Press muhabirine “Musul hududu millimiz dahilindedir.”[11] cevabını vermişti.
Daha önce 2 Eylül 1921’de Associated Press’e demecinde; “Doğu Trakya Türk ekseriyetine sahiptir ve vazgeçilmez hinterlandımızdır. Trakya’nın diğer bölümü için halk oylamasını kabul edeceğiz. İstanbul bizimdir. Mamafih Marmara ve Boğazların ve İstanbul’un (payitaht) emniyeti temin edilmek şartıyla bir hal tarzı kabul etmeye hazırız”[12] ve 13 Ekim 1922’de Velit Ebuzziya’ya da “ Müstakbel hudutlarımız bizce 30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke aktedildiği günde fiilen sahip olduğumuz huduttur”[13] diyor.
Lozan Konferansı’nın devam ettiği, özellikle Musul Meselesi’nin tartışıldığı sıralarda da Mustafa Kemal Paşa, 25 Aralık 1922’de La Jurnal Muhabiri Paul Herriot’a ve 30 Ocak 1923’te İzmir basınına verdiği beyanatlarında iddiasında ısrarlıdır. “Musul Vilayeti’nin hududu Millimize dahil olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm karşımızda bulunanlar bunu pekala bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakarlıklara katlandık. Menfaatlerimize aykırı olmakla beraber sulh taraftarı hareket ettik. Artık Milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti Türkiye Devleti’nin hududu Millisi dahilindedir. Buraları anavatandan koparıp, şuna buna hediye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyeti Akvam ile bu meselenin ilgisi yoktur.”[14]
Lozan öncesinde ve kısmen Konferans sırasında bu çerçevede ele alınan sınırlar ve Misak-ı Millî, Lozan’a gidecek heyet için belirlenen politik esasları da belirlemiştir. İsmet Paşa Heyeti Lozan’a giderken TBMM’de yapılan görüşmelerde de Lozan’da Misak-ı Millî üzerinde ısrar edilmesi vurgulanmış, Konferans sırasında da özellikle Musul konusunda, TBMM’nin gizli oturumlarında hep Misak-ı Millî tartışılmıştır[15]. Lozan Konferansı’na hazırlanan Ankara Hükümeti’nin hazırlıklarında görüşülecek esasları maddeler halinde belirlediği metinde de Misak-ı Millî esas alınmıştı. Sınırların belirlenmesinde doğu, Suriye, Irak, Adalar ve Boğazlarla ilgili ifadelerde tümüyle Misak- ı Millî esas alınmış ve Süleymaniye, Musul, Kerkük’ün istenmesi, Suriye’de İbni Hani’den itibaren Harim, Müslümiye, Meskene, badehu Fırat Yolu, Derzor, Çöl, nihayet Musul Vilayeti dahilde sayılmıştı. Adalardan sahilimize yakın olanların alınması, Trakya’da 1914 hududu, Batı Trakya için halk oylaması, Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı güç kabulümüzün mümkün olmadığı tespit edilmişti.
Kapitülasyonlar, Borçlar, Türkiye’de azınlık iddia edilen cemaatler ve Türkiye dışında kalan Türklerin durumu için de Misak-ı Millî hükümleri esas alınmıştı[16].
Lozan’a giderken beklentiler bu doğrultuda iken, Konferans’ta karşılaşılan direnç ve imkansızlıklar sebebiyle bu çerçevede gerçekleştirilemeyen hususlar, TBMM’de birçok milletvekilinde hayal kırıklığı yaratıyor ve gizli toplantılarda sert tartışmalara sebep oluyordu. Hükümet ve Heyet bu tartışmalarda savunma pozisyonunda, önceleri çok kararlı görünülen birtakım konularda ya taviz verilmesi, ya da bir savaşı göze alma mecburiyetiyle eleştirileri cevaplıyor fakat muhalifleri ikna etmekte zorlanıyordu.
En çok tartışılan meselelerden biri de Musul Meselesi idi. Bu konuda pek çok milletvekilinin duyguları ve görüşlerini temsil eden İzmit milletvekili Sırrı Bey memnuniyetsizliğini belirtirken şöyle diyordu; “Bizim istediğimiz Musul ve mülhakatı baştan başa halk çoğunluğu Türk ve kısman de Kürt’tür. Bu noktadan Arap çoğunluğun yaşadığı yerler ifadesinin dışındadır. Musul çevresiyle Türkiye’nin dâhilindedir. Aksine davranış Misak-ı Millî’nin iptali manasına gelir.”[17] Bu ve buna benzer pek çok eleştiriye karşı Hükümet Başkanı Rauf Bey Musul’un terk edilmediğini ve İngiltere ile görüşmelerde mutlaka Musul’un alınacağını söyler. Rauf Bey; “Musul’u bir sene İngiltere ile ikili olarak halletmek üzere çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam’a bırakmak şekli, Misak-ı Millî’mizin asıl ruhu ile örtüşüyor… Bunların hepsine ben ve arkadaşlarımız çok çalıştık ve muvaffak olamadık. Farz edin ki muvaffak olsaydık, bunların hepsi bir beyaz kağıt üzerinde kara mürekkeple yazılmış şeylerdir. Bunu teyit edecek yine Türk’ün kuvvetidir. Hiç birine inanmayın. Kuvvetimizi kaybettiğimiz anda anlaşmayı bir sigara kâğıdı gibi yırtarlar ve istedikleri gibi yaparlar[18].”
Rauf Bey, güçlü olursak anlaşmaları değiştirebiliriz mi demek istiyor, yoksa gerçekçi bir yaklaşım olmazsa anlaşmanın sağlanamayacağım mı kast ediyor bilemiyoruz. Ancak birinci şıkkın, yani biraz temkinli olmanın ve fırsat beklemenin yararlı olduğu, aşırı isteklerin eldekileri kaybetme riski taşıdığını anlatmaya çalıştığını düşünüyoruz. Musul, Boğazlar, Adalar, Batı Trakya, hatta Hatay sınır meseleleri ile ilgili olarak TBMM’de ateşli tartışmalar yapılırken, Hükümet dışında Mustafa Kemal Paşa da tartışmaya zaman zaman katılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa TBMM’de Lozan Konferansı sırasındaki tartışmalarda daha önce çok net ve keskin ifadelerle çizdiği sınırlar konusunda daha yuvarlak ve temkinli ifadeler kullanır. Tabi bu ifadeler daha önceden de bahsedildiği şekilde Misak-ı Millî’den bir vazgeçiş değil, daha olumlu şartları beklemek ve elde edilenleri kaybetme riskini almamak adına bir manevra olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Hatay, Montreux gibi gelişmeler bu konuda bizi teyit ediyor.
Mustafa Kemal Paşa bu tartışmalar sırasında söyledikleriyle de zaten bu mesajı veriyor. “Bizim Milli hududumuz bize mesut ve bağımsız yaşayabilecek bir hududu Milliyedir. Azami kabul ettirebileceğimiz sınır ne ise o bizim hududu Millimiz olacaktır. Misak-ı Millî’mizde muayyen ve müspet bir hat yoktur. Kuvvet ve kudretimizde tespit edeceğimiz hat sınır hattımız olacaktır.”[19]
Bu bakış açısından Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Millî’nin bir Türk sınırı ihtiva etmediği üzerinde durarak, herhangi bir bölgede yaşayan Türklerin haklarının, çizilecek suni bir sınır vasıtasıyla ezilmemesini amaçlamıştır[20].
Bu tartışmalarda Boğazlar, Adalar ve Batı Trakya ile azınlıklar konusu da ele alınmıştır. Bu konularda da Lozan Andlaşması’nın Misak-ı Millî ile uyuşmadığı, taviz verildiği şeklinde eleştiriler olmuştur. Mesela Trabzon milletvekili Hasan Bey; “Misak-ı Millî’nin müsaade ettiği şekli de Boğazlarda şimdiye kadar tarihen mevcut olan usulün tebeddülüne biz de binetice muvafakat ettik. Boğazların şimdiye kadar mevcut olan şekli, daima kapalı bulunması, Türklere ait bulunması ve tahkim edilmesi ve herhangi memlekete ait olursa olsun sefaini harbiyenin geçmesine müsaade edilmemesi, ticaret gemileri için dahi değişik şartlar, sınırlamalar ile müsaade ettik. Zaten Misak-ı Milli’de ticari geçişlere izin verilmişti. Boğazlardan serbest geçiş hakkındaki esasları Misak-ı Millî ile uyuşmamaktadır.”[21] demektedir.
Bu tip eleştirilere karşı, yapılan andlaşmada elde edilen sonucun Misak-ı Millî’ye aykırı olmadığı, Zaten Misak-ı Millî’de serbest geçişin söz konusu olduğu, silahsızlandırma uygulamasının da çok fazla bir şey ifade etmediği, çünkü silahsız bölge dışında istediğimiz kadar güç bulunduracağımıza göre her an Boğazlara müdahale edebiliriz, şeklinde savunma yapılıyordu.
Kapitülasyonlar konusundaki görüş de gayet açık ve netti. Kapitülasyonlar 1914 Eylül ayında kaldırılan tek taraflı davranışlar olarak benimsenmekteydi. Lozan Andlaşması’nda da mesele Türk tarafının görüşleri paralelinde çözümlenmişti. Mustafa Kemal Paşa 2 Kasım 1922’de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte bu konuda Türk tarafının isteklerini net olarak ortaya koymuştu. “Her şeyden evvel şurası bilinmelidir ki, Büyük Millet Meclisi Hükümeti kapitülasyonların devamını asla kabul etmeyecektir. Kapitülasyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin istiklali her sahada tamamen ve kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün ecnebilere açıktır.”[22] Konferansın kesintiye uğradığı sıralarda, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında da Atatürk; “…Biz memleketimizi esirler ülkesi yapmayız… Hala muhataplarımız eski Osmanlı Devleti’nin tarihe malolduğunu ve bugün yeni bir Türkiye’nin kurulduğunu ve bunu kuran milletin çok azimli bulunduğunu, tam bağımsızlık ve egemenliğinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını anlamıyorlar… Hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyada her medeni milletin tabiatıyla malik olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler; çünkü haklarımız tabiidir, meşrudur, makuldur ve bize lazımdır. Biz bu haklardan vazgeçemeyiz ve ne kadar haklı isek, bu hakkımızı savunmak ve korumak için memleketimizin, milletimizin kabiliyeti ve kudreti de o kadardır.” diyor ve Türkiye’nin her yönüyle tam bağımsızlığı ne kadar önemsediğini belirtiyor, biraz da, Lozan’da Türk isteklerini görmezden gelmeye çalışan İtilaf Devletlerini uyarıyordu.
Şimdi bütün bu tespitlerden sonra, Son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Milli hedef olarak belirlenen Misak-ı Millî’nin, Lozan Andlaşması’ndaki çerçeve ile ne kadar örtüştüğü veya örtüşmediği sorusunun cevabını araştırırsak; İstiklal Savaşı sonrası Türkiyesi’ni tescil eden Lozan’da; Misak-ı Millî hedeflerine ulaşılamayan noktalar görürüz. Ancak yine de Lozan Andlaşması 1914-1918 savaşını kazanan Müttefikler ile, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkiye arasındaki ilişkileri eşit şartlarda düzenlemiştir. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan pek çok andlaşma kısa sürede yok olmuşken, Lozan bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Lozan’da Misak-ı Millî ile çizilen Milli sınırların tescil edilmiş olması, başka bir ifadeyle Türk Milli Mücadelesi’nin haklılığı bunu sağlamıştı. Tabi ki burada sadece coğrafi sınırlar açısından değil, her bakımdan bağımsız bir Türkiye için borçlar, azınlıklar, yurt dışında kalan Türkler, kapitülasyonlar gibi meseleler de Lozan’da çözüme kavuşturulmuş, bu konularda Türkiye sınır konusuna göre daha tatminkâr şartlar sağlamıştı.
Lozan Konferansı sırasında, Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü kapitülasyonlardan faydalanan tarafların, ama özellikle İngiltere ve Fransa’nın çeşitli diplomatik oyunlarına karşı, “ kapitülasyonlar kaldırılmıştır” ifadesinin andlaşma metninde yer alması konusundaki ısrarını ve karşı tarafın bunu böylece kabul etmek zorunda kaldığını biliyoruz[23]. Burada söz konusu olan tabiidir ki sadece ticari ve mali kapitülasyonlar değil, adli, siyasi ve kültürel alanlardaki imtiyazlardı da. Konferansın tıkanmasında en önemli konulardan olan adli rejim, ekonomik kapitülasyonlar ve savaş tazminatı görüşmelerinde de İsmet İnönü aynı kararlı tavrı ortaya koyuyor ve; “Vatanım için iktisadi kölelik kabul etmeyi reddederim. Müttefiklerin ileri sürdüğü talepler, memleketimin ekonomik kalkınmasıyla ilgili tüm imkânları kaldırarak bütün ümitlerimizi yok edecek” diyordu[24] Bütün kapitülasyonlar kaldırılıyor, Türkiye bunların tasfiyesi için beş yıllık bir geçiş sürecinde ithalat gümrüklerini değiştirmemeyi kabul ediyordu. Türkiye Hükümeti’nin yabancılara Türk mahkemeleri önünde iyi bir adaletin sağlanması konusunda Savaşa girmemiş ülkelerin hukukçularından olmak üzere, Lahey Uluslar arası Sürekli Adalet Divanı’nca düzenlenecek çizelge içinden seçeceği hukuk danışmanlarını, beş yıldan az olmamak kaydıyla, gerekli göreceği bir süre için, Türkiye memuru olarak ve gecikmeksizin hizmetine alacaktır ve Bu hukuk danışmanları Adalet Bakanı’na bağlı olacaklardır[25]. Sonuç olarak bu gibi başka bazı kayıtlarla da olsa, karşı tarafın deyimi ile, Türkiye’den uygar ülkelerde yürürlükte olmayan bir yöntem uygulamasını istemenin haksızlığı kabul ediliyordu.
Belki kapitülasyonlarla birlikte ele alınabilecek olan imtiyazlar ve kabotaj problemleri de her iki tarafı madur etmeyecek ölçülerde çözülmeye çalışılmış, Osmanlı döneminde yapılmış olan imtiyaz anlaşmaları taraflar arasında yeniden görüşülüp mevcut duruma göre şartların düzenlenmesi, anlaşma mümkün olmazsa ve gerekli şartlar oluşmuşsa Türkiye’nin tazminat ödemesi kararlaştırılmıştır. Kabotaj hakkı ve liman hizmetleri, andlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren sadece Türk bandırasına ait kılınmış, 31 Aralık 1923 tarihine kadar yabancıların kabotaj yapmalarına da izin verilmiştir[26].
Osmanlı Borçları meselesi de Lozan’da şöylece karara bağlanmıştı: Balkan savaşı ile Osmanlı’dan ayrılan devletler, Adalar, Lozan Andlaşması ile Osmanlı’dan kopan toprakların verildiği devletler, yine Lozan gereği Osmanlı’dan ayrılan topraklarda kurulan devletler, Osmanlı borçlarının faizi ile birlikte ödenmesine katılacaklardır. Bu devletler paylarına düşen taksitleri Türkiye’ye ödeyecek, Türkiye bunları alacaklılara toplu olarak yine yıllık taksitlerle Fransız Frangı üzerinden ödeyecektir[27].
Yeni Türkiye’nin tam bağımsızlığı ile yakından ilgili diğer bir konu da Azınlıklardı ve Lozan’da bu konuda tabii olarak gündeme geldi. Andlaşmanın ilgili hükmüne göre: Türkiye hükümeti doğum, milliyet, soy, dil, ya da din ayırt etmeksizin, Türk halkının tümünün hayat ve hürriyetlerini en geniş biçimde korumayı üstlenir. Türkiye’nin tüm halkı kamu düzeni ve genel ahlak ile bağdaşan her din, mezhep ya da inanışın genel ve özel biçimde özgürce kullanılması hakkına sahiptir. Müslüman olmayan Türk vatandaşları Müslümanlarla özdeş medeni ve siyasal haklardan yaralanacak, Türkiye’nin tüm halkı yasa önünde eşit olacaktır. Türk Hükümeti Müslüman olmayan vatandaşlarının çoğunlukla yerleştikleri şehir ve kasabalarda bunlara yönelik imkânlar sağlayacak, ana dilleri ile eğitim verecek okullarda Türkiye resmi dili de öğretilecektir… İş bu kesim hükümleri ile Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar, Yunanistan tarafında da, kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır[28].
Buraya kadar Lozan Andlaşması’nın iktisadi, siyasi, mali ve adli yönleri ile ilgili hükümleri üzerinde bir değerlendirme yapılırsa; Misak-ı Millî ölçeğinde, daha önce de değinildiği gibi hedefleri tutturmada başarılı bir sonuç ortaya çıkıyor. Türkiye’nin sınırları konusunu, Lozan’da belirlenen sınırları aktarmak yerine, bu defa tersten alarak, Misak-ı Millî içinde sayılan fakat Lozan’da elde edilemeyen, başka bir deyişle Türk tezlerine tezat şekilde sonuçlanan konulara bakacağız.
Lozan Andlaşması tabiidir ki; problemleri tümüyle ortadan kaldırmamış, Misak-ı Millî hedeflerinin gerisinde kalan noktalar da olmuştu. Bunların bir kısmı daha sonraki yıllarda düzeltilmiş fakat hala ulaşılamayan noktalar mevcuttur. Burada bu konuda bir tespit yapmak gerekirse, Misak-ı Millî İstiklal Savaşı ile sınırlı bir hedef olarak da görülmemelidir. Daha sonraları, 1936’daki Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda, 1938-1939’da Hatay, hatta 1974’te Kıbrıs olayları ile Milli hedeflere ulaşılmış ve adı geçen devamlılık görülmüştür.
Misak-ı Millî içinde gösterilen, ancak Lozan’da dışarıda kalan bölgeler veya Misak-ı Millî çerçevesinde ulaşılamayan hedefler olarak baktığımızda; Musul-Kerkük, Batum, Batı Trakya, Boğazlar ve Hatay meseleleri göze çarpmaktadır. Türkiye-Sovyet Rusya sınırı 16 Mart 1921 tarihli Moskova Andlaşması ile kesinleşmiş ve Lozan’da gündeme gelmemiştir. Bu durumda Batum Misak-ı Millî sınırlarına dahilken elde edilemeyen bir bölgedir ve bunun pazarlığı Moskova görüşmelerinde yapılmıştır. Ali Fuat Cebesoy’a göre, Batum fazladan istenmiş, sonra geri adım atılarak Rusya ile pazarlıkta önemli bir taviz olarak terk edilmiştir[29]. Yani pazarlığın sonuna kadar Batum’dan hiç vazgeçilmeyecekmiş gibi bir tavırla Rusya’nın daha başka tavizler istemesi veya koparmasının önüne geçilmiştir. Batum’un stratejik ve ekonomik değeri düşünüldüğünde bize bırakılmayacağı veya bizim burayı almaya gücümüzün yetmeyeceği gibi bir yaklaşımla hiç olmazsa başka taviz isteklerinin önüne geçilmesi düşünülmüş olmalıdır. Ayrıca gerek Sovyet Rusya ile yapılan Moskova Andlaşması’nda gerekse Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile yapılan Kars Adlaşması’nda; Batum livası halkından her topluluğun kültürel dinsel haklarını sağlayacak, halkın isteklerine uygun tarım toprakları rejimi kurma imkanına sahip olacak şekilde idari özerklik sağlanması ve Batum Limanı üzerinden Türkiye’nin ithalat ve ihracat mallarına gümrük uygulanmaması ve serbest geçiş şartları kabul edilmişti[30]. Dönemin hassas dengelerini düşündüğümüzde Rusya ile yapılacak iş birliğinin Milli Mücadele’nin genel seyri için hayati önem taşıdığı da unutulmamalıdır.
Misak-ı Milli’ye göre Hatay’ın güney sınırından düz bir şekilde İran’a çizilecek çizginin güney sınırımızı oluşturması düşünülmüşken, 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Andlaşması bu hedefin gerisinde kalarak, Hatay hariç Türkiye-Suriye sınırını belirlemiştir. Muhtariyete yakın bir statüyle Suriye içinde Fransa’ya bağlı bir bölge olarak bırakılan Hatay, bilindiği gibi 1936’da Fransa Suriye’den çekilirken yeniden gündeme gelmiş ve 1939’da bugünkü statüsü kurulmuştur.
Güneyde, Türkiye-Irak sınırı da Lozan’da çözülemeyen ve daha sonraki Türk- İngiliz ikili görüşmelerine bırakılan bir meseleydi. Bu sınırın belirlenmesindeki pürüz, Misak-ı Millî sınırları içinde bulunan Musul-Kerkük bölgesidir. Konferans sonrası yapılan ikili görüşmelerde bir yıl içinde çözümlenemeyen bu konu Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş, Cemiyet de İngiltere lehine bir kararla, 16 Aralık 1925’te bölgeyi Irak’a vermiştir ki Irak da İngiliz mandasındadır. İngiltere bu sonucu ancak bu şekilde alabileceği düşüncesiyle konuyu Lozan’ın gündeminden çıkarmış ve sonuç istediği gibi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ve onların uydularından oluşan Milletler Cemiyeti’nden İngiltere aleyhine bir karar çıkması da zaten uzak bir ihtimaldi. Türkiye bu oldu bittiyi kabul etmek istemediyse de, özellikle kendi içindeki birtakım istikrarsızlıklar nedeniyle meselenin üstüne gidememiştir. Bu dönemde Doğu’da çıkan Şeyh Sait İsyanı da bu bakımdan manidardır. Bu meselenin çözümünü savaşa girmemek için ertelemek ondan vazgeçmek anlamına da gelmemelidir. Daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana tehir etmek olarak da düşünülebilir.
Trakya’da ise, Bulgar sınırı 1913’te Balkan Savaşı sonrası yapılan İstanbul Andlaşması ile belirlenen şekilde tescil edilmiştir. Yunan sınırı da Balkan Savaşı sonrası belirlenen biçimdedir. Meriç Nehri sınır kabul edilmiş ve artı olarak Karaağaç Bölgesi Türkiye’ye verilmiştir. Bu durumda Batı Trakya da Misak-ı Millî sınırları dışında kalmıştır. Ancak Batı Trakya Balkan savaşı sonrası Türk idaresinden çıkmıştı. Batılı ülkelerin baskıları sonucu Osmanlı idarecileri kendiliklerinden, “Meriç Nehri’nden daha doğuya çekilmeyiz” şeklindeki ifadeleriyle bu sınıra razı oldukları izlenimini vermişlerdi. Lozan’da, bölgede yaşayan Türklerin azınlık statüsü tescil edilmişti. Ayrıca Adalardan Çanakkale Boğazı’nın güvenliğiyle doğrudan ilgili olan Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan Adası Türkiye’ye verilmiş, Ege adalarının diğerlerinin Balkan Savaşı sonrası durumu teyit edilmişti.
Boğazlar bölgesindeki kesin hâkimiyetimiz ise, 1936 yılında Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile gerçekleşmiştir. Lozan Andlaşması imzalandığı sırada İstanbul ve Boğazlar Müttefiklerin kontrolü altındaydı ve Türkiye’ye baskı yapmak için kullanılmaya çalışılıyordu. Bu konuda Lozan’a ek bir andlaşma (14 sayılı andlaşma) yapılmış ve Boğazların statüsü belirlenmiştir. Buna göre; tartışılan üç tezden (1-İngiltere başkanlığında İtilaf Devletleri Boğazların statüsünün Sevr’deki gibi olmasını isterken, Türkiye’nin güvenliği için bazı garantileri kabul ediyorlardı. 2-Rusya ise Türkiye’nin Boğazlardaki kesin hakimiyetini ve Karadeniz’e tüm savaş gemilerinin girmemesinin sağlanmasını istiyordu. 3- Türkiye Boğazlardan sınırlı bir geçiş serbestisi ile birlikte buraların Türkiye’nin savunması dahiline alınmasını istiyordu.) yola çıkılarak bir orta yol bulunmuş ve andlaşma imzalanmıştır. Andlaşmaya göre, ticaret gemileri barışta ve Türkiye’nin tarafsız kaldığı savaşlarda tam serbesti ile geçebileceklerdi. Türkiye savaşta taraf ise, tarafsız gemiler düşmana yardım amacı dışında geçebilecekti. Savaş gemileri ise, barış zamanında bazı sınırlandırmalarla geçebileceklerdir. Buradaki ölçü Karadeniz’deki deniz gücünün Rusya aleyhine bozulmamasıdır. Boğazlar ve İstanbul bölgesinde Türk hakimiyetini veya Misak-ı Millî hedeflerini zedeleyen asıl unsur bu bölgede oluşturulan Uluslararası Komisyon ve O’nun yetkileridir[31]. Bu çerçevede Boğazların serbestliğini sağlamak için, Boğazların her iki yanında, en çok 20 km.ye kadar genişleyebilecek olan toprak şeridi ile, Ege ve Marmara Denizi’ndeki bazı adalar askersizleştiriliyordu. Türkiye’nin güvenliği ve Boğazların serbestisi tehlikeye girerse Milletler Cemiyeti bu tehlikeyi önlemeyi taahhüt ediyordu. Ayrıca, Boğazlardan uçuş da bu şartlara bağlıydı ve Boğazların daraldığı noktalarda 5 kilometrelik bir şerit üzerinden uçuş iznine sahip olunuyordu. Silahsızlandırılan bu bölgelerde ve Adalarda hiçbir istihkam, topçu tesisi ve deniz üssü bulunmayacaktı. Buralarda güvenliğin sağlanması için ancak, silahları top olmaksızın, tüfek, tabanca, kılıç ve her yüz asker için dört hafif makineli tüfek ile sınırlı kalacak ve polis ve jandarma kuvvetinden başka silahlı kuvvet bulunmayacaktı[32]. Bu rejimi yürütecek olan Boğazlar Komisyonu’ydu ve başkanı Türk olacaktı.
Görüldüğü gibi Boğazlar konusunda yukarıda bahsedilen görüşler arasında bir orta yol bulunmuştur. Bu durum yine daha önce belirtildiği gibi Türkiye’nin bölgedeki hakimiyeti açısından tam bir hakimiyeti kapsamamaktadır. Ancak, 11 Nisan 1936’da Türkiye’nin “Lozan’ın imzalandığı dönemdeki şartların değiştiği, Lozan’ın da güncelleştirilmesi gerektiği ve Türkiye’nin güvenliği açısından bazı endişelerini giderecek bir şekle sokulması gerektiği” ifadesiyle Lozan’da imzası bulunan önde gelen dokuz devlet temsilcisine başvurması sonucu 22 Haziran-22 Temmuz 1936 tarihleri arasında konferans toplanmış ve 9 Kasım 19936 tarihinde Montreux Andlaşması yürürlüğe girmiştir. Bu Andlaşma ile Boğazlar ve İstanbul’da bugünkü statü sağlanmış ve Türkiye’nin bölgedeki hâkimiyeti kesinleşmiştir.
Misak-ı Milli’nin siyasi ve ekonomik açılardan da tam bağımsız bir Türk devletini hedeflediğini biliyoruz. Kapitülasyonlar, Borçlar, ve azınlıklar gibi konuların da coğrafi sınırlar kadar önemli olduğu kesindir. Kapitülasyonların kaldırılması, borçlar konusunda Türk tezinin kabulü ve azınlıklar tabir edilen unsurların mübadele yoluyla halli, Türkiye’nin üniter bir yapı olarak kabulü ile Lozan’da Misak-ı Milli hedeflerine ulaşılmıştır. Türk delegasyonu Lozan’da bu konularda da çok yönlü bir politika izlemişti. Kapitülasyonlar konusunda karşısına aldığı Amerika’nın imtiyazlar konusunda taviz vererek desteğini sağlamış, Osmanlı borçlarını kısmen kabul ederek Fransa’nın gönlünü hoş tutmuş, Musul Meselesi’nin ilk aşamasında İngiltere’nin prestijini korumasına imkan vermiştir. Buna karşılık Batı, Milli nitelikli yeni Türk devletinin bağımsızlığını, Misak-ı Millî sınırlarını (Musul hariç) ve kapitülasyonların kaldırılmasını onaylamıştır[33]. Azınlıklar ve Patrikhane konusunda hedef topyekün mübadele ve Patrikhanenin İstanbul’dan Türkiye dışına çıkarılması iken, İstanbul’daki Rumlar ve Patrikhane burada kalmıştır. Patrikhanenin son zamanlardaki bir takım faaliyetleri de bu konuda bazı rahatsızlıklar vermektedir. Lozan Andlaşması’nı bu açıdan ele aldığımızda da Sevr’e göre Batı; “en fazla kar” ilkesinden “en az zarar” noktasına gelmiştir.
Sonuç olarak; Lozan Andlaşması Misak-ı Millî açısından eksik olmakla beraber, o günün şartları içinde mümkün olanın en iyisi olarak değerlendirilebilir. Yine Misak-ı Millî İstiklal Savaşı’na endekslenmiş bir hedef de değildir. Zaman ve şartlara göre bu Milli amaca ulaşılması konusunda, İstiklal Savaşı sırasında azami mücadele yapılmış, Milli Mücadele ile cephede elde edilebilen başarı ile yetinilsin şeklinde bir anlayış olmamıştır. Ya da ulaşılamayan hedeflerde silaha müracaat edilmemiş, beklenmiş, hedefin bazı kısımlarına daha sonraki yıllarda ve özellikle Atatürk döneminde müsait şartlar oldukça bu fırsatlar değerlendirilmeye çalışılmış sulh yolu ile hedeflere ulaşılmıştır. Hatay Meselesi, Montreux Boğazlar Sözleşmesi ve hatta Kıbrıs olayı bu anlayışın somut örnekleridir.
Prof. Dr. F.Ü. Fen-Edb. Fak. Tarih Bölümü, rdoganay@firat.edu.tr.
Kaynak:
Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, ELAZIĞ-2001
Lozan bir başarı ise neden Batı Trakya ve Güney Makedonya sınırlarımızın dışındadır bugün? Cevabını bilen var mı? Varsa lütfen söylesin.
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti geçen yıl yüzüncü kuruluş yıldönümünde anıldı, 31 Ağustos ta. Tarihin üzerine sünger çekilen bir olayı. Neden acaba?
Hatırlatanlar da var Yalçın Koçak ve Ertan Özyiğit adlı iki araştırmacı bir kitap yazmış, ezberi bozmak için. Kim okur bilmem ama bizden duyurması, belki bir okuyan bulunur.
Kitap tanıtımını aktarıyorum : “Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla bilinen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti 31 Ağustos 1913 te Batı Trakya ve Rodoplarda kuruldu. Bağımsızlığını ilan eden hükümet Yunanistan ve Bulgaristan tarafından tanındı, sınırları belirlendi, bütçesi hazırlandı, pul basıldı, pasaport uygulanmasına geçildi (yaa, neymiş ?) Bayrak belirlendi. İçimizde kaç kişi bu bilgilerden haberdar? Yüz yıl önce kurulmuş bu cumhuriyetimizi kim biliyor? Neden yaşamamış? (ben söyleyeyim Cemal Paşa gibi akillerin yüzünden). Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin 100.yılı anısına yayınlanan bu kapsamlı çalışma Batı Trakya Türk Cumhuriyetini tüm boyutlarıyla ele alıyor ve bu sorulara yanıt arıyor”.
Kitabın adı: Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, 2014, İstanbul basımı Wizart Edutainment.
Lozan’da imzalar atılıncaya kadar bölgede komitacı faaliyetlerine devam eden Yüzbaşı Fuat Balkanı saygı ve rahmetle analım. Hatıraları iki defa basılmış tır çok önemli bir kaynaktır.
Ah Musul Vah Musul! diye durmadan yazıklananlar Batı Trakya’nın kaybını ağzına bile almazlar. Aman iyi ki de. Bakın şu hale. O belalar sınırımız dâhilinde olacaktı. Çok üzülenler neden çöldeki Türkmen’e bir çift terlik, bir şişe su bile göndermeye kalkışmıyor acaba?