Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde görüşülen ve kabul edilen ilkeler, kaynaklarda değişik tabirlerle isimlendirilmiştir. Bunlar arasında Misâk-ı Milli, Milli Ant, Peyman-ı Milli, Ulusal Ant tabirleri öne çıkmaktadır. Ancak bunlar arasında Misâk-ı Millî tabiri tutmuştur.
Misâk-ı Millî Beyannamesi, yeni milli ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş olan Türklerin akdettikleri, birlikte yaşamak üzere anlaştıkları şartları ihtiva eden bir sosyal mukaveledir. Misâk-ı Millî Beyannamesi’nin nasıl ortaya çıktığını anlayabilmek için milli mücadelenin başlangıcına dönmek gerekecektir.
Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Milli Mücadele’nin yönetimini eline aldığı zaman, milli hareketin belirli bir hedefe ulaştırılması mecburiyetini gayet iyi kavramıştı. Bu nedenle, hedefe ulaştıracak planın ana hatları Erzurum Kongresi’nden itibaren şekillenmeye başlamıştı.
Erzurum Kongresi’nin kararlarını açıklayan 7 Ağustos 1919 tarihli bildiri ile, ileride Misâk-ı Millî’nin temelini oluşturacak olan bazı önemli kararlar yayınlanıyordu. Bu kararlar içerisinde yer alan sınırlar ile ilgili bölümde, Türk ordusunun 30 Ekim 1918 tarihinde tuttuğu cephe hattının sınırları içinde kalan yeni Türkiye’nin tam bağımsızlığı istenmekte idi.[1]
Erzurum Kongresi’nde kararlaştırılan bu ilkeler, Türk milliyetçilerinin düzenlediği milli kongreler döneminin doruk noktasını teşkil eden Sivas Kongresi’nce de aynen benimseniyor ve şumulleştiriliyordu. Kongre, Türk milletinin kurtarılarak tam bağımsızlığa kavuşturulması yönündeki ana ilkelerin ve milli dış siyasanın temellerini atıyor; din, kültür ve ırk birliğine dayanan Müslüman Türk çoğunluğunun yaşadığı bölgelerde kurulacak, yeni bağdaşık bir Türk devletinin sınırlarını çiziyordu. Bazıları Erzurum Kongresi’nde öne sürülen ve milli direnişte milliyetçilerin hedef ve emellerinin sınırlarını çizen bu ilkeler, daha sonra Misâk-ı Milli adını alacak milli andın ilk ilkelerini oluşturuyordu.[2] Bir Türk yazarının, “Milli tarihin büyük rönesansı, ihtilâl ve kurtuluş kongresi”[3] olarak nitelediği Sivas Kongresi’nde sekiz gün süren çatışmalı ve hararetli tartışmalardan sonra, Erzurum bildirisi tüm ülkeyi kapsıyacak biçimde genişletiliyor; Ateşkesin imzalandığı gün nüfus çoğunluğu müslüman Türklerden oluşan bölgelerin milli sınırlar içinde olduğu açıklanıyordu.[4]
Görüldüğü gibi, Milli Mücadele’nin hedef ve planlarını çizen Misâk-ı Millî, Meclis-i Mebusan’da kabul edilip resmileşmeden çok daha önce bir tarihte, Erzurum Kongresi’nden itibaren şekillendirilmeye başlamış, Sivas Kongresi kararları ile de muhtevası büyük ölçüde belli olmuştu.[5] Artık bu muhteva çerçevesinde Misâk-ı Millî’nin yazılı hale getirilmesi gerekiyordu ki bu da, Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa ile, İstanbul’a gitmek üzere Ankara’ya gelen mebuslar arasında yapılan görüşmeler sonucunda gerçekleşecekti.
1. Misâk-ı Millî‟nin Hazırlanması
Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya geldiğinin ertesi günü (28 Aralık 1919) şehrin ileri gelenlerine çok uzun bir konuşma yapmıştır. Geçmiş olayları özetleyerek gelecekte nasıl bir yol izleneceğinin dile getirildiği bu konuşmada; “Wilson’un 14 maddelik programının ve Osmanlı Devleti için önerilen 12. maddenin gerçekte Türkiye’nin durumu bakımından kabul edilebilir nitelikte olduğunu belirtir. Daha sonra, asıl mesele olan milli sınırların nasıl çizilmesi gerektiği meselesine temas ederek bu konuda, ateşkesin imzalanmasından beri görülen uygulamayla Wilson ilkelerinin nasıl çiğnenmiş olduğunu anlatır. Mustafa Kemal Paşa, benimsenmesi ve sağlanması gereken sınırların 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlar olduğunu ifade etmektedir. Ateşkesin uygulamaya konulduğu anda Türk ordusunun kontrolü altında bulunan sınır çizgisi içinde yaşayan halkın her bakımdan ortak niteliklere sahip milli bir toplum oluşturduğunu, bunun Erzurum ve Sivas Kongrelerinde de belirtilmiş bulunduğunu ve yeni Türkiye’nin güney sınırının “İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’da Halep ve Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü güneyinde Fırat ırmağına kavuştuğu, oradan Deyrizor’a indiğini, sonra doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi ihtiva ettiğini” söyler. Bu sınır Türk ordusunca silahla savunulduğu gibi bir de Türk ve Kürt ögelerinin yaşadığı yurt kesimini sınırlar. Bu sınır içinde kalan ülke kesimlerimiz Osmanlı topluluğundan ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmiştir.”.[6]
Damat Ferit, Paris Barış Konferansı’na verdiği muhtırada 1914, hatta 1912 hudutlarını muhafaza hülyasını beslerken Mustafa Kemal, daha mütarekeden önce, İmparatorluğun Arap kısımlarından vazgeçilmesi gerektiğini anlamıştı. Atatürk hatıralarında, güney hududunu 26 Ekim 1918’de Haleb’in kuzeybatısında, İngiliz süvari tümenine karşı kazandığı zaferle “Türk süngülerinin” tayin ve tespit etmiş olduğunu anlatır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “milli hududu” çizmek gerekince, O, Türk süngülerinin kanla çizmiş olduğu bu hududu seçmiştir. Mustafa Kemal’e göre, “süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin muhafaza edemediği hatlar, başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.”[7]
Mustafa Kemal Paşa bu görüş ve düşüncelerini, 3 Ocak 1920 tarihinden itibaren Ankara’ya tek tek veya gruplar halinde gelip giden mebuslara da anlatır ve onları bir maksat veya gaye etrafında toplanabilmek için uzun münakaşa ve müzakereler yaptıktan sonra milletin emel ve maksatlarını da kısa bir programa esas olacak suretde ve toplu bir tarzda ifade edilmesi hususu da kararlaştırılır. Mebuslarla yapılan bu görüşmeler neticesinde “Misâk-ı Millî” adı verilen programın ilk müsveddeleri de bir fikir vermek amacıyla Ankara’da kaleme alınır.[8]
Mustafa Kemal Paşa’nın, kendisi tarafından kaleme alındığını ifade ettiği metin henüz bulunabilmiş değildir. Bu konuda, Hüsrev Gerede’nin 28 Ağustos 1958’de Tevfik Bıyıklıoğlu’na gönderdiği mektuptan anladığımıza göre, “Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi beyannamesine uygun bir metin hazırlamış ve bu metin bütün Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanarak heyette yazman ve sözcü durumunda bulunan Trabzon milletvekili Hüsrev Bey ile İstanbul’a gönderilmişti”.[9] Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanarak Hüsrev Bey ile İstanbul’a gönderilen metin de aynı sınırları ihtiva etmekte idi.[10]
Bu şekilde müsveddeleri hazırlanan Misâk-ı Millî metni, 12 Ocak 1920 tarihinde açılan Meclis-i Mebusan’da, çeşitli gayrıresmi ve gizli toplantılarda görüşülerek tartışılmaya başlanmıştır. Nitekim, 22 Ocak’ta Meclis binasında yapılan bir gizli özel toplantıda,[11] Hüsrev Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine verdiği Misâk-ı Millî metnini okumuştur.[12] Ancak anlaşıldığına göre, Hüsrev Bey tarafından okunan metnin bazı kısımları mebuslar arasında tartışmalara sebebiyet vermiş ve bunun üzerine konunun bir komisyonda ele alınmasına gerek görülerek bir komisyon teşkil edilmiştir. Üyeleri arasında, Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey ile,[13] Sinop Mebusu Rıza Nur Bey, Sivas Mebusu Rauf Bey ve Karesi Mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi’nin de[14] bulunduğu bu komisyon, kendi aralarında yaptıkları tartışmalar sonucunda; Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı metinde bazı değişiklikler yapmıştır.
Rıza Nur, bu komisyonun çalışmaları esnasında, Suriye’yi de Misâk-ı Millî hududu içine sokmak isteyen bir grubun olduğunu belirterek bu görüşün ekseriyetle kabul edilmediğini ifade etmektedir.[15] Komisyon tarafından hazırlanarak mebusların görüşüne sunulan Misâk-ı Millî metni, özellikle Müdafaa-i Hukuk yanlısı mebusların ısrarı üzerine, yeniden gözden geçirmek zorunda kalmış ve sonunda her görüşteki üyenin benimseyeceği biçimde bir formül oluşturmuştur.[16]
Meydana getirilen Misak-ı Millî metni ile Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Misak-ı Millî metnini -orjinal metin elimizde olmadığından dolayı- tam anlamıyla karşılaştırma imkanından mahrumuz. Ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da 28 Aralık’ta yapmış olduğu konuşmada üzerinde durulan belli başlı noktaların asıl Misâk-ı Millî metnine de büyük ölçüde yansıdığı muhakkaktır. Misâk-ı Millî’nin Elviye-i Selâse ve Batı Trakya’ya ilişkin maddeleri için bu konuşmada özel bir açıklama bulunmamakla birlikte, bunların Mustafa Kemal’in görüşlerine uygun olduğu kuşkusuzdur.[17] Nitekim Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta “İstanbul Meclisi’nde bu ilkeler toplu olarak yazılmış ve tespit olunmuştur” demek suretiyle, Ankara’da kendi kaleme aldığı metinden fazla uzaklaşılmadığını belirtmektedir.[18] Hüsrev Gerede’nin hatırladığına göre de komisyon, Mustafa Kemal Paşa’nın metnini pek az bir değişiklikle kabul etmiştir. Metin, İstanbul Meclisi’nin basılacağı haberinin alınması üzerine, Hüseyin Rauf Bey’in kararıyla Ankara’ya gönderilmiştir.[19]
Ancak her iki metin arasındaki farklılığın başlıcasını, mütareke hattının nereleri içerisine aldığı hususu oluşturmakta idi. Nitekim bu husus, Rauf Bey ile Mustafa Kemal Paşa arasında bir müddet devam eden yazışmalara sebebiyet verecektir.
Mustafa Kemal Paşa, Misâk-ı Millî’nin tanzim edildiği haberini, Rauf Bey’in 4 Şubat tarihli telinden öğrenmiştir. Rauf Bey bu telde; kararlaştırılan ilkelerin ruhunu taşıyan ayrı bir madde halinde yazılmak üzere, mebusların büyük bir çoğunluğu ile bir Aht ve Misâk-ı Millî’nin yapılabildiği belirtiliyordu. Ayrıca, yayınlanmasının kararlaştırılmasına kadar, metnin son derece gizli tutulmasına karar verildiği de ilave ediliyordu.[20] Bu yazıdan iki gün sonra, 6 Şubat’ta da Rauf Bey tarafından, gizli kaydıyla, 28 Ocak’ta yapılan toplantıda kabul edilen Misâk-ı Millî metni gönderilmişti.[21] Mustafa Kemal Paşa tarafından, her iki yazıya birden 7 Şubat’ta verilen cevapta; “Aht ve Misak-ı Milli’de, hattı mütarekenin dahil ve haricinde kalan memalikin gayri kabili infikâk olduğundan bahsediliyor. Eğer böyle ise hudut hakkındaki prensiplerimizle esaslı bir fark yapılmıştır” deniliyordu.[22] Rauf Bey’in cevabı 11 Şubat’ta geldi. Bunda; “Ahitte esasın milliyet olduğu ve mütareke hududunun, bu milliyetler hududunu genel olarak göstermek fırsatıyla sözü edildiği, bu suretle Türk olan Süleymaniye ve Kerkük’ün de iddiaya dahil olduğu ifade ediliyordu. Metnin bu şekilde değiştirilmesine gerekçe olarak da, umumi heyetin bu fikirde olmasından dolayı ısrar edilmediği gösteriliyordu. Ayrıca, İstanbul’a gelmeden önce hazırlanan formülde mütareke hududuna dair bir kayıt olmadığı da” teyit ediliyordu.[23]
Bu yazışmalardan da anlaşıldığı üzere, Mustafa Kemal Paşa tarafından, Ankara’da mebuslarla yapılan görüşmeler sırasında hazırlanan ve İstanbul’a gönderilen Misak-ı Millî metninde, “mütarekenin haricinde kalan memalikin gayri kabili infikâk olduğu” hükmü yer almamaktaydı. Bu hükmün Misak-ı Millî metni içerisine konulmuş olması, Mustafa Kemal Paşa tarafından, hudut hakkındaki prensiplerde esaslı bir fark yapıldığı şeklinde telakki edilmiştir.
Misâk-ı Millî metni, 28 Ocak 1920 tarihinde, Meclis-i Mebusan’ın gizli özel bir toplantısında,[24] katılan mebuslar tarafından oybirliği ile kabul edilmiş ve düzenlenen belge 121 mebus tarafından imzalanmıştır.[25] Buna göre Misâk-ı Milli metni şöyle düzenlenmişti:
“Zirde vaziülimza Osmanlı Meclis-i Mebusan azaları istiklâl-i devlet ve istikbal-i milletin, haklı ve devamlı bir sulha nailiyyet için ihtiyar edebileceği fedakârlığın hadd-i âzamisini mutazammın olan esasat-ı atiyeye tamami-i riayetle mümkün-üt-temin olduğunu ve esasat-ı mezkure haricinde payidar bir Osmanlı Saltanat ve Cemiyetinin devam-ı vücudu gayrı mümkün bulunduğunu kabul ve tasdik eylemişlerdir.
Birinci Madde: Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran Arap ekseriyyetiyle meskûn olup 30 Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hin-i aktinde muhasım orduların işgali altında kalan aksamının mukadderatı, ahalisinin serbestçe beyan edecekleri âraya tevfikan tayin edilmek lazım geleceğinden, mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde dinen, ırkan, emelen[26] müttehit ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütakabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-u ırkiyye ve içtimaiyyeleriyle şerait-i muhitiyyelerine tamamiyle riayetkâr, Osmanlı İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür.
İkinci Madde: Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda âray-ı âmmeleriyle anavatana iltihak etmiş olan Elviye-i Selâse için ledel-icap tekrar serbestçe âray-ı âmmeye müracaat edilmesini kabul ederiz.
Üçüncü Madde: Türkiye sulhuna talik edilen Garbi Trakya vaziyyet-i hukukiyesinin tespiti de sekenesinin kemal-i hürriyetle beyan edecekleri âraya tebaan vaki olmalıdır.
Dördüncü Madde: Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye ve Payıtaht-ı Saltanat-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münakalât-ı âleme küşadı hakkında bizimle sair bilûmum alâkadar devletlerin müttefikan verecekleri karar muteberdir. 28 Kanunusani 1336.”[27]
Bu şekilde hazırlanan Misak-ı Millî metni, Edirne Mebusu Şeref Bey’in verdiği bir takrir ile 17 Şubat 1920 toplantısının ikinci celsesinde, Meclis-i Mebusan huzuruna gelmiştir. Şeref Bey’in takririnde, “Ahd-i Milli’nin parlamentolara ve umum matbuata tebliğ edilmesi ve tercihan müzakeresi” teklif ediliyor ve arıza-i cevabiye müzakereleri ertelenerek bu teklif kabul ediliyordu.[28]
Daha sonra Şeref Bey tarafından Misak-ı Milli metni okunarak oya sunulmuş ve Meclis-i Mebusan’ın aynı gün, 17 Şubat 1920 tarihinde yapılan içtimasında Misak-ı Millî “umumen ve müttefikan kabul” sedaları arasında oybirliği ile kabul edilmiştir.[29]
2. Misâk-ı Millî’nin Sınırları
Misâk-ı Millî Beyannamesi’nde yer alan ve daha sonra tartışmalara sebebiyet veren husus, “mütareke hattı… haricinde” ibaresinden neresinin anlaşılması gerektiğidir. Kürt davası yüzünden “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımları” mefhumunu terk ederek onun yerine yarınki Türkiye için daha sade olan hudut tayini yoluna gitmek daha münasip görülmüştü ki, bu durum, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen “30 Ekim 1918 tarihindeki hududumuz dahilinde kalan. memaliki Osmaniye” formülünde yerini buldu.”[30] Buna karşılık, 28 Ocak 1920 tarihli Misâk-ı Millî’deki hatt-ı mütareke dahil ve haricinde. Osmanlı İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksam formülü daha az açıktır. “Hariç” kaydıyla ne gibi bir gaye güdülmüştür? İskenderun sancağı bu hattın içinde idi. Batı Trakya’ya ve Doğu’daki üç sancağa da Misâk-ı Milli’de ayrı maddeler konulmuştu. Misâk-ı Millî’de yer alan “Mütareke hattı haricinde” kaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın düşünceleri ile Misâk-ı Milli arasında belirli bir farklılık olduğunu göstermektedir.
Bu durumda, bu ibareden neyin kastedildiğini anlamak için öncelikle, 30 Ekim 1918 tarihinde, Osmanlı sınırlarının durumunu bakmak gerekecektir. Bu sınırlar, Türk İstiklâl Harbi Tarihi’nin ilk cildini meydana getiren Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı adlı eserde yer alan bir haritadan izlenebilir. Buna göre; Batum’u içine alacak şekilde başlayan sınırın, Musul-Miyadin hattını izleyerek İskenderun’a ulaştığı görülmektedir. Bu haritaya göre Kerkük, 30 Ekim 1918 tarihihdeki sınırlarımız dışında kalmaktadır.[31] Aynı kaynak Kerkük’ü, 31 Ekim’de ateşkesin uygulamaya konduğu sırada İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş yerler arasında göstermektedir.[32] Bu nedenle, Misâk-ı Millî metninde yer alan “haricinde” kelimesinden Kerkük’ün anlaşılması gerektiği ileri sürülebilir. Nitekim bunu, Misâk-ı Millî hususunda Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey arasında yapılan yazışmalarda da görmek mümkündür. Mustafa Kemal Paşa’nın, Misâk-ı Millî’de mütareke hattının haricinde kalan memleketlerin ayrılmaz bir bütün olduğu şeklinde yer alan ibarenin açıklanmasını istediği telyazısına[33] Rauf Bey tarafından verilen cevapta şöyle denilmektedir: “Ahitte esas milliyettir. Mütareke hududu, bu milliyetler hududunu sureti umumiyede irae etmek vesilesiyle zikrolunmuştur. Bu suretle Türk olan Süleymaniye ve Kerkük’te iddiamıza dahil oluyor. Heyeti Umumiye’nin fikri bu merkezde olduğundan, fazla ısrarı münasip görmedik. Biz gelmeden evvel hazırlanan formülde, mütareke hududuna dair bir kayıt yoktu.”[34]
Bu cevap aynı zamanda, Misâk-ı Millî metni hazırlanırken Mustafa Kemal Paşa’nın göndermiş olduğu metnin dışına çıkılarak, birinci maddenin “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” şeklinde düzenlenmiş olmasının gerekçesini de izah etmektedir. Buna göre, Misâk-ı Millî hazırlanırken temel alınan unsur “Milliyet” idi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, “Milliyet” kelimesi ile kastedilenin, sadece bir milletin ismi olmayıp, “Anasır-ı İslâmiye” adı altında çok daha geniş ve şümullü bir varlık olmasıdır.
Mustafa Kemal Paşa’da, “Milliyet” unsuruna -bilhassa o dönem için-[35] bu anlamda geniş bir mana yüklüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda; en büyük değişmenin güney sınırında olduğunu vurgulayarak, bunun yalnızca askerî mülahazalarla çizilmediğini, bir “hudud-ı millî” olduğunu ve bu sınır içinde çeşitli İslâm unsurlarından oluşan “yalnız bir cins milletin” varolduğunu belirtir. Bu, “kardeş milletlerin hudud-ı millîsi”dir, içindeki siyasi rejim millî hakimiyet esasına dayanacaktır. Mustafa Kemal Paşa açış konuşmasının devamında şöyle demektedir: “… Fakat bu hudud-ı millî dahilinde tasavvur edilmesin ki anasır-ı İslâmiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı İslâmiye-i saire vardır. İşte bu hudut memzuç (karışmış) bir halde yaşayan, bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-ı millîsidir. Bu hudut meselesini tespit eden madde içerisinde büyük bir esas vardır.”[36]
Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs’ta yaptığı konuşmada, gerek Misâk-ı Millî sınırları içerisinde kalan ahali hakkındaki ve gerekse millî sınırlardan kast edilenin nereleri olduğu hususundaki düşüncelerini daha geniş bir şekilde açıklamakta ve şöyle demektedir:
“… Burada maksut olan ve Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiye’dir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyeti âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsur-u islâma münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiye’den mürekkep bir kütleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan, hudut meselesi tâyin ve tespit edilirken, hudut-u millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, Şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudut-u millîmiz budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurlardan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir.”[37]
Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa “vatan” kavramının kıstası olarak, Batı siyasi düşüncesinde egemen olmaya başlayan “self-determinasyon” ilkesinin dayandığı “kültürel” temelleri seçmiş, bu aşamada da belki çevre şartlarının gereği ile söz konusu temeller içinde din unsuruna ağırlık vermiştir. Misâk-ı Millî, bu sebeple Osmanlı-İslâm unsuruyla meskûn yörelerin istiklâline kavuşturulmasından ve yeni devletin vatan sathını oluşturacağından bahsetmektedir. Burada “Türk” milletinden ise söz edilmemektedir. “Türk” yerine “İslâm” unsuruna yer vererek, İngiltere başta olmak üzere Büyük Güçlerin Anadolu’daki müslümanlar arasında bir ayrılık yaratıp, parçalama teşebbüslerine karşı emniyet sübabı koymak istemişti.”[38] Coğrafi sınır hususunda ise; düşünce olarak “Osmanlı İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan” bölgelerin elde edilmesi arzulanmış iken, 30 Ekim 1918 tarihinde sınırlarımız içinde kalan yerler istendiği ve Kerkük’te bu sınırın dışında kaldığından dolayı Misâk-ı Millî metni, “mezkûr mütareke. haricinde” şeklinde düzenlenerek bunun telafisi yoluna gidilmişti. Böylece Kerkük’te millî sınırlar içerisine alınmış olmaktaydı. Nitekim Rauf Bey’e, mütareke hattı haricinde tabirinin konulma gerekçesini soran Mustafa Kemal Paşa, verilen cevaptan tatmin olmuş olmalı ki, TBMM açıldıktan sonra yaptığı konuşmada Kerkük’ü de millî sınırlar içerisinde saymaktadır.
Misâk-ı Millî sınırları hususunda verebileceğimiz bir belge de, Genelkurmay Askeri Tarih Başkanlığı Arşivi’nde bulunan Misâk-ı Millî haritasıdır. Hariciye Vekaleti tarafından, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne gönderilen bir yazıda, Amerikan ticaret mümessili Gillespie’ye[39] verilmek üzere, tespit edilmiş olan güney ve doğu hudutlarıyla Misâk-ı Millî’ye göre diğer hudutları gösterir bir haritanın hazırlanarak gönderilmesi istenmişti.[40] Bu isteğe binaen, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından hazırlanan harita, Hariciye Vekaletine gönderilmiştir. Harita hakkında yapılan açıklamada ise şöyle denilmekteydi:
1- Moskova Antlaşması ile tespit edilen ve öteden beri İran’la sınır olan Doğu hududumuzla güney hududumuzun Ankara Antlaşması’yla tespit edilen kısmı ilişikteki haritada gösterilmiştir.
2- Misâk-ı Millî hudutlarına gelince; bu hususta tespit edilmiş belirli bir hudut hattı yoktur. Bununla birlikte, Misâk-ı Millî esaslarına göre arzu edilen sınır, ilişikteki haritada kesik çizgiyle gösterilmiştir.[41]
Haritadaki doğu sınırı Batum’dan başlayarak Bayezid ve Şemdinan’ı içine alacak şekilde uzanmakta, daha aşağıda Kerkük ve Musul’u da içine alarak güney sınırımıza çıkmaktadır. Açıklamada da bahsedildiği üzere, haritanın doğu sınırı Moskova Antlaşması ile çizilen sınırı, güney sınırı ise Ankara Antlaşması ile çizilen sınırı ihtiva etmektedir.
Kesik çizgiyle gösterilen sınır ise, Misâk-ı Millî’ye göre düşünülen sınırları göstermektedir. Misâk-ı Millî’ye göre istenilen sınır içerisinde ise Kerkük ve Musul bölgeleri yer almaktadır. Biz bunu, Misâk-ı Milli’de yer alan “mütareke hattı haricinde” ibaresinin haritaya çevrilmiş hali olarak kabul edebiliriz. Zira bu harita, Milli Mücadele’nin en sıcak günlerinde yapılmıştı. Dolayısıyla o günlerde, milli mücadeleyi yürütenlerin sınır konusundaki istek ve düşüncelerini en belirgin bir şekilde göstermesi bakımından bu harita önemlidir.
Haritada Misâk-ı Millî sınırları batı ve kuzeybatı bölgelerinde ise, Batı Trakya ile Ege Denizi’nin bir kısmını içine alacak şekilde gösterilmektedir. Ancak, Batı Trakya bölgesi farklı bir işaretleme ile gösterilmiştir. Bunun sebebi ise, Misâk-ı Millî hükümleri içerisinde Batı Trakya için ayrı bir madde konulmuş olmasıdır. Buna göre, Türkiye barışına bağlı olan Batı Trakya’nın hukuki durumunun tespiti, bölge halkının serbestçe beyan edecekleri oya göre belli olacaktı. Bu durumu göstermek için haritada Batı Trakya bölgesi, Misâk-ı Millî sınırları içinde, ancak durumu tam netleşmemiş bir yer olarak gösterilmiştir.
Antakya’nın haritada yer almamış olması, o bölgenin Misâk-ı Millî sınınrları içerisinde olmadığı anlamına gelmemektedir. Zira, Antakya, Misâk-ı Millî’nin hudutlarına temel teşkil eden, 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle Osmanlı sınırları içerisinde bulunan topraklar arasında yer almaktadır. Bunu, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı isimli eserde yer alan 3 nolu haritadan tespit etmek mümkündür. Bu haritaya göre Antakya, Ateşkes esnasında Türk kontrolünde olan yerler arasında gösterilmektedir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa tarafından Başkumandanlık Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne yazılan 6 Kasım 1918 tarihli telgrafta da, İngilizlerin İskenderun’u işgal etmek istemelerinin sebebini, “İskenderun-Kırıkhan-Katma yolu ile hareket ederek Antakya-Dircemal-Ahterin hattında bulunan 7. ordunun hattı ricatini kesmek” olarak göstermektedir ki, bu belge, Antakya’nın mütareke esnasında Osmanlı hakimiyetinde bulunduğunu tereddüte yer bırakmayacak şekilde açıklamaktadır.[42]
Sonuç olarak, “mütareke hattı haricinde” ifadesiyle kastedilen bölgenin, Müslümanların yaşadıkları Kerkük olduğu ve bu hususun, bütün mebusların katılımıyla gerçekleşen 28 Ocak 1920 tarihinde yapılan toplantıda mebusların hepsi tarafından da desteklendiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Misâk-ı Milli metnine dahil olan bölgelerin, Osmanlı Devleti çözülüp yeni bir devletin kurulması mücadelelerinin verildiği dönemde, Türk milletinin taviz veremeyeceği ve geri adım atamayacağı sınırlar olduğuna da dikkat çekmek gerekir. Artık Türkler, tarihin kendilerine dayattığı bu yeni dönemde üzerinde yaşayacakları son toprak parçalarının sınırlarını tayin ve ilan etmişlerdi.
Atatürk Üniversitesi Erzincan Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 71-77