Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Misak-I Millî… Bir Mecburiyetin Anatomisi

1 27.699

Halil DAĞ

Türkiye’nin varlığının tartışma konusu edilmeye başlandığı şu günlerde ülkemizin üzerinde oturduğu coğrafyaya ilişkin tarihi gerçeklerin yeniden sorgulanması gerekmektedir. Acaba hakkımız olanın ne kadarına sahibiz?

Bugünlerde herkesin “Acaba Türkiye bölünecek mi?” kaygısını yaşıyor olmasına karşın ben, son bölünmeden önceki “Vatan” ile bugünkü vatan topraklarının hukuki belgesi olan “Misak-ı Milli” üzerine değerlendirmede bulunmak istiyorum.

Hepimizin adımız gibi belleğine kazıdığı Misak-ı Milli ve onun getirdikleri, mevcut devletimizin uluslararası arenadaki en önemli hukuki belgelerinden birisidir. Gerek ortaya çıkış koşulları gerekse bize getirdikleri birçoğumuzun iyi bildiği ancak yeterliliğini pek tartışmadığı bu hukuki dayanaktır. Ancak tam olarak neyin ifadesidir, ne şekilde ortaya çıkmıştır, neleri getirmiş ve neleri götürmüştür?

Bütün bunlar günümüz koşullarında yeniden tartışılmaya muhtaçtır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda, hem de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı topraklarının fiilen işgal edilmeye başlandığı günlerde resmen ortaya çıkan Misak-ı Milli, Türklerin vazgeçilmez vatan sınırlarını belirleyen, uluslar arası arenada Türkiye Cumhuriyeti’ne meşruiyet kazandıran en önemli belgelerden birisidir. Ancak yeni Türk Devleti’ne bu meşruiyeti sağlamasına karşın Misak-ı Milli’nin, çok zor koşullar altında ortaya çıkan bir belge olduğu için eksik kalan yönleri de vardır. Özellikle çizilen sınırlar konusu bugüne kadar yeterince tartışılmamıştır. Oysa ki 1918’de Wilson Prensiplerinin[1] dünyaya hakim olduğu bir dönemde, Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar, Osmanlı bakiyesi Türkleri ve Türklerle aynı kültür ve kader dairesinin içinde kalan toplumları kapsamaktan uzaktır.

Tarihin Üç Önemli Belgesi

Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırların ne olduğu gibi tartışmalardan uzaklaşarak belgenin niteliğine ve özüne biraz temas etmeye çalışalım. Bu belge niteliği ve taşıdığı özellikler dolayısıyla devletler hukuku ve siyaset bilimi alanındaki en önemli üç belgeden birisidir.

Günümüzün siyasal sınırları ve güç dengesi nasıl ki “1648 Westphalia Anlaşması” ile belirlenmişse, siyasal otoritenin biçimi ve ulusların (özellikle üçüncü dünyanın) bağımsızlık haklarının özü bu üç belgeye dayanır.

  • Bu belgelerden birincisi İngiliz Feodallerinin, Kral karşısında güçlerini pekiştirdikleri ve halkın egemenliğine giden yolu açan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum”’dur. Günümüz siyasal demokrasileri özü itibarıyla bu belgeyle doğmuşlardır. Yani mevcut siyasal sistemler bu belgeye dayanırlar.
  • İkinci önemli belge ise “1789 Fransız İhtilalı” ile ortaya çıkan ve ulus-devlet düzeneğinin yeşerticisi olan “İnsan Hakları Beyannamesi”dir. Bu belge ile insan haklarına ve ulusal egemenliğe dayalı devlet sistemleri doğmuştur [2] .
  • Üçüncü önemli belge ise Türklere ait bir belgedir. Bilinen adıyla Misak-ı Milli. Bu belge, diğerleri gibi insan hakları, devletin biçimi, demokrasinin içeriğine ilişkin detaylar taşımaktan ziyade ilk ulusal (milli, daha doğrusu bir milletin kendi gücüyle topyekün ayağa kalkışı) bağımsızlık bildirgesi olarak karşımıza çıkar.Bu belgeyi özel kılan ise; imparatorluklar döneminde ulus-devlete dayalı ilk devleti çıkaran belge olmasının yanında o güne kadar sürmüş olan emperyalist egemen anlayışa karşı bir başkaldırı simgesi olmasıdır[3].

Misak-ı Milli sadece içe karşı verilen bir mücadele değil aynı zamanda uluslar arası bir meydan okumadır. . Bir başka önemli özelliği ise uluslararası sisteme karşı yöneltilen bir başkaldırı ve bir ulusal bağımsızlık bildirgesi olmasıdır ki diğerlerinden bu yönüyle tamamen ayrılır. Diğer ikisi devletin içinde krala ya da yönetime karşı bir çıkış iken Misak-ı Milli uluslar üstü ve hegemon sisteme karşı bir başkaldırıdır.

Magna Carta, zaten kralın gücünü paylaşan feodallerin, otoritesini biraz daha sağlamlaştırarak, bu durumu hukuki bir çerçeveye bağlamaktan öteye geçmezken, Misak- ı Milli, henüz resmen var olmayan bir devletin (daha doğrusu harita üzerinde parçalanmış bir devletin ardıllarının) sömürgeci emperyalizm karşısındaki eşsiz bir başkaldırısıdır

İnsan Hakları Beyannamesi ise; Onlarca önemli aydınlanmacı fikir adamının alt yapısını hazırladığı ve devletin, düzenin bir isyanla alaşağı edildiği bir zamanda ortaya çıkmış olmasına rağmen ortaya çıkışı ya da doğuşu itibarıyla bir olağanüstülük taşımaz. Misak-ı Milli’nin gerek ortaya çıkış koşulları gerekse belgenin muhatabı güçlerin o dönemdeki hakim konumu ve en önemlisi tüm imkansızlıklara karşın belgenin kısa sürede geçerlilik kazanması olağanüstülükler taşır.

Misak-ı Milli’nin Kabul Edildiği Siyasi Ortam

Misak-ı Milli her şeyden önce belge işgal altındaki bir başkentte ve kapısında işgal kuvvetlerinin askerlerinin nöbet tuttuğu bir mecliste kabul edilmiştir. Zaten bu belgenin kabul edilmesi Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılma gerekçesi olmuştur.

Misak-ı Milli’nin meclis tarafından oylanmasından önce Edirne Mebusu Mehmet Şeref Bey’in yaptığı konuşmada;

Ortaya, ölümümüze kadar sürecek olan, bir Misak-ı Millî çıktı. Bu öyle bir Misak-ı Millî’dir ki, Meclisimiz bunu kesin bir kararla bundan sonraki tarihimize kaydederken geçmişin güçlü ve parlak günleri kadar gelecekte de milletimiz için umduğumuz ve devletimiz için beklediğimiz en parlak günleri hazırlamış olacağız. “…”. Dünyadaki bütün acılı insanlara huzurlu bir gün yaşatabilmek için bunun, insanları çiğnemek ve esir yaşatmak istemediklerini ilân etmiş olan Avrupa’nın bütün uygar devletlerine duyurulmasını teklif ediyorum…”diyordu. Ardından önerge oylanmış ve teklif oybirliği ile kabul edilmiştir.

Misak-ı Milli’nin dikkat çeken satırbaşları şu şekilde özetlenebilir:

  1. İşgal altındaki Arapların yoğunlukta olduğu İslam toprakları sosyal, dini ve beşeri bakımdan ayrılmaz bir bütünün parçasıdır ve ayrılamazlar.
  2. Kars, Ardahan ve Batum için halkoylaması yapılmalıdır.
  3. Batı Trakya’nın hürriyeti meselesi oylama ile belli olmalıdır.
  4. Devletin adli, mali ve diğer alanlarında gelişmeyi engelleyici bağlar reddedilmiştir. Ortaya çıkacak devlet borçları ise yine bu esaslara göre ödenecektir.

Edirne Mebusu Şeref Bey’in sözlerinde dikkat çeken bir husus vardır. O da; geleceğe bir vasiyet bırakılmış olmasıdır. Yani ortada tam olarak kağıda kaleme dökülemese de bir hayal vardır. Bu bakımdan belgenin yazıya dökülmüş halinin yanında yazıya dökülemeyen halinin, o günün koşullarında “hayal” olarak kalan kısmının etraflıca tartışılması gerekir.

Milli Misak Türk Milletini Tutmuştur, Ama…

Misak, kelime anlamı olarak, tutmak, bağlamak, sabitlemek anlamlarına gelir. Bu anlamdan hareketle bu ahdleşme anlamının da etkisiyle Türk toplumunu uzun süre toparlamıştır.

Şimdi o günkü yapılan konuşmaları ve Misak-ı Milli’nin neleri içerdiğini biraz kenara bırakarak tartışmamıza geçelim.

Modern hukukta ve uluslararası hukukta bazı kaideler vardır. Mesela “Eski anlaşmalar en iyi anlaşmalardır” sözü yazılı bir kural olmasa da teamüli geçerliliği olan, aktörlerin geçmişin sorunsuz zamanlarında imzalanmış anlaşmalarına sıkça atıf yaptığı bir sözdür. Bu söz, günümüzde devletlerarası ilişkiler her ne kadar belirli anlaşmalarla yapılmış olsa da, bu anlaşmaların kimi zaman olağanüstü durumlarda ya da belirli bir “hukuksuzluk” içerisinde imzalandığını ifade etmek için kullanılır. Bu bakımdan tartışma konusu olan hususların çözümünde geçmişin barış zamanlarında ve eşit şartlarda yapılmış anlaşmalarına atıflar yapılır.

Bir diğer önemli kaide ise yukarıdaki cümlede de nispeten geçtiği üzere anlaşmaların/akitlerin eşit taraflar arasında ve eşit şartlar altında imzalanmış olması hususudur. Aynı zamanda anlaşmaların belirli bir hakkaniyet ölçüsünde olması esastır. Hakkaniyet ilkesini gözetmeyen anlaşmalar daha o gün ölü doğmuş anlaşmalardır. Bunun en büyük örneklerinden ikisi “Sevres Anlaşması” ve “Versaille Barışı” olarak bilinen anlaşmalardır.

Sevr Anlaşması’nı, Misak-ı Milliyi hayata geçiren liderlik, tarihin çöplüğüne gönderirken Versay Barış Anlaşmasını da Adolf Hitler yırtıp atmıştır. Bunların her ikisi de hem kadim hukuka riayet etmeyen hem de mevcut koşullarında muhataplarının haklarını hiçe sayan anlaşmalardır. Bu sebeple yürürlükleri hiçbir şekilde olmamıştır.

Misak-ı Milli’nin İçeriği

Misak-ı Milli Belgesine geri dönelim;

Misak-ı Milli şu dört esas açısından hem o gün için hem de bugün için yeniden incelenmeye ve sorgulanmaya muhtaçtır. Bunlar;

1 – Eski Anlaşmaların hiçe sayıldığı bir savaşlar çağında ortaya çıkan mecburiyet dolayısıyla çiğnenen hukukun iadesi, Osmanlı’nın ve O’nun geride kalan bakiyesinin hukuki statüsünü garantiye almış olan eski anlaşmalar,

2 – Osmanlı kavramının sosyal ve içtimai sınırlarının doğru bir şekilde tespiti,

3 – Sultan Abdulhamid’e iade-i itibar yolu açılarak Musul üzerinden eski hukuki hakların hayata geçirilmesi,

4 – Osmanlının (Türk Egemenliği) olmadığı eski topraklarda yüz yıldır devam eden sorunları uygar batının hala çözememiş olması.

Misak-ı Milli, eski anlaşmalara ilişkin teamüllerin açgözlü Avrupalılarca[4] hiçe sayıldığı, hakkaniyet kuralının yerle bir edildiği bir ortamda, medeniyet denen canavarın tek dişini şarkın zayıf damarlarına ölümüne geçirdiği bir ortamda ortaya çıkmıştır.

Bir kere Misak-ı Milli’nin bu şekilde doğuşu bile Misak-ı Milli’nin asıl niteliğinden geride kaldığını göstermektedir. Çünkü silahların gölgesinde toplanan bir meclis ancak yangından kaçarcasına canını kurtarmaya çalışmış, kendi öz malı birçok şeyden fedakârlıkta bulunmak zorunda kalmıştır. Silahların gölgesinde ancak ve ancak insanlığın en kutsal değeri yaşam hakkını gündeme getirebilmiş, sahip olduğu malını, mülkünü ve tüm hukuki haklarını gündeme getirmekten aciz kalmıştır. Bu koşullarda misak-ı Milli’nin sınırları bir mecburiyetin çizebileceği en geniş sınırlardır.

Misak-ı Milli bir başkaldırı olmasına karşın, ancak canının derdine düşen birinin düşünebileceği ya da hesaba katabileceği bir çerçeveye sahiptir. İnsanlık geleneğinde can’ın her zaman için bir dokunulmazlığı vardır. Misak-ı Milli de başkaldırısını yaparken çok da ileri gidememiş, ancak bu eski hukuk kaidesinin insafına sığınır bir ölçekte önce can tanımına giren toprakların sınırını çizmiştir.

Oysaki yangından kaçanların geride nice nice malı mülkü kalmıştır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın saldırgan ve güçlü Avrupa’sının tutumu gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni konjonktür karşısında Türkiye Cumhuriyeti, eski defterleri açmaktan hep kaçınmıştır. Özellikle Sovyetlerin ortaya çıkışıyla Avrupa ve Asya haritasının beklenmedik şekilde değişmesi hiçbir devlete adam akıllı geçmişin defterlerine el atma fırsatı vermemiştir.

Mesela Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’dan güçlerinin zayıflaması dolayısıyla çekilirken bölgeyi sürekliliği arz eden sorunlarla baş başa bırakmış, çözümleri güçlenecekleri ileri bir tarihe yine kendi inisiyatiflerinde olacak şekilde ertelemişlerdir.

Ortadoğu’da hala devam etmekte olan sorunun temeli de Fransa ve İngiltere’nin o çok bilinen “Şark Sorunu” çerçevesinde bölgesel haritayı içinden çıkılamaz bir hale getirmeleridir. Bu çerçevede Fransa ve İngiltere bölgeye el atmayı hep istemişse de daha 1930’larda Hitler’in Avrupa için bir tehdit olarak ortaya çıkması, bu ülkelerin bölgeye ilgisini aynı derecede devam ettirmesini engellemiştir.

Türkiye için ise durum bilindiği gibi “Şeyh Sait İsyanı” ile sürecin ve ilginin kesilmesi şeklindedir. Daha doğrusu o dönemde ortaya çıkan “Milletler Cemiyeti”, Fransa ve İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye’nin güneyini (Musul) Türkiye’den koparmış, ancak İkinci Dünya Savaşı başlayınca da statüsü tartışmalı Hatay’ı bir rüşvet olarak Türkiye’ye ikram etmiştir.

Aynı çevrelerin yine statüsü tartışmalı “Oniki Adaları” Türkiye’ye vermemiş olması da ilginçtir. Çünkü o dönemde Almanya’nın krom ihtiyacını[5] karşılayan Türkiye’nin, Akdeniz’i kontrol etmesini sağlayacak olan Oniki Adaları elinde tutması tehlikeli bulunmuştur. Bu, olası bir Alman-Türk ittifakı durumunda Akdeniz’in, Fransa ve İngiltere tarafından tamamen kaybedilmesi demektir.

Bu davranış, 1935 Akdeniz Paktı ile Türkiye’nin güvenliğini İtalya’ya karşı garanti altına alan Fransa ve İngiltere’nin Türkiye ile yürüttükleri ilişkinin gerek içeriğini gerekse samimiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki İsmet İnönü, bütün ısrarlara rağmen –açlık ve kıtlık pahasına da olsa- Türkiye’yi fiilen savaşa sokmaya hiçbir şekilde yanaşmamıştır[6].

1950 ve sonrası ise dünyada yepyeni bir düzenin kurulduğu yılları ifade eder. Sovyetlerin yarattığı kırılma sonucu Varşova Paktı ve NATO Paktı ortaya çıkarken, bu iki paktın merkezinde yer almayan devletler ABD ve Sovyetler etrafında “kümelenmek” zorunda kalmışlardır. Haliyle böyle bir kümelenme ihtiyacı dünya devletlerinin hemen hepsini milli çizgilerinden ayrı bir siyasetsin içine sokmuştur. Türkiye de bu çerçevede milli siyasetine NATO ayarı vermiş, uluslararası ilişkiler ağındaki yerini NATO Konsepti’nin elverdiği ölçülerde almıştır.

Sovyet tehdidi ile ABD politikalarının cenderesine sıkışan Türkiye, 1989 yılında Sovyetlerin yıkıldığı güne kadar Misak-ı Milli hali hazırda elimizde bulunan sınırlarının dışında Türk Medeniyetine ilişkin en ufak bir emare aramamıştır[7]. Oysa, bin yıldır bu bölgede yaşayan Türkler, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel izler bırakmış, kültürler ve toplumlar arası kaynaşmalar olurken demografi bakımdan da tüm bölge kozmopolit bir nitelik almıştır.

Sonuç olarak içine kapanan bir Türkiye ve dönemin mecburiyetleri gereği çerçevesi oldukça dar çizilmiş bir Misak-ı Milli’nin ancak elde edilebilen kısmına hükümran bir ülke. Gerek NATO’yla yürütülen bu bağımlılık ilişkisi gerekse Türkiye’nin kendine özgü içine kapanıklığı Türkiye’nin doğal hinterlandına ilişkin politikalar üretmesini engellemiştir.

Misak-ı Milli’nin Mutlak Anlamda Coğrafyaya Olan Kayıtsızlığı ve Yeniden Tanımlama Gereği

Gerçekçi Bir Misak-ı Milli Nasıl Olmalıdır?

Oysaki Türkiye, gerek şu an ki kurulu olduğu coğrafya itibarıyla gerekse devraldığı mirasın sosyo-ekonomik, tarihi ve kültürel coğrafyasının uzantıları bakımından çok büyük bir ülkedir. Bu sebeple Türkiye’yi “Edirne’den Kars’a kadar” diye tanımlayan bütün ifadeler külliyen yanlıştır.

Çünkü,

Gerek kendi dilimizin zenginliği gerekse ortak Osmanlı Türk kültürü dolayısıyla Basra’dan yola çıkan birisi bir tercümana gerek duymadan Kosova’ya, Üsküp’e kadar sorunsuz yolculuk edebilmektedir. Her ne kadar güneyimizdeki Arap coğrafyasında dil problemi biraz öne çıkar gibi olsa da “Türk” olduğunuzu belirtmeniz onlar için “dindaş, kardeş” kavramı çerçevesinde günlerce ağırlanmanıza yeterlidir. Böylesi bir kültürel kardeşliğin bir İstanbul’dan, Kars’tan ya da Ege’nin herhangi bir köyünden ayrı tutulması hangi hukukun öngörebileceği bir hakkaniyettir bunun sorgulanması gerekir. Aynı şekilde İpsala Sınır Kapısını aşan bir vatandaşımız tüm Balkanları, Makedonya’yı, Kosova’yı, Bosna’yı dil ve kültür problemi yaşamadan dolaşabiliyorsa, buraların ayrı bir “devletler hukuku kişisi” olarak görülmesi hukukun doğasına zehir katmaktır.

Ayrıca daha 1980’li yıllara kadar eski Son Osmanlı Halifesi adına hutbe okunan Sudan, Moritanya gibi Afrika ülkelerini de sayacak olduğumuzda harita çok daha geniş bir coğrafyayı içine alır. Her ne kadar bugün bu geniş coğrafyayı Pentagon Genişletilmiş Ortadoğu olarak yeniden tanımlayıp biçimlendirme işini bize vermiş olsa da ortada bambaşka bir gerçek vardır. Bugün Türkiye’nin siyasetçisiyle, aydınıyla, okuruyla, yazarıyla üzerine gitmesi gereken çok önemli konulardan birisidir. Her ne kadar bu geniş coğrafyanın tek bayrak altında birleştirilmesi teknik olarak mümkün olmasa da tüm bu coğrafyanın gerçek Misak-ı Milli’nin “Lebensraum”u olduğundan hareketle sınırların kademeli olarak yeniden tanımlanması gerekir. Öncelikli olarak en geniş haliyle bir tanımlama yapıldıktan sonra, tüm bölgeyi masaya yatırarak “birbirinin mütememmim cüzü” olan topraklar tek merkezli yeni bir haritanın içine alınmalıdır. İkinci aşamada ise asgari müştereklerin daha vazgeçilmezlerinden hareketle ikinci bir daire çizilerek birbirinden coğrafi, siyasi, ekonomik, kültürel, tarihi vb. yönlerden ayrılamaz yerler tespit edilmelidir. Mesela, hem dini hem de ırki bakımdan aynılığı olan bölgeler bu dairenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Batum, Konya, Diyarbakır, Kars, Maraş, samsun, Üsküp, Selanik, Musul, Kerkük, Halep, Bakü, Kıbrıs, Köstence ve akla gelebilecek onlarca şehir hepsi birbirisinin gerek sosyo-ekonomik, mimari ve kültürel bakımdan gerekse dinsel ve etnik bakımdan birbirinin kopyasıdır. Konuya bu açıdan bakınca bu kentlerin birbirinden ayrı düşmüş olması ancak ve ancak bir mecburiyet ve gayrı hukuksuzluğun baskın çıkması ile izah edilebilir.

Misak-ı Milli çerçevesinde sürekli tartışılan özel bir konu olarak hep gündeme gelen Musul konusunda ise hem hukuki hem de teknik bakımdan basit bir çözüm yöntemi aslında önümüzde durmaktadır. Her ne kadar bu bölge 1925’te mecburi rızamızla Milletler Cemiyeti hüneriyle elimizden çıkmışsa da ortada yukarıda uzun uzun izah etmeye çalıştığımız bir hukuksuzluğun yarattığı statüko vardır. İngiliz Donanması’nın İskenderun Limanı açıklarında konuşlandığı bir ortamda savaştan yeni çıkmış bir devletin Musul için yapacak fazla bir şeyinin olmaması anlaşılır bir durumdur. Ancak bu konuda daha önceki hukuk yeniden masaya getirilmek zorundadır. Mesela Kars, Ardahan, Aras Çayı gibi konular; bugün mevcudiyeti devam etmeyen Sovyetler ile yapılmış anlaşmalar ile çözüme kavuşturulmuştur. “Devletlerin sürekliliği” ilkesi gereğince bugün olmayan bir devletle imzalanan anlaşma onun mirasçıları ile aramızda hukuki bir geçerlilik ifade ediyorsa aynı ilke Musul ve diğer konularda da işletilmelidir. Kıbrıs konusunda da aynı ilke geçerlidir. Kıbrıs, “İngilizlerin emanetçilikten gaspçılığa yöneldiği bir oldubitti” ile elimizden çıkmıştır. Bütün bunlarla ilgili hukuki tartışmalar, yeniden ve Osmanlının barış dönemi anlaşmaları çerçevesinde ele alınmalıdır.

Ayrıca Musul konusunda Sultan Abdülhamid’in özel hukuka ilişkin hakları yeniden işletilmelidir. Bilindiği gibi bölgede petrolün bulunması üzerine durumun gideceği noktayı fark eden Abdulhamid devletin gelecekte düşeceği zor durumları hesaba katarak Musul’u Mülk-i Şahane ilan etmiştir. Yani devletin masaya koyabileceğin bir kamu malı olmaktan çıkarıp, her daim korunan bir kişisel hukuk nesnesi haline getirmiştir. Burada yapılması gereken en önemli şey, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Sultan Abdulhamid’e vereceği bir iade-i itibar” ile ittihat Terakki’nin bu konuda yapmış olduğu hatayı düzeltmesidir. O dönemde Abdülhamid’in şahsına yapılan haksızlığın hukuken iadesi durumunda Musul üzerindeki haklar doğrudan Devletler Özel Hukuku konusu olacaktır ki bu durumda saltanat ailesinin mülkü olması nedeniyle Musul’un hakları doğrudan Türkiye Cumhuriyetine geçecektir. Çok zorlama bir yol gibi görünse de özel haklar her halükarda korunması gereken haklar olduğu için Musul üzerindeki uluslararası hukuka ilişkin tartışmaların özel hukuk alanına çekilmesi başka devletlerin konuya el atmasının önünü önemli ölçüde tıkayacaktır. Konunun bu boyuta taşınması imkânsız gibi görünse de ortada önemli bir hukuki gerçeklik vardır. Eğer ki bu tartışmanın gerek toplumsal zemini gerekse uluslar arası hukuktaki tabanı yaratılabilirse neden “Aaa… Gerçekten de durum aslında böyleydi…” denmesini sağlayamayalım.

Tabii açılımlardan fırsat bulabilirsek…

Sonuçta ortada varlığımızı asgari koşullarda garanti altına alan bir belge var. Ancak bu belgenin normal şartlarda hazırlanması durumunda gerçek içeriği nasıl olurdu sorusunun zamanı geldi de geçiyor. Artık Türkiye, “bölündük bölüneceğiz” paranoyalarından kurtularak geçmişin bakiyesinden hareketle kendini yeniden yaratmak zorundadır.

Son Söz:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir… Turan.

https://twitter.com/#!/hdag77 


  1. Wilson Prensipleri, Lenin’in Şark Coğrafyası’ndaki ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını söylediği 1917’den bir yıl sonra Atlantik’in öbür tarafından ABD’nin başkanı W. Wilson’un Lenin’in düşüncelerine benzer şekilde ortaya koyduğu prensiplerdir. En önemli ilkesi self determinasyon ile halkların kendi kaderini tayin hakkıdır.
  2. Bu anlamda insan haklarına ilişkin daha sonra başka evrensel nitelikli beyannameler (Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi) ortaya çıkmışsa da günümüz devletler sisteminin ve insan hakları kavramının temeli bu belge olarak kabul edilir.
  3. Daha önce ortaya çıkmış kimi ulus devletler belki ilk ulus devlet sayılabilir belki ancak bunların hepsi güçlü Avrupa devletlerinin himayesindeki mandater devletlerdir. Oysaki Türk Devleti güçlüye rağmen kurulmuş bir devlettir.
  4. O dönemde Çanakkale’ye, Kafkasya’ya, Galiçya’ya akın akın saldıran Avrupa medeniyet dairesi Türkleri insandan bile saymamış hatta İngiliz Başbakanı Winston Churchill, İngiltere Lordlar Kamarası’nda, Türklere karşı gaz bombası kullanılmasına karşı gelenlere “Biz insanları zehirlemeyeceğiz ki. Siz Türkler’i insandan mı sayıyorsunuz? Onlar köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir.” demiştir.
  5. Krom o dönemin ağır silah sanayisindeki en önemli hammaddedir. O dönemlerde dünyadaki en büyük ve önemli krom üretici olan Türkiye, bir yandan tarafsızlığını korurken bir yandan da gönlünden geçen Almanya taraftarlığını Almanya’ya krom satarak göstermiştir. Zaten almanlar Edirne’ye kadar gelmiş olmalarına rağmen özellikle bu yüzden Türkiye’ye saldırmamıştır. Türkiye krom satışını Almanların savaşı kaybedeceğinin belli olmaya başladığı 1943 yılına kadar sürdürmüştür.
  6. Çok çetin bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, Almanya’nın ardından Japonya’nın da savaşı kaybedeceğinin kesin olarak anlaşıldığı 1945 Mayıs’ında her iki devlete de resmen savaş ilan etmiş ancak fiilen de savaşa girmemiştir. Bu savaş ilanı sayesinde Türkiye, Dumberton Oaks Anlaşmasına göre Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi sıfatı kazanmıştır.
  7. Basit bir örnek vermek gerekirse, İran’daki Kaşkay Türkleri buna önemli bir örnektir. 1935 yılında Şah Rıza’nın uçakları Türkleri bombalarken, Türkiye İran’da Türk olduğu iddiasını resmi ağızlardan reddetmiştir. Bu reddiye 1989 yılına kadar da resmen sürmüştür.
1 yorum
  1. Abidin Sezer diyor

    Misak-ı Milli,Devletimizin uluslararası arenadaki en önemli Hukuki Belgelerinden birisidir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.