Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Mimar Sinan

0 16.277

Prof. Dr. Semavi EYİCE

Anadolu’nun kuzeybatısında küçük bir beylik halinde doğarak çok kısa bir süre içinde büyük bir devlet durumuna çıkan Osmanlı Devleti 15. yy.dan itibaren de parlak bir medeniyetin yaratıcısı olmuştu. Osmanlı Devleti ve medeniyeti bir gelişme safhasından sonra 16. yy. içinde en parlak seviyesine ulaştı. Bu döneme damgasını vuran hükümdar Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) olmuştu. Osmanlı Beyliği’nden büyük devlete geçiş aşamasında doğup, yeşeren Osmanlı dönemi Türk mimarlık sanatı da gelişiminin zirvesine 16. yy.’da Sultan Süleyman Dönemi’nde ulaştı. Türk-Osmanlı medeniyetinin yarattığı büyük yapı ustası Mimar Sinan da bu parlak siyasî dönemi, mimarlığını yaptığı eserler ile ölümsüzleştiren kişi oldu. Hakkında şimdiye kadar pek çok araştırma yapılan ve hayli çok sayıda yayın ile sanatı ve eserleri tanıtılan bu büyük yapı ustası hakkında özet halinde bazı bilgiler sunulmuştur.

Mimar Sinan’ın Hayatı

Sonraları büyük bir yapı ustası seviyesine ulaşacak olan Sinan, Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Yaklaşık olarak 15. yy. sonralarına doğru doğduğu sanılmaktadır. Sinan, dostu şair Sa’i Çelebi’ye yazdırdığı manzum hayat hikâyesinde I. Selim’in devşirmesi olduğunu “Ânın devşirmesiyim ben kemine” mısraı ile ifade eder. Devşirmeler Rumeli’deki Hıristiyan çocuklarından toplanırken ilk defa Sultan I. Selim’in cülûsunda Anadolu’dan da devşirme toplanmasına başlanmıştı. Sinan da bunlar arasında bulunuyordu. İnanmış bir Müslüman olarak yetişen Sinan’ı yoğuran ve yaratan o çağın Türk-Osmanlı medeniyetidir.

Sinan, yeniçeri ocağının çerçevesi içinde yetişti ve delikanlılık çağında Osmanlı ordusunun çeşitli ülkelerdeki seferlerine katıldı. Hayatının ilk önemli aşaması ordu içindeki askerlik dönemidir. Sinan İstanbul’a getirilen devşirme çocuklar ile birlikte At meydanındaki İbrahim Paşa Sarayı’nda ilk terbiyesini gördü. Burada birkaç yıl yetiştikten sonra onun 1514’de İran’a karşı Çaldıran seferine katıldığını görüyoruz. Bu onun Tebriz’de İran sanatını tanımasını sağladı. Yavuz Selim’in Memlüklere karşı yaptığı sefere de katılan Sinan Mercidabik ve arkasından Ridaniye zaferinden sonra 1517’de Kahire’ye girilmesi onun buradaki mimari eserleri yakından tanımasını sağladı.

Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk yıllarında Acemi oğlanlıktan çıkmış bir yeniçeri idi. Bundan sonra Sinan’ın Osmanlı ordusunun bütün seferlerine katıldığı görülmektedir. 1522’de Rodos kuşatmasına ve fethine katılmış, burada batılı şövalyelerin yaptıkları Gotik yapı sanatını yakından tanımıştır.

Belgrad seferi sonrasında atlı sekban sınıfına ayrılan Sinan’ın 1526’da Macaristan’da Mohaç ovasındaki savaşa katıldığı bilinir. Bunun arkasından önce yaya başı sonra zenberekci başı olmuş ve Budin seferinde bulunmuştur. 1534’te yapılan Bağdat seferinde ise yapıcı olarak yeteneğini Van gölünde göstererek çevreden sağladığı malzeme ile içine toplar yerleştirdiği ve bizzat idare ettiği üç kadırga ile karşı kıyıdaki Safevîlere karşı bir keşif seferi yapmıştır. Bu, onun üstün becerisinin bir belirtisi olarak sadrazam Lütfi Paşa’nın takdirini kazanmasını sağlamıştır. Bağdat’a kadar gidişi ile Sinan İslami Arap mimarisini de yakından tanımıştır. Üç yıl sonra 1537’de onun Adriyatik kıyısındaki Korfu seferinde bulunduğu bilinir. 1538’de yapılan Boğdan seferinde Prut ırmağı üzerinde ordunun geçişini kolaylaştıran 13 günde ahşap bir köprü inşa etmesi onun bugünkü anlamda mükemmel bir istihkâmcı olduğunu gösteren olaydır. Padişahın ve ileri gelenlerin bu güzel köprünün sonraları korunması için başına içinde az bir kuvvetle bir kule yapılmasını istemeleri üzerine Sinan ileride bu kulenin düşman tarafından kolayca ele geçirilebileceğini, bunun da psikolojik bir yenilgi sayılacağını öne sürerek köprünün işi bittikten sonra tahribinde ısrar etmesi dikkat çekicidir.

Boğdan seferi dönüşü Sinan’ın hayatının ikinci dönemi başlar. Kanunî’nin sadrazamlarından Ayas Paşa’nın 1539’da öldüğünde Lütfi Paşa’nın tavsiyesi ile türbesinin yapımı Sinan’a havale edildi. Daha önce Sinan Yeniçeri ağasıyla yapılan görüşme ile askerlikten ayrılarak Hassa mimarlığına geçmiş bulunuyordu. Bundan sonra ölümüne kadar Sinan büyük cami ve külliyelerden başka pek çok sayıda eserin yapımını üstlendiği gibi bir çoğunun da uygun gördüğü projelere göre yanında yetişen kalfalar tarafından uygulanmasını sağladı. Hassa baş mimarlığına yükselen Sinan, her çeşit bütün yapı işlerinin en yüksek amiri durumuna girmiş bulunuyordu. Kanunî Sultan Süleyman’dan büyük bir destek gördüğünden onun istediği kamu hizmetine yararlı işleri de büyük bir başarı ile yerine getirdi. Sinan’ın durumunun çok güçlü olmasına rağmen her toplulukta olduğu gibi onun aleyhine çalışanlar da çıkmıştı. Nitekim İstanbul’daki konağına bir su yolundan su aldığına dair bir ihbar yapılmasından da kaçınılmamıştı. Büyük Usta, yakın dostu şair Sa’i Çelebi’ye hayatını ve yaptığı eserleri anlatmış, o da bunu manzum biçimde kaleme almıştı. Ayrıca inşasını tasarladığı çeşitli yapıların adlarını veren listeler de kaleme alınmıştır. Birbirine tam uymayan ve tezkire denilen bu listeler eksik veya tamam birkaç nüshası günümüze kadar gelmiştir. Çok ilerlemiş bir yaşa kadar çalışmalarını sürdüren Sinan’a bu sebeple Koca Sinan lakabı yakıştırılmıştı. Sa’i Çelebi’ye yazdırdığı hayat hikâyesinde her yeniçeri gibi Hacı Bektaş Ocağı’na bağlı olduğunu belirten Sinan bir tarikat mensubu olarak hayatını sürdürmüştü. Nitekim yüzlerce eserinin adlarını verdiği listede kendi vakfı olarak inşa ettiği mescidi, “bu fakirül hakir’in mescidi” olarak tarif etmek suretiyle kendi kişiliğini mütevazı bir varlık olarak belirtmiştir. Böylece kendisini hakir (aşağı) bir derviş seviyesinde hissettiğini belirtir.

Sinan’ın soyunun devam ettiği evvelce İstanbul’dan Edirne’ye gelen yolun kenarındaki mezarlıkta iken buradan Edirne müzesine taşınan sanduka biçimindeki bir mermer mezardan anlaşılmaktadır. Çok değişik ve zarif bir biçimde işlenmiş sandukanın üzerindeki yazı bunun Ankara Mirlivası Mehmet Bey’in kızı ve “Sermimarân-ı Hassa Sinan Ağa”nın torunu, 1573 ‘de vefat eden Fatma Hanım’a ait olduğunu bildirir.

Çok ilerlemiş yaşına rağmen bazı önemli eserlerin yapımını sürdürdüğü bu eserlerin kitabelerindeki tarihlerden anlaşılan Sinan, ömrünü 1588 tarihinde tamamladı. İstanbul’daki en büyük eseri olan Süleymaniye Külliyesi ile evvelce yeniçeri ağalarının makamı olan Ağa kapısı arasında herhalde sağlığında iken yapmış olduğu küçük, mütevazı bir türbeye gömüldü. Bitişiğinde gösterişsiz sade bir de sebil bulunan bu türbenin cadde üzerindeki uzun manzum kitabesi hattat ve şair Sa’i Çelebi’nindir. Ölüm tarihi ebcet hesabi ile “geçti cihandan bu dem de pir’ü mimaran Sinan, ruhi içün fatiha ihsan ede pir’ü civan” (996/1588).

Eserleri

Sinan Osmanlı dönemi Türk mimarisinde birden bire ortaya çıkmış öncüleri ve devamcıları olmayan bir varlık sayılmamalıdır. Osmanlı yapı sanatı çeşitli aşamalarla onu hazırlamış ve onun engin bilgisi ve sanat zevkiyle Türk mimarisini geliştirmesine imkân vermiştir. İçinde yaşadığı çağ onun bütün verimini rahatça sergileyebilmesine yardımcı olmuştur. Böylece Sinan Osmanlı dönemi Türk mimarisinin bir yüzyıl boyunca en yüksek noktasına erişmesini sağlamıştır. Onun estetik anlayış ve yapı sanatı ustalığını benimsemiş olan arkasından gelen hassa mimarları olan Mimar Mehmet, Dalgıç Ahmet Ağa, Mimar Davut Ağalar bu klâsik akımı sürdürmüşlerdir. Ne yazık ki bu mimarların yaptıkları eserler hakkında açık bilgilerimiz yok. Nitekim Mimar Kasım Ağa’nın eserleri bilinmemekte, sadece Hassa başı mimarlığı yıllarında bazı eserler tanınmaktadır. Sinan’ın damgasını vurduğu klâsik dönem 18. yy. başlarında karakterini kaybetmiş yeni zevklerin ve estetik duyguların ortaya çıkması ile yeni bir görünüme geçmiştir. Sinan’ın yaptığı veya tasarlayarak kalfalarına inşa ettirdiği eserlerin adlarını veren tezkirelerde tam bir uyum yoktur. Bunlarda camiler, mescitler, medreseler, darülkurrâlar, türbeler, imaretler, darüşşifalar, su yolları ve kemerleri, köprüler, kervansaraylar, saraylar, mahzenler, hamamlar ve menzil külliyelerinin adları yer almaktadır. Sinan’ın listesinde adı geçen eserlerin bazılarını bir tasarı örneği vererek bir kalfasına yaptırttığı bilinmektedir. Bir kalfasını Manisa’da Muradiye Camii’ni yapması için gönderdiğini ancak bu ustanın ölmesi üzerine yerine başka bir yardımcısını yolladığını bir belgeden açık surette öğrenmekteyiz. Yalnız bir tezkirede adı geçen Van’da Hüsrev Paşa Camii’nin ise mimari üslubu Sinan’in başka eserlerine uymadığına göre onun da kalfalardan biri tarafından yapıldığına ihtimal verilebilir. Hassa başmimarı olarak Sinan Osmanlı padişahlarından Kanunî Sultan Süleyman’ın İstanbul’da iki büyük camiini kızı Mihrimah Sultan’ın Üsküdar ve Edirnekapısı’ndaki iki camiini, oğlu Sultan II. Selim’in Edirne’deki büyük camiini inşa ettiği gibi, devletin ileri gelenlerinden vezirlerin camilerini de yapmıştır. Bunlar arasında İstanbul’da Rüstem Paşa ve kardeşi Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın, Sokullu Mehmet Paşa’nın, Zal Mahmut Paşa’nın camileri, Bali Paşa camii, İzmit Pertev Paşa camii, Kılıç Ali Paşa camii, Hadım İbrahim Paşa’nın camileri sayılabilir. Padişah zevcelerinden Haseki Hürrem Sultan’ın, Nurbanu Sultan’ın camilerini de yapmıştır.

İstanbul dışında da Sinan Ankara’da Cenabî Ahmet Paşa, Kayseri’de Hacı Ahmed Paşa, Van’da Hüsrev Paşa, Bolvadin’de Rüstem Paşa Camii, Halep’te Hüsrev Paşa, Kırım’da Gözleve’de Kırım Hanları, Sofya’da Bosnalı Sofu Mehmet Paşa, Teselya’da Tırhala’da Osman Şah validesi camilerini yapmış; ayrıca Şam’da Sultan Selim ve Sultan Süleyman adlarına birer büyük külliye inşa etmiştir. Sultan Selim adına ikinci bir büyük külliyeyi de Anadolu’nun ortasında Karapınar’da yapmıştır.

Bütün bu büyük önemli yapılarında Sinan değişik plan tiplerini denemiş ve kendisine has üslûp özelliklerini ortaya koymuştur. Büyük ustanın bu yapılarında monotonluktan kaçındığı ve birbirinden farklı estetik anlayışlar ortaya koyduğu dikkati çeker. Bunlarda iç süslemenin de mimariyi bozmayacak surette ölçülü kullanıldığı ve en verimli çağında olan İznik çiniciliğinin ürünlerini aşırıya kaçmadan kullandığı dikkati çeker. Sinan, mütevazı ölçülerdeki mescitlerinde mimarileri fazla gösterişli olmadığından bunların içlerini eşsiz güzellikte İznik çinileri ile kaplamaktan kaçınmamıştır. Bu tür küçük yapılardan Ramazan Efendi mescidi (Hacı Hüsrev) bu hususta güzel bir örnektir.

Sinan kendi adına yaptığı Yenibahçe’deki mescidinde değişik bir plan uygulamış ve bu gösterişsiz yapıyı belirleyecek Türk sanatında başka bir benzerine rastlanmayan baca biçiminde bir minare ile süslemiştir. İkinci bir ilginç mescidi de Büyük Çekmece’de Sokullu Mehmet Paşa adınadır. Bu dıştan dolaşan merdivenle ulaşılan zarif işlenmiş taşlardan yapılmış şerefeden ibaret bir minareye sahiptir. Ancak dikkati çeken bir husus da Sinan’ın listelerinde mescitler bölümünde sadece İstanbul’da olanların adlarının verilmesidir.

Sinan medreselerini genellikle camilerinin çevresini tamamlayan bir unsur olarak ve şehrin topoğrafyasına uyumlu biçimde yerleştirmiştir. Bunların bir çoğu camiin avlu çevresini sınırlayacak biçimde yerleştirilmiştir. Darülkurra, Darüşşifa ve imaretler ise kullanımın getirdiği farklılıklar dışında genellikle medrese mimarisine benzemektedir.

Başta Kanunî Sultan Süleyman ve zevcesi Hürrem Sultan’ınki olmak üzere Sinan II. Selim’in de türbesini yapmıştır. Bunlar dışında dış mimarisi bakımından gösterişli bir mezar anıtı Şehzade Camii’nin yanında Şehzade Mehmet Türbesi’dir. Sokullu Mehmet Paşa, Pertev Paşa, Zal Mahmut Paşa, Ferhat Paşa, Barbaros Hayrettin Paşa, Yenibahçe’de Paşa türbeleri gibi sanat değeri yüksek çok sayıda mezar anıtı inşa etmiştir. Bunlarda değişik planlar uygulandığı gibi iç ve dış estetikleri özenli bir biçimde vurgulanmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman İstanbul’un su şebekelerini genişletmek işin büyük bir gayret sarfetmiştir. Kağıthane’deki suyun şehre getirilmesini emreden Kanunî Sultan Süleyman bu emri verirken suyun her mahalleye ulaşmasını ve çeşme yapılabilecek yerlerde akıtılmasını, yüksek yerlerde bu su için kuyular açılmasını, yaşlıların ve çocukların testi ve bardaklarını kolayca doldurarak “devletimin devamı için dua edeler” demiştir. Bu dönemde yapılan su yolları haritaları bilinmekle beraber artık kullanılmamaktadır. Üzerlerinde kitabe bulunmayan bu çeşmelerden Çukurçeşme Sultan Ahmed meydanının kenarında, çukurda halen görülebilmektedir. Sinan’ın meydana getirdiği su yapılarından en muhteşemi hiç şüphe yok ki Haliç’e akan Ali Bey deresi üzerindeki Moğlova kemeridir. Mimari bakımdan benzersiz bir güzellikte olan bu anıt kemer ne yazık ki son yıllarda bir baraj gölü içinde bırakılmıştır.

Sinan’ın su mimarisi ile ilgili başka bir yapı türü ise köprüleridir. Doğu Trakya ve Rumeli’deki köprülerinin en ilgi çekici olanı İstanbul yakınında Büyükçekmece’de olanıdır. İstanbul’dan batıya giden büyük sefer ve kervan yolunun üstünden geçtiği bu köprü güzel bir bakışla inişli çıkışlı yapıldığından gölün suyu ve taşma alanı üzerinden emniyetle geçişi sağlamaktadır.

Sinan’ın yaptığı saraylardan ise günümüze kadar gelen hiçbir örnek yoktur. Ancak bugün Topkapı Sarayı olarak adlandırılan Saray-u Hümayun’da mutfaklar, Sultan III. Osman köşkü altındaki havuzlu birim gibi bölümlerin onun tarafından yapıldıkları bilinir. Topkapı’da surlar dışında inşa edilen ve büyük bir havuzun ortasında yükselen Siyavuş Paşa kasrı günümüze kadar gelebilmiş tek örnek olarak anılabilir.

Sinan’a hayratlarını yaptıran vakıf sahipleri, bu hayratın bakımı için gelir sağlamak amacıyla bazen eserin yakınında bazen uzağında, fakat fazla müşteri çekebilecek yerlerde hamamlar inşa ettirmişlerdir. Sinan’ın yaptığı ve sayıları elliyi aşkın hamamdan bir çoğu günümüze gelinceye kadar yıktırılmıştır. Bunlardan mimari bakımdan dikkate değer bir örnek olan Haseki Hürrem Sultan hamamı Ayasofya’nın karşısında bulunmaktadır.

Şehrin ana caddesi kenarında Çemberlitaş karşısında olan Valide Nurbanu Sultan evkafından büyük çifte hamam ise bir bölümünün cadde genişletmek bahanesiyle kesilmiş olmasına rağmen sıcaklık bölümlerinin çok değişik mimarisi bakımından dikkat çeker. İstanbul içindeki diğer hamamlarından Balat’da Ferruh Kethuda camii yakınında bulunan hamam ile Zeyrek’de Çinili hamam hatıra gelebilir. Bunlardan ikincisi, Çinili hamam Barbaros Hayreddin Paşa’nın evkafındandır.

Mimar Sinan’ın Üç Büyük Eseri Şehzade Camii ve Külliyesi

Sinan’ın İstanbul içinde inşa ettiği ilk büyük eseri Şehzade Camii oldu. Bu cami 1543’te ölen, Kanunî’nin oğullarından Mehmed adına inşa ettirilmişti. Mimar Sinan camiinin yapımına Şehzadenin ölümünden az sonra 1544’te başlamış ve inşaat 1548’de tamamlanmıştır. Bu büyük eser için şehrin ana caddesinin kenarında ve Haliç’e hâkim yüksek bir yer seçilmişti. Cami yanındaki ana caddeden sadece pencereli bir dış avlu duvarıyla ayrılmıştır. Caminin ana cadde tarafının boş bırakılmasına karşılık külliyeyi oluşturan ek binalardan medrese, aşhane-imaret, misafirhane (tabhane) ve kervansaray sol tarafta toplanmıştır. Külliyenin bir de sibyan mektebinin olduğu bilinir. Adına bu külliyenin yapılmış olduğu şehzade Mehmed’in türbesi ise camiin kıble tarafında caddeden görülebilecek bir yerdedir. Böylece Sinan Fatih külliyesindeki simetrik düzenlemeden kaçınmıştır.

Şehzade Camii’nin (beş tanesi son cemaat yerine ait olmak üzere) on altı kubbeli, revaklı şadırvan avlusunu takip eden ana kitlesi kare bir mekân biçimindedir. Ana mekânı 37 m. yüksekliğinde ve 19 m. çapında bir ana kubbe örtmektedir. Bu kubbe dört tarafından yarım kubbeler ile desteklenmiştir. Ana kubbe ve yarım kubbelerin baskısı duvarlara bitişik payandalar ile karşılanmıştır. Yan cephelerde payandaların aralarına dışa açık galeriler yerleştirilmek suretiyle kitlevî görünüm hafifletilmiştir. Sinan ana kubbe baskısını dört yönden yarım kubbelerle desteklemek suretiyle statik bakımdan binayı tam dengeli bir şekle getirmiştir. Avlu ile ana mekânın birleştiği köşelerde yükselen iki minare Osmanlı dönemi Türk mimarisi için alışılmamış bir bezemeye sahiptir; bunların taş gövdeleri Türk sanatının başka dallarında çok rastlanan taşa işlenmiş kabartma motiflerle zenginleştirilmiştir. Sinan böyle bir minare süslemesini ilk ve son defa burada uygulamıştır. Camiin eki olan şehzade Mehmed Türbesi de sekizgen biçiminde küçük bir bina olup 9 metreyi aşkın bir kubbe ile örtülüdür. Dış cepheleri renkli taş malzemenin kullanılması suretiyle bezenmiştir. Bu Sinan’ın türbe mimarisinde kullanmaktan kaçındığı bir özelliktir. Cepheyi mukarnaslı bir friz kuşatmıştır. Türbenin iç duvarları çinilerle kaplı olup kubbenin iç yüzeyi de malakarî tezyinata sahiptir.

Süleymaniye Camii

Süleymaniye Camii ve Külliyesi

Saray Başmimarı Sinan’ın Kanunî Sultan Süleyman için inşa ettiği büyük külliye şehrin Haliç’e hâkim bir tepesinde kurulmuştur. Bu yerleştirmede şehrin batıdan itibaren engebelerinin sıralanışı düşünülerek külliye topografik özelliklere uyumlu olacak biçimde yerleştirilmiştir. Cami dış avlusunun etrafında yer alan külliye ek binaları ile zenginleştirilmiş bir site teşkil eder. Camiin iki tarafında ortaları avlulu ikişerden dört medreseden başka Haliç tarafında mülâzımlar medresesi adı verilen daha küçük bir medreseye sahiptir. Haliç tarafındaki iki büyük medrese arazinin meyilli oluşundan dolayı aşağıya doğru kademeli olarak yapılmıştır. Ayrıca ana eksenin karşı tarafında medrese mimarilerini hatırlatır biçimde, ortaları avlulu olarak yapılmış darüşşifa (hastahane), aşhane-imaret, tabhane (misafirhane) binaları sıralanır. Bu binaların altında yamacın eğimi içinde kervansaray bulunmaktadır. Medreselerin önlerinde de kemerli dükkânlardan oluşan çarşılar (Arastalar) sıralanmıştır. Fatih Camiinde de mevcut olup sonraki camileri de çevreleyen bu tür ve böylesi teşkilâtlı sosyal ve kültürel kompleksler Türk uygarlığının kendine has zengin ve kapsamlı bir uygulamasıdır.

Ayrıca camiin kıble tarafında da Kanunî’nin en sevdiği eşi Hürrem Sultan’ın Türbesi’nden başka Kanunî’nin de büyük türbesi bulunur. Külliyenin Haliç tarafındaki ucunda da külliye personelinin kullanması için tasarlanmış bir tek hamam mevcuttur. Caminin ve külliyenin yapımına 1550 yılında başlanmış, 1557’de tamamlanarak ihtişamlı bir törenle açılmıştır. Bu Osmanlı-Türk mimarisinin muhteşem eseri için yapıldığı sırada birçok efsaneler uydurulmuştur. Külliyenin yapımında çalışmak üzere çok sayıda işçi geldiği gibi bunların arasında Hıristiyanlar da vardır. Bunların bütünü ve yapılan harcamalar Süleymaniye masraf defterleri olarak günümüze kadar gelmiştir ve her işçinin ücreti karşılığı çalıştırıldığı da açıkça anlaşılmaktadır. Süleymaniye Camii’nin etrafını geniş bir dış avlu çevirir. Üç kapıdan girilen iç avlu kubbeli revaklar ile çevrilmiştir. Ortasındaki şadırvan sembolik olup esas abdest muslukları yan cephelerdedir. Çeşitli eski yapılardan devşirilen sütunlar cami yapımında kullanılmıştır. Caminin ana mekânını 53 m. yüksekliğinde ve 26.5 m. çapında bir ana kubbe ile ana eksende iki yarım kubbe örter. Kubbe sisteminin ağırlığını karşılayan dış payandaların aralarına galeriler yapılmak suretiyle dış mimari hafifletilmiştir. İçeride ise bir mekân bütünlüğü belirlidir. Çağın her bakımdan zenginliğine karşılık iç süslemede kısıtlı davranılmış ve mimarinin hâkimiyeti ön plana alınmıştır. İznik çini sanatının en parlak dönemine rağmen burada çiniler mihrap duvarının bir kesiminde kullanılmıştır. Geç dönemlerde bozulan kubbe nakışları 19 yy. zevkine göre batı sanatı motifleri ile yenilenmişler ve 1955-60 yılları arasındaki tamirde alt kısımları boyanarak kapatılmıştır. Orijinallerinin daha sade ve klâsik motiflerle yapıldıkları bilinmektedir. Diğer bazı camilerde yapıldığı gibi ileri bir tarihte Cami kubbesini süsleyen ama tam uyum sergilemeyen batı zevkinde motiflerin yerine buraya özel süslemeler yeniden ihya edilebilecektir.

İç mekânın geometrik ve tektonik merkezi kubbenin merkez noktasıdır. Bu ortamda elde edilen böylesi muazzam dengeli, ihtişamlı ve mükemmel orantılı göz okşayan ölçüler, aynı güzellik ve ritim ile dış bütünlüğe yansıtılmıştır. Abidevî, şahane yapı bu ölçülerde bir ilk olarak şehir siluetine estetik oranları ile görkem kazandırmıştı. Sinan dört minareyi avlunun köşelerine yerleştirmiş ve Haliç kıyılarından seyredildiğinde cami kitlesinin kademeli bir biçimde göğe doğru yükselmesini sağlamıştır.

Kanunî’nin en sevdiği eşi Haseki Hürrem Sultan 1558’de öldüğünde inşa edilen türbe sekizgen biçimli kubbeli bir yapı olup iç mekân ve ön cephe İznik çinilerinin güzel örnekleri ile bezelidir. Lacivert zemin üzeri âyet yazılmış friz özellikle dikkat çeker. Daha büyük ölçülerde olan Kanunî Türbesi de sekizgen planlı olup etrafını sütunlara oturan bir revak çevreler. İç mekânda da sekiz renkli sütun bir galeri oluşturmaktadır. Bunlar iç kubbe kabuğunu taşımaktadır. 1566’da ölen Kanunî’nin türbesi, gerek giriş cephesi, gerek içi İznik çiniciliğinin en güzel örnekleri ile bezendiği gibi, kubbe yüzeyi de renkli nakışlarla süslüdür.

Edirne’de Selimiye Camii ve Külliyesi

İmparatorluk Başmimarı Sinan, Selimiye Camii’ni Osmanlı Devleti’nin ikinci büyük merkezi sayılan Edirne’de inşa etmiştir. Türk-Osmanlı mimarisinin zirvesindeki bu eser, dünya sanat tarihinde de eşi olmayan bir şaheserdir. Ustalık maharetlerini defalarca ispat etmiş ve artık Koca Sinan lakabı ile anılan, 80’li yıllarını yaşayan yaratıcı, çalışkan, güçlü mimar, Sultan II. Selim’in isteği üzerine cami inşaatına 1568’de başlamış ve padişahın vefat ettiği yılda, 1574’te tamamlamıştır. Ülkeler fetheden bir bahadır karakterinde olmayan II. Selim bu muhteşem eserin meydana getirilmesi ve onun en ince ayrıntısına kadar eşsiz bir güzellikte olması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Düz bir arazide kurularak gelişen Edirne’de bir tepeyi eserinin arsası olarak seçen Mimar Sinan bu caminin çok uzaklardan görülebilmesini tasarlamıştı. Hatta o kadar ki, Edirne’ye gelen anayoldan kilometrelerce uzaktan cami sadece iki minareli olarak görülebilirdi.

Selimiye Camii, başka büyük külliyeler gibi çok sayıda ek binalara sahip olmamıştır. Sadece güney tarafında iki medresesi vardır (Biri darül Hadis). Bir de şehre bakan tarafta, yamaçta yapımı bittikten sonra ilâve edilmiş bir arastası, yani çarşısı vardır. Dış avlu ile çevrelenmiş caminin revaklı ve şadırvanlı iç avlusu vardır. Esas cami ise kare bir mekân halinde olup ideal bir merkezî plana sahiptir. Burada sekiz kuvvetli payeye oturan büyük kubbe mekânın bütününe hâkimdir. Ağırlığı ustalıklı bir şekilde yerleştirilmiş kemerlerle payelere bindirilen kubbe, zeminden 42.25 metre yüksekte ve 31.22 metre çapındadır. Gün boyu çok sayıdaki pencerelerden içeriye süzülen ışık huzmeleri değişik zamanlarda mekânın değişen güzelliklerini sergiler. İç mekânda kare duvarların yükselerek kubbe altında çokgen olması ve yuvarlak kasnak üzerinde âdeta bulutlara asılıymış gibi durmakta olan kubbe ile tek bir mekân yaratılmıştır. Mimar Koca Sinan büyük ölçülere rağmen insanı derinden saran bir mutluluk ve coşku veren, sempatik, âdeta sihirli bir mekân yaratmıştır. Böylesine bir kubbeyi taşıyan payeler, duvar içlerine veya hemen kenarına yerleştirilerek olağan dışı bir iç bütünlük elde edilmiştir. Burada mimaride geometrik elemanların, kare, çokgen, daire ve yarım kürenin büyük beceri ve eksiksiz ölçülerde harmanlanarak müthiş estetik bir yapı ortaya çıkartılmıştır. Dış görüntünün güzelliği Sanat Tarihi dünyasında başka hiç bir yapıya kısmet olamayan bir beceri ile iç mekânda da tekrarlanarak, intikal ettirilerek bütün eserlerin en güzeli yaratılmıştır. Mimarlık dünyasının bu bir numaralı eseri lâyık olduğu değerlerde henüz Batı Dünyası’nda tanıtılamamıştır. Her biri üçer şerefeli, külah hariç 71 metre olarak ölçülen dört minare kubbeyi çevreleyerek sanki onu gökyüzüne doğru yükseltmektedir. Öndeki minarelerde her şerefeye ayrı yollardan çıkılması da mimarın tekniğindeki bir diğer ustalık belirtisidir.

Selimiye Camii’nin avlusundaki revak pencerelerinin alınlıklarında ve içlerinde İznik çini atölyelerinin başarılı örnekleriyle karşılaşılır. Hünkâr mahfilinde de çiniler arasında başka benzerine rastlanmayan bir motifle süslü pano dikkati çeker. Bir dantela gibi işlenmiş olan mermer minber, mimarisinin ihtişamına eşit güzelliktedir. Ahşap kısımlarında renkli nakışlar ile aynı derecede süslenmiş oldukları dikkati çeker. Bu süslemeyi caminin ortasındaki müezzin mahfili tavanında görmek mümkündür. Türk Sanatının bu dünya çapındaki şaheseri son yüzyıllarda yaşadığı istilaların izlerini taşımaktadır. Hattâ bunların sonuncusunda Bulgar ordusu Edirne’den çekilirken bu eserin havaya uçurulması tasarlanmış, ancak gerekli hazırlıkların arkasından son emri Bulgar Çarı Ferdinand’ın vermesi istenmiş ise de “Tarih karşısında böyle bir sorumluluğu yüklenemem” demesi üzerine Selimiye Camii son anda mahvolmaktan kurtulmuştur.

Selimiye Camii Osmanlı dönemi Türk sanatının eriştiği son nokta olup dinî mimari tarihinde de toplu ibadet mekânının en ideal çözümünün ortaya konulduğu bir baş yapıttır.

Mimar Koca Sinan’ın yanında yetişen kalfaların da çalıştığı Dünya’da Mavi Cami şöhreti ile pek tanınan Sultan Ahmet Camii, ustanın sanatsal anlayışı ile uyum içindedir (İstanbul 1609-1616). Sinan ekolünde yetişen bir diğer mimar da uzak bir diyarda, Hindistan’da, oralarda hiç görülmemiş bir eseri, vefat eden sevgili karısının anısına Türk Hükümdar’ın yaptırttığı Türk geleneklerinin bir parçası olan anıtsal mezarın, Tac Mahal Türbesi’nin (ne tuhaftır ki dünya bu eseri bir Moğol “!” yapıtı olarak bilmektedir) Türk ve Hind üslûplarını birleştiren o çok güzel eserin yaratıcısı olmuştur (1619-1638).

Eyüp’de Zal Mahmut Paşa Külliyesi

İstanbul’un kutsal semti olan Eyüp Sultan’da Haliç kıyısında vezirlerden Zal Mahmut Paşa için büyük ve gösterişli bir cami ile iki medrese ve bir türbe inşa edilmiştir. Mahmut Paşa ve II. Selim’in kızlarından Şah Sultan 1580’e doğru ölmüşler ve türbeye defnedilmişlerdir. Bu tarihler çevresinde inşa edildiği anlaşılan cami bol pencereli duvarların çevrelediği bir kitle halinde olup üstünü büyük bir kubbe örtmektedir. Böylece burada, Sinan son eserlerinden olan bu yapıda değişik bir estetik uygulayarak çok sayıda pencerelerin hafiflettiği bir kitleyi esas almıştır. Zal Mahmut Paşa Camii Sinan’ın son döneminde yeni bir mimariye doğru gidişini göstermek istediğini vurgular.

Mimar Sinan Mescidi ile Türbesi

Mimar Sinan Fatih’ten Edirnekapısı’na uzanan ana yolun sol tarafında, Yenibahçe vadisine inen yamaçta kendi adına küçük bir mescid yapmıştır. L biçiminde bir birine bitişik dikdörtgen iki mekândan oluşan bu mütevazı ibadet yerinin kiremit kaplı bir ahşap çatı ile örtülü olduğu anlaşılmaktadır. İlk yapıldığında belki ana mekânın üstünde, ahşap çatının altında yine ahşaptan zengin bezemeli bir gizli kubbe vardı. Mescid ne yazık ki orijinal biçimiyle günümüze gelememiştir. 1918 büyük yangınında tamamen yok olmuş, yalnız temelleri kalmışken, 1960’a doğru yeniden yapılarak ihya edilmiştir. İki mekânın birleştiği köşede yükselen taş minare ise sekizgen bir gövde üzerinde şerefe çıkıntısı olmayıp bir dizi ezan okuma penceresine sahiptir. Minare bu ezan köşkünü örten küçük bir kubbe ile sona erer.

Sinan kendisi için yaptığı türbeyi ise Süleymaniye külliyesinin dışında bir yapı adasının köşesine inşa etmiştir. Yol kotundan biraz yüksekçe olan türbe dikdörtgen biçiminde olup iki yanlarda çifter, ön ve arkada ise tek kemerli bir açık türbedir. Böylece genellikle dört payeye dayanan dört kemerli ve üstü kubbeli açık türbeler geleneğine bir yenilik getirilmiştir. İçinde ise büyük yapı ustasının taş sandukası bulunmaktadır. Pencereleri şebekeli bir duvar türbeyi çevreler. Bunun Süleymaniye tarafındaki cephesinde ve türbe önünde duvarın yukarı kısmında şair Sa’i Çelebi’nin manzum kitabesi yer almıştır.

Prof. Dr. Semavi EYİCE

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 79-85

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.