Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Milliyetin Zırhı: Hafıza

0 13.111

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

Mehmet Ali Tevfik (*)

“Milletler için ölümün başlangıcı unutmaktır”.

Yunancılığın hararetli dost ve savunucularından Gaston Dushan geçen gün Atina’dan bir gazeteye gönderdiği mektupta Yunanlılar tarafından kazanılan son zaferleri sıralıyor ve bunun sebebini açıklıyor. Sonra gayet mühim ve gayet doğru bir müşahedesini anlatıyor: “Hafıza Yunanlıların milli faziletlerinden biridir. Yunanlılar hiçbir şey unutmazlar. İşte onları birçok hallerde en müthiş kötülüklerden kurtaran şey budur, yani hafızadır”.

Öyle zannediyorum ki Fransız yazarın müspet olan bu ifadelerine tamamıyla menfi mahiyet verilirse, yani “Türklerin milli noksanlarından biri de hafıza yokluğudur” denilirse, Türkler hakkında doğru bir hükme varılmış olunur.

Geçenlerde bir Avrupalı dostum “Fransa’nın 1871 Muharebesinden beri ikinci defa küçülmemesi yani, yeni bir toprak kaybına uğramaması, sonradan katılan vilayetlerini, Alsace-Lorraine’i unutmamasından ileri geliyor” diyordu. Evet, biz Türkler, Doğu Rumeli’nin ilhakının gerçekleştiği ertesi günü unutmasa idik şüphesiz bugün Makedonya ve Edirne’yi kaybetmezdik!

Türk’ün mazisi yine kendi beyninde batıyor ve yok oluyor! İşte en dehşet veren hakikat, işte en elim facia, işte milli felaket!

Türk tarihi baştan başa hafızasızlıkla, bir şahıs nezdinde ilgisizlik telakki edilebilen, fakat bütün bir kitleye bağlı olunca insanın düşüncesini sarsan bu müthiş sakatlık ve yahut kusur ile doludur. Yine bu sütunlarda esasen Türk olan Bulgarların nasıl korkunç bir süratle Slavlaştığını açıklamıştım. Hindistan ve Osmanlı Türkleri de hüsranımızı meydana getiren bu unutkanlıkta pek ileri gittiler.

Hakan Babûr, Hindistan’ı feth ettikten sonra en güzel rolünü oynadığı muhteşem destanları haleflerine bırakmak için bir kitap yazmağa karar vermiş, bildiği dillerden Türkçeyi tercih ile milliyetçiliğinin kuvvet ve metanetini fiilen göstermişti. Fakat heyhat! Babûr’ün ahfadı Türklüğü o kadar unuttular ki, iki yüz sene sonra onlar Acem değilse bile her halde “gayri Türk” oldular.

Evladı olduğumuz Osmanlı Türkleri, Hint Türklerinden bu konuda aşağı kalmadılar. Her halde bütün manasıyla Türk olduğuna şüphe etmediğim Ertuğrul’dan yüz sene sonra doğanlar da milletini ne kadar zayıflamıştı, burasını bilmiyorum. Fakat bundan beş sene evvel, yalnız beş sene evvel Türkiye’de Türk olarak hiçbir şey kalmadığına teessür ve hicranla yemin edebilirim. Yüz bin Türk’te bir tane rastlanan Orhanlar, Turhanlar ayrı tutulursa bir Türk adı yoktu. Bazı lütufkâr adamlar ana dilimize “Osmanlıca, Lisan-ı Osmanî” unvanını vermişler, Türkleri son milliyetini şanesinden ayırmak gibi bir iyiliği de onlardan esirgememişlerdi!

Bu karanlık maziyi anmaktan maksadım, şimdiki milli şuurun kıymet ve önemini ispattır.

Türkler kendi kendilerini bildiler. Asırlardan beri bütün manasıyla bir “millet” halinde yaşayan kavimler için ne kadar küçük olursa olsun bu neticenin, yani milli şuurun uyanması Türk ırkı nezdinde en parlak zaferlerden, beş altı devlet teşkilinden daha büyük ehemmiyeti vardır.

Bizde milli düşüncenin canlanması hafızasızlıktan, bu “küçük ölüm”den kurtulduğumuzu gösterir. Fakat acaba yeni doğan hafızamız tabii bir gelişmeye kavuşuyor mu? Yine unutuyor muyuz, yoksa dimağımızın büklümleri ve çıkıntıları arasında sıkışan hatıralar var mı?

Milliyetçiliğin geleceği açısından hayati bir mahiyeti sahip olan bu meseleye bugün müspet bir cevap vermek cesaretini kendimde buluyorum ve diyorum ki: Türklerde, hiç olmazsa Türklerin bir bölümünde bir hafıza oluştu. Dayanıklılığı hakkında hüküm verilecek kadar bir zaman geçmeyen bir tembellik hissi, dört yaşında bir çocuğa has bir hafıza başlangıcı…

Bu iddianın ispatları her gün gazeteye güzel ve bahtsız Rumeli hakkında gelen mektuplar ve mersiyelerdir. Okuyucularımızın bir kısmı, ilhakın bütün üzüntüsünü derin bir surette hissetmekle beraber, bunu diğer arkadaşlarına da tattırmak, duyurmak istiyorlar ve bize çok kere heyecanlı düşüncelerini açıyorlar.

Okuyucularıma o mektup yığınından birkaç örnek göstereceğim. Beni kıymettar teşvik ve iltifatıyla minnettar eden bir okuyucum ”Sevgili Rumeli” hakkında düşündüklerini yazıyor:

“Bütün matbuat Rumeli için birer ebedi özel sütun ayırmalı ve vatanımızı kurtarıp intikamımızı alıncaya kadar Rumeli’de geçmiş ve geçecek hadiselerin, meydana gelecek zulümlerin, kahırların, en küçük ve gizli nüktelerini bile o son derece ehemmiyetle yazmalıdırlar. Bundan başka Bulgarların Makedonya için yazdıkları kitaplara eş okuma kitapları yazanlara ve yine Rumeli hakkında milli bir marş tanzim eden sanatkâra eğitim bakanlığı mükâfatlar vaad etmeli ve seçilen okuma kitabı mutlaka mekteplerde okutturulmalıdır…”

Ordumuzun bir muhterem zabitinden aldığım güzel bir mektupta hemen aynı düşünceye rastlıyorum:

“Yirmi üç sene evvel Harp Okulu sınıflarında (Sen Asker Olacaksın!) isimli Fransızca bir kitap okumuştum. Eserin ilk sahifesinde bir resim vardı: Alsace-Lorraine vilayetlerini siyah çizgilerle gösteren bir harita üzerinde talebesine ders veren öğretmen, elindeki değneği o matem siyahlığına dayamış olduğu halde, Fransız çocuğuna her an patlayabilecek bir maneviyat vermeğe çalışıyordu. Zikrettiğim kitabın diğer bir sayfasında 1870-1871 Seferi esnasında Almanların askeri kablolarını kesen bir Fransız’ın Divan-ı Harp huzurunda mahkeme olunurken olgunluk ile:

“Ben Fransız’ım vazifemi yaptım!” diye bağırdığını tasvir ediyordu.

Bu eser baştan aşağı Fransa’nın yitirdiği vilayetleri unutturmamak için yazılmıştı.

Bize de bu tarzda bir eser lazım. İlkokullarımızın ilk sırasından, yüksekokullarımızın son sıralarına kadar büyük hürmetle okunacak olan o kitap Tanrı kitabımızdan sonra en mukaddes kitabımız olmalı, her eve girmeli. Her köyde Âşık Garip divanları yerine bu kitap okunmalı”.

Genç bir okuyucum şu ümit ve azimle dolu satırlarda hiçbir şey unutmadığını bağıra bağıra anlatıyor:

“Ey Türk gençleri! Haça mensup olanlar, haçın girdiği yere hilalin gelemeyeceğini iddia ediyorlar. Fakat hayır! Hilal tekrar kalkacak, ihtimal ki yine birçok elim sukutlara uğrayacak. Fakat nihayet kendi makamına yerleşen haçı yenerek kovacaktır! Bir gün hilali, yine çalınan camilerimizin üstünde, Sultan Selim’in, Kasımiye’nin ve Hortacak Kayasının tepesinde göreceğiz! Bu mesut zamanın gelmesini bir an evvel görmek için–ey Türk gençleri, ne lazımdır bilir misiniz? Sonsuz bir ümit, güçlü bir azim!”

Diğer bir mektupta güzel bir teklif var:

“Anadolu’da yeni kurulan veya kurulacak olan bütün köyleri Rumeli’de yitirdiğimiz şehir ve kasabaların adlarıyla anmalıyız. Edirne, Manastır, Lengaza, Dedeağaç ila vs. köyleri daima bize onları hatırlatmalı ve bu güzel yerlerden vazgeçmediğimizi herkese anlatmalıdır”.

Bu konuya son vermeden evvel bugün otuzyaşını geçen bir arkadaşım derin bir üzüntü içinde bana yönelttiği şu heyecanlı suali de unutmamalıyım: “Kardeşim, bugünlerde bir çocuğum olacak… Acaba ismini “Edirne” koysam olur mu?”

Rumeli hakkında gösterilen bu heyecanlı bağlılık, hiç şüphe yok ki, Türklerin geleceği için ümit verici bir göstergedir.

Bu sebeple hakiki bir sevinçle aklımdan geçirdiğim bu fikirler karşısında beynim yine bir düşünce ve sabit bir fikir ile kavruluyordu. Kendi kendime diyordum ki:

Teklifler çok heyecanlı, çok güzel, fakat hep diğerlerinin yardımına muhtaç fikirler, sırf zihni niyetler, harekete geçmeyecek meramlar… Bunlar neye yarar? Ne zaman bir fiile, yapılmış bir işe, sözden öte bir şeye rastlayacağım?”

Günler geçiyor, masamın üzerinde güzel düşünceleri ihtiva eden mektup yığını gittikçe yükseliyor, fakat o kadar tatlı bir ümitle, o kadar derin heyecanla beklediğim şey, “yapılan bir işi hikâye eden mektup” gelmiyordu… Nihayet dün sabah masanın üstündeki evrakı karıştırırken bir zarf gördüm, küçük, çok bir şey vaat etmeyen bir zarf… Artık gözümde bir garip kutsiyet kazanan o zarftan çıkan mektubu işte buraya aktarıyorum:

“Muharrir bey efendi,

Biri erkek biri kız iki yavrum var: Sadive Pakize. Kızım on bir yaşında, oğlum sekizine yeni girdi. Çocuklara bütün bu harp devam ettiği müddetçe hezimetlerimize dair hiçbir şey söylememiştim. 18 Mayısta, sulhun imzalandığı gün, artık felaketlerimizi onlara anlatmak kutlu bir görev haline geldi.

Evvela Sadi’yi yanıma çağırdım. Kendisini geçen sene yani savaştan önce, evvela Edirne’ye sonra Selanik’e götürmüştük. Felaketlerimizi oğluma anlatmak için hafızasındaki güzel hatıralara müracaattan başka çare görmedim. Dizlerime oturttuğum Sadi’ye dedim ki: “Hani oğlum! Geçen sene seninle tirene binmiştik. Edirne’ye gitmiştik. Orada tavuk ormanına götürmüştüm. Kardeşin Pakize ile oynamıştın. Sonra hani orada güzel erikler görmüştün. Ben sana alıvermiştim. Sen de onları yemiştin. Hani seni Sultan Selim’e götürmüştük. Oradaki şadırvanda ters laleyi göstermiştim. Kısaca Edirne ve Selanik seyahatinin Sadi için güzel olan bütün ayrıntılarını kendisine hatırlattım. Ben “hani…” ile başlayan cümlelerimi bitirdikçe, o aralıksız: “Evet ben baba” diyor. Ve benim unuttuğum hatıraları kendisi ilave ediyordu. Epeyce uzun süren bir konuşmadan sonra yürekleri tahrik eden bir sesle dedim ki: “İşte yavrum… Bütün o yerleri şimdi bizden aldılar… Artık oraları bizim değil… Bir daha oraya gitsek bizim ayağımızı kırarlar…” Ben böyle devam ederken Sadi’nin çehresindeki izlere dikkat ediyordum. Bir dakika geldi ki küçük yavrum boğulur gibi oldu ve nihayet hıçkırıklar başladı…

Baba oğul ikimiz gözyaşlarımızı birbirine karıştırdık, uzun müddet ağladık.

Kızım Pakize’ye felaketimizi telkin daha kolay oldu. Ona harpten, hezimetimizden ve nihayet yitirdiğimiz yerlerden aynı samimiyetle, fakat daha açık bir lisanla söz ettim. Kızım kardeşi gibi ağlamadı. Fakat anladım ki onun küçük kalbinde de bir fırtına esti. Bir ateş yanmağa başladı.

Şimdi oğlum Sadi küçük sandalına “Edirne” ismini verdi. Her gün “Bey baba ben amiral olacağım… Düşmanların gemilerini batıracağım…” diyor ve sandalına binip kürek çekmekle meşgul oluyor. Kızıma gelince: Bütün bebeklerine siyah bir tül giydirdi, onların bile matem tutması lazım geleceğine inanan Pakize eski neşesini, kahkahalarını bıraktı. Şimdi sanki bir kabahat yapmış gibi sessiz, sedasız oturup kalkıyor.

Muharrir beyefendi, size bu önemsiz şeyleri anlatmaktan maksadım Rumeli’yi unuttuğumuz şeklindeki düşüncenin sağlıksız olduğunun ispatıdır. Sonsuz hürmetler efendim”.

Ne gönülleri aldatan itiraz, ne heyecanların inkârı!


(*) Bu makale Mehmet Ali Tevfik Yükselen’in (1851-1949) kaleme aldığı Turanlı’nın Defteri, İstanbul 1330 adlı eserden Saadettin Gömeç tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. 24 Haziran 1913


“Milliyetin Zırhı: Hafıza”, Orkun, Sayı 155, İstanbul 2010

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.