Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi ile Türk tarihi yeni bir safhaya girmişti. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Anadolu’nun bazı kısımları Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan gibi Batılı devletlerin işgaline uğramıştır. Anadolu’daki işgal hareketleri I. Dünya Savaşı’nın devamı niteliğindeydi. Bu işgal hareketleri üzerine Milli Mücadele’de savaş verilen cephelerden biri de Güney Cephesi’dir. Güney Cephesi Osmanlı Devleti’nin Arap Yarımadası’nda savaştığı Kanal Cephesi ve Filistin Cephesi ile Irak Cephesi’nin ortaya çıkardığı sonuçlardan birisidir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nda Kanal, Irak ve Filistin cephelerinde İngiltere ile savaşmıştır. Kanal Cephesi ve Filistin Cephesi’nin çökmesi üzerine Osmanlı orduları Halep’in kuzeyine çekilmiştir. Irak Cephesi’nde ise Musul’a kadar çekilmiştir. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeydi. Mütarekenin yapılışını takiben İngiliz kuvvetleri güneyden Anadolu’yu işgale başlamıştır.
İngiltere ve Fransa’nın Bölgedeki Emelleri
Orta Doğu öteden beri Batılı sömürgeci devletlerin rekabet sahası olmuştur. Bu bölgenin üç kıtanın birleştiği önemli bir geçiş noktası ve sömürge yollarına hakim bir konumda olması kadar yer altı kaynaklarının zenginliği de rekabetin başlıca sebeplerini oluşturmaktadır. Bu rekabet İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasındaydı. I. Dünya Savaşı’nda rekabetin bir ucunda bulunan ve Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir etkisi olan Almanya’nın yenilmesi ve Rusya’nın Bolşevik İhtilali sonucu kendi iç meseleleri ile uğraşır hale gelmesi İngiltere ve Fransa’yı ön plana çıkarmıştır.[1] Rekabetin mücadele sahası Afrika, Mısır, Suriye ve Anadolu idi. İki asırdan beri İngiltere ve Fransa bu bölgelerde birbirine rakipti.
Ortak bir düşman karşısında bulunma tehlikesi onları bir müddet için birleştirmiş ve Almanya’yı yenmişlerdi. Almanya tehlikesi geçer geçmez aralarındaki rekabet tekrar başlamıştı. I. Dünya Savaşı’nın Orta Doğu’daki sorunlara son vermesi beklenirken Batılı devletlerin mücadelesine sahne olmuştur.[2] İngiltere I. Dünya Savaşı’nda Arap Yarımadası, Suriye ve Irak’ta savaşın bütün yükünü çektiği iddiası ile Güneydoğu Anadolu’yu işgal etmişti. Başbakan Lloyd George, İngiltere’nin Çukurova ve Güneydoğu Anadolu’yu işgalini I. Dünya Savaşı’nda askeri başarılarının bir sonucu olarak görüyordu. Fransa ise bu bölge ile geçmişteki tarihi bağları ve Sykes Picot gizli Antlaşması’nda Çukurova ve Güneydoğu Anadolu’nun kendilerine ayrıldığı gerekçesiyle bölgeyi işgal etmişti. Fransa, Osmanlı Devleti’nde karşı çıkılamayacak hakları olduğunu, tarihi antlaşmalara dayanan ve haklarının Suriye, Filistin, Lübnan ve Çukurova’yı içine aldığını belirtmekteydi. Bütün bunların yanı sıra her iki devlet bölgedeki işgallerine sebep olarak Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesini gösteriyordu. Bunun sonucu olarak İngiltere 3 Kasım 1918’de Musul’u, 9 Kasım 1918’de de İskenderun’u işgal etmiş ve askeri harekatı Adana, Antep, Maraş yönünde genişletmişti.[3] Fransızlarda 11 Aralık 1918’de Dörtyol’a, 17 Aralık 1918’de Mersin’e çıkarma yapmışlardı. İngiliz ve Fransızların Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bu işgal hareketleri 15 Eylül 1919’da yapılan Suriye Antlaşması’yla yeni bir yön kazanmıştı. Bu anlaşmaya göre Musul bölgesini elde eden İngiltere, 1 Kasım 1919 tarihinde Adana, Maraş, Antep ve Urfa’dan çekilerek yerini Fransa’ya bırakmıştır.[4]
Antlaşma ile İngiltere Fransa’yı Güneydoğu Anadolu’da sonuç alamayacağı bir maceraya sevk ederken, bu devletin diğer bölgelerde kendilerine olan direncini de kırmak istiyordu. Antlaşmadan her iki devlette memnun görünüyordu. İngiltere petrol bölgesi Musul’u, Fransa ise Musul petrollerinin akacağı İskenderun Körfezi ve kendi deyimleriyle “Alp Dağlarına sahip bir Nil deltası” olarak gördükleri Çukurova’yı elde etmişti.[5] 1919 Aralık ayında Paris’te çıkan L’ınstransigeant gazetesi şöyle yazıyordu: “Çukurova’yı (Klikya) Fransa’da kim bilir? Oysa biz şimdiye kadar gelecek için böylesine ümit verici zengin bir koloni kazanmamıştık.[6] Bunun yanında Fransa, Suriye üzerindeki tarihi bağlarını dile getiriyor ve sanayinin ihtiyaç duyduğu pamuk hammaddesini karşılamak için Çukurova ve Güneydoğu Anadolu bölgesi üzerinde önemle duruyordu. Fransa’nın üzerinde durduğu bir başka konu ise Musul petrollerinin akacağı bir bölge olarak İskenderun Körfezi’nin stratejik konumu idi.[7] Günümüzde gerçekleştirilmiş olan Kerkük-Yumurtalık boru hattı ile gerçekleştirilmeye çalışılan Bakü-Ceyhan petrol boru hattı düşünüldüğünde bu devletlerin yıllar öncesinden İskenderun Körfezi’nin stratejik konumunu dikkate almış olmaları dikkat çekicidir.
Mondros Mütarekesi’nden sonra Musul dahil bütün Irak bölgesini ve Güneydoğu Anadolu’yu işgal eden İngilizler aradan bir yıl geçmiş olmasına rağmen Orta Doğu’da istedikleri yeni düzeni kuramamışlardı.
İngiltere Türkleri İngiliz menfaatleri çerçevesinde bir anlaşmaya zorluyordu. Bunu sağlamak amacıyla kullanmakta olduğu iki kıskacın bir ucu, Batı’daki Yunan harekatı, diğer ucu ise Doğu’daki Ermenilerdi. Ermenilerin yanına Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türk vatandaşlarını da katmak istiyordu. Bu amaçla bölgede etnik sorunlar çıkartmaya çalışıyor ve bölücülük faaliyetlerinde bulunuyordu. Bu girişimleri ile Anadolu’da oluşan milli faaliyetlere engel olmak istiyordu. Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı hareket tehlike oluşturduğu takdirde, isyan çıkarılarak başarı sağlaması önlenecekti. Bu amaçla İstanbul hükümetine bu bölgelere atayacağı valileri kendi amaçlarına hizmet eden ve ayrılıkçı fikirleri benimseyen kişiler arasından ataması yönünde baskı yapılıyordu.[8]
Güneydoğu Anadolu’daki durumun kendi aleyhine olduğunu anlayan İngilizler, gelişmeleri kendi lehlerine çevirmek, Osmanlı Devleti’ne son darbeyi vurmak amacıyla Türk, Kürt ayrılığını yaratarak halkı birbirine düşürmeye çalışıyordu. Bu amaçla 1919 yılında Binbaşı Edward Noel’i bölgeye gönderdiler. 7 Nisan 1919’da Musul’dan hareket eden Noel 12 Nisan’da Nusaybin’e ulaşmıştı. Ancak Noel, Nusaybin halkının ayrılık peşinde olmadığını anlamıştı. Bunun sebeplerinden birisi bölge halkının yabancı egemenliğini istememesi ve işgale karşı olmasıydı. Halkın gözünde Ermeni ve İngiliz aynı olup birbirinden farklı değildi. Nitekim Binbaşı Edward Noel’in görüştüğü aşiret reisleri kanlarının son damlasına kadar işgalcilere karşı savaşacaklarını söylemişti.
Noel ilk izlenimlerinde bölücülüğün bölgede tabanı olmadığını, dini ve idari yönden devlete bağlı olan halkın, ayrılık düşüncesi içinde olmadıklarını ifade etmişti. İngilizlerin Ermeni yanlısı tavırlarının ve Ermeni tehdidinin bölge halkının milli bilincinin uyanmasında önemli rolü olmuştu. İngilizler işgalci güç olarak tepki görüyordu. İzmir’in Yunanlılarca işgali Güneydoğu Anadolu’daki gelişmelerin yeni bir boyut kazanmasını sağlamış ve yöre halkının Batı Anadolu’da olduğu gibi kendi bölgelerinin de işgalci Batılı bir devletin egemenliği altına alınacağı kuşkularını artırmıştı. Gelişmeler karşısında halk işgale karşı mücadele kararı almış ve Osmanlı Devleti’nden destek istemişti.
Osmanlı Devleti Güneydoğu halkının müdahale ve yardım bekleyen başvurularına olumlu karşılık vermemişti. İstanbul hükümetine göre bölgeye asker gönderilmesi mümkün olmayıp, devlet hazînesinin durumu buna müsait değildi. İngilizlerin propagandalarına kendilerini kaptıran aşiretleri kazanmak açısından kendilerine madalya ve unvan verilebileceği bildirilmişti. Bu tedbirler kafi gelmez ise bölgeye halk tarafından iyi tanınan, hatırı sayılır kişilerden nasihatçi göndermeyi önermişti.[9]
Osmanlı Devleti’nden beklediği ilgiyi göremeyen Güneydoğu Anadolu halkı Sevr Antlaşması ile kendi toprakları üzerinde kurulması düşünülen Ermeni ve Kürt devletlerine karşı çıkmıştı. Türklerle Kürtlerin bin yıldır birlikte yaşadıklarını ve yaşayacaklarını kararlı bir dille açıklamıştı. Türklerle öz kardeş olduklarını ve ayrılma kabul etmeyeceklerini açıklıkla ifade etmiş ve Güneydoğu Anadolu’da işgalci güçlere karşı vatanı birlikte savunmuştur.[10]
Fransa Türkiye ile yapacağı bir antlaşmanın kendisini Suriye’de rahatlatacağı görüşü ile Beyrut’ta bulunan George Picot’u Sivas’a göndermiştir. George Picot bu amaçla, 21 Kasım 1919’da Beyrut’tan Sivas’a hareket etmiştir. Sivas’ta Mustafa Kemal ile görüşen George Picot’ya Türk milletinin emel ve istekleri hakkında bilgi verilmiş, Adana, Antep, Maraş ve Urfa’nın haksız yere işgal edildiği, Ermenilerin Türklere saldırdığı bildirilmiş ve bu haksız işgalden vazgeçilmesi istenmiştir. George Picot, bu istek karşısında Fransa’ya Adana bölgesinde ekonomik menfaatler tanınması koşulu ile bölgenin boşaltılacağını bildirmiştir. Ancak Fransızlar bu sözlerinde durmamışlar ve işgal hareketlerini genişletme çabası içine girmişlerdir.[11]
Bunun üzerine Mustafa Kemal, Güney Cephesi ile ilgili olarak yürütülecek hareket planını belirlemiştir. Buna göre, Fransız kuvvetleri ayrı ayrı veya birdenbire bulundukları yerde kuşatılacak, ufak garnizonlardan başlanarak esir ve imha edilecekti. Tüneller, köprüler ve yollar tahrip edilecek, gezici birlikler yolları kesecek, Fransızların birbirleri ile bağlantısı kesilecekti. Fransız birliklerin kaldığı yere gece saldırı düzenlenecekti.[12] Bu tedbirlerin belirlendiği sırada, Maraş’ta Fransız ve Ermenilere karşı amansız bir mücadele başlamak üzereydi.
Maraş’ta Kahramanca Mücadele
Maraş şehri 22 Şubat 1919 tarihinde önce İngiliz kuvvetlerinin işgaline uğramıştı. İngilizler bu işgallerine Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesini sebep göstermişlerdi. Maraş halkı İngilizlerin geleceğini haber alınca Aksu nehri üzerindeki köprüyü imha etmiş ve işgale karşı önlemler almış ise de İngilizler yinede şehre girmişlerdi. İngilizlerin işgali üzerine Maraş’taki Ermeniler sevinç gösterilerinde bulunmuşlar ve İngiliz kuvvetlerini büyük bir heyecan içinde karşılamışlardı. Ermenilerin bando ile karşıladıkları ve yol gösterdikleri İngiliz kuvvetleri Amerikan Koleji’nde karargahını kurmuştu.[13] İngiltere’nin Maraş’ı işgali Anadolu’da büyük bir tepki görmüş olup işgal sekiz ay sürmüştür. Bu süre içinde Maraş halkı İngilizleri bir gözlemci olarak görmüştü. Halkın soğukkanlı ve kendine güvenli tavrı İngilizlerin herhangi bir olumsuz hareket yapmasını engellemişti. İngilizlerin Ermenilerin taşkınlıkları ve tahrikleri karşısında takındıkları yansız tavır olayların çıkmasını önlemişti. Bunda İngiliz kuvvetleri içinde yer alan Hintli ve Mısırlı Müslüman askerlerin olumlu tavrının da etkisi görülmüştü.
29 Ekim 1919 tarihinde İngiliz işgal dönemi sona ermiş ve Maraş bu defa da Fransızların işgaline uğramıştı. Fransız işgal güçlerinin çoğunluğunu Ermeniler oluşturuyordu. Bu durum Maraş’ta olayların çıkmasına sebep olmuştu. Kaldı ki Maraş halkı işgali sindirebilmiş değildi. 31 Ekim 1919 tarihinde sarhoş birkaç Ermeni’nin sokakta evine giden bir Türk kadınına sataşması üzerine olaya tanık olan Sütçü İmam duruma müdahale etmek zorunda kalmıştı. Asıl adı Ali olan Sütçü İmam Maraş’ın Fevzi Paşa mahallesinde olup, Uzunoluk Camii’nde ücretsiz olarak imamlık yanında geçimini sağlamak için sütçülük yapıyordu. Ermenilerin Uzunoluk Hamamı’ndan çıkmış ve evine gitmekte olan bir Türk kadına saldırması üzerine duruma müdahale eden Sütçü İmam Ermeni saldırganlarından birini öldürmüştür. Sütçü İmam Fransız kuvvetlerine yakalanmamak için olaydan hemen sonra Elbistan’a geçmiştir.[14] Bu olay Maraş’ta havayı gerginleştirmişti. 27 Kasım 1919 Perşembe günü Fransız işgal kuvvetleri komutanı Yüzbaşı Andre Ermenilerin ileri gelenlerinden Agop Hırlakyanların konağında verdiği davette, torunu Helena’yı dansa davet etmişti. Helena, “ne Fransız ne de Ermeni bayrağının bulunmadığı bir şehirde dans etmem” diyerek teklifi reddetti. Bunun üzerine Yüzbaşı Andre emir vererek Maraş Kalesi’ndeki Türk bayrağını indirmiştir.[15]
Maraş halkı o zamanlar hafta sonu tatili olan Cuma günleri bayrağının dalgalanmasına alışıktı. Fakat 28 Kasım 1919 Cuma günü namaz kılmak için Ulu Camii’nde toplanan halk Cuma günleri kalede dalgalanan Türk bayrağının indirilmiş olduğunu görmüştür. Halktan “bayraksız namaz kılınmaz” sesleri yükselmesi üzerine Ulu Camii imamı Rıdvan Hoca halkın görüşlerine tercüman olmuş ve “hürriyeti elinden alınmış bir milletin Cuma namazı kılamayacağını bildirmiştir.” Bunun üzerine halk Maraş Kalesi’ne sel gibi akmaya ve kaleye tırmanmaya başlamıştır. Halk kaleye ulaştığında bir kenara atılmış olan Türk bayrağını bularak tekrar kale burcuna asmıştır.[16] Halkın bu cüretkar hareketi Fransızlara karşı açıkça meydan okumak anlamına geliyordu. Çünkü bayrak Türklerde hakimiyet sembolü olduğu kadar bir milletin varlığının ve birliğinin sembolü idi. Fransızların 21 Ocak 1920’de Maraş ileri gelenlerini toplantıya çağırıp, onları çıkan olaylardan sorumlu tutarak, tutuklaması üzerine şehir içinde çarpışmalar başlamıştır. Halk 11 Şubat 1920 tarihine kadar Fransızlara karşı amansız bir mücadeleye girişmiştir. Maraş’ta Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yürüttüğü bu mücadeleye katkıda bulunmak ve halkı teşkilatlandırmak için Mustafa Kemal, Kılıç Ali, Yörük Selim ve Cemil Cahit Bey’i bölgeye göndermiştir.[17] 21 Ocak 1920’de başlayan şehir içi çarpışmaları sonucunda şehir halkı bütün varlığı ile mücadele etmiş ve Fransız kuvvetleri 11 Şubat’ı 12 Şubat’a bağlayan gece karanlıktan faydalanarak geri çekilmişlerdir. Böylece 12 Şubat 1920 tarihinde Maraş düşman işgalinden kurtulmuştur.
Fransa’nın Maraş’tan çekilişi kolay olmamıştır. Fransızlardan yardım bekleyen Ermeniler de paniğe kapılmış, onların peşine düşmüştür. Fransız askerleri, kutuplardaki soğuğu andıran sert bir havada kendilerini Suriye sınırına atacak bir geçit bulmaya çalışmışlardır. Arkalarına binlerce Ermeni takılmıştır. Soğuktan karların üzerine düşüp donanlar olmuştur. İki yüz Fransız askeri soğuktan donma sonucunda kollarını, bacaklarını kaybetmiştir. Maraş’ın işgali Fransa ve destekçisi Ermenilere pahalıya mal olmuş, can ve mal kaybına uğramışlardır. Aynı kayıp Türkler için de söz konusu idi. Maraş çekilişi Fransız politikasında Güneydoğu Anadolu ve Çukurova’nın tamamen boşaltılmasına kadar gidecek olan bir gelişmenin başlangıcı idi.
Fransızların Maraş’tan geri çekilmeleri yurt içinde sevinçle karşılanırken yurt dışında da yankılar uyandırmıştı. Bir Fransız askeri yetkilisinin Le Matin gazetesi muhabirine verdiği demeçte Napolyon’un Moskova önlerinden geri çekilişini hatırlatarak Maraş için “Bu, Rusya geri dönüşünün bir başka safhası oldu” ifadesini kullanmıştır.[18]
Fransız meclisi üyelerinden Andre Fyerburg, Le Matin gazetesine verdiği demeçte “sömürgelerinde 25 milyon Müslüman halka sahip Fransa’nın Türklere karşı mücadele açmasının anlamsız olduğunu Müslüman sömürge askerleri ile, Türklere karşı savaşmanın başarı getirmeyeceğini Fas’ta Türklere karşı büyük bir sevgi duyulduğunu ve Fransa’nın bu durumdan zarar göreceğini ifade etmiştir.[19]
Fransız basını başarısızlığın nedenlerini İngiltere’nin yanlış politikasında arıyor ve: “İngiliz işgali haksız yere bir yıl uzadı ve yer yer Fransa’ya düşmanlık propagandası yaptığı gibi Araplara silah dağıttı. Türkleri silahsızlandırmayı da beceremedi. İşte şimdi sonuçlarını çekiyoruz” diyordu. Fransız kamuoyu Ermeni tahriklerini de olayların nedeni arasında görüyor ve şu yorumu yapıyordu: “Çukurova’da Ermeni askeri kullanılmakta hata edildi. Bu hatanın iki acı sonucu görüldü; önce Ermeni askerleri Türleri tahrik ile olay çıkarıyorlardı. Sonrada ilk çarpışmada kaçtıkları için Türklerin karşısında Fransızlar kalıyordu.[20]
Maraş’ta kazanılan başarı Milli Mücadele’nin ilk zaferi olmuştur. 12 Şubat 1920’de Ankara’da henüz meclisin açılmadığı ve düzenli orduya geçilmediği dikkate alınırsa elde edilen başarının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Maraş’ta kazanılan zaferde Maraş Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yönlendirdiği şehir halkını, büyük bir rolü olmuştur. Maraş’ta kazanılan bu zafer içte ve dışta büyük yankılar uyandırmıştır. İngiltere ve Fransa Anadolu’daki bu hareketin durdurulmasını istemişlerdir. Çünkü bu başarı işgalci devletlerin Anadolu’daki sonlarının başlangıcı olmuştur. Maraş’ta kazanılan zafer Milli Mücadele’nin ilk kıvılcımı olmuştur. Bu başarı müttefikleri endişeye sevk etmiş, Anadolu’daki harekatın kendileri açısından büyük bir tehlike oluşturduğunu anlamışlardır. Fransızların Maraş’tan atılmasından sonra Müttefikler I. Londra Konferansı’nda Maraş’ta Ermeni kırımı iddiası ile Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde gelişmekte olan milli hareketi durdurma konusunu gündeme getirmişlerdir. Maraş’ta Ermeni kırımı iddiası, Anadolu’da başlayan milli harekatı durdurmak amacıyla İngiltere Başbakanı Lıyod George tarafından ortaya atılmış asılsız bir iddiadır. Türk düşmanlığı ile bilinen Lıyod George’un meseleye bu kadar heyecanlı yaklaşmasının sebebi, daha önce ortaya attığı fakat Fransa ve İtalya’ya kabul ettiremediği İstanbul’un işgali ve Türklerin buradan atılması tezine bu devletleri ikna etmekti. Ermenileri kurtarmak amacı ile yola çıkan Lloyd George, gerçekle ilgisi olmayan bu iddiayı bir kenara bırakmış ve Londra Konferansı’nın gündemine İstanbul’un işgali konusunu yerleştirmişti. İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curzon, Maraş olaylarını Türklerin Müttefiklere meydan okuması olarak değerlendirmiş, olaylarda etkisi olan Mustafa Kemal ve bölgedeki gelişmeler için “askeri istihbaratımız hiçbir zaman bu derece zekadan yoksun olmamıştı” yorumunu yapmıştır. Konferansta İstanbul’un derhal işgal edilmesi, Güneydoğu’daki olaylarda parmağı olduğu düşünülen Mustafa Kemal’in Osmanlı Devleti’nden istenmesi ve bu bölgede ki olayların devamı durumunda dış hükümlerinin daha da ağırlaştırılması kararı alınmıştır.[21]
İngiltere Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Güneydoğu Anadolu’da meydana gelen olayların etkisinde kalınmaması gerektiğini çünkü olaylardan daha çok Türklerin mi yoksa Fransızların mı sorumlu olduğunu belirlemenin zor olduğunu ifade ederken olayların tırmanmasında Fransızların sorumluluğunu ifade etmiştir. Maraş’ta kazanılan başarı ve bu harekatın bütün Anadolu’ya yayılması ihtimali işgalci güçleri endişeye düşürmüştü. İtilaf Devletlerini büyük bir endişeye itecek boyutta bir başarı olan ve Anadolu’da birkaç şehirde görülen bu savunma üzerine, Maraş vilayetine kahramanlık unvanı verilerek şehrin ismi “Kahramanmaraş” olarak değiştirilmiştir.
Fransızlarla birlikte Ermenilerde Maraş’tan çekilmişlerdir. Fransızlar geri çekilirken Ermenileri haberdar etmemişlerdi. Fransız kuvvetlerini şehirden çekildiğini haber alan Ermeniler yola koyulmuşlardı. Yoğun kar yağışı ve çetin kış şartları altında Fransız ve Ermeniler İslahiye’ye güçlükle çekilmişlerdi.[22] Maraş’ın kurtuluşundan sonra sıra Süleymanlı’ya (Zeytun) gelmişti. Süleymanlı eskiden beri Ermeni yerleşim yeriydi. Süleymanlı Ermenileri yüzyıllarca isyan halinde olmuşlardı. Osmanlı Devleti Süleymanlı Ermenilerinin isyanlarını bastırmakta aciz kalmış, Batılı devletlerin bilhassa Fransa’nın her yönüyle desteklemeleri karşısında kesin sonuç alamamıştı.
Maraş’ın kurtuluşundan sonra sıra Ermenilerin isyanlarını sürdürdüğü Süleymanlı’ya gelmişti. 1915 Süleymanlı Emeni isyanı bastırmaya çalışan Binbaşı Süleyman Bey’in şehit olması üzerine buraya Süleymanlı ismi verilmişti. 21 Haziran 1921’de Ermenilerin isyanlarını sürdürdükleri Zeytun kuşatılınca, 29 Haziran 1921 tarihinde gece karanlığından faydalanan Ermeniler Zeytun’u boşaltarak, güneye Fransız işgal bölgelerine kaçmışlardır.[23] Böylece Anadolu’da son Ermeni isyan merkezi’de ele geçirilmiştir.
Urfa’nın Şanlı Mücadelesi
Urfa şehri de 24 Mart 1919 tarihinden önce İngilizlerin işgaline uğramıştır. İngilizlerin işgal sırasında Türk idaresine fazla müdahale etmemeleri, tahriklerden kaçınmaları sebebiyle önemli bir olay olmamıştır. 15 Eylül 1919 tarihinde İngilizler ile Fransızlar arasında yapılan Suriye Antlaşması sonucu İngiliz kuvvetleri Urfa’dan çekilmiş ve şehir 30 Ekim 1919’da Fransız işgaline uğramıştır.[24] Fransız kuvvetlerinin ancak yüz kadarı Fransız, geri kalanın büyük kısmı ise Ermeni ve Müslüman sömürge askerlerinden oluşuyordu. Maraş, Antep ve Adana’nın işgaline olduğu kadar Urfa’nın Fransızlar tarafından işgaline Anadolu’nun her tarafından tepkiler gelmiştir. Fransız askeri yetkilileri işgal ettikleri yerlerde taraf tutmadıklarını amaçlarının barışı sağlamak olduğunu bildirmişlerdir. Ancak Fransızlar Türk idaresine müdahaleye başlamışlardır.
Silahlı Ermenilerin halka karşı kışkırtıcı ve tahrik edici davranışları tepkiyle karşılanmış ve şehirde savunma hazırlıkları başlamıştır. Jandarma Komutanı Ali Rıza Bey ile Belediye Başkanı Hacı Mustafa önderliğinde kurulan, Urfa Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti Fransızlara karşı mücadeleye girmiştir. Fransızların çevredeki halka yönelik olarak bazı aşiretler üzerinde yoğunlaşan bölücülük faaliyeti başarılı olamamıştır. Yöre halkı birlik beraberlik içinde Fransızlara karşı tek vücut olmuştur. Ali Saip Bey’in bu konudaki çalışmaları başarıda etkili olmuştur. Ali Saip Bey Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti başkanlığına getirilmiştir. Ali Saip bölge halkı ve aşiret reislerine mektup yazarak Fransızlara karşı milli bir ayaklanma için hazır olmalarını istemiştir.[25] İngilizlerin bölgede yürütmeye çalıştığı bölücülük faaliyetleri bir sonuç vermemiştir. Aksine halk İngilizlerden sonra Fransızlara karşı da birlikte mücadele etmiştir. Urfa yöresindeki halk birlik içinde milli kuvvetleri oluşturmasında Namık Bey’in rolü büyüktür. Fransız işgal güçlerine karşı gerilla harbi uygulanması düşünülüyordu. Bu amaçla Siverek’te halkın katılımı ile 3000 civarında kuvvet toplanmıştır. Ali Saip bu kuvvetlerle ? Şubat 1920’de Karaköprü köyüne gelmiş ve buradan, Fransızlara uyarıda bulunarak şehri 24 saat içinde terk etmeleri istenmiş. Fransızlar yetkililerden gelecek emre göre hareket edeceklerini bildirerek zaman kazanmaya çalışmıyorlar. Bunun üzerine 8-9 Şubat gecesi Urfa’ya giren Türk milli kuvvetleri Fransız kuvvetlerini kuşattılar. 9 Şubat’ta çarpışmalar başlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Urfa için öngördüğü gerilla savaşı başarıyla uygulanmış yaralı sonuçlar doğurmuştur. Urfa’da başlayan genel ayaklanmaya Suruç ve Akçakale civarındaki halk da katılmış, büyük kuvvet oluşturmuştur. Ancak savaşanların düzenli birlik disiplininden uzak olması hem kuşatmayı uzatmış hem de kayıplar verilmesine sebep olmuştur. Urfa halkı resmi kuvvet istemişse de Fransızlara savaş açmak anlamına geleceği düşüncesiyle İstanbul hükümeti buna yanaşmamıştır. Ali Saip Bey’le halkın kararlı tutumu üzerine, Caraplus’tan bekledikleri yardımı alamayan Fransızlar, 8 Nisan 1920 günü mütareke yapmak ve bazı şartlarla şehri terk etmek istediklerini bildirmişlerdir. Buna göre Ermenilerin can güvenlikleri sağlanacak, Urfa’da ölen Fransızların mezarlarına saygı duyulacak, esirler geri verilecek ve Urfa ileri gelenlerinden bir grup gidecekleri yere kadar Fransızlara eşlik edecekti. Bunun üzerine Fransız kuvvetleri 11 Nisan 1920 sabahı Urfa’yı terk etmeye başlamışlardır. 5 ay 10 gün sürmüş olan Fransız işgali sona ermişti. Fransızlar büyük kayıplara uğramışlardı.
Urfa halkı Anadolu’nun diğer şehirleri gibi hürriyet ve istiklaline sahip çıkmış gurur duyacağı haklı başarı elde etmişti. Bu mücadelenin sonucu olarak “Şanlı” unvanını almaya hak kazanmış ve bu zaferin anısını yaşatmak için şehrin ismi “ Şanlıurfa” olarak değiştirilmiştir. Urfa’nın kurtuluşu ülke içinde sevinçle karşılanırken Fransa’da geniş yankılar uyandırmıştır. Fransız basınında yer alan “Urfa’da ne arıyorduk. Burada Fransız askerlerinin işi neydi? Bizde halk askerlerimize verilen angaryalardan habersizdir. Türkiye’de bizi ilgilendirmeyen işlerle meşgul askerlerimiz bulunduğunu halka göstermek için, Urfa ve Maraş’taki gibi olaylar gerek. Urfa İngiltere’nin kendi nüfusuna ayırdığı Mezopotamya’nın güvenliğini koruyucu bir yerdedir. Fransa başkası hesabına jandarma rolü oynamamalı. Maraş’taki olaylardan sonra şimdi Urfa olayları, Fransa’da çok gözleri açacaktır. Bizim olmayan bir politika için verecek tek adamımız yoktur. Çünkü Fransa’nın çıkarı ve gelenekleri Türk halkı ile savaşı değil barışı gerektirir.”[26] Bu ifadeleri tepkiler açısından olduğu kadar Fransa’nın bölgeden çekiliş sebeplerini göstermesi açısından önemlidir.
Urfa’da Fransızlara karşı elde edilen başarı İngilizlerin bölücülük faaliyetlerine aldanmayan halkımıza aittir.
Antep Gazilerinin Savunması
Güneydoğu Anadolu’nun önemli yerleşim yerlerinden olan Antep, Güney Cephesi’nde de önemli olayların geliştiği yer olmuştur. Antep işgalci güçlerin Mondros Mütarekesi’nden sonra göz diktiği stratejik açıdan önemli bir şehirdir. Antep bütün Suriye kıtasına hakim konumdadır. Kuzey-güney, doğu-batı istikametinde yolların kesiştiği noktadadır. Konum itibariyle jeopolitik bir öneme sahip olan Antep 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından işgal edilmiştir.[27] İngilizlerin geri çekilmesi sonucu 29 Ekim 1919 tarihinde de Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Fransız işgal kuvvetleri bir duyuru yayınlayarak bölgenin Osmanlı Devleti tarafından kendi himayelerine bırakıldığını belirtmiş ve herkesin emirlerine uymalarını istemiştir. Fransız kuvvetlerinin yetersizliği sebebiyle bir Ermeni alayı kurarak Türkleri sindirmeyi amaçlıyordu.[28] Fransız ve Ermeni askerlerinden cesaret bulan Ermeniler taşkınlıklar yapıyordu. Ermeni semtlerinde rastladıkları Türkleri tehdit ediyor, onlara saldırıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa Antep, Maraş ve çevresinin işgalinin dünya kamuoyu nezrinde protesto edilmesini istemiştir. 10 Kasım 1919’da şehirde olaylar çıkmıştır. Antep halkı miting düzenleyerek işgali protesto etmiştir. 20 Ocak 1920’de Mehmet Kamil, Ermeniler tarafından şehit edilmiş, bunun üzerine halk teşkilatlanmaya başlamıştır. 1895 yılında Türklerin kurduğu Maarifi Mahalliye Cemiyeti, Antep çarpışmalarının başlangıcında Cemiyet-i İslamiye adında faaliyet göstermiş sonra Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti’ne dönüşmüştür.[29]
Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşu ile şehirde Fransızlara karşı direniş başlamış, 1 Nisan 1920’de Fransızlara karşı Antep halkı ayaklanmıştır. Maraş yolunu Fransızlara kapatan Antep Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti Katma ve Kilis tarafından Antep’e gelecek Fransız yardımını önlemek için tedbir almış ve bu görevi üslenen Şahin Bey başarılı faaliyetlerde bulunmuştur. Teşkilatını tamamlayan Şahin Bey 1920 Şubat ayında Kilis-Antep karayolunu kapatmıştı. Kilis-Antep yolunu geçemeyen Fransızlar Antep Mutasarrıflığı’ndan Şahin Bey’in kuvvetlerinin yoldan çekilmesini istemiştir. Bu istek üzerine Şahin Bey Fransız kumandanına şu mektubu yazmıştır: “Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde Türk kanı vardır. Her bucağında bir atanın mezarı vardır. Eski zamanlardan beri Türkler bu topraklarda yaşamaktadır. Türk bu topraklara, toprakta Türklere ısındı, kaynadı. Sade siz değil bütün dünya bir araya gelse, bizi bu topraklardan ayıramaz. Sonra sen Türk esir yaşamaz diye duymadın mı? Namus ve hürriyet için ölüme atılmak bize Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Sizler canı kıymetli insanlarsınız. Bize çatmayınız. Bir an evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza!”
Fransızların teklifi böylece reddedildi. Fransızlar Kilis-Antep yolunu açmak için 26 Mart 1920’de büyük bir askeri birlikle Kilis’ten Antep’e hareket etti. Şahin Bey’in idaresindeki kuvvetler, Kilis yolu üzerindeki Elmalı köprü civarında mevzi almıştı. Fransızların üstün askeri kuvvetleri önünde sonuna kadar direnen Şahin Bey şehit düşmüştür. Fransızlar Kilis yolunu böylece açtıktan sonra Antep’e girmiş şehri kuşatma altına almıştır. 11 Ağustos 1920’de başlayan Fransız kuşatmasına karşı Antep halkı kahramanca savaşmıştır. Bir sonuç alamayan Fransızlar ilave kuvvetler alarak 21 Kasım 1920’de ikinci kuşatmayı başlatmıştır. Çok üstün düşman kuvvetlerine karşı açlık içinde savaşan Antep halkının direnişi Anadolu’da dikkatli takip ediliyordu. Fransızlara meydan okuyan bu direniş üzerine Büyük Millet Meclisi 6 Şubat 1921’de kararlı Antep’in ismini “Gaziantep” olarak değiştirmiştir.
6-? Şubat gecesi Fransız kuşatması altındaki Antep gazileri bir çıkış taarruzu yapma kararı almıştır. Harekatın ilk aşaması başarılı olmuş ancak Fransız kuvvetleri toparlanarak yolu kapamışlardır. Son durum üzerine Gaziantep halkı II. Kolordu’dan iaşe yardımı ile silah ve cephane istemiştir. Kolorduca buna imkan olmadığı, şehri savunan halkın, çıkış harekatı yapabileceği bildirilmiştir. Şehrin dışarıyla bağlantısını kesen ve halkı aç susuz bırakan Fransızlar 8 Şubat 1921’de Gaziantep’i ele geçirmişlerdir.[30] 10 ay 9 gün Fransız ve Ermeni kuvvetlerine karşı direnen Gaziantep halkı açlık yüzünden teslim olmak zorunda kalmıştı. Bunun üzerine Fransızlar şehrin önemli yerlerini tekrar ele geçirmiştir. 21 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması üzerine Gaziantep 25 Aralık 1921 tarihinde düşman işgalinden kurtulmuştur.
Adana ve Çevresinin Kurtuluşu
Fransız kuvvetleri 11 Aralık 1918’de Dörtyol’u, 1? Aralık 1918’de Mersin’i, 19 Aralık 1918’de Tarsus’u ve 21 Aralık 1918 tarihinde de Adana’yı işgal ettiler. Fransız işgali kuzeye doğru genişlemiş Pozantı, Ceyhan, Kozan, Osmaniye bölgesini de içine almıştır. İşgalin başlamasıyla birlikte Adana ve havalisindeki halkın bir kısmı bölgenin kuzeyine doğru İç Anadolu’ya göçe başlamıştır. İşgali takiben Fransız yetkilileri isteklerini yerine getirmeyen mahalli ve mülki idare amirlerini görevden almış yerine Fransız ve Ermeni idareciler atamıştır.
Fransızların Adana ve civarını sömürgeleştirmek için başlattıkları işgal üzerine bölge halkı olayı protesto etmiştir. Fransız idareci ve askeri yetkililerin Ermeni komitecilerine alet olması Ermenilere cesaret vermiş ve olayların tırmanmasına sebep olmuştur. Fransız işgalinden sonra bölgeye Ermeni göçü başlamış ve Ermeni idaresi kurulması yönünde faaliyetlere başlamışlardır. Fransız ve Ermenilerin yağmalama ve saldırı hareketlerine karşı bölgede teşkilatlanma başlamıştır. Çukurova’da ilk olarak Karaisalı’da teşkilat kurulmuş ve çete savaşı ile Fransızlara karşı mücadele başlatılmıştır. İstanbul’da Klikyalılar Cemiyeti kurularak, Fransızlara karşı mücadeleye destek verilmiştir. Bu mücadeleyi yönlendirmek ve yönetmek üzere bölgeye askeri yetkililer gönderilmiştir. Bunun sonucunda başarılı mücadeleler verilmiştir. Kavaklıhan çarpışmaları, Fransız komutanı Mènile’in Toroslar’da Kar Boğazı’nda esir alınması Fransızları zor durumda bırakmıştır. Bu çarpışmalar sonucu Fransızlar önce 20 günlük geçici ateşkes antlaşması talebinde bulunmuştur. 28 Mayıs 1920’de 20 günlük ateşkes antlaşmasının imzalanması ile milli kuvvetleri düzenlemek, Fransız yetkililerine milli davayı anlatmak, Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’nin geleceği üzerinde söz söyleyecek gerçek ve tek makam olduğunu göstermek fırsatları elde edilmiş oldu. Bu olay askeri yönden olduğu kadar, siyasi yönden de önemlidir. Çünkü İtilaf Devletlerinden biri olan Fransa, İstanbul hükümetini bir tarafa bırakıp, henüz resmen tanımadığı Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile görüşme yapmış ve ateşkes antlaşması imzalamıştır. Her ne kadar bu antlaşma Zonguldak’ın Fransızlar tarafından işgali ile bozulmuş ise de bu gelişme Türkiye Büyük Millet Meclisi açısından önemlidir. Bu mütarekeden istenen sonuç elde edilememişti. Fransa İngiltere’nin baskıları karşısında mütarekenin birinci haftasında Karadeniz Ereğlisi’ne asker çıkartmakla ateşkesi bozmuştur.
Antlaşmanın bozulmasından sonra Ermeniler Adana’nın çeşitli semt ve köylerinde Türklere saldırmaya başladılar. Fransızlar bu olay üzerine 4 Temmuz 1920’de şehirde sıkı yönetim ilan ettiler. 10 Temmuz 1920’de Adana’da “kaçkaç” olayı yaşandı. Fransızlar Türkleri göçe zorlamak amacıyla Türk mahallelerini hedef alan ateş sonucu, bütün Adanalılar silah sesleri arasında evlerini, işlerini bırakarak göçe başladılar. Ermeniler Adana’da Ermeni Devleti kurmak düşüncesiyle, Türkleri göçe zorlamak hususunda Fransız komutan Bremond’u teşvik ediyorlardı. Fransızlar bu durumun Türk milli kuvvetlerini güçlendireceği endişesi ile halkı göçe zorlamaktan vazgeçmiştir.[31] Fransızlarla Yüreğir ovasında çarpışmalar meydana gelmiştir. Adana’nın tahıl ambarı olan Yüreğir ovasının, aynı zamanda Karataş iskelesine etkisi dolayısıyla işgal kuvvetleri, milli kuvvetlerin bu bölgeye geçmesini önlemeye çalışıyordu. Milli kuvvetler 26 Haziran 1920’de Karataş’ı ele geçirmişlerse de çarpışmadan sonra Seyhan ırmağının batısına geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu arada Türk kuvvetleri 20-21 Haziran 1920’de Kozan’ı geri almışlardır. Ermenilerin elinde bulunan Saimbeyli (Haçin) 15-16 Ekim 1920’de çetin mücadeleden sonra teslim alınmıştır. Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa (Çakmak), 5 Ağustos 1920’de cepheleri ziyaret etmek amacıyla Pozantı’ya gelmiştir. Pozantı Adana il merkezi haline getirilmiş, 8 Ekim 1920’de Pozantı Kongresi yapılmış ve başarının sağlanması için birtakım kararlar alınmıştır. Anadolu’da tutunamayacağını anlayan Fransa ise Türkiye ile barışın kendi lehine olacağını düşünerek anlaşma yolunu geçmiştir. 20 Ekim 1920’de imzalanan Ankara İtilafnamesi’yle 3 Kasım 1921’de alınan bir kararla İşgal ve Boşaltma Komisyonu kurulmuştur. Türk kuvvetleri, 1 Aralık 1921 günü Adana’nın hükümet meydanında Fransız bayrağını indirerek Türk bayrağını çekmişlerdir. Fransızların Ankara İtilafnamesi sonucu bölgeyi tamamen boşaltmalarından sonra 5 Ocak 1922’de Adana Fransız işgalinden kurtulmuştur.
Güneydoğu Anadolu’da Türk Zaferinin Sonucu; Ankara Antlaşması
Fransızların Güney ve Güneydoğu Anadolu’da Türklere karşı sürdürdükleri savaş kendi iç politikalarında tepki almaya başlamıştır. Fransız kamuoyu her şeye rağmen savaştan usanmıştı. Bir an önce asker ve para israfının durmasını istiyordu. Bu tenkitler haklı temellere dayanıyordu. Öncelikle Fransızlar bu bölgeden sonuç alınamayacağını, harcanan çabanın ve askeri harcamaların boşa olduğunun söylüyorlardı. Ayrıca Kuzey Afrika’dan getirdikleri birlikleri istedikleri gibi yönlendiremiyorlardı. Fransa, Güneydoğu Anadolu’daki Türk direnişinin Kuzey Afrika’daki sömürgelerine sıçrama endişesini taşıyordu. Ayrıca İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden dolayı kendi menfaatlerinin zarara uğradığını düşünen Fransa, bundan rahatsızlık duyuyordu. Bu sebeplerle Fransa Türklerle uzlaşmanın kendi çıkarlarına daha uygun olacağını düşünüyordu. Türk ordusu Sakarya’da büyük bir zafer kazanmıştı. Yunanlıların Sakarya’dan geri atılması, Türkiye’nin yurt dışındaki durumunun güçlenmesine yol açmıştı.
Fransızlar daha başta, Batı Anadolu’da Yunan işgaline karşı çıkmışlar, Mustafa Kemal Paşa tarafını tutmuşlardı. Fransızların bu davranışı, siyasi, ekonomik ve askeri olmak üzere üç temel düşünceye dayanıyordu. Fransa’ya Türkiye’de oldukça geniş mali ve kültürel ayrıcalıklar tanınmıştı. Yunanlıların Anadolu’ya fazla yayılmaları Fransızlara tanınan bu ayrıcalıkları engelleyebilirdi. Fransa İngilizlerin Orta Doğu’da güçlenmesinden rahatsızlık duyuyor ve Lıyod George’un Yunanlılara verdiği desteğin bölgede güç kazanma amacını güttüğü görülüyordu. Fransızlara göre İngilizlerin amacı Türkiye’yi Hindistan üzerinde bir kale olarak yeni bir Mısır durumuna getirmekti. İngilizlerin İslam dünyasının anahtarı olan hilafete ihtiyaçları vardı. Türkiye üzerinde himaye kurabilmek için, Türk milli hareketinin bastırılmasının gereğine inanıyordu. Fransa Anadolu’da İngiliz yayılmacılığını önlemenin yolunun Türk milli hareketinin başarısından geçtiğini düşünüyordu. Öte yandan Yunanlıların da Müttefiklerden yeterli yardım görmeden Türkleri dize getiremeyecekleri açıkça ortada idi. Müttefikler Yunanlılara yardım sağlayacak durumda değildi. Askeri uzmanlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdi. Sakarya Savaşı da bu görüşün doğruluğunu ortaya koymuştu.[32]
Bunun yanında Fransa, Anadolu’daki duruma İngiltere’den daha gerçekçi bir gözle bakıyor ve Müttefiklerin Türkiye’ye ağır bir barışı zorla kabul ettiremeyeceklerini anlamış bulunuyordu. Fransız Başbakanı Briand, Fransız meclisinde yaptığı konuşmasında, Sevr Antlaşması’nın ağır şartları sebebiyle, Türklerin ulusal duygularının canlandığını belirtiyor ve şöyle diyordu;
“Fransa’da buna, Fransız içlerinde olursa vatanperverlik denir. Başka yerde ise kaynağı aynı olsa da çoğunlukla fanatizm denir. Gerçekte ise vatanperver olduklarını savunan Türklerin bir kısmı aşırı, fakat diğerlerinin gerçekçi istekleri vardır. Bu istekler vatanlarının bağımsızlığı gibi çok doğru bir histen kaynaklandığı için gerçekten saygı ile karşılanmalıdır.”[33]
Fransa bu yaklaşımı doğrultusunda, Franklin-Bouillion’u Türk yetkilileri ile görüşme yapmak üzere, 9 Haziran 1921’de Ankara’ya göndermiştir. Franklin-Bouillion ile Mustafa Kemal arasındaki ilk resmi görüşme 13 Haziran’da gerçekleşti. Mustafa Kemal görüşmelerin hareket noktasının Misak-ı Milli olmasını istemiştir. Franklin-Bouillion, Sevr Antlaşması’nın bir olup bitti olarak da olsa var olduğunu söyledikten sonra, Bekir Sami Bey ile Fransız Başbakanı Briard’ın Londra’da yaptığı antlaşmanın esas alınmasını istiyor ve Misak-ı Milli’ye aykırı olan noktalar üzerinde görüşme yapılmasını önermiştir. Bu teklifinde haklı olduğunu teyit etmek için Londra’ya giden Türk delegesinin, Misak-ı Milli’den bahsetmediğini Misak-ı Milli’nin ve milli hareketin, değil Avrupa’da İstanbul’du bile takdir edilmemiş olduğunu belirtti. Mustafa Kemal cevabında; “bir dost ağzından çıkmasını istemediklerini” söylemiş ve Londra’ya giden Türk heyetinin bundan bahsetmemesinin verilen emre göre hareket edilmemesinden kaynaklandığını, bu hatanın Avrupa ve bilhassa Fransa kamuoyunda olumsuz etkiler doğurduğunu belirtmiştir. Mustafa Kemal devamla, “Avrupa’nın Misak-ı Milli’den haberdar olmamasına imkan yoktur. Avrupa Misak-ı Milli tabirlerini öğrenmemiş olabilir. Fakat senelerden beri kanımızı döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya bu mücadelenin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir. Misak-ı Milli’den İstanbul’un haberdar olmadığına dair açıklama doğru değildir. İstanbul halkı bütün Anadolu’daki halk gibi, milli harekete vakıf ve onun taraftarıdır. Bunu bilmeyen ve tanımayan kişilerin sayısı çok azdır ve ulusça bilinmektedir.”[34]
Bunun üzerine Franklin-Bouillion tekrar, Bekir Sami Bey’in Londra Sözleşmesi’nde, Misak-ı Milli kararları dışına çıkamayacağından bahsetmediğini söyleyerek, görüşmelerin bu temele dayandırılmasının güçlüğünü ileri sürmüştür. Fransız kamuoyunun, Türk delegeleri önceden Misak-ı Milli’den niçin bahsetmediler de şimdi yeni meseleler çıkarıyorlar diyeceğini ifade etmiştir. Sonuçta Franklin-Bouillion, Misak-i Milli’yi anladıktan sonra, görüşmelere buna göre devam edilmesi esasını kabul etmiştir. Görüşmeler günlerce sürmüştür. İki devlet arasındaki antlaşma noktalarını belirlemek için zamana ihtiyaç duymuştur. I. ve II. İnönü Zaferi’nden sonra, başarının daha büyük bir zafer ile pekiştirilmesi gerekiyordu. Başarılar Sakarya Zaferi ile pekiştirilecek ve Sakarya Zaferi’nden 37 gün sonra antlaşma sağlanacaktı. Bu gelişmelerden sonra, Franklin-Bouillion 20 Eylül 1921’de tekrar Ankara’ya geldi. 24 Eylül 1921’de Ankara’da görüşmeler başlamıştır. Kapitülasyonlar kaldırılmadan ve Türkiye için tam bağımsızlık kabul edilmeden bir antlaşmanın mümkün olamayacağı kesin olarak ifade edilmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalandı.
Ankara Antlaşması ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, büyük bir siyasi zafer kazanmış oluyordu. Bu antlaşma ile Türklere karşı kurulmuş olan, ortak cephe yıkılmaya başlıyor ve Türkiye’nin savaş içinde olduğu devletlerden birisi Ankara hükümetini resmen tanımış oluyordu. Ayrıca bu antlaşma ile Türk istekleri ilk defa Batılı devletlerden biri tarafından kabul edilmiş bulunuyordu. 13 maddelik Ankara Antlaşması’na göre;
Hatay ili hariç bugünkü Suriye sınırı tespit edilmiş oluyordu. Antlaşma ile Fransa, işgal etmiş olduğu Türk topraklarından İskenderun, Hatay hariç, çekilmeyi kabul ediyor, İskenderun ve Hatay’da özel bir idare kurarak Türk kültürüne hizmet etmeyi taahhüt ediyordu. Bunlardan başka Fransızlar, içinde top, cephane ve daha başka savaş malzemesi bulunan büyük miktarda bir silahı Türklere devrediyor ve ilerde daha fazlasını vereceklerini de gizlemiyordu. Ankara Antlaşması Türk vatanından zorla koparılmak istenen toprakların kurtulması yanında bu bölgeyi savunmakta olan Türk kuvvetlerinin Batı cephesine gönderilmesi imkanını da sağlamış bulunuyordu.[35]
Antlaşmanın imzalanmasından sonra Fransa’nın Türk topraklarını boşaltması 4 Kasım’da başlamıştır. 1 Aralık 1921’de bir Türk heyeti, Adana’daki resmi daireleri teslim almıştır. 20 Aralık 1921’de Fransa askerleri Adana’dan çekilmiş, 21 Aralık’ta da Türk kuvvetleri Adana’ya girmiştir. 25 Aralık 1921’de Gaziantep kurtulmuş, 5 Ocak 1922’de ise Adana ve çevresi tamamı ile Türklerin eline geçmiştir.
Ankara Antlaşması’nın imzalanması üzerine İngilizlerde telaş başlamış, bu yüzden Lord Curzon, “adeta dehşetle karışık bir şaşkınlık duymuştu.” Fransızların yaptıkları bu işi “şerefsizce bir davranış” diye niteleyen İngiliz diplomatlar vardı. Fakat Fransızlar Türklerle yapılan bu antlaşmanın, Ankara hükümetinin tanınmasına hizmet etmeyeceğini İngilizlere bildirmişlerdir. Öte yandan Fransızlarla yapılan bu antlaşma, Rusya’da da Ankara’nın Batı ile anlaştığı fikrini uyandırmıştı. Çünkü İngilizler antlaşmanın gizli maddeleri bulunduğunu iddia ediyordu.
Ankara Antlaşması daha çok Ermenileri rahatsız etmişti. Ermeniler Türklere yaptıkları kötülüklerin hesabının sorulacağı endişesi ile Çukurova’yı terk ediyorlardı. 1919-1921 yıllarında Fransız ve İngiliz kuvvetleri ile Maraş, Antep, Urfa ve Adana’da Türklere baskı ve şiddet uygulayan Ermeniler, Ankara Antlaşması’ndan sonra, Fransızlar tarafından Suriye ve Lübnan’a taşınmışlardı. Ermeni kaynaklarına göre, Ankara Antlaşması ile Çukurova ve çevresinin Fransızlar tarafından boşaltılması sırasında 120.000’den fazla Ermeni Suriye’ye Lübnan’a, 30.000 kadar Ermeni de Kıbrıs, Mısır ve İstanbul’a göç etmiştir.[36] İkinci Ermeni göç hareketi 1939’da yaşanmıştır. Fransız mandası altında kalmış olan, Hatay sancağının 1939 yılında Türkiye’ye katılmasından sonra, Fransızlar tarafından 1919-1921 yıllarında Çukurova, Erzin, Dörtyol, İskenderun, Belen, Kırıkhan ve Samandağ ile çevre köylere yerleştirilen Ermenilerin büyük bir kısmı Suriye’ye göç etmişlerdir.[37] Böylece Çukurova ve civarında bir Ermenistan yaratma hayali içinde Fransızlar tarafından kullanılan Ermenilerin bu hayali ortadan kalkmış oluyordu.
Ankara Antlaşması ile özel bir statü verilen Hatay daha sonra Anavatan’a katılmıştı. Fransızların Güneydoğu Anadolu’yu işgal sebepleri sömürgecilik emellerine dayalı olup, Çukurova’yı dokuma sanayiinde ihtiyaç duyulan, pamuk üretim merkezi olarak düşünmüşlerdir.
Fransızlar bu antlaşma ile gerçekçi bir davranışta bulunmuşlardır. Güneydoğu Anadolu bölgesindeki işgale son vererek, Orta Doğu’daki çıkarların asıl önemli noktasını oluşturan Suriye’de yoğunlaşmaya başlamışlardır. Fransızlar cephane ve savaş malzemelerinden oluşan büyük bir silah stokunu Türkiye’ye devretmişlerdi. Bu da Türklerle Yunanlılar arasındaki silah dengesinin Türkiye lehine düzeltilmesinde büyük bir rol oynadı. Türkiye’nin Sakarya’daki zaferini onaylar nitelikte, zaferin hemen arkasından imzalanan Ankara Antlaşması Türkiye’ye büyük itibar sağlamıştır. Türkiye, azimli ve sabırlı politikası sayesinde, ilk kez Batılı bir büyük devlet tarafından tanınmış ve üstelik bunu milli çıkarlarına en uygun koşulları da elde etmiştir.[38]
Milli Mücadele’de Güney Cephesi Ankara Antlaşması ile başarılı bir şekilde sonuçlandırılmış olup, sınırlarımız dışında kalan Hatay, 1939 yılında Anavatan’a kavuşmuştur.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Rektörü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 811-819
Dipnotlar :