Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Milli Mücadele Öncesinde ve Sonrasında “Türkçülük ve Atatürk”

0 26.869

Turan CAN

“Ey Türk milleti! Su gibi akıttığın kanına,
dağlar gibi yığdığın kemiklerine layık ol!”
Orhun Abideleri

Giriş

Topyekûn Milli Mücadele diye adlandırdığımız bu savaşın kazanılmasında askeri, siyasi, diplomatik v.b, çeşitli etkenler yanında Türklük Şuuru, Türkçülük hareketi, dediğimiz milli şuurun da önemli bir yeri vardır. Çünkü bu mücadele, aslında, Türk milletinin kendi benliğini bulma, kendi varlığına sahip çıkma mücadelesidir. Bu hareketin lideri de, Mustafa Kemal’dir.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihi içinde eşsiz bir kişidir. Türk Bağımsızlık Savaşı’nın önderi, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk çağdaşlaşma hareketinin lideridir. Askerliği, devlet adamlığı, inkılâpçılığı yanında düşünce bakımından da seçkin bir fikir adamıdır. Döneminde, kültür ve fikir sorunlarıyla sadece ilgilenmekle kalmammış, hemen her zaman bu etkinliklerin yönlendiricisi olmuştur. Bu bakımdan Milli Mücadele’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve devrimlerinin düşünce sistemini yansıtan görüşlerinin yanı sıra kültürel ve sosyal konulardaki görüşleri de zamanın akışı içinde her kuşağa rehberlik edecektir. Unutmamalıyız ki çağdaş Türkiye bu fikirler, bu düşünceler üzerine kurulmuştur. Mutlu ve güçlü Türkiye ülküsü, bu görüşlerin yaşamasına, yeşermesine ve kuşaktan kuşağa canlı bir meş’ale olarak aktarılmasına bağlı bulunmaktadır.

Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde, belirlenecek Türk uygarlığı ile övünmek yerinde olur. Fakat bu övünmeye layık olmak için, bugün çalışmak gerekir. Her alanda, özellikle uygarlık dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmalıdır. [1]

Milli Mücadele öncesinde ülkenin maddi ve manevi bakımdan içinde bulunduğu ağır şartlar ile çöküntü halindeki Osmanlı İmparatorluğu’nda toplum yapısını şekillendiren siyasi ve sosyal değer ölçüleri, devlet ve hükümetin olaylar karşısındaki tutumu ve halkın genel durumu göz önünde bulundurulunca, o dönem için milli bir şahlanmanın ifadesi olan bu faktörün önemi daha iyi anlaşılır.

Türk milleti, tarihinle övün; çünkü senin ataların uygarlıklar kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir varlıktır. Sen, Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip uygarlık kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman gerekir; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz.[2]

1919–1922 yılları arasını kapsayan mücadelelerle İstiklal Savaşı’nın kazanılması ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile Türk toplumu, tarihin akışını değiştirme gücüne sahip bir komutanın, kendini milletine adamış bir devlet adamının önderliğinde, siyasi, sosyal yapısı bakımından bir çağ değiştirme sürecine girmiş bulunuyordu. Cumhuriyet rejiminin kabulü ve yapılan köklü inkılâplar ile ulaşılmak istenen ana hedef, yeni esaslara bağlı çağdaş bir devlet kurmak ve Türk milletini her yönü ile muasır medeniyet seviyesinin ön safında yer alabilecek bir düzeye çıkarmaktı. Bu bakımdan İstiklal Savaşı, Türk siyasi tarihinde bir dönüm noktasını oluşturur.

Milli Mücadele Öncesinde Ülkenin Genel Durumu

Bilindiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Milli Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’a çıktığında ülkenin genel görünümü yürekler acısıdır; Trablusgarp ve Balkan Savaşı’ndan beri bir felaket kasırgası halinde birbiri ardınca gelen yenilgilerle, imparatorluk çöküntüsünün eşiğine gelmiş, ülke derin bir karamsarlığa gömülmüştür. İhtilaf Devletleri, Osmanlı devlet ve memleketine karşı maddi ve manevi saldırıya geçmişler, onu yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişlerdir. Ordunun silahları ve cephanesi elinden alınmış, memleket fiilen düşman işgali altına girmiştir. Öte yandan İstanbul’da ve memleketin her yanında yerli Hıristiyan azınlıklar veya Müslüman unsurlar tarafından çeşitli maksatlarla kurulmuş olunan Mavri Mira Heyeti, Pontus Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Teali İslam, İhtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet, İngiliz Muhripleri Cemiyeti gibi milli varlığa düşman dernekler, gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışmaktadırlar. [3]

Konuya, Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını oluşturan değer ölçüleri ve imparatorluktaki çözülmeye çare arayan fikir akımları açısından bakınca da durum iç açıcı değildir;

1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da meyvelerini vermeye başlayan “milliyetçilik” akımı, yabancı devletlerin baskı, entrika ve tahrikleri ile Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı çeşitli ırk ve dinden milletler arasında da hızla yayılmaya başlanmıştır. Bilindiği gibi, 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet ve serbestlik havası, önce Türk olamayan Hıristiyan Balkan milletlerini, daha sonra da imparatorluk içindeki diğer Müslüman unsurları teker teker birer oldubitti ile Osmanlı Devleti’nden koparmıştı. Ne var ki, imparatorluğa bağlı gayrı Müslim milletler ile içerdeki Ermeni ve Rum azınlıklar, devleti parçalamak için XIX. yüzyıldan beri her yola başvurdukları halde, bu uyanış, imparatorluğun hâkim ve asli unsuru olan Türklerde sosyal düzeni sarsmama pahasına hayli geçişmiş bulunuyordu. Çünkü din ve ırk bakımından birbirinden farklı milletleri bağrına basmış olan Osmanlı Devleti, çeşitli unsurlar arasındaki çözülmeyi önlemek üzere, dünya görüşü olarak “milliyetçilik” ideali yerine “din” ve “ümmet” idealini benimsemişti. Etnik yapı karışıklığı dolayısıyla da karma bir imparatorluk topluluğunun ifadesi olan ve “Devlet-i Osmaniye” veya “Millet-i Osmaniye” terimleri ile karşılanan, “Osmanlılık” ilkesine bağlanmıştı. Bu ilkeye göre Osmanlı yönetiminin geçerli olduğu her yer “vatan” sayılıyor; “bir Müslüman için şeriatın hâkim olduğu her yer” bir vatan gibi görülüyordu.[4] Bir “anavatan” veya “milli vatan” ve bir “millet” kavramı yoktu. Bu yüzdendir ki, koca imparatorlukta, devletin ana yapısını oluşturan Türk unsuru, kendi Türklüğünün bilincine varamıyor. Devletin birlik ve bütünlüğü uğruna bir azınlık derecesine düşürülmüş bulunuyordu. Fakat Balkan Savaşı’ndan Milli Mücadele’ye kadar uzanan ıstıraplı ve felaketli yıllar, Osmanlı Devleti’nin aydınlarının birer kuruluş çaresi ve siyasi bir ilke olarak benimsedikleri “Osmanlılık” ve “İslam Birliği” akımlarının o günün şartları içinde iflas etmiş olduğunu, artık acı gerçekler de gözler önüne sermiş bulunuyordu.

Tanzimat Devrinde Türkçülük

Türk toplumunda şuurlu ve etkili bir milliyetçilik hareketinin başlaması yine Balkan Savaşı’ndan sonradır. Bu savaşın getirdiği yenilgi ve yalnızlığa terkedilmişliğin ıstırabı, ruhlarda kendi benliğine dönüş ve varlığının bilincini duyma ihtiyacını doğurmuştur. Osmanlı aydınlarının bir kısmı, Türklük bilincindeki bu gecikmeye rağmen, artık kurtuluşun bir “Türk vatanı” kavramına ve “milliyetçilik” ilkesine bağlanmakta olduğu gerçeğini kavramışlardı. Gerçi, “vatan”, “millet” ve “hürriyet” gibi kavramlar bazı Osmanlı aydınları tarafından Tanzimat döneminden beri ele alınan ve üzerinde durulan kavramlardı. Fakat bunlar, 2. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar, tarihi gerçeklerden uzak, içleri boş, romantik ve soyut birer kavram olmaktan ileriye geçememişti. İlk Türkçüler edebi Tanzimatçılardır. Onların Türkçülüğü şüphesiz pek sathi idi. Eski Osmanlı edebiyatının hâkim tesirinden kendilerini kurtaramadıkları için fikirlerini eserleriyle fiil haline koyamadılar. Avrupacılık onları Türkçülük görüşüne sevk ediyorsa da siyasi sahada oradan uzak kaldılar. Bu münasebetle ilk önce hatırlamamız lazım gelen Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’dir.[5] 1908 inkılâbının getirdiği serbestlik ortamı ve bunu takip eden yılların indirdiği acı darbeler, süratle milliyetçilik temelindeki yeni gelişmelere zemin hazırlıyordu. Bu nedenle Tanzimat devrinde Şinasi, Ziya Paşa, Ahmet Vefik ve Süleyman Paşalar, Şemsettin Sami, Necip Asım gibi edebiyatçılar aracılığı ile başlatılmış olan Türkçülük hareketi[6] bu devir Osmanlı aydın yazarlarının elinde daha şuurlu bir akım haline girmiş bulunuyordu. Artık Mehmet Emin Türkçe Şiirleri’nde, Ahmet Hikmet Müftüoğlu nesirlerinde açıktan açığa Türklüğün ve Türkçülüğün savunmasını yapabiliyordu. Ziya Gökalp gibi bir düşünür, Türkleşmek-İslamlaşmak ve Muasırlaşmak; Türkçülüğün Esasları adlı eserlerinde ele aldığı milliyetçiliği sosyal temellerine yerleştirecek bir fikir sistemi haline getirmek istiyordu. Milli edebiyat akımının öncüleri olan Ali Canip, Aka Gündüz ve özellikle Ömer Seyfettin gibi yazarlar, hikâye ve romanlarında Türklük ve Milliyetçilik konusunu sosyal ve siyasi gerçeklere dayanarak çeşitli yönleri ile işliyorlar, bu konuda şimdiye kadar yerli ve yabancı kesimde yer alan kasıtlı veya yanlış kanaatleri silmeye, milliyetçilik doğrultusundaki bilinçlenmeyi bir ideal halinde güçlendirmeye çalışıyorlardı. Ömer Seyfettin’in Tuhaf Bir Zulüm, Pamuk İpliği, Prima Türk Çocuğu, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyeleri “Osmanlılık” çerçevesindeki “milliyetçilik” anlayışının geçersizliğini, kurtuluşun ve yıkılışı durdurmanın ancak millet olma aşamasına ulaşarak sağlanabileceğini, uğranılan milli felaketlerin ve çöküş sebebinin de Türklüğe ait milli değerlerin idrakine varılamamış olduğu görüşlerini işleyen eserlerdir.[7] Ancak burada işaret edilmesi gereken diğer bir husus da, milliyetçilik hareketinin kendi içinde de bir bocalama devresinden geçmiş olmasıdır. Önce “Türkçülük” akımı şeklinde başlayan “milliyetçilik” hareketi, başlangıçta zaman ve mekân sınırlarının çizilmediği bir belirsizlik içindeydi. Bu bakımdan milliyet anlayışında tarih şuuruna ve belirli bir vatan kavramına dayanan aydın ve düşünürler ile bütün Türklük âlemini kucaklamak isteyen ve idealin odak noktasını anavatan dışındaki hayali bir vatan anlayışında arayan milliyetçilik arasındaki görüş ayrılıklarını da gidermek ve dengelemek gerekiyordu. Nitekim programlı ve sistemli düşünceleri ile Türkiye’nin fikir politikasında söz sahibi Türk aydınlarından birçoğunun düşüncelerine yön vermiş olan Ziya Gökalp, başlangıçta Türkçülüğü, bütün Türklüğü içine alan bir “ Turancılık” anlayışı içinde ele almıştı. Fakat zamanla düşüncelerini tarihi olayların akışına ve siyasi gelişmelere paralel bir ayıklamadan geçirerek, Türkiye’nin varlığını ve geleceğini ön planda tutan bir milliyetçilik anlayışında karar kılmıştır. Bununla beraber, Türk toplumu, 1908’den 1919’a kadar uzanan devrede, birbirine zıt çeşitli fikir akımlarının çatıştığı bir ortam içinde, yine de kendisini yıkılışa doğru yuvarlanmaktan kurtaramamıştır. İşte ülkenin Milli Mücadele öncesindeki genel durumu kısaca budur. Sonuç olarak, uğruna bütün Türk varlığının ve milli şahsiyetlerin feda edildiği imparatorluk çökmüş, ortada paramparça edilmiş bir vatanla, bütün dünyanın kendisine düşman kesildiği, çaresizliğe itilmiş bir Türk milleti baş başa bırakılmıştır.[8] İşte Milli Mücadele’yi doğuran ana sebep budur.

Osmanlı’da Türkçülüğün Kıvılcımları

İlk Türkçüleri, milliyetçilik düşüncesine sevk eden Türkçülüğün bu ilk kımıldanışları üzerinde bazı dış tesirlerin büyük rolü olduğunu görüyoruz.

1- Müsteşriklerin (şarkiyatçıların) Türk tarihine dair eserlerinin okunması, Türkçülüğü inkişaf (gelişim) ettiriyordu. Deguigny, Silvestre de Sacy, Abel Remusat, Davids, vb.’nin bir kısmı evelce çıkmış, bir kısmı yeni neşredilen eserleri, Garp’tan haberleri olan, memleket, fikir ve kültür muhitinde az çok tanınmaya başlamıştı.

2- İngiliz-Rus siyasi gerginliği yüzünden o sırada çıkan hadiseleri de, bu arada zikretmeli. Kaşgar’ın Çin’den ayrılması üzerine Yakup Han, Yakup Beyi, İstanbul’a Sefirlikle göndermişti. Vefik ve Suphi Paşaların Şark ve Türk meselelerine karşı gösterdikleri alaka aynı senelere rastlamaktadır.[9]

Macar Yahudisi Vambery 1861’de Asya’yı gezmek için İstanbul’dan geçmiş ve burada birkaç sene kadar kalarak bütün münevver muhitle temas etmişti. Seyahatten dönüşünde eserlerini Londra İlimler Akademisi’ne kabul ettirdiği gibi hatıraları da Bir Sahte Dervişin Seyahati adıyla Türkçeye tercüme edildi.[10]

Orhun Abidelerinin keşfinden sonra Türklük ve Türkçülük faaliyetlerinin ve çalışmalarının son derece hızlandığını görmekteyiz. Türklük ve Türkçülük hareketlerinin Osmanlı Türkiye’sinde, Rus idaresine düşmüş Türk ülkelerinde ve nihayet her iki grubun oluşturduğu Türk Ocakları’nın çalışmalarında bu tesiri açık bir şekilde görmek mümkündür.

Aynı devride, Türkiye dışında Türkçülük hareketinin de kısmen Türkiye’deki hareketle münasebetli, fakat daha ziyade Rus kültürü ve romantizm tesiriyle uyanmaya başladığını görüyoruz. Azerbaycan’da Ahunzade Mirza Feth Ali (1811–1878), Arap harflerinin ıslahı için 1863’te İstanbul Hükümetine müracaat etmiş ve hiçbir netice alamadan dönmüştü. 1850–57 arasında Azeri-Türk lehçesiyle ve halk adetlerini tasvir eden meşhur komedilerini yazmış ve bu eserler erkenden birçok dile çevrilmişti. İlk Türkçe tiyatro yazan da bu zattır.

1860–1870 arasında Garp tesiriyle canlanan Türkçülük temayülleri bir müddet kuvvetten düştü. Mahmut Nedim Paşa’nın sadareti zamanında Türkçülük hareketi hemen hemen durmuş gibiydi. 1876–1880 arasında Rumeli’de çıkan isyanlar yüzünden padişahın nüfusu bir hayli kırılmıştı. Bu devirde tekrar Garpçı fikirlerin yanında Türkçülük hareketinin canlandığını görüyoruz.

Mekatib-i Askeriye (askeri okullar), Nazırı ve sonradan 93 muharebesinde şıpka Kahramanı diye meşhur olan Süleyman Paşa, tedrisata Türkçülüğü sokan ilk zattır. Birinci cildini neşretmiş olduğu Tarihi-i Âlem’de Türk tarihine büyük bir yer ayırdı. Bu malumatı, Deguigny ve Raymond’a borçlu olduğunu söylüyor. Yine ilk defa “Sarf-ı Osmanî” (sarf: dilbilgisi), yerine “Sarf-ı Türkî” yazdı. Mebani-i İnşa’sında Tanrı’yı tavsif ederken “Birdir, hiçbir ortağı, yardımcısı, benzeri yoktur. Gördüğümüz, bildiğimiz şeylerden hiç biri ona benzemez” diyor ve bu ifadenin sadeliği meydandadır.

Yine bu sırada Özbekler tekkesi şeyhi Süleyman Efendi’nin Lugat-ı Çağatay’ı neşredildi. Buharalı Süleyman Efendi kitabında Çağatay ve Garp Türkçülerini mukayese ediyor. Devlet tarafından Buhara ve Kaşgar’a sefaretle gönderilmişti. Lügatini bu seyahatten dönüşünde meydana getirdi.[11]

Batıl itikatlara ilan-ı harbi, Garpçılığı halk arasında yaymaktaki sabır ve kudreti ile tanınan Ahmet Mithat Efendi, umumiyetle bütün eserlerinde demokratlığı ve Garpçılığı ile Türkçülüğe hizmet etmiştir denebilir. Ancak ilk önceleri, mesela Üss-i İnkılâp’ında “Milliyet-i Osmaniye”’nin nazariyesini kurmaya çalıştığı, hatta Türkçülüğe cephe yaptığı halde, onun sonraları Türk diline, tarihine ait birçok teşebbüslerin içine girdiği ve rol oynadığını görüyoruz.[12]

O zamanki Türkçülüğü tamamlayan veya onunla çatışan fikirler en tam ifadesini Namık Kemal’de bulmuş olan, Millet-i Osmaniye ve birçok İslamcı mütefekkirler tarafından ifade edilen “Vahdet-i İslamiye (İslam birliği) fikirleri idi. Bu iki fikir Osmanlı devleti’nin zaruretleri idi. Türkçülük bunlarla uyuşmaya, bunlar vasıtasıyla inkişafa mecbur oldu. 

Tanzimat’ta ilk önce, yalnız “Vahdet-i İslamiye” yolunu tutanlar azdı. Bunlar da Tanzimat’tan önceki fikri devem ettiren muhafazakârlardı. Ancak Avrupacılık ve Türkçülüğün reaksiyonu olarak müfrit İslamcılık hareketi doğmuştu.

İşte bu sırada İslamcıların arasından hiç beklenmedik bir ses, hem de Türk olmayan bir mütefekkir seyyahın sesi, Türkçülüğü tavsiye ediyordu. Bu zat, Cemalettin Efgani (1836–1897) idi. O zaman tercüme ve Türk Yurdu’nda neşredilen “Vahdeti Cinsiye Felsefesi” (Türk Yurdu, c. II, s.45) adlı makalesinde İslam kavimleri arasında yaymaya çalıştığı fikrin ana hatlarını hulasa ediyor;

İnsanları birbirine bağlayan iki rabıta vardır:

1) Vahdet-i lisan (Irk); 2) Vahdet-i din.

Vahdet-i lisanın beka ve sebatı, şüphesiz dinden daha devamlıdır.

Cemalettin Efgani’nin Şair Mehmet Emin üzerine tesiri büyük oldu. Şair, Şeyh’i Beşiktaş’taki konağında sık sık ziyaret ederdi. İlk Türkçe şiirlerini yazmaya o sevk etti. Ona Edebiyatı Cedide’nin karanlık dilinden kurtulma imkânını gösterdi.[13]

İlk Türkçüler grubunun son halkasını oluşturan Ali Suavi (1839–1878), Türkçülük fikrini en açık şekilde benimseyen fikir adamıdır. Osmanlı aydınlarının savunduğu Osmanlılık fikrini reddederek Türklük fikrini savunan Ali Suavi, bu düşüncelerini yazdığı “Hive Tarihi” ve “Türk” adlı eserlerinde açıkça dile getirmiştir. Bir müddet sonra fikirlerini daha da geliştiren Ali Suavi, “Muhbir” ve “Ulum” dergilerinde yazdığı yazılarda “İslamlaşmak, Modernleşmek ve Türkleşmek” prensiplerini savunmaya başlamıştır. Ali Suavi’ye göre “Her şey, Türk ruhuna, vicdanına, Türklük şuuruna ve ülküsüne aracılık eden unsurlardır”.[14]

Türkiye Dışında Türkçülük

İslam dünyasının 16. asırdan sonra kültür merkezi olan Osmanlı devleti, milliyetçiliğin doğduğu 19. asırda da Türk dünyasının kültür merkezi vazifesini görmeye başladı. Osmanlı Türk edebiyatının başka lehçeler konuşan ve başka gelenekleri olan diğer Türk kavimlerine tesiri bu bakımdan 19. asır ortalarında hissedilecek bir dereceye gelmiş ve yeni Türkçülük cereyanından önce Türkçe İslami eserler bu vazifeyi görmüştür.

  1. Kırım’da: Osmanlı Türkçesine karşı alaka, yarlıglarla başlamış, dini kitaplarla tamamlanmıştır.
  2. Azerbaycan’da: Letaif-i Hoca Nasreddin, Köroğlu, Kerem ile Aslı ve diğer halk hikâyeleri okunuyordu. Azerbaycan’da bu mevzuların bir kısmından operetler vücuda getirilmişti. Fuzuli çok yayılmıştı.
  3. Kazan’da: Garp Türkçesiyle eserlerin yayılması ötekilerden çok daha yenidir. 19. asrın ikinci yarısında artan bu tesir münasebetiyle bazılarını zikredelim:

Muhammediye: müellifi, Yazıcızade Şeyh Mehmet Bican, 859 (1449), Bu eser Kazan’da birçok defalar basılmıştır. Yedi Gazevat, Seyid Battal Gazi, Tutiname, Destan-ı Hatem Tai (1850–60), Ebu Ali Sina ilk defa 1864’te Osmanlı lehçesiyle basıldı. Sonradan Abdülkayyum Nasıri tarafından 1872’de İdil-Kazan lehçesine nakledildi.

Bu dini tesirin reaksiyonu görülmekte gecikmedi. Bu reaksiyon daha ziyade romantik ve Garpçı tesirle uyanmışa benziyordu.

  1. Azerbaycan’da Melek Zade Hasan (Bey), Ekinci gazetesini neşretti. Moskova Üniversitesi Fen Fakültesinden mezun olan bu zat Darvin’in “hayat mücadelesi” fikrini neşrediyordu. Gazetesi 1875–1877 arasında ancak iki sene çıkabildi.
  2. Celal Ünsi ve Said Ünsi Beyler önce Ziya-yı Kafkasya, daha sonra Keşkül’ü çıkardılar. Azeri, Çağatay, Nogay, Osmanlı lehçelerinde Türkçe makaleleri topluyorlardı. İçinde Türkçeden başka Farisi makaleler de bulunuyordu. İslam şark dünyasının müşterek ilk gazetesi denilebilir.
  3. İsmail Gaspıralı, Kırım’da Tercüman gazetesini kurdu. Neşriyatını o zamanki tabirle “Osmanlı” Türkçesiyle yapıyordu. Muhtelif Türk kavimleri arasında tam bir kültür birliği kabul etmekte idi. Dilde “tavsiyeci”, içtimai hayatta modernist idi. Düsturu “Dilde, fikirde, işte birlik” sözü idi.
  4. Şahabettin Mercani, Kazan’da Müstefadü’l-Ahbar adıyla ilk defa Türkçe tarih yazdı. Burada Tatar kavminden ve milliyetinden bahsetti. İfadesi Osmanlı Türkçesine çok yakındı. Kayyum Nasiri’nin bu yüzden hücumuna uğradı. O eserlerin Tatar lehçesiyle yazılmasını, memleketinin geleneğine daha uygun buluyordu. Bu fikirlerin Türkiye’deki hareket üzerinde tesiri az da olsa kendini his ettirdi.
  5. Yalnız Tercüman gazetesi İstanbul’a geliyor ve pek az kimse okuyordu. Fakat asıl İstanbul’dan giden dini kitapların tesiri yakın İslam âleminde görülüyordu ve bu tesir, Çarlık idaresine karşı isyan hisleriyle Garp imparatorluklarının uyandırdığı reaksiyonlarla beslenerek inkişaf ediyordu.
  6. Türkiye’de imparatorluğu devam ettirmek lüzum ve zarureti, Osmanlı vatanı (Namık Kemal), milliyet-i Osmaniye (Tanzimat), vahdet-i İslamiye (Cevdet Paşa), fikirlerinin devamını zaruri kılıyor; Türkçülük memleketin hayat temelleri olan bu fikirler arasında ve bazen onlara rağmen büyüyordu.[15]

İlmi Türkçülük

1897–1900 arasında Yunan Muharebesi’yle onu takip eden seneler, fikir hayatımızda yeni bir canlılık doğurmuştur. İstibdat idaresinin susturduğu milliyetçilik cereyanı, bu suretle sırf hayali ve sathi olmaktan çıkarak daha müspet ve realist bir yola girmeye başladı. Türkçülüğün edebiyat sahasındaki ilk şuurlu hareketi de yine bu sırada doğmuştur.

Asıl Fraşerli Arnavut olup akrabası içinden Latin harfleriyle Arnavutça alfabe yapanlar bulunan Şemseddin Sami, bütün hayatınca devam eden ciddi çalışmaları ve neşriyatıyla Türkçülüğe ve Türk diline esaslı hizmetler etti. Kamus-ı Türkî’sinin başlangıcında “ifade-i meram’da (sunuş yazısı), “Şark Türkçesiyle Garp Türkçesi bir tek dildir, arada yalnız lehçe farkı vardır” diyordu. Radlloff’tan Kudadgu Bilik’i, Thomson’dan Orhun Abideleri’ni tercüme etti. Türk-İslam fikir âlemini tanıtan ve hala değerini saklamakta olan Kamusü’l Alam’ı yazdı.

O sırada Necip Asım da İkdam gazetesinde Ahmet Cevdet’le beraber çalışıyordu. İkdam gazetesi, Türkçülük hareketinin merkezi vazifesini görüyordu. Necip Asım, Leon Cahun’dan istifade ederek ve Şark kaynaklarıyla genişleterek yazdığı Büyük Türk Tarihi ile Orhun Abideleri ve Pek Eski Türk Yazısı’nı neşretti. Bu suretle Türkçülüğün tarih sahasında inkişaf ettirdiği gibi Journal Asiatigue’e tarihimize dair makaleler gönderiyordu.

Veled Çelebi aynı senelerde Türk Lugati’ni yazmaya başlamış; Abuşka Kitabı’nı neşretmiş, Sultan Veled Divanı’nı bastırmıştır. Yine bu sıralarda Emrullah Efendi ile Bursalı Tahir Bey’i de Türkçüler arasında sayabiliriz. Tahir Bey, Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri adlı küçük risalesiyle asıl mühim eseri olan Osmanlı Müellifleri’ni telif etti.

Aynı senelerde İkdam gazetesinin hararetli Türkçü muharrirlerinden biri de Raif Fuat Bey’dir. Köse Raif Paşa’nın oğlu olan Raif Fuat Almanya’da harp tahsil etmiş ve aynı senelerde Türk tarihini ve dilini merak ederek hususi tetkikler yapmıştı. Dönüşünde İkdam gazetesinde, bugün kabul ve takip edilmekte olan, dilde tasfiyecilik fikrine dair bir makale serisi ile bu tezi ilk defa müdafaa etti.

Sonradan Ziya Gökalp Yeni Mecmua’da bu fikre hücum etmiş ve Servet-i Fünün ile tasfiyecilerin ifratlarından korunan, mutedil bir görüş olmak üzere sade İstanbul Türkçesinin muhafazası, ilmi tabirlerin Arapça ve Farsçadan alınması esaslarına göre, “Türkçeleşmiş, Türkçedir” kaidesini koymuştu.[16]

Edebi Türkçülük

Şinasi ve Ziya Paşa’da görülen kımıldanış çok kifayetsizdi. Asıl edebi Türkçülük çığırı, nazımda Mehmet Emin, nesirde Ahmet Hikmet’ten sonra başladı. Mehmet Emin aslı itibariyle tam bir köylü çocuğu idi. Babası İstanbul’a yakın Zekeriya köyü’nden bir balıkçı reisi, anası Edirne’nin köylerindendi. Yüksek tahsili yoktu. Gümrükte küçük memuriyetlerden başlayarak valiliğe, mebusluğa kadar yükselmişti. Kerem ile Aslı, Âşık Garip gibi eserleri babasına okurken edebi zevki teşekkül etti. Eski edebiyatla ruhu kaynaşmadı. Cemalettin Efgani’nin telkini ile sade dili denedi ve orada kaldı.

Türkçe Şiirler kitabı Yunan muharebesi zamanında basılmıştı. Bu küçücük eser, eski ve yeni edebi muhitte sempatik bir alaka uyandırdı. Eseri takdim ve müdafaa eden Rıza Tevfik oldu. Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret de onu takdir ediyorlardı.

Mehmet Emin’in şiirleri müsteşrikler arasında büyük alaka uyandırdı. Mister Gibb, Profesör Horn, Minorski eserlerinin bir kısmını tercüme ettiler ve onu hararetle alkışladılar. Tevfik Fikret, Şemseddin Sami onu takdir ve methediyorlardı.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu, önce Servet-i Fünun tesiriyle Haristan ve Gülistan’ı yazmıştı. Fakat ancak Altın Armağan’ı, Göç’ü ve diğer bazı nesirlerini neşrettiği zaman şahsiyetini kazandı. Çok ağdalı Osmanlı nesrine bağlı iken birdenbire ondan kurtuldu ve tasfiye edilmiş temiz Türkçenin güzel mensur örneklerini verdi.[17]

Turancılık

Hüseyinzade Ali Bey tarafından ilk ifade edildi. Eski mahlası A.Turanî idi. Tiflis’te, daha sonra Moskova Fen Fakültesi’nde, nihayet İstanbul Tıp Fakültesi’nde okudu. Siyasette Osmanlıcı idi. Osmanlı Türkçesine ve edebiyatına bağlı kaldı. Hayatınca İttihat ve Terakki Merkez-i Umumi azası, Osmanlı siyasetinin sadık taraftarı olmuştur. Hayat ve Füyuzat adıyla neşrettiği mecmualarda ilk defa “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak” fikrini müdafaa etti. Görünüşte zıt gibi görünen bu üç fikrin ne suretle uzlaştırılabileceğini anlamaya çalıştı. Çünkü sakin, barışçı ve telifçi zekâsı, bütün yazılarında bu işi muvaffakiyetle başarıyordu. Fransızca, Rusça, Farsça ve İngilizce bilmesi ona Şark ve Garp hümanizmaları arasında mukayese yapmak ve milletimizin, Garp milletlerinden farklı olarak çift medeniyete dayanması lazım geldiği fikrini ilham ediyordu. Şark ile Garp arasında köprü vaziyetinde bulunduğumuz için bunu zaruri görüyordu.

Ancak, Türkçülüğün en geniş ve hayali şekliyle “Turan” ideali olarak anlıyordu. Böylece, Turan onda bir realite değil; fakat sırf entelektüel bir ideal olarak kalıyor ve asıl realite olan Osmanlı Devleti ile tezat teşkil etmiyordu.

Hüseyinzade’den bir müddet sonra İttihat ve Terakki’ye karışan ve merkezi umumi azası olan Ziya Gökalp, Hüseyinzade’nin delaletiyle Türkçülük cereyanına girdi. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” fikriyle “Turancılık Mefküresi”’ni benimsedi. Bunları Selanik’te Genç Kalemler, İstanbul’da Yeni Mecmua’da hararetle müdafaa etti. Hüseyinzade’nin sakin ve edebi Turancılığı, Ziya Gökalp’te aktif ve mücadeleci Turancılık şeklini almıştı.

Osmanlı İmparatorluğu 1918’de parçalanarak İstiklal Savaşı sonunda Anadolu’da Türk devleti ve Cumhuriyeti kurulduğu zaman, yıkılmak üzere olan imparatorluğun kendi kudretine inanmak ve devam etmek ihtiyacıyla icat ettiği “ittihad-ı İslam”, “Turan” ” milliyet-i Osmaniye” gibi mevhum (gerçekte olmayıp var sayılan), ideallerin hakikatten ne kadar uzak, vakalar ve o derece yabancı şeyler olduğu kendiliğinden anlaşıldı. Ve Türkçülük, nazarını asıl realite olan öz vatana çevirerek, orada tetkik edilecek, başarılacak iş, sevilecek sonsuz bir kaynak olduğunu gördü.

Türkçülük cereyanı ilk defa 1908’de (Meşrutiyet başında) Ahmet Mithat, Şair Mehmet Emin, Ahmet Hikmet, Yusuf Akçora, Akil Muhtar ve diğer bazı zatlardan mürekkep bir heyetle Türk Derneği’ni kurdu. Aynı adla 1911’de neşredilen mecmua ancak yedi sayı: çıkabildi ve bir müddet sonra Türk Yurdu mecmuası adını aldı. 1914’te daha geniş bir teşebbüs zümresiyle Türk Ocağı kuruldu. Bu sene sonunda Selanik’ten gelen Genç Kalemler’dekiler, Gökalp ve arkadaşları Türk Ocağı’na katıldılar.

Bu suretle Türk Ocaklarının faaliyetinde İttihat ve Terakki rol oynamaya başladı. Türkçülüğün gittikçe büyüyen bir kuvvet olması onların gözünden kaçmadı ve Ocağın fikri havası sayesinde gençlik üzerine müessir (etkili) oldular. İttihat ve Terakki’nin Türkçülüğe ve Türk Ocağı’na nüfusu Hüseyinzade ve Gökalp vasıtasıyla olmuştur. Gökalp’in “Üçlü Nazariye”’si o zamanki Osmanlı devleti idaresinde birbiriyle çatışan üç cereyanı, yani Osmancılık, İslamcılık ve Türkçülüğü uzlaştırıyor; bu sayede temeli Türkçülük ve Turancılık olan bir terkip (bileşim) ile zamanın istediği birliği temin ediyordu.

O zamanki Türkçülük de Osmancılık veya İslamcılık gibi “vatan” fikrini vuzuhsuz bırakıyordu. Namık Kemal:

Git vatan Kâbe’de siyaha bürün
Bir elin Ravza-i Nebi’ye uzat
Birini Kerbela’da Meşhed’e at
Kâinata o bey’etinle görün!

derken nasıl hudutsuz (veya hudutları taşkın) bir İslam vatanı fikrine bağlanmışsa, Gökalp de:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!

derken de başka bir hudutsuzluğa ve müphemliğe giriyordu. Bu sınırsız, gayri muayyen ve gerçekle alakasız vatan fikri, ideali realiteden tamamıyla ayırıyordu. Hâlbuki vatanın sınırlandırılmış, gerçek, tarihi ve coğrafi realiteye dayanan bir mefhum olması lazımdı. Hakiki Türkçülük ancak kendini böyle bir vatan fikrine bağladığı zamandan itibaren meydana çıkmıştır.

Türkçülük, ülküler, hedeflerini bazen doğrudan doğruya bulurlar. Bazen de büyük kavisler ve zikzaklar çizerek sonunda hakiki yola girerler. Türkçülük, bir kültür anarşisi içinde bulunan Tanzimat devrinde asıl hedefi olan ana vatanı görecek, bütün kuvvetini oradan alacak yerde, kendine mücerret ve hayali mevzular aramıştı. Bu arayışlar faydasız olmadı:[18]

  1. Önce mensup olduğumuz tarihten gelen temelleri meydana çıkardı.
  2. Sonra, bizim kozmopolit fikirlerden kurtularak bir öze dönmemiz lazım geldiğini gösterdi
  3. Nihayet, milliyetin ısmarlama ve yamanma bir şey olmayıp, ancak yaşanılan asli bir hayatın; dilde, fikirde, işte bir olan bir cemiyet tipinin şuurundan ibaret olduğu hakikatini-fakat bu hakikatten oldukça uzak, hayali seyahatlerin menfi neticesinde-elde etti. Çünkü Türkçülük için yapılan birçok samimi savaşlar-içinde doğduğu-Tanzimat havasının tesirinden kurtulamamıştı.

Cemiyetlerin tekâmülünde bugün erişilen son merhale millettir. Teknikte, fikirde, ahlakta bütün ileri adımlar orada gerçekleşiyor. 19. asır romantizm ile, tarih şuuru ile bu hamleyi hazırladı. İlkçağda bir siteler medeniyeti olduğu gibi, zamanımızda bir milletler medeniyeti vardır. Bundan dolayı medeni olmak, ancak kuvvetli bir millet olmakla mümkündür.

Vakalar bize gösterdi ki, millet her şeyden önce sınırları tarihte hazırlanmış ve mücadelelerle çizilmiş olan bir vatana dayanır. Bu vatanın üzerinde aynı dille, aynı duyguyla bir kültür birliği kuran, tarihten kalma veya bugün sokulmak istenen herhangi bir sınıf rejiminin kurulmasına imkân bırakmayacak surette devletle tek vücut haline gelmiş şuurlu halk kitlesidir.

Milli Mücadele Öncesindeki Gelişmeler

Bir toplumun fertlerini, bilinçlenerek birbirleri ile kenetlenmeye götüren önemli etkenlerden biri hiç şüphe yok ki, milletçe uğranılan felaketler ve bu felaketlerin insan ruhunda yarattığı derin acılardır. Görüldüğü gibi Milli Mücadele öncesinde de böyle olmuştur. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız işgalin acı gerçekleri ile Osmancılık ve İslamcılık akımlarına bir tepki olarak doğmuş bulunan Türkçülük akımının, Türklük şuurunu daha hızlı bir tempo ile bileyen etkileri, sosyal yapıda yeni gelişmelere elverişli bir ortam hazırlamaya başlamıştır. Bu ortamı hazırlayan etkenlere gelince:

  1. Asırlarca yabancılara hükmederek yaşamış itibarlı bir devletin fertleri olarak, Batı devletlerinin baskısı karşısında beliren isyan duyguları,
  2. İmparatorluktaki azınlıklar birinci sınıf vatandaş muamelesi görürken, Türkün kendi vatanında hakir görülmesi ve ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmesi,
  3. Rum ve Ermeni azınlıkların düşmanla yaptığı işbirliği,
  4. Vatan topraklarında geçen yürekler acısı olaylar karşısında İstanbul Hükümeti’nin gösterdiği kayıtsızlık gibi daha başka yan etkenleri de ekleyebiliriz.

Milli Mücadele devri yazarlarının “Sevgili İzmir”, “İstanbul Felaketi”, “İstanbul’un İşgali”, “Köşe Minderi”, gibi sayısız yazılarla[19] dile getirdikleri gerçekler de uyanışı yaygınlaştıran ve kamçılayan etkenlerdir. Bu uyanış, “kendi devletlerinin hükümet merkezinde, haydutlar, hırsızlar gibi, bir yerden bir yere gitmek için gece saatlerini ve karanlıkları bekleyen”, “vatan toprakları üzerinde vatan hasreti çeken ve düşman işgali altında yaşamaktansa Türk bayrağına sarılarak gömülmeyi tercih eden insanların uyanışı idi. İşte bu duygular iledir ki, büyük Nutuk’ta Atatürk’ün de belirttiği üzere “felaketin dehşet ve ağırlığını kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve alabildikleri etkilere göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere başvuruyorlardı.[20] Trakya-Paşaeli, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye[21] Trabzon ve Havalisi Âdem-i Merkeziyet, Redd-i İlhak Cemiyeti[22] gibi dernekler, bu isyan duygularının oluşturduğu ilk direnme çekirdekleridir. Bu bakımdan Milli Mücadele’nin bilinçlenme yolundaki en önemli temellerinden biri halkın dernekler halinde teşkilatlanarak kendi halklarını savunmaya başlamasıdır. Kısa bir süre sonra bu şekildeki direniş hareketlerinin aynı zamanda silahlı bir direnişe dönüşerek Kuva-yı Milliye, Kuva-yı Seyyare gibi milli güçleri oluşturduğunu ve “Kuva-yı milliye” ruhunu yarattığını görüyoruz.

Kurtuluşa bu türlü direnmelerle çare arayanlar dışında, mütareke yıllarının getirdiği bezginlik ve yılgınlıkla, İngiliz Himayesini ve Amerikan Mandasını istemek gibi yollara başvuranlar da vardı.[23]

Görülüyor ki, aydınlar ve halk bir kurtuluşun arayışı içindeydi. Kendisini dağınıklıktan kurtaracak tek vücut halinde yönlendirecek bir öndere ihtiyaç vardı. Bu önder 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan ve daha sonra milletin bir ferdi olarak mücadeleye atılan Mustafa Kemal’di.

Milli Mücadele ve Mustafa Kemal

Gençlik yıllarına Selanik ve İstanbul gibi imparatorluğun en önemli kültür merkezlerinde girmiş olan Mustafa Kemal, daha o yıllardan başlayarak memleket sorunlarına gittikçe artan bir ilgi duymaya başlamıştı. Meslek hayatına atıldıktan sonra da imparatorluk içinde gelişen siyasi ve sosyal olayları yakından izlemiş; İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuş; İmparatorluğu maddi ve manevi ateş çemberi içine alan felaketler dizisini, halkın ve aydınların nasıl bir ümitsizlik ile çırpındıklarını olayların içinde yaşayarak görmüştü. Ziya Gökalp’in düşüncelerinden de büyük ölçüde etkilenmişti. Osmanlı Devleti’nin yıkılışının askeri ve siyasi sarsıntılardan çok, kökleri sosyal temellere dayanan çöküntüden ve Türkün asırlarca kendi varlığının bilincine varamamış olmasından ileri geldiğini biliyordu. Mustafa Kemal, zekâsının, yeteneklerinin, yetişme tarzının, askerlik dehasının, geniş kültürünün, memleket sorunlarına olan derin ilgi ve vukufunun oluşturduğu üstün şahsiyeti ile hem Türk halkının iradesini temsil edebilecek güçte bir komutandı, hem de toplumdaki birikim ve bilinçlenmeyi yönlendirebilecek bir önderdi. Nitekim Milli Mücadele’ye atıldığı zaman, yukarıda belirttiğimiz kurtuluş çarelerinin hiçbirini isabetli bulmamıştır. Bu kararların dayandığı delilerin ve mantık temellerinin çürüklüğünü görebilmiştir.[24] Ona göre, yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.[25] Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşaması olduğuna göre, yapılacak şey, tarihi realiteleri dikkate alarak “kayıtsız şartsız milli hâkimiyete dayanan, bağımsız yeni bir Türk devleti kurma” [26] fikrinde karar kılmaktır. Böylece, Milli Mücadele, sağlam bir fikir temeline oturtulmuş, teşkilatlanma ve yönlendirmeler de bu doğrultuda yol almış olacaktır. Mustafa Kemal’in, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz “ya istiklal ya ölüm[27] parolası ile uygulamaya geçtiği karar bu karardır. Ancak, bu kararın gerçekleştirilebilmesi, önce toplum ruhunda buna elverişli manevi bir gücün varlığına, sonrada halktaki uyanış ve direnişin yeni bir ideal etrafında yoğunlaştırılarak meşru bir zemine oturtulabilmesine bağlıydı. Atatürk, Türk halkında böyle manevi bir gücün varlığına inanıyordu. Bu inancını büyük Nutuk’ta Milli Mücadele’ye başlamak üzere, en büyük gayretlerle elde ettiği rütbe ve nişanları söküp atarak resmi sıfat ve yetkilerinden sıyrılırken, “yalnız milletin sevgi ve fedakârlığına güvenerek, onun tükenmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve güç alarak vicdani görevine devam”[28] ettiğini bildirmektedir. Türk milleti ile diğer milletler arasında manevi güç yönünden bir karşılaştırma yaparken, batı milletlerini ve dünya milletlerini tanıdığını ve bu tanımanın harp alanlarında ateş altında, ölüm karşısında olduğunu belirterek “bizim milletimizin manevi gücünün bütün milletlerin manevi gücünün üstünde olduğunu [29] söylemiştir. Daha sonraki yıllarda da; “Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım”[30] sözleri ile dile getirmiştir. Mustafa Kemal, milletten aldığı bu güçle, dağınık sürüye yol gösteren bir çoban yıldızı [31] veya etrafına ışık saldığı zaman göz kamaştıran deniz fenerleri[32] gibi, gidilecek yolu aydınlatmaya, milleti, yeni bir devlet kurma ideali etrafında bütünleştirmeye çalışmıştır. Kendisi bu ideali; “Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir imanla donatmak, bütün bir millete taze bir maneviyat vermek[33] şeklinde ifade etmiştir. Bu itibarla Milli Mücadele, toplumdaki bilinçlenmeyi “vatan” ve “millet” sevgisine ve “milli irade” kavramına dönüştürerek, Türk toplumuna millet olma şuurunu kazandıran bir mücadeledir. Dayandığı temel, milliyetçiliktir. “Milli Mücadele” diye adlandırılmasının sebebi de budur. Mücadelenin bir şahlanışla yol alışı da böyle yeni bir imanla donatılmış ve beslenmiş olmasındandır. Ne var ki, bu idealin gerçekleştirilmesi ve çizilen ana hedefe ulaşılabilmesi için, öncelikle, uygulamanın bir takım safhalara ayrılması, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak, milletin duygu ve düşüncelerinin bu yönde de geliştirilmesi gerekiyordu[34] Atatürk’ün, “Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim”[35] sözleri, bu tarihi akışın basamak basamak yol alışının ifadesidir. Nitekim de öyle olmuştur. Milli Mücadele’nin bundan sonraki safhalarında, milli şuurun önce “milli irade’ye, daha sonra da “milli egemenliğe” dönüştürüldüğünü ve yalnızca bir cephe savaşı olmaktan çıkartılarak bütün milletçe yapılan bir ideal savaşı halinde yürütüldüğünü görüyoruz. Zamanımız bu gelişmeleri teker teker ele alacak ve ayrıntılarına inemeyecek kadar sınırlıdır. Bu bakımdan, bazı önemli safhaların ana özelliklerini konumuzla olan bağlantılarını birkaç örnek göstererek belirtmekle yetineceğiz. Şöyle ki:

  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün, bütün resmi görev ve sıfatlarından sıyrılarak Milli Mücadele’nin başına geçmesi, onu Türklük şuurunun sembolü ve milli benliğin temsilcisi haline getirmiştir.
  2. Atatürk’ün, resmi görevi dışında Anadolu ve Rumeli’nin dört bir köşesi ile haberleşmesi ve millete kan ağlatan işgal-ilhak olaylarını protesto etmek üzere, kasaba ve köylere kadar yaygınlaştırılan heyecanlı mitinglerle milli gösterilerde bulunması yolunda, 28 Mayıs 1919 tarihinde bağımsız mutasarrıflara, kolordu komutanlıklarına ve ordu müfettişliğine gönderdiği genelge[36] Türklük şuurunu ülke çapında uyarma ve harekete geçirme atılımıdır. Nitekim İstanbul’daki Sultan Ahmet Mitingi’nden başlayarak, kendisinin Havza’daki gözleri yaşartan veciz konuşması da dâhil olmak üzere, memleketin birçok köşesinde düzenlenmiş olan mitingler, Türklük bilincini coşma noktasına getirmiş ve beklenen yankıları uyandırmıştır. Böylece, çürüyen ve çöken bir imparatorluğun arkasında, Türklüğün dipdiri varlığı ortaya çıkmıştır[37].
  3. 22 Haziran 1919 tarihinde yine Anadolu’nun bütün askeri ve mülki erkânına gönderilen ve “milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”[38] ibaresini taşıyan Amasya Tamimi, milli şuurdan milli iradeye doğru uzanan ilk teşebbüstür.
  4. 23 Temmuz–7 Ağustos tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi niteliği ve elde ettiği sonuçlar bakımından[39], halkın kendi kaderine sahip çıkma, millet bütünlüğünü koruma ve milli sınırlar içinde kalan toprakların bölünmezliğini kabul etme kararının ifadesidir. Bu özelliği ile daha sonraki Misak-ı Milli’nin de esaslarını belirlemiştir.
  5. Yurdun her bölgesinden gelen temsilcilerle toplanan İstanbul’daki Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda, 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilen ve metni Mustafa Kemal tarafından hazırlanan Misak-ı Milli (milli and)[40], millet kavramını tarih şuuru ve sınırları belirlenmiş somut bir vatan kavramı ile birleştirerek milliyetçilik anlayışına açıklık getiren ve daha sonraki Türkiye Cumhuriyeti’nin milli sınırlarını çizen bir belgedir.
  6. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, Türk milli mücadelesinin hedefinin açıklanması, “milli hâkimiyet” kavramındaki üstünlüğün ilanıdır.[41]
  7. Yapılan askeri savaşlar, siyasi girişimlerde başarı sağlamak ve kesin sonuç alabilmek için, milletin silahlı mücadeleyi göze alma bilincinin ve azminin ifadesidir. Sakarya Meydan Muharebesi ve kesin zaferi hazırlayan Büyük Taarruz (30 Ağustos 1922) ise, asker, Başkomutan ve millet olarak milli gücün dorukta birleştiği noktalardır.
  8. Milli Mücadele, bütün safhaları ile, Türk milletinde, inandığı dava uğrunda her türlü fedakarlığı göze alacak, “kuva-yı milliye ruhu” dediğimiz bir milli ruh varlığının ifadesidir. Mücadelenin bir milli şahlanış halinde yol alışının sırrı da buradadır.[42]
  9. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı, bağımsız bir Türk devleti kurma yolundaki Milli Mücadele safhalarının, milli hâkimiyet ilkesine ulaşan kesin zaferdir. Türklüğün, modern bir devlet yapısı, çağdaş bir millet ve milliyetçilik anlayışı içinde, kendi tarihi ve sosyal gelişme şartlarına uygun ölçülerle yeniden doğuşudur.
  10. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Milli Mücadele, taşıdığı çok yönlü, derin kapsamlı bütün özellikleri ile birlikte, bir bütün olarak Türk Rönesans’ı diyebileceğimiz bir yeniden doğuşun ifadesidir. Türkiye sınırlarını aşan dünya çapındaki etkileri bakımından, Doğunun mazlum milletlerini de uyandırmış, onlarda kendi milli benliklerinin bilincini yaratmıştır.

Milli Mücadele Sonrasında Türklük Şuuru

Bilindiği gibi Atatürk, yalnız bir devlet kurucusu değil, aynı zamanda kurmuş olduğu devleti Türk milletinin sosyal ve tarihi şartlarının gerekli kıldığı sağlam temellere oturtmuş olan bir fikir adamı, bir inkılâpçıdır. Bu nedenle Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilen inkılâplar, Türk milletini çizilen ileri hedefe ulaştıracak olan köklü sosyal tedbirlerdir; gücünü tarih şuurundan alan yenileşme hareketleridir. Atatürk’ün inkılâpları gerçekleştirirken üzerinde hassasiyetle durduğu bir husus da, bir milletin yaşama azmi ve iradesinin göstergesi olan “milli şuur”dur. Bir toplumu oluşturan fertlerin millet ve devlete olan bağlılığı bir maddi bağlılıktan ibaret değildir. Millet halindeki toplumların geleceğe doğru yol alan ilerleme ve gelişmelerinde önemli bir etken olarak karşımıza çıkan ruh bağlılığıdır. Kişilerdeki birbirine ve devlete karşı olan bu bağlılık bir toplum şuuruna dönüşerek, o millete dinamizm veren “milli şuuru” oluşturmuştur.[43] Bu nedenle, Türk Toplumunun millet ve devlet olarak varlığını şerefle koruyabilmesi ve sonsuza kadar sürdürebilmesi, ancak kendi varlığının bilincine ermesi ile mümkündür. “Benim hayatta tek öğünç kaynağım, servetim, Türklük’ten başka bir şey değildir”[44] diyen Atatürk, Osmanlı Devleti’nin önemli çöküş sebeplerinden birinin de kendi benliğini unutmuş olmasından kaynaklandığını, 1923 yılında şu satırlarla dile getirmiştir:

“Biz milliyet fikirlerini tatbike çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız… Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli topluluklar, hep milli inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücü ile kendilerini kurtardılar. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissi, fikri ve fiili olarak, bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim[45]

Gerçekten de bir milletin kendi benliğini duyma bilinci, o milleti tarihin derinliklerinden bugüne, bu günden de yarına kesintisiz olarak ulaştıran bir manevi güçtür. Kişileri birbirine kenetleyen bir ortak ruhtur. Bu ruhun canlı tutulabilmesi, o milletin yeni gelişmelere açık olmakla birlikte, kendi kültür değerlerine hakkıyla sahip çıkabilmesine; milli kültürün temel direklerinden olan dil ve tarih konularında hazırlıklı ve bilinçli olmasına bağlıdır. İşte bundan dolayıdır ki, Atatürk, milli kültür, dil ve tarih konularına, bunların birer bilim dalı olmaları dışında, özel bir önemle eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür”[46] ; “Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir” [47] sözleri ile, kültürün bir millet varlığı içindeki vazgeçilmez yerine işaret etmiştir. Milli kültür, bir milletin yüzyıllar boyunca oluşturduğu maddi ve manevi değerler bütünü olarak, milli ruhun ifadesidir. Kökleri tarihin derinliklerindedir. Dilin aktarıcılığı ile geçmişten bugüne, bu günden de yarına doğru yol alır. Kültürün millilik vasfını koruyabilmesi ona gösterilen özene bağlıdır.

Atatürk’ün Tarih çalışmalarına özellikle Türk tarihi üzerindeki çalışmalara çok yakın bir ilgi göstermiş olması da tarih şuuru ile bağlantısından ve Osmanlı İmparatorluğu’nda milli bir tarihçilik anlayışının yokluğundan ileri gelmektedir. Yabancı bilginlerin tarihimizi peşin hükümlerle ve objektif olmayan yargılarla değerlendirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu eksiklik dolayısıyla, Türk insanı kendi tarihinin derinliklerine inerek oradaki zenginlikleri göremiyor ve milli benliğinin şuuruna varamıyordu. Kapıldığı aşağılık duygusu da bundandı. Bu durum karşısında, Türklüğün bütün değerlerini bilimsel ölçülerle ve kaynaklarına inen araştırmalarla ortaya koymak, tanıtmak, topluma ve gençlere milli bir tarih bilinci vermek gerekiyordu. İşte Atatürk’ün tarihe olan yakın ilgisinin sebebi, tarih ile toplum ruhu ve Türklük şuuru arasındaki bu yakın ilişkidir.

Atatürk’ün Türk diline karşı duyduğu yakın ilgi de dil ile millet varlığı arasındaki çözülmez bağdan kaynaklanmaktadır. Atatürk’ün milli devlet anlayışı nasıl XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla uzanan “milliyetçilik” akımının kendi tarihi ve sosyal ihtiyaçlarımızla bütünleşmiş ve bilinçlenmiş bir ifadesi ise, Türk diline bakışı da devlet varlığının devamını ve gelişmesini sağlayan milli kültür değerlerine dönüşün bir ifadesi olmuştur. Bu bakımdan dil inkılâbı milli devlet politikasına paralel bir milli dil anlayışına dayanmaktadır.[48]

Dil, bir milletin duygu ve düşünce tarzı tarihi ve toplum hayatı ile birlikte yürüdüğünden, millet varlığının bir damgası ve o milletin ayrılmaz bir parçasıdır. Milli birlik ve beraberlik ancak, toplumun fertlerini birbirine perçinleyen dille sağlanabilmekte; millet bütünlüğünün geleceği de dille güvence altına alınabilmektedir. Bu gerçekler Atatürk’te şu sözlerle ifadesini bulmuştur:”Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor, Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir”.

Demek oluyor ki, dil aynı zamanda millet ile milli kültür arasındaki manevi bağı perçinleyen ve Türklük şuurunu ayakta tutan bir manevi varlıktır. Atatürk’ün “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir,[49] sözleri dildeki bu özelliğin ifadesidir. Atatürk’ün doğrudan doğruya kendi şahsi geliri ile beslenen Tarih ve Dil Kurumlarını kurdurmuş; Türk dilini ve Türk tarihini kaynaklarına inerek ve inceleyerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi, özel nitelikte bir bilim yuvasını açtırmış olması, dil ve tarihin, millet varlığı içindeki Türklük şuuruna uzanan bu bağlantısı dolayısıyladır.

Görülüyor ki, Atatürk gerek Milli Mücadele yıllarında uyandırdığı “kuva-yı milliye” ruhu ile gerekse daha sonraki yılların icraatında ve milli devlet politikasında, Türklük şuuruna büyük bir değer vermiş, bu şuuru her zaman uyanık ve canlı tutma felsefesine dayanan bir devlet politikasını hâkim kılmıştır.

Türkiye Cumhuriyetini kuran temel düşünce, bilindiği üzere Türk Milliyetçiliği ve Türkçülüktür. Buna rağmen, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkçülük birçok saldırılara uğramıştır. Tesiri günümüze kadar devam eden, Türkçülüğün asıl kırılma noktası ise, 1944 Türkçülük olaylarıdır. Bununda iç dinamikleri olduğu kadar dış dinamiği de mevcuttur. Aynı tarihlerde, Sovyetler Birliği’nde, Stalin, tarafından Kırım Türkleri, 22 gün, çok çetin ve insani olmayan şartlarda, Tren vagonlarında, kadın, çocuk, yaşlı demeden Orta Asya ve Sibirya içlerine sürülmüşlerdir. Bu trajedi de, ayrı bir makale konusudur.

Türkiye Cumhuriyetini kuran temel düşünce, bilindiği üzere Türkçülüktür. Atatürk, Türkçülüğü devletimizin temel felsefesi yapmıştır. Buna rağmen, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkçülük birçok saldırılara uğramış ve bu saldırılar karşısında netice ve sonuçları günümüze kadar devam ede gelen, Türk devlet ve sosyal yapısı içersinde, onarılması zor yaralar açmıştır. Çünkü devleti idare edenler, Atatürk’ten sonra aynı ihtimamı ve özeni göstermemişlerdir. Bugün meydana gelen tehlikeyi fark edememişlerdir. Atatürk’ten sonra devleti idare edenler devlet’te, Türkçülüğün tasfiyesine katkıda bulunmuşlardır. Hatta bir dönem Türkçülüğü tehlike, Türkçüleri zararlı mahlûkat saymışlardır. Türkçüleri zindanlara tıkarak, çeşitli işkencelerden geçirmişlerdir.

Dünyanın hiçbir ülkesinde milletine ve devletine hizmet etmek için çaba sarf edenlere işkence yapıldığı görülmemiştir. Bizde herhalde vatan, millet ve devleti sevmenin bedeli ödetilmek istenmiştir.

Atatürk, 20. yüzyılda yetişen en büyük Türkçü ve inanmış bir Türk milliyetçisidir. Atatürk, Türk milletinin esarete düşmemesini, Türk yurdunun parçalanmaması için verdiği mücadele onun büyük bir Türk milliyetçisi olduğunun en güzel kanıtıdır.

Türk tarihi tetkik edildiğinde, Atatürk’ün, sinesinden çıktığı Türk milletini en iyi tanıyan liderlerin başında geldiği görülür. Onun Türk milletini tanıması iki yolla olmuştur. Askerlik ve Türk kültür ve tarihini iyi bilmesi. Askerlik mesleği icabı, rütbesine göre savaş meydanlarında, vatanını ve milletini çeşitli yönleriyle yakından tanımıştır.[50]

Askerliğinin yanı sıra, küçük yaştan beri devamlı tarihle ilgili kitaplar okuması, Atatürk’ün Türk insanı ve tarihi hakkında geniş bilgi edinmesine yardımcı olmuş. Türk milletini tanıdıkça, onun ne büyük hasletlere sahip yüce bir millet olduğunu anlamaya başlamıştır. Nitekim o, yaptığı konuşmalarda bu bilgisini sık sık şöyle dile getirmiştir. “Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir. Bu düşünce bizi elbette altı-yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi olan Türk devletlerine kavuşturur… Bu zengin tarihimizi araştırıp ortaya koymak bizim borcumuzdur”.

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır”.[51]

Sonuç

Türk milletine karşı duyduğu engin sevgi ve güvendir ki, fevkalade kötü şartlara rağmen. O’nu, Türk milletinin istiklali için mücadele bayrağını açmaya sevk etmiştir. Atatürk, Türk milletinin hiçbir hakkının elinden alınmasına tahammül edemeyen, gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçisidir.

Atatürk, Türklüğü ile iftihar eden ve milletinin varlığındaki asil cevhere inanan müstesna bir şahsiyet idi. Bu hususta kendisinin ve yakınlarının söylediği pek çok şeyler vardır. Bunların içinde, herkesçe bilinen şu sözler, bilhassa hatırlanmaya değer: “Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir”. “Ne Mutlu Türküm Diyene”, Atatürk, Türk milletinin asaletine ve kabiliyetine büyük güven duymuş ve adeta ona hayran olmuş bir kimse idi. O’na göre, “Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır”.”Türk’e müsbet ve iyi bir şey veriniz, bunu reddetmesi ihtimali yoktur”. Bu milletin Türklüğü ile öğünmelerini, çalışmalarını ve güvenmelerini isteyen Atatürk’e göre, “Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir”. “Türk’ün haysiyet ve izzet-i nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır”. Diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözlerinden sonra, başka bir şey yazmaya ve yorum yapmaya gerek yoktur.

Ey Türk İstikbalinin evladı! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Turan CAN

TİKA – Araştırmacı


Dipnotlar:
[1] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 3. basım, Atatürk araştırma Merkezi yayını, s. 301, Ankara 2007
[2] Aynı eser, s. 301
[3] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (Bu günkü dille Zeynep Korkmaz yayını), Ankara AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, 1991, s.1, 2, 5
[4] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Oxford 1962, s. 317
[5] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Seçme Eserleri-II. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2013, s. 143
[6] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Mehmet Kaplan yay), Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Yayınları, İstanbul 1972, s. 1–24
[7] Olcay Önertoy, “Ömer Seyfettin’in Milliyetçilik Düşüncesi”, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1985 s. 77–85
[8] Remzi Oğuz Arık, Türk İnkılâbı ve Milliyetçiliğimiz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, s. 20
[9] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s. 146, Seçme Eserler II. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2.basım, İstanbul 2013
[10] Aynı eser, s. 147
[11] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s. 147, Seçme Eserler II. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2.basım, İstanbul 2013
[12] Aynı eser, s. 148
[13] Aynı eser, s. 148
[14] Mehmet Saray, Atatürk’ün Türklük ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, s.44 Ankara 2012
[15] Aynı eser, s. 151
[16] Aynı eser, s. 151–152
[17] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s. 153, Seçme Eserler II. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2.basım, İstanbul 2013
[18] Aynı eser, s. 155, 156–157
[19] Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, Kültür Bakanlığı Yayınları İstanbul 1981, s. 110, 112, 139, 144, 148, 151, 164, 169,
[20] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (Bu günkü dille Zeynep Korkmaz yayını), Ankara AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, 1991, s.10
[21] Tuncer Baykara, Milli Kuruluşlar Siyasi Amacı ve Hedefleri, Milli Mücadele, Cemiyetler ve Kongreler, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara 1985, s. 39, 40,
[22] 1-Trabzon ve Çevresini Merkezden Ayırma Derneği,
[23] Nutuk, s. 8, 62, 71, 72, 79
[24] Zeynep Korkmaz, Milli Mücadele ve Sonrasında Türklük Şuuru, 1. Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 12–23 Eylül 1987 Bildiri Kitabı, s. 203, 205, 211, AKDTYK. Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 1994
[25] Nutuk, s. 9
[26] Nutuk, s. 9 Benim kararım.
[27] Nutuk, s. 10
[28] Nutuk, s. 33
[29] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. baskı Ankara 1961 C.1, s. 83–84
[30] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 3. basım,  s.1, 39 Ankara 1984
[31] Hamdullah Suphi, Dağ Yolu, 2. kitap, s.39 Ankara 1931
[32] Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, İstanbul 1962, s. 121
[33] Nutuk, C.2, s. 432
[34] Nutuk, C. 1, s. 10
[35] Nutuk, C.1, s. 11
[36] Nutuk, C. 1 s. 19
[37] Zeynep Korkmaz, Milli Mücadele ve Sonrasında Türklük Şuuru, 1. Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 12–23 Eylül 1987 Bildiri Kitabı, s. 207, AKDTYK. Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 1994
[38] Nutuk, C. 1, s. 21
[39] Nutuk, C. 1 s. 45
[40] Nutuk, s. 247, 298–299, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 2, s.180; 2. Baskı, Ankara 1959
[41] Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, s. 6, 23, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları Ankara 1987
[42] Samet Ağaoğlu, Kuva-yı Milliye Ruhu, s. 37, 3. baskı, İstanbul 1964
[43] Zeynep Korkmaz, “Atatürk ve Türk Gençliği”, Türk Dili, Atatürk ve Gençlik Sayısı, sayı 407 (Kasım 1985), s. 252
[44] Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955s. 95; Utkan Kocatürk, a.g.e, s. 168
[45] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 1, (2. baskı, Ankara 1959), s. 142–143
[46] Mahmut Atilla Aykut, TDK, Yıllık 1944, s. 63; Utkan Kocatürk, a.g.e, s. 125
[47] Atatürk’ün Tamim ve Telgraf ve Beyannameleri IV, Türk İnkılâp Enstitüsü Yayınları, Ankara 1964, s.73
[48] Zeynep Korkmaz, Milli Mücadele ve Sonrasında Türklük Şuuru, 1. Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 12–23 Eylül 1987 Bildiri Kitabı, s. 211, AKDTYK. Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 1994
[50] Mehmet Saray, Atatürk’ün Türklük ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, s. 117 Ankara 2012
[51] Mehmet Saray, Atatürk’ün Türklük ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, s. 118 Ankara 2012
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.