1. GİRİŞ
Milletlerin geçmişlerinde, onların kaderlerini değiştiren, geleceklerini aydınlatan, toplumu bütünüyle kavrayarak köklü bir değişim ve gelişime, yeni bir yapı ve oluşuma yönelten önemli olaylar ve tarihler vardır. Bu tarihler ve olaylar eğer, bir büyük inkılâbın, parlak geleceğin hareket noktası, başlangıcı olabilmişlerse, gittikçe önem kazanarak bayramlaşır ve kalıcı hale gelirler.
Millî gelenek ve görenekler içinde şüphesiz toplulukların birlikte kutladıkları bayramlar, ilk sırada yer alır.[1] Millî Mücadele içerisinde 19 Mayıs 1919, büyük inkılâbın ilk adımı olması münasebetiyle, 19 Mayıs günü, 1938’de “ Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edildi. “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” da Türk milletinin kutladığı önemli bayramlardan biri olarak ölümsüzleşmiştir.
Milletlerin geçmişinde yol bulmanın, iz seçmenin, aydınlığa çıkmanın imkânsız görüldüğü, bulanık, fırtınalı, karanlık dönemler vardır. Böyle günlerde çoğunluk bir kısır döngü içinde olmakta, Atatürk’ün de dediği gibi, kimileri kurtuluşu düşmanla birleşmekte, kimileri bir büyük devletin koruyuculuğu ve güdümünde, kimileri de bölük pörçük mahallî direnme teşkilâtları kurmakta görürler. İşte, 19 Mayıs 1919 tarihi, onursuz ve zillet altında yaşamaktansa onurluca ölmenin esas alındığı, kendisinden sonra cereyan eden olaylar zincirinin başlangıcı olan,[2] karanlık bir dönemde aydınlık bir tarihtir.
2. MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN 19 MAYIS 1919’DA ANADOLU’YA GEÇMESİ VE SEBEPLERİ
XVII. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan Osmanlı Devletinin paylaşılması ve parçalanması yönündeki çabalar, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşmasına kadar devam etmiştir.[3] Rusya ve Avusturya’nın başlattıkları sözü edilen bu çabalara sonradan İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletler de dâhil olmuşlardır. Batılı bu devletlerin, Osmanlı Devletini, parçalama ve paylaşma amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik niyetleri, 1815’de Viyana Kongresinde “Şark Meselesi” adıyla bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmış[4] ve Osmanlı Devletindeki Müslüman olmayan unsurların himayesi için kullanılan “Şark Meselesi” tabirinin anlamı genişlemiştir.[5] Batının önemli güç ve avantajlara sahip olduğu bir dönemde “Türkler Avrupa’dan silinmelidir, hatta küre-i arzdan kaldırılmalıdır” sözleri de sarf edilmekte idi.
Mustafa Kemal, 1905’te kurmay yüzbaşı olarak Şam’da bulunan V. Orduya katılacağı sırada Beyrut’taki arkadaşlarına şunu söylemekte idi: “Asıl mesele yıkılmak üzere olan imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır”. Ayrıca, Mustafa Kemal, Türklerin çoğunluk olarak yaşadığı topraklar üzerinde bir Türk devleti kurulması gerektiğine ilişkin görüşlerini 1907 yılında şu şekilde ifade etmekte idi: ‘‘Meşrutiyet… Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde, düşmanların yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, kendi başına Türk devleti kurmalıdır. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün varlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına yüklenmiş, Hıristiyan azınlıklar ise yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlardı. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hasıl olacak enkazın altında ezilip perişan olacak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî sınırlara çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olmak mı? Ben selameti ikinci fikrin tatbikinde görüyorum” .[6]
Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Savaşından hemen önce ileri sürdüğü isabetli fikirler, Osmanlı Devletinin son on yılda, iktidara sahip İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından başarılı bir şekilde tatbik edilebilseydi devlet, henüz o zaman kurtarılabilirdi.[7]
Osmanlı Devletinin İtilâf Devletleri nezdinde ittifak arayışına karşılık, İtilâf Devletleri de, “cenazeyi sırtımızda taşımanın anlamı yok” diyeceklerdir. Balkan bozgunundan çıkmış bir orduyu ittifaklarına alacak da ne yapacaklardı. O kadar geniş cephede Osmanlı İmparatorluğu yenildi, fakat direndi. Bu direniş, yani sönen bir kibritin son alevi gibiydi. Zillete tahammüllerinin kalmadığı noktasında bir isyan söz konusuydu.[8]
1914 yılı başlarında Osmanlı Devleti için İngiltere veya Almanya safında savaşa girmekten başka çare kalmıyordu. Tarafsız kalmak kabul edilebilir bir fikir olarak ortaya konmuşsa[9] da, bu fikrin tatbiki zor, hatta imkânsızdı.
İttihat ve Terakki yöneticilerine göre, “İngiltere ile Rusya’nın yayılmacı emellerine set çekmek için savaşa girmek âdeta kaçınılmaz bir durumdu. İtilâf Devletlerine nispetle iktisadî ve siyasî üstünlüğe sahip olan Almanya, savaştan ancak zaferle çıkabilirdi. Tabiatıyla zafer günü de Türkiye mükâfatlandırılacaktı”.[10] Almanya’nın savaşı kaybedebileceği ihtimali düşünülmeden, Türklerin son yüzyılda kaybettiği vatan topraklarını geri almak, Rus imparatorluğunu parçalamak ve büyük bir Türk devleti kurmak fikrinin hâkim olduğu psikoloji içerisinde Birinci Dünya Savaşına girilmişti.
Birinci Dünya Savaşına girilmekle, büyük kayıpların yanı sıra âdeta devletin sonu gelmiş, şartlar son derece zorlaşmıştır. Mondros Mütarekesinin 7. maddesi ile müttefikler güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda her hangi bir stratejik yeri işgal etme hakkını elde etmişlerdi. İtilâf kuvvetlerinin gayelerine uygun bir şekilde Osmanlı ülkesini işgale başlamaları, onların bu mütarekenin hükümleri[11] ile yetinmeyeceklerini ve birbirleriyle imzaladıkları ikili ve gizli anlaşma hükümlerini uygulayacaklarını açıkça göstermekteydi.[12]
Mondros Mütarekesi sonrası İstanbul’da bulunan Mustafa Kemal, devletin içinde bulunduğu durumun muhasebesini yaparak, üstleneceği görevlerde problem çıkmamasına büyük bir itina ve çaba gösteriyordu.
Kafkaslarda bulunan 9. Ordu lağvedilerek 15. Kolordu haline getirilmiş, Kâzım Karabekir Paşa’nın komutasına verilmişti. Kâzım Karabekir Paşa’da İstanbul’da Mustafa Kemal Paşa ile görüşüp, ona fikirlerini söyledikten sonra giderek bu kolordunun başına geçmişti.
Öte yandan İtilâf Devletleri, Mondros Mütarekesinin hükümlerine riayet etmemişler, askerî kuvvetlerini ve donanmalarını İstanbul, Adana, Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya, Samsun ve Merzifon gibi devletin önemli merkezlerine göndererek, işgal hareketini başlatmışlardı.
Mustafa Kemal’in 9. (III.) Ordu Müfettişliği göreviyle Samsun’a çıkışı, Millî Mücadele yönünden çok önemli bir olaydır. Bu atamanın ana sebebi; Samsun’un İngilizler yönünden stratejik bir bölge olması, çoğunluğu Rum olan elli kadar Rum ve Ermeni çetesinin bölgede sürekli karışıklık çıkarması karşısında Samsundaki makineli tüfek bölüğünden teğmen Hamdi’nin, komutasındaki askerlerle birlikte dağa çıkarak, Türk milis kuvvetleriyle birleşmesi ve bu olayların İngilizleri kuşkulandırması, karışıklığın önlenmesi için İngilizlerin, hükümetten önlem alınmasını istemesidir.[13] İngilizlerin “Samsunda Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığı” yönünde şikâyetleri olmakla birlikte, 9 Mart 1919’da Samsun’un, 30 Martta Merzifon’un İngilizler tarafından işgalinin, Pontusçu çetelerin tecavüzlerini ve taşkınlıklarını artırdığı, İngiliz İstihbarat Bürosu raporlarında da yer almaktaydı.[14]
Mustafa Kemal, dönemin en önemli komutanlarından biridir. Ülkeyi Birinci Dünya Savaşına sokan İttihatçılara, onların politika ve tavırlarına karşıdır. İstanbul’da iken yaptığı görüşmelerde padişah ve hükümetin yakın çevresinde, güven verici bir izlenim bırakmıştır.[15] Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya geçişin anlam ve önemini, bu geçişle başlayacak asıl görevin ne olduğunu bilmektedirler.[16]
Mustafa Kemal’in 9. (III.) Ordu Müfettişliğine atanması, 30 Nisan 1919’da Padişah Vahdettin’in onayından geçmiş; 6 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in yetki ve görev alanı ile ilgili yönerge kendisine verilmiş, ayrıca tüm kolordulara, sivil yöneticilere bildirilmiştir. Bu yetki ve görev yönergesi zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı Albay Kâzım (İnanç) tarafından hazırlanmıştır.[17] Mustafa Kemal Paşa’ya, bu kadar geniş yetki veren bu tarihî tayinin sıkı kontrole rağmen nasıl hazırlanıp kabul edildiği bir muammadır.[18]
Dokuzuncu (sonradan Üçüncü) Ordu Müfettişliğine ait görevler, yalnız askerî olmayıp müfettişliğin kapsadığı bölge içinde aynı zamanda sivil yönetime (mülkî) ilişkindir.
Mustafa Kemal’in çok büyük yetkilerle donatıldığını gösteren yönergenin muhtevası şu şekildedir:
- Bölgede iç güvenliğin sağlanması, düzenli hale getirilmesi ve bu düzensizliğin çıkış sebeplerinin tespit edilmesi.
- Bölgede dağınık bir halde varlığından söz edilen silah ve cephanenin bir an önce toplattırılarak uygun depolara konması ve korunması.
- Çeşitli yerlerde bir takım sivil teşekküllerin varlığı ve bu teşekküllere yönelik ileri sürülen, asker topladığı, ordunun el altından bu teşekkülleri koruduğu şeklindeki iddialar araştırılmalı, doğru ise yasaklanmalı ve bu gibi teşekküllerin kaldırılması.
Bu görevler için; iki tümenli Üçüncü ve dört tümenli Onbeşinci kolordular, Müfettişlik buyruğuna verilmiştir. Kolordular, harekât ve güvenlik konularında doğrudan doğruya Müfettişlikle ve olağan işlemler, yani özlük işleri, genel kuvvet (ordu birliklerinin er, subay, silah, cephane, hayvan gibi araç ve gereçlerinin) sayısını gösteren durum ve belgeleri vs. gibi konularda önceki gibi Savaş Başkanlığıyla (Harbiye Nezâreti) haberleşeceklerdi.
Tümen veya Bölge Komutanlığı tarafından bir göreve ya da özel bir göreve atanacak subayların ataması veya değiştirilmesi, Müfettişliğin uygun görmesi ve isteğiyle olacaktır. Öbür konularda ihtiyaç veya yarar görerek, Müfettişliğin verdiği yönergeyi Kolordu Komutanlıkları aynen uygulayacaklardır. Özellikle sağlık işleri pek önemlidir. Bu konudaki inceleme ve yapılan işlerin halka da yayılması gerekir. Müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Van illeriyle Erzincan ve Canik bağımsız liva (sancak) larını içine aldığından, müfettişliğin yukarıda sayılan görevleri yürütmek için vereceği tüm yönergeleri iş bu illerde mutasarrıflıklar,[19] doğrudan doğruya yerine getireceklerdir.
Müfettişlik sınırına yakın il ve bağımsız iller; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara, Kastamonu illeri ile Kolordu Komutanlıkları da Müfettişliğin yürüteceği görev sırasında kendi başına yapacağı başvuruları dikkate alacaklardır.
Müfettişliğin askerî konularla ilgili muhatabı Savaş Bakanlığı (Harbiye Nezâreti) olmakla beraber öbür konular için ilgili yüksek makamlarla haberleşecek ve işbu haberleşmelerden Savaş Bakanlığına (Harbiye Nezâreti) da haber verecektir.[20]
Bu yönerge Mustafa Kemal’e üstlendiği asıl görev için başlangıçta çok büyük kolaylıklar sağlamış, kendisine asker-sivil tüm yöneticilerle görüşmek, karar vermek, verdiği kararları uygulatmak imkânı kazandırmıştır.
Mustafa Kemal, İstanbul’dan Samsun’a hareket etmeden önce kendisiyle birlikte çalışacak arkadaşlarını, müfettişlik görevlilerini de seçmiştir. Kendisi ile birlikte Samsun’a çıkanlar değişik rütbe ve sınıftan onsekiz subaydır.[21]
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlattığı hareket başlangıçta önemsenmemiş, ancak Sivas Kongresinden sonra İngiliz basınında, Millî Mücadele aleyhtarı yazıların yazıldığı ve Mustafa Kemal Paşa’nın âsi bir general olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.
Ancak, Sivas Kongresinden çok önce, 6 Haziran 1919’da Karadeniz’deki İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı General Milne (daha sonra Amiral Calthorpe), bu Ordu Müfettişininin faaliyetleri hakkında Osmanlı Savaş Bakanlığı (Harbiye Nezâreti) na şikâyette bulunarak geri çağrılmasını istemiştir. Savaş Bakanlığı (Harbiye Nezâreti) tarafından bu isteğe uyularak Mustafa Kemal’in en kısa zamanda İstanbul’a dönmesi emredilir. Fakat Mustafa Kemal, azledildiğine dair telgrafı almadan müfettişlik görevi ve ordudan istifa ettiğini bildirir.[22] Artık o, sade bir vatandaştır. Birlikte yürüyeceği milletini çok iyi tanımaktadır. Mustafa Kemal, daha sonra bu durumu şu sözleriyle ifade eder; “Ben 1919 senesi Mayıs ayı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek yola çıktım”.[23] Kısa bir süre sonra her taraftan sevgi ve bağlılık mesajları gelir. Kâzım Karabekir Paşa, bizzat gelerek, “üniformanızı çıkarsanız da mukaddesatım üzerine söz veriyorum ki, size üstüm olduğunuz zamandan daha bağlı kalacağım paşam”[24] der.
3. MUSTAFA KEMAL PAŞA’DA BAĞIMSIZ YENİ BİR TÜRK DEVLETİ KURMAK FİKRİ
Atatürk, Nutuk’ta “1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk, genel savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış, Büyük harbin uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir halde.” diye başlayıp durum tespitinde bulunduktan sonra düşünülen kurtuluş çarelerini[25] sıralayarak şunları söyler: “Efendiler, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi; Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet bunların hepsi anlamını yitirmiş bir takım sözlerdi… Sağlam ve gerçek karar… Millî egemenliğe dayanan tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak. Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar toplumlar karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.. .Aşağılık durumuna düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir emir veren getirmeleri hiç düşünülemez…. Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri, çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.[26]
Anadolu’yu baştan başa yakan ateşin, üzerine oturduğu felsefî temel; yalnız yedi devlete karşı değil; yere göğe, talihe, kadere karşı bile isyan etmek, namussuz ve zilletle yaşamaktansa namuslu ölmek[27] idi.
Mustafa Kemal Paşa’nın Temmuz 1919’da istifa ettikten bir buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde yaptığı faaliyetler ve verdiği mesajlar, başta İngilizler olmak üzere istilâcı devletlerin bütün hesaplarını bozacak bir niteliktedir. Havza’ya, Amasya’ya geçen Mustafa Kemal, görevi dışında ülkenin değişik yerlerinde cereyan eden olaylarla ilgilenmeye, bildiriler yayınlamaya, yazışmalar yapmaya başlamıştır.[28] 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memlekete, kumandanlara, mülkî amirlere, millî teşkilât kurmaları, miting tertip etmeleri yolunda şu tamimi göndermiştir: “İzmir’in ve maalesef bunun arkasından da Manisa ve Aydın’ın işgali, gelecekteki tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir. Yaşayışımızda ve millî bağımsızlığımızda gedikler açan işgal ve ilhak gibi olaylar, bütün millete kan ağlatmaktadır. Izdıraplar dindirilemiyor. Sindirilmesi ve katlanılması mümkün olmayan bu duruma derhal son verilmesinin bütün medenî milletlerle büyük devletlerin adalet ve nüfuzundan sabırsızlıkla beklendiğini göstermek maksadıyla, önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli illere göre, pazartesi başlayıp çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere, büyük ve heyecanlı mitingler yapılarak millî gösterilerde bulunulması, bunun bütün kasaba ve köylere kadar yaygınlaştırılması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıâli’ye etkileyici telgraflar çekilmesi, yabancıların bulunduğu yerlerde yabancılar da etki altına alınmakla birlikte, düzenlenen millî gösterilerde terbiye ve ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hıristiyan halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan sakınılması zaruridir.[29]
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan millet adına hareket eden ciddi bir lider olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
21-22 Haziran 1919’da yayınlanan Amasya Tamiminde; “yurdun bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir”, denilerek alarm işareti verilmekte, İstanbul Hükümetinin aczi ortaya konulmakta ve böyle bir durumun milletimizi yok olarak tanıttırdığı açıklanmaktadır.
“Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”, parolası ile millî egemenliğe ve millî bağımsızlığa yer veren bu ilke, daha sonraki tarihî gelişmelerle Türk devleti için bir temel ve dayanak olacaktır. Tamim, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir.
Millî Mücadele başladıktan sonra millî bir devletin kurulması ile ilgili görüş ilk defa Erzurum Kongresinde kabul edilip Sivas Kongresinde genişletilerek,[30] 28 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan tarafından Misak-ı Millî olarak kabul edilmiş ve onaylanmıştır. Dolayısı ile Misak-ı Millî, Millî Mücadelenin siyasî ve askerî hedeflerini gösteren bir belge olmuştur.[31]
4. SONUÇ
19 Mayıs 1919’da teşkilatlanan Türk İstiklâl Savaşı, millî bağımsızlığı eyleme dönüştürerek, geri kalmışlığı, sömürüyü yok ederek, toplumu bütünüyle geliştirme, tam anlamıyla bağımsızlaştırma, çağdaşlaştırma ve demokratikleştirme amacıyla başlatılmıştır.
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıktığı gün üstlendiği görevin asıl ruhu, tam bağımsızlıktı. Tam bağımsızlık, malî, ekonomik, adlî, askerî ve bunlar gibi her konuda bağımsızlık ve özgürlük demekti. Bunların herhangi birinde, bağımsızlıktan yoksun olma milletin ve ülkenin gerçek anlamda tam bağımsızlıktan yoksun olması anlamına gelmektedir.
Mustafa Kemal, milletinin, ülkesinin ve insanının yapısını (sosyal psikolojisini) bütünüyle kavramakla birlikte dünya şartlarını, bu şartları oluşturan milletlerarası ilişki ve çelişkileri iyi bilmekte idi. Milliyetçiydi, başını çektiği, teşkilatlandırdığı savaş Türk İstiklâl Savaşıydı.
19 Mayıs1919 tarihinde başlatılan savaş, sadece “Ata Yurdu” denilen ülkeyi ele geçirmek, aralarında paylaşmak isteyen sömürgecilere karşı yürütülecek bir savaş değildi. Onlarla birlikte onların ülkedeki işbirlikçilerine, millî mücadele ve tam bağımsızlık savaşı boyunca bütün toplumsal, kültürel, ekonomik engellere ve bu engellerin güçlü kesim ve kişilerine karşı yürütülecek bir savaştı.
19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal’in milletine güvenerek, inanarak yapacağı işleri “millî bir sır” gibi saklayarak; inanç ve düşüncelerini safha safha gerçekleştirmek kararıyla göreve atıldığı gündür.
19 Mayıs 1919, yıkılan, çok unsurlu bir imparatorluktan yeni, millî bir Türk devletinin hayat bulacağı mümtaz bir tarihtir.
Gazi Üniversitesi, Kırşehir Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Kırşehir/TÜRKIYE
Kaynak: GAZİ ÜNİVERSİTESİ, KIRŞEHİR EĞİTİM FAKÜLTESİ, Cilt 5, Sayı 2,(2004)