Tanzimat Fermanı’na kadar Osmanlı Devleti’nde yaşayan halkı, genel bir sınıflandırma ile iki gruba ayırabiliriz. Bunlardan birincisi, devlete vergi vermeyen ve hizmeti karşılığı devletten belli bir ücret alan kesimdir. Bunlar, askerler, memurlar ve ilmiye sınıfında olanlardır. Diğeri ise, devlete vergi veren şehirliler, köylüler ve göçebelerdir. Şehirde oturanlar, esnaf, meslek erbabı ve tüccarların oluşturduğu kesimdir. Köyde oturanlar, tarım ve ziraat ile uğraşırlardı. Göçebeler, hayvancılıkla uğraşmakta ve sürekli yer değiştirmektedirler. Devlete vergi veren gruba reaya diyoruz.[1]
Şehirlerde oturan esnaf, meslek erbabı ve tüccarlar, ülke ekonomisinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Vergileriyle devlet maliyesine önemli katkı sağlamaktadırlar. Ayrıca yanlarında “kalfa” ve “çırak” istihdam ederek çalışma hayatını düzenlemişlerdir.
Bunlar, üretimleri ve tüketimleri ile canlı bir ekonomik hayat yaratmışlardır. Köylüler de ürettikleri ürünleri yakın pazarlarda satarak bu ekonomik canlılığa katkı sağlamaktadırlar. Aynı şekilde göçebeler de hayvan ve hayvan ürünlerini satarak diğerleri kadar olmasa da onlar da bu ekonomik canlılığa katkıda bulunmaktadırlar. Herkes fazla ürünlerini satarak diğer ihtiyacını karşılayabilmektedir. Devlet de bu ekonomik canlılıktan vergi yoluyla faydalanmaktadır.[2]
Tanzimat Fermanı’ndan sonra her alanda olduğu gibi ekonomi ve çalışma hayatında da önemli değişmeler yaşanmıştır. Bu değişime Kapitülasyonların etkisi ve 1838 yılında İngiltere ile daha sonraki yıllarda diğer devletlerle de imzalanan ticaret anlaşmaları etkili olmuştur. Bu değişim, önce büyük şehirlerde ardından da kıyı şeridindeki liman şehirlerinde ve bu şehirlere yakın yerlerde olmuştur. Bunun sonucunda büyük ölçüde ev ve el tezgahına dayanan Osmanlı sanayisi durgunlaşmış ve daha sonra da çökmüştür. Öyle ki bu çöküş, sadece sanayi ile sınırlı kalmamış, iç ticareti de etkilemiştir.[3]
Tanzimat Fermanı’yla birlikte değişmeye başlayan üretim ve tüketim alışkanlıkları, klâsik döneme göre değişikliğe uğramıştır. Avrupa mallarının girişi, yerli üreticilerin aleyhine gelişmiştir. Bundan ilk önce, deri ve deri işleme tesisleri etkilenmiştir. Osmanlı ekonomisinin ve iş hayatının bel kemiği olan dokuma sanayi bir müddet direnç göstermiş, ancak Avrupa mallarına karşı rekabete daha fazla dayanamayarak çökmüştür. Bu çöküş, kıyı şeridinde çabuk gerçekleşirken, iç bölgelerde XX. yüzyılın ilk çeyreğine doğru gerçekleşmiştir. Bu çöküşle birlikte doğal olarak işsizlik artmış ve gelirlerde azalma olmuştur.[4]
Osmanlı sanayisi klâsik üretim anlayışından kurtulamadığı gibi, Tanzimat’la birlikte ekonomide görülen merkeziyetçi yapı, çöküşün hızlanmasında etkili olmuştur. Bununla birlikte Tanzimattan sonra 160 civarında fabrika kurulmuştur. Fabrikaların çoğu, askeri ihtiyaçları (giyim) karşılama amacına yöneliktir. Ancak rekabete dayanamadığı için XX. yüzyılın başında birkaçı hariç kapanmıştır.[5]
Yine Osmanlı sanayisi üzerinde olumsuz etki eden nedenlerden birisi de Avrupa mallarının demir yolları ile taşınmasıdır. Demiryollarının taşımacılıkta kullanılmaya başlanması ve kara yoluna göre hem ucuz hem de güvenli oluşu, Avrupa mallarının hızlı bir şekilde iç bölgelere girmesine etkili olmuştur.[6]
XX. yüzyıla girerken kapitülasyonların etkisi, sermaye yetersizliği, teknoloji geriliği veya yetersizliği, bilgisizlik, istikrarlı bir yönetimin kurulamaması ve sürekli savaşlar, Osmanlı ekonomisini dışa bağımlı hâle getirmiştir.[7]
Bütün bu olumsuzlukların bir araya gelmesi neticesinde el ve ev tezgahları ile üretim sekteye uğramıştır. Birer aile işletmesi olarak yüzyıllarca devam eden bu işletmeler kapanmıştır. Bunun sonucunda da işsizlik had safhaya ulaşmıştır.
II. Meşrutiyet’le birlikte sosyal alanda olduğu gibi ekonomik alanda da bir hareketlilik görülmeye başlanmıştır. İttihat ve Terakki Hükümeti, yerli sanayii canlandırmak için plân ve program hazırladı. Bunun sonucunda on yılda (1908-1918) 139 milli (yerli) anonim şirketi kurulmuştur.[8] Bu dönemde devlet, toplumda uyanan milli bilinç doğrultusunda “yerli malı ” kullanma fikrinin yaygınlaşmasına çaba gösterdi. “İstihlâk-ı Milli Cemiyeti” (Yerli Malı Koruma Derneği) aracılığı ile ithal mallara ve Rum mallarına karşı boykot uygulamalarını teşvik etti.[9] Ancak rekabete dayanacak gücü olmadığı için bu hareket etkili olmadı.
Tarım ve ziraatte de durum pek parlak değildir. Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyıla girerken “tımar” sisteminin tamamen bozulduğunu görüyoruz. Bunun üzerine, 1858 yılında “Arazi Kanunnamesi ” çıkartılmıştır. Devlet, elindeki bir kısım toprakları bu kanunla şahıslara devretmiştir. Ancak köylülerin çoğunluğu dağıtılan arazilerden yararlanamamışlardır. Çünkü bu araziler, fiilen “eşraf” ve “ağa”nın elindedir. Köylü, bu topraklarda “ortakçı” “maraba”, “kiracı” gibi statülerle çalışmaktadır. Tarımda ilkel usullerle üretim yapılmaktadır. Verim son derece düşük ve rekabet edemez durumdadır.[10] Kısaca köylü, köyündeki arazide bir işçi gibi çalışmaktadır. Arazisi olan köylülerin arazileri de yetersizdir.
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde ticari faaliyetlerde önemli bir başarı elde edilememiştir. Ticari faaliyetlerin büyük bir bölümü, yabancıların veya azınlıkların elindedir. XX. yüzyılın başlarında ticarette Türklerin payı %4 civarındadır.[11]
Sanayinin yetersizliği ve ilkel usullerle üretim yapılması, hizmet sektörünün de gelişmesini engellemiş, dolayısıyla çalışma hayatını ve çalışanları olumsuz yönde etkilemiştir. Çünkü birçok kuruluş yetersiz kapasite neticesinde hizmet sektörünün gelişmesini engellemiştir.
Hizmet sektörünün gelişmemiş olması, mesleki gelişmeyi ve yeni mesleklerin oluşmasını engellemiştir. Bu, sanayi tesislerinin büyümesini engellemiştir. Sanayi kuruluşlarının çoğunluğu 10 kişiden az işçi çalıştırmaktadır.[12] Osmanlı Devleti’nde çalışma hayatında örgütlü bir işçi hareketinden söz edilemez. Sendika ve sendikalaşma yoktur.[13]
Sanayide ve ticarette Türk girişimcilerinin az olması, diğer taraftan tarımdaki verimsizlik ve üretim düşüklüğü yerli sanayinin 1930’lara kadar kurulmasını geciktirmiştir.
XX. yüzyıla girerken, bilhassa şehirlerde oturan Türk unsurlarının askerlik mesleğine rağbet ettiğini görüyoruz. Bunlar daha çok, orta düzeyde ve orta düzeye yakın ailelerin çocuklarıdır. Askerlik mesleği, maddi ve manevi açıdan tatminkâr ölçüdedir. I. Dünya Savaşı’ndan önce 190.000 civarında bir memur kitlesi mevcuttur. Bunların çoğunluğu askerdir.[14]
I. Sanayi Sektörü
Milli Mücadele Dönemi’ne girilirken, Türkiye’deki sanayi tesislerinin görüntüsü ekonomik gerçeklerden uzak, plânsız, dışa bağımlı ve belirli yerlerdeki ham maddeleri ancak yarı mamûl hâle getirebilen bir yapıdadır. Kaldı ki sanayi dediğimiz bu ilkel ve geri tesislerin hemen hepsi de işgal altındadır. İşgal altında olmayan iç bölgelerde, sanayi tesisleri yok denecek kadar azdır.[15]
Milli Mücadele’ye girerken ülkemizde gıda, toprak, deri ağaç ve mobilya, kırtasiye, kimya ve madeni (imalat) sanayi alanlarında ilkel şartlarda faaliyet gösterilmektedir.
A. Gıda Sanayi
Gıda sanayinde ağırlığın büyük bir bölümü değirmenciliktir. Su ile çalışan değirmenler, hemen hemen her yerde bulunmaktadır. Ancak bu alanda fazla bir istihdam yoktur. Gıda sanayinin ikinci sırasında, şekercilik ve tahin imalatı gelmektedir. Az miktarda makarna ve konserve de yapılmaktadır. Nüfusun büyük bölümü tarım alanında çalışmasına rağmen, gıda sanayi ve üretimi yetersizdir. İhtiyaçlar, ithalat yoluyla karşılanmaktadır.
B. Dokuma Sanayi
Bu sanayi kolunda yün iplik, pamuk ve ham iplik imalatı bir de pamuk ve ipek dokumacılığı mevcuttur. İpek dokumacılığı, Bursa ve çevresinde toplanmıştır. Evlerde halı ve bez dokuma tezgahları vardır. Tezgahlarda dokunan bezler, giyim alanının ihtiyacına cevap verememektedir. Halbuki pamuk ihracatı yapılmaktadır. Giyimdeki açık, ithalat yoluyla karşılanmaktadır.
C. Ağaç Sanayi
Bu alan, marangozluk, doğramacılık, semer ve araba yapımından ibarettir. Ege Bölgesi’nde az miktarda kuru üzüm ve incir kutuları imal edilmektedir. Möble yapımı da önemli bir yer tutmamaktadır.
D.Toprak Sanayi
Tuğla, kireç, porselen ve çimento kollarında yerli üretim, ihtiyacı karşılayacak durumdadır. Bu alanda savaş ve işgaller dolayısıyla tüketim azalmıştır. Tuğla ve kiremit yapımı, genelde İç Anadolu ile Ege bölgelerindedir. Kütahya’daki porselen imalatı, durma noktasındadır.
E. Deri Sanayi
Bu sanayi kolunda çok ilkel usullerle üretim yapılmaktadır. Yeni teknikler kullanılmadığından, üretim tüketimi karşılayamaz duruma gelmiştir. Anadolu’daki debbağhaneler, ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmektedirler. Büyük şehirlerde, ayakkabı ihtiyacı, ithalat yoluyla karşılanmaktadır. Tekalif-i Milliye Kanunu’nun çıkmasıyla (7-8 Ağustos 1921) bu sanayi kolu tamamen askeri ihtiyaçları karşılamaya yönelmiştir. Ancak bu gelişme, üretim artışına neden olmamıştır.
F. Kimya Sanayi
Milli Mücadele Dönemi Türkiyesi’nde kimya sanayi dalında ilkel usüllerle elde edilen birkaç boyanın dışında herhangi bir kimya sanayiinden bahsetmek mümkün değildir. Ülke ihtiyacına yetecek kadar zeytin ağacı olmasına rağmen zeytinyağı ve sabun üretimi yeterli değildir. Ege Bölgesi’nin Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, bu alandaki üretimi oldukça etkilemiştir. Sabun ithal edilmek zorunda kalınmıştır. Bunun yanında zamk, mürekkep ve mum gibi maddeler, az da olsa üretilebilmektedir.
G. Madeni (İmalat) Sanayi
Bu sanayi kolu sadece İstanbul ve İzmir şehirlerinde toplanmıştır. Bu şehirlerin limanlarında gemi tamiratları yapılmaktadır. Ayrıca çeşitli boy çiviler ve bazı makine aksanları üretilmektedir. Atölyeler şeklinde çoğunluğu nal, matbaa harfleri, mutfak eşyaları ve diğer âlet ve avadanlık yapan yerler de mevcuttur.[16]
Anadolu, her türlü sanayi tesislerinden teknik araç ve gereçlerden, bu alanda yetişmiş insan gücünden yoksundur. Hatta en basit tamirci ve soba ustası bile bulmak güçtür.[17]
1919 Türkiye’sinde esnaf loncalarının ve hizmet veren iş kollarının isimlerini burada sıralarsak o dönem Türk sanayi mamullerinin ne olduğu hakkında bir ölçüde fikir vereceği kanaatindeyiz. Esnaf loncalarının belli başlı kolları şunlardır: Keçeciler, Bakırcılar, Demirciler, Pırpıtçılar, Semerciler, Çıkrıkçılar, Nalburlar, Tiftikçiler, Orakçılar, Düvenciler, Debbağlar, Kilciler, Kabatuzcular, Kasaplar, Terziler, Saraçlar, Urgancılar, Kunduracılar, Sofcular ve Dokumacılardır.[18]
Milli Mücadele yıllarına geçmeden önce Milli Mücadele yılları ile ilgili bazı istatistiki bilgileri ortaya koymaya çalışalım.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında hazırlanan Vilayet salnamelerine göre (1912); faaliyette olan 18.000 iş yerinin %49’u Rumlara, %23’ü Ermenilere, %19’u Levantenlere ve %15’i de Türklere aittir. Yine 1919 yılında Batı Anadolu’da yapılan bir sayımda 3300 imalat sanayi iş yeri vardır. Bu iş yerlerinin %73’ü Rumlara aittir. Burada çalışan 21.914 işçinin ise %85’ini Rumlar teşkil etmektedir.[19]
Bu rakamlar da gösteriyor ki, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türk unsur nüfusuna göre, sanayide oldukça geridir. Bunda nüfusun büyük çoğunluğunun tarımda istihdam edilmiş olması ve diğer iç ve dış etkenlerin etkisi vardır.
TBMM kendi denetiminde olan yerlerde 1921 yılında imalat sanayine giren iş kollarında bir sayım yaptırmıştır. Bu sayımda değişik iş kollarında kuruluş başına düşen ortalama işçi sayısı 2 ile 5 kişi arasındadır. Bu iş kolları ve işçi sayıları şöyledir:
Toplam 33.058 iş yerinde 76.200 işçi çalışmaktadır.[20]
Marmara ve Batı Anadolu’nun dışında kalan yerlerde toprak, tuğla, kiremit, halıcılık, dokumacılık, tiftik, değirmencilik, debbağ, nal, mutfak eşyaları sanayi yaygındır. İkinci sırada ise bakır işleri, demircilik, nal yapımı, saraç işleri, marangozluk gibi alet ve avadanlık yapımı mevcuttur.[21] Kastamonu Küre’de birkaç demirci dükkânı ve bir iki de kasap dışında başka bir iş yeri yoktur.[22] Bu Anadolu’nun hemen hemen her yerinde görülebilecek bir örnektir.
Milli Mücadele boyunca sanayi alanında herhangi bir yeni işletme veya tesis yapılamamış, mevcutlarla idare edilmiştir. Mevcut sanayi de eldeki imkanlarla ordunun ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla geçici bir üretim artışı yaşanmıştır. Ancak bu artış yatırıma dönüşememiş, sadece belli bir amacı gerçekleştirmek için yapılmıştır. İstanbul’dan kaçan ustalar Ankara’da süngü, kama gibi askeri malzeme üretmeye başlamışlardır. Diğer taraftan Ankara’da iç çamaşırı, çarık gibi malzemeler imal eden dükkânlar görülmeye başlanmıştır. Dükkânların sayısı Sakarya Savası’ndan sonra artmıştır.[23] Konya’da üç katlı harp imalatı yapan bir atölye vardı. Atölyede 150 kişi çalışmakta elbise ve ayakkabı yapılmaktadır.[24]
İngilizlerin İzmit’teki dokuma fabrikasını tahrip etmeleri üzerine fabrikada çalışan ustalar, iki tezgahı gizlice Ankara üzerinden Kayseri’ye taşıyarak burada kurmuşlar ve ordunun ihtiyacını, bu tezgahlarda dokunan kumaşlardan karşılamışlardır.[25]
TBMM’nin açılışından sonra Ankara’nın Samanpazarı semtinde süngü yapan demirci dükkanlarının sayısında artış olmuş, sargı bezi yapan, çarık diken dükkânlar açılmaya başlamıştır. Barakalarda kadınlar fişek dolduruyordu.[26] Kastamonu’da kurulacak sanayi takımının kundura kalıplarını, vilayetteki kunduracı ustaları temin etmişlerdir.[27]
Sanayinin yetersizliği konusunda TBMM’de tartışmalar yaşanmıştır. 1 Ocak 1921 tarihinde Kütahya milletvekili Ragıp Bey “Yerli kumaş yapan fabrikalarımız nerede? Memleketin ihtiyacının %5’ini karşılayacak dokuma ve şayak tezgahlarımız bile yoktur”[28] diyerek durumu bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. 1922 yılında Vakit gazetesinin “Avusturya yolunun kapanmasıyla fes fiyatları yükseldi”[29] haberi, herhalde bu durumu açıklamaya yeterlidir. Diğer taraftan TBMM hükümeti, 10 Mart 1921 tarihinde kabul ettiği bir kararname ile bütün memurların yerli malı kumaştan elbise giymelerini kararlaştırmıştır.[30]
Bununla birlikte 1919 yılında İstanbul’da Kurban Bayramının ikinci gününde bir sergi açılacağı haberi yer almaktadır. Sergide: “Mobilya takımı, Mutbah (mutfak) takımı, Saraççılık, Terzilik, Debbağ ve Kunduracılık, Kahve değirmenleri, Terazi, Kantar, Kimya, Mensucat ve Halı, Tezhip ve Nakkaş, Oyuncakçılık, Dökmecilik, Kamacılık, Oymacılık, Kuyumculuk, Çivi, Testi, Çanak, Çömlek” bulunacaktır.[31] Başka bir gazete de 1921 yılında Giresun’da bir “Fabrika” açıldığını haber vermektedir.[32]
Yine bu yıllarda açılan iş yerleri, kendi tanıtımını yaparken “Türk” ve “İslâm” ibarelerini kullanmaktadır. “Beyoğlu’nda yeni bir islâm ticarethanesi”[33] “Elektirik pazarında yegane Türk müessesesi”[34] gibi. Bu ilânlardan şu sonucu çıkartabiliriz: Türklerin iş yerleri az olduğundan Türk müşteri çekmek amacıyla sık sık böyle ilânlar görmek mümkündür.
II. Çalışanlar (İşçiler)
Osmanlı Devleti’nin çeşitli nedenlerle sanayisini kuramaması ve iş alanları yaratamaması, 1919¬1922 yılları arasında Milli Mücadeleye büyük bir ekonomik sıkıntı ile girilmesine neden olmuştur. Bütün bunların yanında bir de işgal ve istilanın başlaması ile her şey felâkete dönüşmüştür. İşsizlik had safhadadır. İş arayanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.[35]
1919-1922 yılları arasında sanayi kuruluşlarında herhangi bir kapasite artışı olmadığından, istihdam artışı da görülmemiştir.[36]
Milli Mücadele dönemi Türkiye’sinde teşkilâtlı bir işçi sınıfından söz etmek mümkün değildir. İşçiler, zaman zaman İstanbul’da greve gitmişlerse de etkili olamamışlardır. Hem İstanbul hükümetleri hem de işgal kuvvetleri grevlere izin vermemişlerdir.[37] İşcilerin, herhangi bir sosyal güvenceleri yoktur. Bununla birlikte İstanbul’da Beykoz Ayakkabı fabrikasında işçiler, ücret artışı için greve gitmişlerdir. Ancak grev etkili olmamıştır.[38] İstanbul’da tramvay, tersane, telefon şirketi işçileriyle limanda çalışan hamallar greve gitmişlerdir. Bilhassa tramvay işçileri ve yolcu vapurlarının bağlı olduğu Şirket-i Hayriye işçilerinin grevleri, halkı etkilemiş, ancak hükümetin izin vermemesiyle grevler uzun sürmemiştir.[39] İstanbul’da 1923 yılının Ocak ayında tramvay işçilerinin kısa süren grevinde arabacılar bu fırsattan yararlanarak taşıma ücretlerini 4-5 kat arttırmışlardır. Kısa süre de olsa bu durum arabacıları sevindirmiştir.[40]
1913 yılında deri sanayi (debbağ) kolunda çalışan bir işçi İstanbul’da 9, Anadolu’da 13.6 kuruş alırken, 1921 yılında bu rakam 73 kuruşa kadar yükselmiştir.[41]
İstanbul’daki fabrikada çalışan işçiler, çok düşük ücret almaktadırlar. İstanbul’da 1919-1920 yılları arasında 13 fabrikada 2850 işçi çalışmaktadır. Erkek işçilerin yanında kadın ve daha çalışma yaşına gelmemiş çocuklar da işçi olarak çalışmaktadırlar. Erkek işçiler için ödenen ortalama aylık ücret 25 lira civarındadır. Kadın ve çocuk işçiler, aylık 10 lira civarında ücret almaktadırlar. Bundan dolayı birçok iş kolu; ayakkabıcılar, terziler, otel ve lokanta gibi işletmeler ile, tütün işleme ve sigara fabrikaları, çocuk ve kadın işçileri çalıştırmayı tercih etmektedirler. Bir ayakkabı imalathanesinde çalışan bir çocuğun haftalık ücreti 250 kuruştur. Küçük imalathanelerde ise çocuklara, haftalık 5 kuruş ücret ödenmektedir. Vasıflı olan ustalar da düşük ücret almaktadır.[42]
Çalışma şartları çok kötü olmasına rağmen, ücretler düşüktür. Düşük ücret alanların çoğunluğunu, iş bulmak amacıyla Anadolu’dan İstanbul’a göç edenler oluşturmaktadır. Bu arada, Yunan işgalinden kaçanların bir kısmı da İstanbul’a sığınmışlardır. Dolayısıyla İstanbul’da yoğun bir işsizlik yaşanmaktadır. Bazı iş yerlerinde işçiler, günlerce ücret almadan çalışmaya devam etmişlerdir.[43]
1919-1922 yılları arasında işgal altında olmayan bölgelerde işçi ücretleri ile ilgili elimizde istatistiki bir bilgi yoktur. Ancak normal bir işçinin 50 ile 75 kuruş civarında ücret aldığını tahmin edebiliriz.
Bu dönemde, bazı iş kollarında kalifiye işçi açığı görülmektedir. İşletmeler bazı mesleklerde gazetelere ilânlar vererek, usta ve kalfa istihdam edileceğini bildirmişlerdir. “Terzi ustası aranıyor, ütücü kalfası aranıyor”[44] gibi ilânlara rastlıyoruz. Bu ilânlardan da anlaşılacağı gibi
yetişmiş eleman sıkıntısı çekilmektedir. Diğer taraftan “Çalışma Derneği ” ile “Kadınları Çalıştırma Derneği ” kadınların da iş hayatına girmesini ve erkeklerle aynı işte çalışmasını talep ederek, bu yönde faaliyette bulunmuşlardır.[45] Kalifiye eleman yetiştirmek amacıyla Kadınları Çalıştırma Derneği, Kastamonu’da genç kızlar ve kadınlar için dikiş yurtları açmıştır. Kastamonu’da bu dikiş yurtlarında üç ayda biçki dikiş öğretilerek, kadınların üretime katkıda bulunmaları amaçlanmaktadır.[46]
Bu dönemde, birçok şehirde Dârül- acezeler, marangozluk kursları açarak marangoz ustası ve kalfası yetiştirmiştir.[47]
Konya’da çırakların bilgi ve beceri kazanmaları amacıyla gece eğitimi başlatılmıştır. Bu olay, Milli Mücadele döneminde çırakların iyi yetişmesi açısından çok önemlidir. Ölüm kalım mücadelesi sürerken böyle bir gece eğitiminin yapılması çok dikkat çekicidir. Savaşın bütün hızıyla sürmesine rağmen, çırakların gece eğitimine alınması ve ilginin de büyük olması, kaliteli eleman yetiştirilmesi açısından kayda değer bir olaydır. 1921-1922 yıllarında devam eden gece derslerini, o günkü gazeteler şöyle haber vermektedir: “Umumi esnaf çıraklarının talim ve terbiyelerinin gelişmesi için gece dersleri açılmıştır”;[48] “Esnaf çırakları için yaklaşık üç ay süreyle şehrimizde açılmış olan ve büyük bir ilgi gören gece okuluna, her gece en az yüz öğrenci devam etmektedir.”[49] Gece eğitimi halka duyurulmuş ve özendirilmiştir.
A. Çalışma Süresi
Çalışanların çalışma gün ve saatlerinde belirli bir düzen yoktur. Hafta tatili kavramı gelişmemiştir. O. Nuri Ergin, “Türkiye’de yaşayan insanlar haftada üç gün tatil yaparlardı”[50] diyerek üç günlük tatilin, Türkiye’de yaşayan insanların dinî inançlarının bir sonucu olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte 1919 yılında henüz “Hafta Tatili Kanunu” kabul edilmemiştir. Bazı işçi sendikaları hükümete müracaat ederek, “Hafta Tatili Kanunu”nun bir an önce çıkarılmasını istemişlerdir.[51]
Türkler, Cuma günleri tatil yaparlardı. Azınlıklar da kendi dinî inançlarına göre hafta tatili yapıyorlardı. Açıksöz Gazetesi’nin haberine göre; Samsun’da esnaf, Cuma günleri dükkânlarını kapatmaya başlamıştır.[52] Babalık Gazetesi de Cuma günlerinin tatil olduğunu haber vermiştir.[53] Dinî bayramlarda resmî kuruluşlarda olduğu gibi çarşı pazarda (esnaf) dükkânlar kapanırdı.[54] Ancak düzenli bir tatil anlayışı yoktu.
Çalışanlar için belli bir çalışma saati yoktur. Gün doğumundan gün batımına kadar geçen süre çalışma saatidir.[55] Fabrikalarda ise, çalışma süresi genelde 9-10 saattir. Kadın ve çocuk işçiler de aynı süre çalışmaktadırlar.[56]
Ülkede yaz ve kış saati uygulaması vardır. Kasım ayı başında kış saati, Mart ayı ortası veya Nisan ayı başlarında yaz saati uygulaması yapılmaktadır. Gazeteler bunu “saatlerinizi bir saat ileri veya geri alın”[57] diyerek vatandaşlara duyurmaktadır. Saatlerin geri alınması, daha çok çalışan kesimi ilgilendirmektedir.
III. Memurlar
Devlet memurları (sivil, asker), I. Dünya Savaşı ve onu takip eden Milli Mücadele Dönemi’nde en fazla sıkıntı çeken kesimlerden birisi olmuştur. Memurlar, ister İstanbul’da isterse Anadolu’da görev yapsınlar maddi yönden sıkıntılı yıllar geçirmişlerdir. Memurların zaman zaman maaşlarının yarısını alabildikleri, bazen de maaşlarını iki ay alamadıkları olmuştur.[58] TBMM hükümeti, 1920 yılında ilkokul öğretmenleri ile memurların maaşlarını zamlı alabilmeleri ve bir an önce maaşların ödenebilmesi için vakıflardan yardım istemek zorunda kalmıştır.[59]
Osmanlı Devleti, devlet memurlarının durumunu iyileştirmek amacıyla 3 Aralık 1919 tarihinde memur maaşları ile ilgili yeni bir düzenleme yapmıştır. Buna göre; 10 lira maaş alan memurlara %300; 10 ile 30 lira maaş alanlara ilk 10 lirası için %300, geri kalan bölümü için ise %100; maaşı 30 liranın üstünde olan memurlar için ise ilk 10 lirası için %300, geri kalan bölümler için %75 zam yapılmıştır. Maaş ve ücretlerin zamanında ödenememesi ve pahalılık, yapılan bu zamları yetersiz kılmıştır. Dar gelirli bazı memurlar, tefecilerin eline düşmüştür.[60]
TBMM 27 Temmuz 1920 tarihinde bir kararname çıkartarak işgal bölgelerinden kaçan ve iki aydır maaş alamayan memurları boş kadrolara geçici olarak atamış ve bunlara daha sonra mahsup edilmek üzere iki aylık maaş ödenmesini kararlaştırmıştır.[61] Ankara Hükümeti 14-11-1336 (1920) tarihli bir kararname ile Zonguldak’ta görev yapan memurlara olduğu gibi Antep’te görevli memurların maaşlarına bir misli zam yapılmasına[62] karar vermiştir. Aynı şekilde Adana, Cebelibereket (Osmaniye) ve Mersin’de çalışan memurlara 6 Kasım 1921 tarihli kararname ile iki ay müddet ile bir misli zam yapılması için TBMM’ne kanun tasarısı sunulmuştur.[63] Ankara’da görev yapan memurlara da bir maaş fazla ödeme yapılması karalaştırılmıştır.[64] Yine de memurların sıkıntısı devam etmiştir.
TBMM, devlet memurları ile emeklilerinin içinde bulunduğu şartları dikkate alarak emanet sandıklarından 6 ay vade ile 100 lira borç vermeyi karalaştırmıştır.[65]
Milli Mücadele Dönemi’nde Ankara’da bazı branşlarda öğretmen açığı görülmektedir. TBMM Hükümeti, bu açığı kapatabilmek için gazetelere ilânlar vermiştir. Ankara’da Lisede görevlendirilmek üzere 2000 kuruş (20lira) maaşla, Coğrafya, Matematik ve Arapça öğretmeni ile 1500 kuruş maaşla Fransızca ve Beden Eğimi öğretmenleri aramaktadır.[66] Mesleki alanda ise; Demircilik, Marangozluk, Kunduracılık ve Terzilik branşlarında 6000 kuruş maaşla, tesviye branşında ise 3000 kuruş maaşla öğretmen[67] istihdamı için ilân verilmiştir. Kastomonu’da da çeşitli branşlarda öğretmen açığının giderilebilmesi için gazetelere ilân verilmiştir.[68] Bu dönemde çeşitli illere göre değişmekle birlikte bir ilkokul öğretmenin maaşı, 200 ile 1000 kuruş arasında değişmektedir.[69] Bir sağlık memuru da 800 kuruş maaşla hemen işe başlama imkânına sahiptir.[70]
Memurların çalışma saatleri ile ilgili çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. TBMM, 2.11.1920 tarihinde çıkarttığı bir kararname ile öğle tatilini kaldırarak memurların günde 10.30-16.30 saatleri arasında çalışmalarını[71] kararlaştırmıştır. 1921 yılında öğle tatili tekrar konularak sabah işe başlama saati 9.30 olarak[72] değiştirilmiştir. 19 Kasım 1921 tarihinde çıkan bir kararname ile çalışma süresi 6 saate indirilmiştir.[73] Bu süre kısaltma tasarruf amacıyla yapılmıştır.[74] 1922 yılında devlet memurlarının çalışma süreleri yeniden düzenlenmiştir.[75] Yukarıda belirttiğimiz yaz ve kış saati uygulaması doğal olarak memurları da ilgilendirmektedir.
Ramazan ayında bazı memurların işe gelmemesi, işten erken ayrılması nedeniyle hükümet bir kararname yayımlamıştır.[76] Gazete, memurların işe geç gelmesinden yakınarak, hükümetin yayımladığı kararnameye bütün memurların uymasını istemektedir.[77]
Devlet memurlarının greve gitmeleri yasaktır ve grev yapamazlar. Ancak Konya adliyesindeki bir grup memur, zam isteklerinin karşılanmaması üzerine greve gitmişlerdir. Aynı nedenle posta memurları da greve gideceklerini bildirmişlerdir.[78]
IV. Tarım ve Ziraat
XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ülke nüfusunun %82’sinin tarımda çalıştığı veya bu alanda geçimini sağladığı göz önüne alınırsa, Türkiye ekonomisi ve dolayısıyla toplumun refah düzeyi konusunda genel bir fikir verir.[79] Bu dönemde tarımda gözüken bu nüfusun yarısı fiili olarak çalışabilmektedir. Yaşlılar ve çocuklar tüketici durumdadır.
Milli Mücadele yıllarına ait elimizde istatistiki bir bilgi mevcut değildir. Bu alanda ilk ciddi bilgiler 1927 yılına aittir. Ülkede, 1.187.000 karasaban mevcut iken pulluk sayısı 211.000 civarındadır.[80] Milli Mücadele döneminde pulluk sayısının daha az olduğunu tahmin etmek mümkündür.
Ülke tarımında görülen bu olumsuz tablonun kökeninde, XVIII. yüzyıldan beri görülen kötü yönetim, iltizam usulünün bozulması, tarımda makine kullanılamaması, tarım üretiminin ancak aile içine yetecek şekilde yapılması ve ekilebilir toprakların büyük bir kısmının “ağa” “bey” denilen o bölgedeki birkaç kişinin eline geçmiş olmasıdır.[81] Bunun yanında sulama ve gübreleme yapılamaması da tarımda olumsuzluğun yaşanmasında etkili olmuştur. Diğer taraftan pazara sunulabilecek ürünlerde çeşit azdır ve kalite yoktur.[82]
Son 10 yılda süre gelen savaşlar, Trablusgarp (1911), Balkan (1912-1913) ve I. Dünya Savaşı (1914-1918) köylülerin durumunu iyice sarsmıştır. Askere giden köylüler, hem insan gücünden kayıplara uğramışlar, dolayısıyla tarımda kol gücü azalmış- hem de hayvan gücükayıpları olmuştur. Köylüler, savaşların getirdiği ekonomik yükün altında ezilmişlerdir.[83]
I. Dünya Savaşı başlarında 66 milyon dekarlık olan, hububat alanı, savaşın sonunda 35 milyona düşmüştür. Buğday mahsulü 1913-1914 sezonunda 3.903.000 ton iken, 1921 yılında 2.042.000 tona düşmüştür.[84]
I. Dünya Savaşı’nın insan gücü kaybı, 18-35 yaş arasındaki erkeklerden oluşmaktadır. Bu olay, tarımda insan gücünde büyük bir gedik açmıştır. Tarımda çalışabileceklerin büyük bir bölümü kadınlardan ibarettir. Kadınlar, Milli Mücadele boyunca tarlada çalışarak, ürün elde edip, aşar vergisini vermişlerdir. Kadınlar, sadece tarlada değil bilindiği gibi cephede de önemli görevler üstlenmişlerdir.[85]
Tarımda çalışan nüfus, işgaller neticesinde hem toprağını kaybettiği gibi hem de göç neticesinde tüketici durumuna düşmüştür. Bunun örnekleri Ege Bölgesi’nde ve Çukurova’da yaşanmıştır.
Ege Bölgesi’nde, hububatın yanında incir, üzüm, zeytin ve pamuk ziraati yapılmaktadır. Milli Mücadele boyunca Yunanlıların bu bölgeyi işgal etmeleri sebebi, çiftçi, tarlasını, bağını, bahçesini bırakarak içerilere doğru kaçmış ve bütün bu verimli araziler. Yunanlıların elinde kalmıştır. Bunlar, yeni gittikleri yerlerde yardıma muhtaç hâle gelmişlerdir.[86] Çukurova’ya önceki yıllarda hasat mevsimi Sivas, Maraş, Malatya gibi civar illerden birçok işçi gelir buralarda üç dört ay çalıştıktan sonra geri dönerlerdi. İşgalle birlikte gelenlerin sayısı azalmıştır.[87]
Sakarya Savaşı’ndan hemen önce (7-8 Ağustos 1921) Tekalif-i Milliye emirleri çıkartılmıştır. Bu emirle, halkın elinde bulunan çeşitli araç ve gereçler, geçici olarak ordunun emrine verilmiştir.[88]
Halkın o dönemlerde elinde öküz, at, eşek gibi hayvanlarla bunlar tarafından çekilen kağnı ve arabalar vardır.[89] Bunların ordu emrine verilmesi, tarımı az da olsa olumsuz yönde etkilemiştir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılabilmesi için bunun dışında bir çözüm de görülmemektedir. Köylünün ve hayvanların cepheye gitmesi ekim yapılmasına engel olacağı gibi eldeki mevcut ürünlerin pazara ulaştırılmasında da engel teşkil etmiştir.[90] Ancak Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için bu durum kaçınılmazdı.
TBMM, bu olumsuzlukları giderebilmek ve tarımı iyileştirebilmek için bazı tedbirler almıştır. 9 Ekim 1921 günü çıkarılan bir tüzükle, il ve ilçelerde mülki amirlerin başkanlığında bir “Tarım Yükümlülüğü Kurulu” oluşturulmuştur. Bu kurulda, askerlik dairesi başkanı, tarım fen memuru, jandarma komutanı ve halktan seçilen (ziraatle uğraşan) iki üye görevlidir. Kurulun görevi, arazi, tarım araç ve gereçlerini, tohumluk miktarını ve hayvanları, köy ve mahalle ihtiyar heyetleri aracılığı ile tespit ettirerek bir envanter çıkarılmasını sağlamıştır. Tüzükte bir çift hayvanı olana 40 dönüm toprağı ekmesinin sağlanmasını, ayrıca ne cins ve miktarda tohumla ekim yaptığının belirlenmesini, bunların kaynaklarının tutulmasını kuruldan istemektedir. Aynı tüzükle askerde bulunanlar ile dul ve yetimlere ait arazilerin boş kalmasını önlemek, onlara yardımcı olmak amacıyla haftada bir gün “imece” usulü ile bu gibi ailelere yardım edilmesinin sağlanması getirilmiştir. Ziraat bankası da köylüye tohumluk kredisi verilmesini sağlayacaktır. Bu görev de köy ve mahalle ihtiyar heyetlerine verilmiştir.[91]
Milli Mücadele döneminde köylülerin sıkıntısını gidermek için tarımla uğraşanların askere alınmaları geciktirilerek tarıma destek sağlanmaya çalışılmıştır. TBMM, ağnam (hayvan) vergisinin artırılmasını reddetmiştir.[92]
Tarımla ilgili teknik bilgi eksikliği ve diğer eksikliklerin yanında, ziraat aletlerine de ihtiyaç vardır. Ziraat okulları ve ziraat memurları yetersizdir.[93] Bazı illerde ziraat okulları mevcuttur. Ancak mezunlara istihdam sağlanamamaktadır. Bir ziraat mühendisi, alanında uzman olduğunu ve iş aradığını ilânla duyurmuştur.[94]
Açıksöz gazetesinde; Kastamonu’ya o dönemin tarım aletleri olan “pulluk ve kalbur makineleri’nin getirileceği”[95] haberi yer almıştır. Bu, o dönem için büyük bir haberdir. Çünkü çiftçi, tarımda makineleşmeyle yeni yeni tanışmaktadır. Samsun’a da ilk traktör, 1922 yılında gelmiştir.[96]
Köylü, kiraladığı toprağı ekip biçerek, kirasını ödemektedir. Ürün az da olsa toprak sahibinin payını ödeyecek ve devlete de vergisini verecektir. Köylü, boğaz tokluğuna çalışmaktadır.[97]
Tarımdaki bu olumsuz durum, yer yer kıtlıklara rastlanılmasına neden olmuştur. Bazı yerlerde, arpa ve buğday ununun içine meşe palamutu karıştırılarak ekmek yapılmış, ihtiyaçlar bu şekilde karşılanmıştır. Cephe gerisinde özellikle köylerde halk, karnını kıt kanaat doyurabilmektedir. Birçok aile arpa, çavdar ve yulaf unu bulmakta güçlük çekmektedir. Günlerce aç kalanlar olmuştur. Antep’te acı zerdali çekirdeği ile arpa karıştırılarak ekmek yapılmıştır.[98] Bununla birlikte köylüler, az da olsa pazar yerlerine getirdikleri ürünleri satarak karşılığında ihtiyaç duydukları şeker, gazyağı, sabun gibi malları almaktadırlar. Ankara’da Tahta Kale meydanında köylüler getirdikleri malları satarak ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.[99]
Bütün bu olumsuzlukların yanında, bazen de şöyle bir haber yer almıştır: “Adana’da ziraat sergisi açıldı”[100]
Milli Mücadele yıllarında sanayide olduğu gibi tarım sektöründe de herhangi bir üretim artışı görülmemiştir. En fazla sıkıntı çeken kesimlerden birisi de köylülerdir. Milli Mücadele böyle bir ortamda başarıya ulaşmıştır.
Sonuç
Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda ortaya çıkan sanayi devrimini yakalayamamıştır. Çünkü sanayide ve tarımda klâsik üretim anlayışı, bu yüzyılda da devam etmiştir. Ticaret alanında ise yabancılar ve azınlıklar egemendir. Türk girişimcilerin payı bu alanda oldukça azdır. Bütün bunların yanında savaşların uzun sürmesi ve alt yapı eksikliği, Osmanlı ekonomisini büyük ölçüde etkilemiştir. Ülke nüfusunun %82’sinin tarımda çalıştığı ve tarım üretiminin verimsiz olduğu bir memlekette, güçlü ekonomiden söz edilemez. Güçlü ekonominin olmadığı bir yerde de istihdamı yaratacak büyük kapasitede çalışan tesislerin de olması mümkün değildir.
Milli Mücadele’ye girilirken bu tablo, daha da ağırlaşmıştır. Çünkü yetişmiş insan gücü kalmamıştır. Kalanların çoğu da sakat ve iş yapamaz durumdadır. Tarımı ve sanayisi büyük ölçüde kol gücüne dayanan bir ülkenin böyle bir ortamda ekonomisinin ayakta kalması da mümkün değildir. Milli Mücadele’ye girilirken herkes her şeyini kaybetmiştir. Milli Mücadele önderleri, hem cephede hem de cephe gerisindeki bu olumsuzluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Bütün bu olumsuzluklar, itilaf devletlerinde Milli Mücadele’nin başarılı olamayacağı kanaatini oluşturmuştu. Ancak Türk milleti Mustafa Kemal’in liderliğinde bu onurlu mücadeleden zaferle çıkmış ve bunu da bütün dünyaya kanıtlamıştır.
Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 128-136