1908’deki Jön Türk Devrimi’nden sadece birkaç hafta sonra, ünlü bir kadın yazar olan Fatma Fahrünnisa’nın, yeni kurulan günlük gazetelerden biri olan Millet’te bir makalesi yayınlandı. O, bu makalesinde, Avrupa modasının takip edilmesini şiddetle reddederek, bir ulusal kıyafetin geliştirilmesini savunmaktaydı.[1] Fahrünnisa’nın dillendirdiği tartışmaların her biri farklı özellikler taşıyor olsa da, hepsinin ortak noktası da o kadınların 1908 devriminden sonra yeni devletin kurulmasında önemli katkıda bulunabilecekleri ya da bulunması gerektiğine olan inancını göstermekteydi. 1908 devrimi Sultan II. Abdulhamid’in istibdadına son verirken, onun otuz yılı aşkın bir süre önce tek taraflı olarak askıya aldığı anayasaya yeniden işlerlik kazandırmaktaydı. Bu makalenin konusu ise, Osmanlı kadınının Jön Türk Devrimi ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki süre içinde ileri ve medeni bir ulus devletin kuruluşundaki rolleri gözönüne alınarak kıyafet-i milliye ya da milli kıyafet meselesinin algılayışındaki merkezi konuma nasıl ve niçin oturduğudur. Makale ayrıca, yapılan devrimden sonra, yeni Osmanlı ulus-devleti’nin “milliyeti”nin ne olması gerektiği üzerine ortaya atılan fikirlerdeki değişime de değinecektir.
Bunları yapabilmek için ilk önce ulus/millet, milliyetçilik ve moda arasındaki ilişkiyi genel anlamda yansıtmaya çalışacağım. İkinci olarak, Avrupa modasının Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl girdiği ve buna karşı ne tür tepkiler geliştiğini kısaca anlatacağım. Son olarak, milli kıyafetin İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı Müslüman kadınları arasında nasıl bir tartışma konusu haline geldiğini analiz edeceğim.
Ancak, başlamadan önce kullandığım kaynaklara ve bu kaynaklarda karşılaştığım zorluklara değinmek yararlı olacaktır. Bu makale için kullandığım kaynaklar, esas olarak, kendi algılayışlarını yansıttığı için ilgimi çeken bu kadınların kendi yazılarıdır. Bu yazılar genelde, Abdulhamid rejiminin uyguladığı sansür kalktıktan sonra, sayılarında çok büyük bir artış olan kadın dergileri, diğer dergiler ve gazetelerde yayınlanmaktaydı. Ancak, “milli” kavramının ne olduğu, şahıslar, gruplar ve devlet arasında karmaşık bir oyuna dayandığından, arşiv kaynaklarını araştırmak suretiyle, devletin milli değerler çerçevesinde kadın için uygun kıyafet olarak ne düşündüğünü de inceledim. Bunlar özellikle faydalı kaynaklardır. Çünkü kadınların kendileri de devlet tarafından dayatılan kadın kıyafetleri konusundaki düzenlemelerin açık olmadığı konusunda şikayetçiydiler.
Araştırmam, Osmanlıca okuyup yazabilen Osmanlı kadınının algılayışı üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu kadınların büyük çoğunluğu Müslüman’dı. Ancak, çoğu zaman “bizim milli kıyafetimiz” diye yazdıklarında kimleri kastettikleri pek anlaşılmamaktadır: Osmanlı kadını mı, Müslüman kadın mı, Osmanlı-Müslüman kadını mı, Türk kadını mı, Türk-Müslüman kadını mı vesaire…?
Söz konusu kaynaklar, Osmanlı toplumunun sadece çok kısıtlı bir sınıfına ışık tutmaktadır. Bu makaleleri yazabilmek için bu kadınların, iyi ve üst seviyede bir eğitim almış olmaları gerekirdi ki, bu da sadece belirli bir tabakaya mensup kadınlar için mümkündü. Kadın yazarların çoğu, on dokuzuncu yüzyılda yapılan reformlarla ihdas edilen yeni bürokratik ve askeri alanlarda görev yapan mevcut devlet seçkinlerine dahil erkeklerin kızları, kızkardeşleri ya da eşleriydi. Lapidus’a göre, bunlar “Avrupa müdahalelerine karşı kendi toplumlarının siyasi ve kültürel olduğu kadar ekonomik tepkilerini de yönlendirebilen”[2] insanlardı. Bundan dolayıdır ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca, Osmanlı evlerine Paris’ten gelen modanın girmesine öncülük edenler de karşı çıkanlar da, bu gruba mensup kadınlardı.[3]
Kıyafet ve Milliyet
Batı kıyafetlerinin girişi, on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen siyasi ve ekonomik gelişmelerin bir sonucudur. On sekizinci yüzyılın sonlarında ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı yöneticileri Osmanlı bürokratik sisteminin reforma ihtiyaç duyduğunu hissetmekteydiler. Bu reformlarla, Avrupalı güçlerin yaptıklarını örnek almak suretiyle devletin gücünü İstanbul’da merkezileştirmeyi amaçlamaktaydılar. Bu reformlara, sayıları on dokuzuncu yüzyılda bir hayli artmış olan Osmanlı memurlarına, dini intisaplarından bağımsız olarak Avrupa’dakine benzer takımlar giymeye zorlayan yönetmelikler eşlik etti.[4] Bu değişim, Osmanlı toplumunda değişik milletlere bağlı olan insanların farklı kıyafetler giymeye zorlandığı geçmişten kopuşun mühim bir işaretiydi. Bu kıyafet kodları ile alakalı kanunlar, genellikle nispi bir gevşeklik döneminin sona erdirilmesine ve böylece eski sosyal düzenin yeniden tesisinin önüne geçilmesine hizmet eden imparatorluk kanunnameleri tarafından düzenli olarak teyid edilmekteydi.[5] Mamafih, memurların kıyafetlerindeki değişiklik, yeni bir düzene geçiş anlamına da gelmekteydi. Böylece, on dokuzuncu yüzyılın başında Avrupalıların kıyafetinin kabulü, daha önceleri kıyafetlerle belirginlik kazanan etnik ve dini sınırları silikleştirdi; ve giyenlerin “modernizasyonunu (çağdaşlaşmak?)” ve seçkinliğini (Avrupalı olan şeylere uyumluluğu) gösterir hale geldi.[6]
Cemaatler ve bireyler, kıyafetleri her zaman farklılıklarını gösteren bir araç olarak kullanmışlardı. Belirli bir kıyafeti giyen birey, bu yolla belirli bir topluluğa ait olduğunu ifade edebilmekteydi, ya da tam tersine bu konuda konulan kurallara uymayı reddederek o topluluğa ait olmak istemediklerini göstermekteydiler. Öte yandan, topluluklar kendi bağlılarını diğer toplulukların bağlılarından kıyafetleri sayesinde ayırt edebilmekteydiler. Kıyafet konusunda topluluk tarafından konulan kurallara uymayanlar, (olumsuz) tepkilere sebep olabilmekteydiler.
Kıyafetlerle yaratılan farklılıklardan biri cinsiyetler arasındadır. Karşı cinse mal edilmiş kıyafetleri giyen kadınlar ya da erkekler şaşkınlığa, karmaşaya, saldırganlığa ya da diğer hissi tepkilere sebep olabilmekteydiler.[7] Giyilen kıyafet sıkça o kıyafeti giyenin mesleğini göstermekteydi. Askeri üniformalar ya da tıp mesleğinin beyaz önlüğü, kıyafetlerin bu tür fonksiyonlarına örneklerdir. Kıyafetin gösterebileceği diğer bir farklılık ise sınıf farkıdır. Victoria dönemi İngiltere’sinde üst sınıfa ait kadınların modadaki gelişmeleri takip etmesine müsaade edilirken, alt sınıftan bir kadının “güzel elbise sevgisi” münasebetsiz bir davranışın göstergesi olarak düşünülmekte ve hatta ahlaklarını yitirdiklerinden şüphe edilmekteydi.[8] Giyilen kıyafetlere bakılarak, o kıyafeti giyenin hangi yaş döneminde olduğu da anlaşılabilmektedir. Genç ve evlenilebilir kızlar dul kadınlardan farklı kıyafetler giyebilirler. Mesela, son dönemlerinde Osmanlı toplumunda bir kızın çarşafa bürünmesi, çocukluktan çıktığının, genç kızlığa geçişinin işaretiydi.[9] Kıyafet, ayrıca toplumdaki değişik dini ve etnik grupların ayırt edilmesini de sağlamaktaydı. Bunun bir örneği, yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı toplumundaki milletler için konulan kıyafet kodlarıdır. Mesela, sadece Müslüman kadınların sarı renkli ayakkabı giymesine müsaade edilmekteydi. Benzer bir şekilde, Yunanistan’daki değişik etnik gruplar “ilk bakışta kendilerinin komşularından ayırt edilmesini sağlayan” değişik kıyafetler giymekteydiler.[10] Buna ilaveten, kıyafetler bir coğrafi bölgeden diğerine değişiklik göstermekteydi. Bu yüzden, bir bölgedeki köylerden gelen insanların kıyafeti, bir başka bölgenin köylerinden gelenlerinkinden farklı olabilmekteydi.
Milliyetçiliğin yükselmesi ve ulus-devletlerin gelişmesi, milli ve kolektif kimliği temsil edecek bir kıyafeti ihtiyaç haline getirdi. Bu milli kıyafetler yeni kreasyonlar ve yeni buluşlar olmalarına rağmen, bunlara otantik bir hava verilme ihtiyacı hissedilmekteydi. Yani, bu kıyafetlerin belirli bir zaman periyodu için ulus-devlette yaşayan bütün halkın giydiği günlük kıyafetlerin bir parçası olarak görülmesi ve kabul edilmesi gerekliydi. Onları meşrulaştırmak için bu yeni kreasyonlar, tıpkı Hobsbawn’ın bahsettiği icat edilmiş gelenekler gibi, “halihazırda eski olanlara aşılanabilirlerdi. Bazen resmi ayin, sembolizm ve ahlaki rahatlık dini ve muhteşem debdebe, folklör ve farmasonluğun zengin gardroplarından ödünç alınarak icad edilebilmekteydi.”[11]
Bölgesel kıyafetlerin cömertçe doldurduğu “gardrop/depo?” bir milli kıyafet yaratmak için muazzam imkanlar sunmaktaydı. Mesela, 1830’larda, Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazandığı zaman, Kral Otto ve Kraliçe Amalia’nın önayak olmasıyla yaratılan ve kraliyet ailesi ile onların maiyeti tarafından milli bayramlarda giyilen Yunan milli kıyafeti, normalde hepsi bir arada asla görülmeyen, değişik bölgelerin değişik kıyafetlerinin çeşitli unsurlarının biraraya getirilmesiyle yaratılmıştır.[12]
Kıyafetler bir etnik ve ulusal[13] kolektivite için görünür işaretler olarak hizmet görürken, birşeyin etnik ya da ulusal kolektivitenin bir parçası olup olmadığına dair ideolojik söylemler çoğunlukla ahlak ve şeref konusunda odaklanmaktadır. Bu bağlamda, kamuda erkeklerinkinden daha çok kadınların davranışı önemlidir. Anthias ve Yuval-Davis’in belirttiği gibi, kadınların ulusun oluşumuna katkıda bulunmak yollarından biri ulusal farklılıkların belirtisi olup ideolojik söylemlerde ulusal/etnik grubun bir simgesi haline gelmektir.[14] Bir kadın, sadece kadınların bulunduğu bir grup içinde ya da ailesinin evi içinde iddiacı, başı dik ve atılımcı olabilirken, ailesinin yakın çevresinden olmayan erkeklerle doğrudan ilişkilerin olabildiği kamu alanında daha mütevazi olmak zorundadırlar.[15] Tevazuyu ya da tevazunun yokluğunu göstermenin bir yolu da giyinme tarzıdır. Uygun bir şekilde giyinmemiş bir kadın, davranışları öyle olduğunu göstermese de, mağrur ya da cüretkar olmakla suçlanabilir.[16] Uygun giyinmeyen bir kadın alay ve eğlence konusu olabilir, hatta daha kötüsü topluluktan dışlanabilir. Bu yüzden, bir ulusal kıyafet arayışında temel odak noktasını kadınların kıyafetinin,[17] özellikle de onların kamu alanında giyecekleri kıyafetlerin oluşturmasına saşmamalıdır. Öte yandan, kendi kimliğini korumaya arzulu bir devlet, kadınlarının geleneksel kıyafetini muhafaza etmeye çalışacaktır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir belirsizlik mevcuttu. Bir taraftan, Osmanlı İmparatorluğu’nun modern bir devlet olduğunu göstermek için Osmanlı hükümetinin emri ile erkek (özellikle de devlet memurları) kıyafetleri “modernize” edilmekteydi. Diğer taraftan ise, aynı hükümet, kadınların evlerinin dışında giydikleri kıyafetlerde yapılan değişiklikleri -bu değişiklikler geleneksel ahlak ve değerlerin kaybedildiğini sembolize edeceği için- kabul etmemekteydi.[18] Ancak, Osmanlı hükümeti, bürokratların eşlerinin ve kızlarının evlerinin duvarları arasında ne giyecekleri konusunda fazla bir söz söyleyememekteydi. İşte bu mahrem alanda ve bağlamda kendi “modernitelerini” gösterebilmek için, kadınlar Avrupa modasından kıyafetler giymeye başladılar.[19]
Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Modası
Osmanlı kadınının giydiği kıyafetlerde, daha Avrupai tarza doğru olan değişimler on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında başladıysa da, ancak son otuz yılda çok hızlandı.[20] Bu gelişme, nüfusları Avrupalı fikirler ve modalarla karşılaşma ihtimali daha yüksek olan İstanbul, İzmir, Selanik gibi daha çok liman şehirleriyle sınırlı kaldı.[21] Avrupa ile ilişkilerin artmasının sebeplerinden biri, bu dönemde büyüyen uluslararası ticarettir. Bu, gayri-müslim tüccarların ve tacirlerin Avrupa malları ve davranışlarına alışmalarını kolaylaştırdı.[22] Öte yandan, Müslüman bürokratların çoğu, Avrupai fikirler ve mallarla meslekleri için eğitildikleri eğitim kurumları aracılığıyla -esas olarak da Fransız öğretmenlerinin ve kitaplarının yardımıyla- tanıştılar. Hatta bu bürokratlardan bir çoğu eğitimlerini tamamlamak için Avrupa’ya gönderildi.
Ayrıca, bu devirde artan ticari ve diplomatik temaslar, Avrupalıları -aileleriyle birlikte- İstanbul ve diğer belli başlı şehirlere getirtti. Avrupalıları İstanbul’a getiren tek sebep iş ve siyaset değildi, bunların yanında İngiliz üst sınıfının erkek üyeleri kadar kadın üyeleri arasında da Doğu’ya yolculuk çok modaydı.[23] Avrupalı kadınlar, bir Doğu haremini ziyaret etmeyi Doğu gezilerinin kaçırılmaz bir parçası olarak düşünürken, Osmanlı Müslüman kadınlar Avrupalı kadınları kendi evlerine davet edebilmek için birbirleriyle yarışmaktaydılar.[24] 1866 yılında, Fransa İmparatoriçesi Eugenie, Galler Prensi ve Prensesi’nin İstanbul ziyaretlerinden özellikle bahsedilmesi gerekmektedir. Micklewright’ın tezine göre, bu ziyaretler İstanbul üst sınıfına mensup kadınlar arasında Avrupa modasının kabul görmesine bir hız kazandırdı.[25]
Osmanlılar ile Avrupalılar arasında artan ilişkiler, kadınların eğitimiyle alakalı fikirlerde de değişimlere yol açtı. Avrupa dillleri ve sanat, seçkin aileler arasında kız çocuklarına verilen eğitimin birer parçası haline geldi. Varlıklı ailelerin, kadınlarına Fransızca, Almanca ve İngilizce öğretmeleri için davet ettikleri Avrupalı mürebbiyeler/dadılar da Avrupa modası hakkında bilgi edinilen bir diğer kaynaktı.[26] Her geçen gün artan sayıda Osmanlı kadını bu mürebbiyeler tarafından eğitilir oldu, böylece bu kadınlar Osmanlı İmparatorluğu’na ulaşabilen Paris moda dergilerini okuyabilmekteydiler. Yüzyılın sonuna doğru, Osmanlı kadın basını da Paris modasına yer vermeye başladı. Bu dergilerde Avrupalı kadınların resimleri ile birlikte giydikleri kıyafetlerin nasıl dikildiğini anlatan elbise patronları yayınlandı ve mesela korsenin tehlikeleri tartışıldı.[27] İlk (?) Osmanlı moda dergisi, La Reine de la Mode Parisienne, yani Paris Modasının Kraliçesi, ise ancak 1911’de İstanbul’da yayınlanmaya başladı. Bu dergi, on beş günde bir yayınlanmakta ve Fransızca, Yunanca ve Osmanlı Türkçesi’yle basılmaktaydı.[28]
Pera’da Avrupalılar’ın (ve/ve ya gayrimüslimlerin) vitrinli dükkanları da en son Paris modası haberleri için diğer bir kaynağı oluşturmaktaydı. Son olarak, İstanbul’un Avrupa yakasına yerleşen Avrupalı terziler, yetenekleri ve getirdikleri modellerle Osmanlı Müslüman kadınlarının Avrupa tarzı giyime yönelik aşinalığına katkıda bulundular.[29]
Micklewright’e göre, Avrupalıların kıyafetlerini ilk benimseyen kadınlar Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni ve Yunan cemaatlerindendi. Çünkü “bunların Avrupalılarla olan ticari temasları yeni modalara olan aşinalıklarını artırdı” ve bu kadınlar, bu kıyafetleri kendilerini Avrupa’daki dindaşlarıyla bir özdeşleştirme aracı olarak görmekteydiler.[30] Micklewright’ın son açıklaması dini unsurları vurgulamaktaydı. Ermeni ve Yunan kadınlar bu tür Avrupai kıyafetleri giymek suretiyle Müslüman kadın hemşehrilerine karşı bir dini-siyasi beyanda bulunmuş oluyorlardı. Ancak, onlar Avrupa modasını “geri” Müslüman kadınlara karşı kendilerini Hıristiyan göstermek için değil, Avrupai ve modern göstermek için benimsemiş olabilirlerdi. Bunun aynısı daha sonra Osmanlı Müslüman kadınları tarafından da yapıldı.[31] gayrimüslim kadınların Batılı kıyafetleri nispeten daha erken benimsemelerinin bir sebebi de, imparatorluktaki müslüman kadınlar üzerindeki hukuki kısıtlamalara bağlanabilir. Osmanlı İmparatorluğu halklarının sadece dünyevi yöneticisi olmayan, aynı zamanda Müslümanların manevi lideri de olan Padişah, ne giyeceklerini seçme konusunda gayrimüslim kadınları daha özgür bırakırken, dini liderleri olduğu Müslüman kadınlar için, gördüğümüz gibi, katı kurallar koymuştu.
Avrupa modasına uygun kıyafetler giyen ilk Osmanlı Müslüman kadınları saraydan ve üst sınıftandı.[32] Bu kadınların Avrupa modasını benimsemeleri de öyle Avrupa kıyafetlerini baştan aşağı taklit ederek başlamadı: sadece eldiven ve çorap gibi aksesuarlarla başladılar. Daha sonra, geleneksel ceketlerin yerini Avrupa tarzı olanlar aldı, bunu da geleneksel kıyafetlerin bazı bölümlerinin daha Avrupai bir modaya uygun şekilde değiştirilmesi izledi. Taşra bölgelerinden şehre yeni göçmüş olanlar ve yaşlı kadınlar, bu batılı kıyafetleri benimsemekte daha isteksizlerdi.[33]
Peki bu Osmanlı kadınları Paris kıyafetlerini ve kisvelerini nasıl almaktaydılar? Durumları oldukça iyi olan Osmanlı kadınları kıyafetlerini, ya bizzat kendileri giderek[34] ya da orada yaşayan akrabalarının aracılığıyla Paris’ten almaktaydılar. Bu imkanı olmayanlar ise kıyafetlerini İstanbul’daki yabancı terzilerden almaktaydılar. Ve buna da gücü yetmeyenler, geleneksel olarak gayrimüslim olan aile terzilerinden, dergilerdeki modellere göre kıyafetler dikmelerini istemekteydiler.[35] Gerekli olan kumaş (ve süsler ya da korseler) Paris’ten siparişle, Avrupalılar’ın İstanbul’daki mağazalarından ya da terziler aracılığıyla satın alınmaktaydı. Nispeten daha ucuz Avrupa kıyafeti almanın yolu da, Avrupalıların mağazalarından pret a porter satın alarak, gerektiğinde buralarda çalışan dikişçiler tarafından bu kıyafetlerin kendilerine uyarlanmasıydı. Bu mağazalarda, modern, batılı kadınların kıyafetlerini tamamlayacak ayakkabılar, eldivenler, şemsiyeler, çoraplar vesaire gibi bütün gerekli aksesuarlar da satın alınabilmekteydi.
Sokaktaki Osmanlı kadınının dış görünüşünü, sadece eldivenler ve şemsiyeler değiştirmedi. Dışarıda giyecekleri kıyafetleri de değişti. Bunlar arasındaki en büyük değişiklik, on dokuzuncu yüzyılın sonunda ferace ve yaşmak’ın ortadan kaybolmasıydı. Ferace, uzun kollarıyla genelde omuzlardan yerlere kadar uzanan bol bir mantoydu. Kollarının ve yakalarının genişliği zaman içinde değişti. Ferace hem Müslüman hem de gayrimüslim kadınlar tarafından benzer şekilde giyilmekteydi.[36] gayrimüslimler bu kıyafetlerini, yüzlerini açıkta bırakacak şekilde örtündükleri bir başörtüsü ile tamamlarken, Müslüman kadınlar yüzlerini ve başlarını bir yaşmak ile kapatmaktaydılar. Yaşmak, biri başın üstünden sarkıtılarak boyundan bağlanmak suretiyle başı ve kaşlara kadar alnı kapatan, diğeri ise yüzün gözlerden aşağıda kalan kısmını kaplayan iki parçalı bir başörtüsüydü.[37] II. Abdulhamit’in saltanatı (1876-1909) sırasında ferace sokaklarda görülmez oldu. gayrimüslim kadınlar feracenin yerine Avrupa tarzı manto ve şapkayı ikame ederken[38], Müslüman kadınlar peçe takıp çarşafa büründüler.[39]
Davis, Pakalın’dan esinlenerek çarşafı “iki parçalı, koyu renkli, bir kadını baştan ayağa örten ve sokakta giyilen dış kıyafet. Bir parçası etek, diğeri ise başın üstünden başlayarak eteğin üzerine kadar uzanan bir çeşit pelerin” şeklinde tarif etmektedir. Ancak, çarşaf Davis’e söylendiği gibi ille de koyu renkli olmak zorunda değildir. Aslında, çarşafın görünüşü zaman içinde ve bölgeden bölgeye değişiklik göstermekteydi. Çarşafın tarzı/görüntüsü yaşa ya da giyenin içinde bulunduğu hayat aşamasına bağlıydı. Özellikle genç kızlar için diğer, daha hafif renkler bulunmaktaydı. Değişik çeşitleri olmasına rağmen, çarşaf hakkında bazı genel yorumlar yapılabilir.
Çarşaf’ın ille de iki parçadan oluşması şart değildi. Etek ve pelerin belde birleştirilebilmekte, kolların açılması ve bir hamaile yardımıyla pelerin eteğin üzerine bluz gibi bırakılabilmekteydi. İkinci şekli torba diye adlandırılmaktaydı.[40] Daha liberal bir rejim için umut vadeden 1908 Jön Türk Devrimi, daha fazla çeşit için kapıları açtı. Bu da kadınların kıyafetlerinde denemeler yapmalarına yol açtı. Aynı zamanda car denilen çarşafın üst kısmı[41] tedricen daha da kısalan ve kolları kapayan uzun eldivenlerle birleştirilen bir çeşit pelerine dönüştü. Öte yandan, çarşaf’ın eteği de Paris modasına uygun olarak, evde giyilen kıyafetlerdeki değişimlerle birlikte, daraltıldı.[42]
Daha da ileri gidilerek, çarşafların etekleri daha da kısaltılmaya ya da bazı kadınlar tarafından tamamen göz ardı edilmeye başlanarak, sadece üst kısmı bir pelerin gibi giyilmeye devam edildi. Koyu renkli geleneksel kumaşlar yerine daha canlı renklere sahip değişik malzemeler kullanılmaya başlandı. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, modaya uygun giyinen İstanbul kadınlarının çarşafı artık Hıristiyan hemcinslerinin Avrupa tarzı mantolarına çok benzemekteydi.[43] Başı kapayan kısmın yerini bir çeşit tülbent, hatta şapka aldı; ve bu kadınlarla Hıristiyan hemcinsleri daha da benzeştiler.
Orijinalinde çarşaf, peçe denen ve yüzü örten bir parça ile tamamlanmaktaydı. Peçe de çarşaf gibi pek çok çeşide sahipti. Genelde siyah olmasına rağmen rengi, yapıldığı malzeme ve kullanılma yöntemi açısından değişiklikler göstermekteydi. Kullanılan kumaşın kalınlığı, bütün yüz hatlarının görülebildiği incecik bürümcükten, sadece görülmeyi değil görmeyi de zorlaştıran daha kaba çeşitlerine kadar değişmekteydi. Peçe, kaşların hemen üstünden çarşafın kenarından başlayarak bütün yüzü örtmekteydi. 1908’den sonra bazı kadınlar peçeyi atma özgürlüğünü kullanırken, bazıları peçe takmaktan tamamen vazgeçti.[44]
Dışarıda giyilen kıyafetlerden iki tanesinden daha bahsetmek gerekir. Bunlardan biri kolsuz, ön kısmı açık olan ve gevşek bir harmaniye olarak görev yapan, maslah ya da meslah denen çok bol kare şaldır. İslamın gereklerini yerine getirebilmek için bu kıyafet bir başörtüsü ile tamamlanmak zorundaydı. Kadınlar için, bu meslahı giymek çarşaf giymek kadar zor değildi ve bu yüzden kadınlar Boğaz’ın çevresindeki köyler ya da kırsal bölgeler gibi daha gayri resmi çevrelerde ve komşulara yapılan kısa ziyaretlerde meslahı tercih etmekteydiler. Buna benzer bir diğer kıyafet ise, başlık ilave edilmiş bir ince manto olan yeldirme idi.
Çok geniş ifadelerle, 1908 devriminin yarattığı özgürlük atmosferi ile Osmanlı kadınlarının dış kıyafetlerinde daha geniş bir çeşitliliğe kavuştuğu söylenilebilir. Ancak, hem iç kıyafetlerde hem de dış kıyafetlerdeki değişime yönelik protesto sesleri de yok değildi.
Protesto Sesleri
Kadınların kıyafetlerindeki değişiklikler hakkında protesto sesleri hem yetkililerden hem de kamuouyunun bazı kesimlerinden gelmekteydi. Otoritelerin de kıyafetlerin görünüşündeki gelişmeleri tasvip etmediğinin delili, yürürlüğe koydukları kanunnamelerde gizlidir. Bu kanunnameler daha çok İstanbul sokaklarında meydana gelen olaylara tepki olarak işlerliğe konmaktaydı.
Osmanlı toplumunda, Müslüman kadınlardan İslam’ın kadınlar için öngördüğü kıyafetlere dair kurallara uymaları beklenmekteydi: Tesettüre uygun giyinmek zorundaydılar. Bu kurallara göre, kadının vücudunun belirli kısımları, birinci dereceden akrabası olmayan, ya da diğer bir deyişle, o kadın ile evlenebilen erkekler tarafından görülmemelidir. Ancak, vücudun hangi kısımlarının ve ne şekilde örtünmesi gerektiği tartışma konusudur.
1890’da, bir siyah çarşaf içinde tamamen örtünmüş oldukları halde, şeffaf bir peçe takan bazı kadınları gördükten sonra Padişah, bu kıyafeti giymeyi kadınlara yasakladı, çünkü bazı kadınlar o derece açık saçık giyinmişlerdi ki sanki hiç örtünmemişlerdi. Ve bir imparatorluk fermanında belirtildiği gibi, Allah’ın insanlara ve devlete maddi ve manevi gazabının önüne geçmek için, kadınlar Allah’ın emirlerine göre giyinmek zorundaydı, yani çarşafla değil. Bir ilave sebep de, çarşafın şekilsiz formunun şerefsiz işler yaptıkları için tanınmak istemeyen erkeklerin gizlenmesine de yaramasıydı.[45]
Ancak bu fermanın üzerinden çok zaman geçmeden yasak kaldırıldı ve çarşaf giyilmesine yeniden müsaade edildi. Bunun yerine, bazı kadınların bir grup sokak çocuğunun tacizine uğraması yüzünden, aristokrat kadınlarının giymeye devam ettiği eski ferace ve yaşmak yasaklandı.[46] 1900 yılında yürürlüğe konan bir imparatorluk fermanı, jandarmadan, Müslüman kadınların tesettürün kurallarını dikkate almadan açık saçık giyinerek sağda solda gezinmelerini engellemesini istemekteydi.[47]
Bu yasaklamaları ve Osmanlı Sultanı’nın Müslüman kadınların giyiminden neden endişeye kapıldığını anlayabilmek için, bu dönemin siyasi durumuna bakmak gerekmektedir. Osmanlı Sultanı II. Abdulhamit, hükümetine yönelik artan muhalefete ve Avrupa baskısına karşı bir tepki olarak Panislamizmi benimsedi. Sultan Abdulhamid ve çevresindeki bazı insanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun görünür şekilde düşüşünün bir sebebi olarak İslami kuralların gevşemesini düşünmekteydiler ve bu sorunun çözümünü İslam kurallarına daha katı bir şekilde bağlılıkta görmekteydiler. Ayrıca, Sultan Avrupalı güçlerin artan nüfuzunu dengelemek için, bütün Müslümanların başı olarak, sahip olduğu halifelik konumunu kullandı. Bu tür politikalar geliştiren bir Sultan, şüphesiz, ülkesindeki Müslüman kadınların İslamın belirlediği kıyafet kurallarını ihlal etmesine müsaade edemezdi. Böylece o ve çevresindeki gelenekçi güçler, kadınların kamuya açık alanlarda “edepsiz” kıyafetler giymesini engellemeye ihtiyaç hissettiler. Özellikle, özgürlük ruhunun kadınları sokaklara döktüğü 1908 devriminden sonra, tesettür kurallarına göre giyinmiş olsalar bile, kadınların yerinin sokakların kamuya açık alanları olmadığı, ailelerinin evi olduğuna inanan insanların saldırılarına maruz kaldılar.[48]
1909 Nisan’ındaki karşı devrimin (Otuzbir Mart Olayı) arkasındaki gelenekçi görüşün bağlıları da eleştirilerinin bir kısmını kılık kıyafetteki değişimlere yöneltmişlerdi. Bunların saldırılarının hedeflerinden birini, Müslüman kadın ve erkeklerin devrimden sonra bir medenileşme[49] sembolü olarak giydikleri, aynı zamanda da karşı devrimcilerin İslami değerlerin kaybedilmesinin ve inançsızların artan etkisinin yani kısacası batılılaşmanın bir sembolü[50] olarak gördükleri “şapka” oluşturmaktaydı. Şapka dikkatlerin odağı olmaya devam etti: 1910’da İçişleri Nazırı “Müslüman ailelerin çocukları”nın[51] şapka giymesini yasakladı; 1914’te karnaval sırasında şapka giyen bir Müslüman genç tutuklandı[52]; Atatürk ve destekçileri, öte yandan, 1920’lerde şapkayı uygarlaşma/medenileşme/çağdaşlaşma yolunda önemli bir adım olarak kullandı.[53]
Uygarlaşmadan yana olan güçler bu karşı devrimi on bir gün içinde ezmiş olsalar da, kadınların dışarıda giyecekleri kıyafet bir endişe noktası olarak kalmaya devam etti. 1910 Mart’ında, tesettürün kaldırılmasından yana fikirler içeren bir kitapçığın basımı ve dağıtılması yasaklandı.[54] 1912’de İçişleri Bakanlığı tesettür aleyhine yazılar yayınlayan yabancıların Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamalarının yasaklanması talimatını verdi.[55] Bütün bu yasaklamalara rağmen, tesettürün kaldırılmasını savunan makaleler İçtihad gibi “batıcıların” dergilerinde görülmeye devam etti. Ancak “batıcıların” bu görüşlerine, “İslamcılar”ın görüşlerini yansıtan Sırat-ı Müstakim (Orta Yol) ve onu takip eden Sebilürreşad’ın (Orta Yol) yazarları tarafından sert bir şekilde karşı konuldu.[56]
1910 Ağustos’unda, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en önemli dini otorite olan Şeyhülislam, gereğinden fazla açılan ve böylece “adab ve ahlak-ı milliyeye muhalif” hareket eden kadınları polislerin uyarmalarını istedi.[57] Aynı ay içinde İçişleri Bakanlığı kısa bir genelge yayınlayarak kadınların tesettür kurallarına riayet etmeleri gerektiğini hatırlattı.[58] 1912 Mart’ında, Şeyhülislam kendini yeniden bir gazetede bir bildiri yayınlamak zorunda hissetti, bu bildirisinde aile reisinden ailesindeki kadınların “dini emirlere ve milli adaba” (evamir-i diniye ve adab-ı milliye) göre giyinmesini sağlamalarını istemekteydi.[59] Şubat 1914’te bu mesaj, “bütün milletin kabul ettiği adetler”e atıfla tekrarlandı.[60] Bu bağlamda, milli kelimesinin katı bir şekilde Müslüman topluma atıf olduğu açıktır. Ancak, İstanbul Polis Komutanı’nın yayınladığı bir mesajdan millet kelimesiyle neyin kastedildiği açık bir şekilde anlaşılamamaktadır. Bu mesajında Polis Komutanı “modern giyimli Türk kadınlarını” taciz edenlerin tutuklanacağını, ancak bundan böyle “işveli giyinen kadınların” polis tarafından kendi hallerine bırakılacağını duyuruyordu.[61]
Otoritelerin aldığı önlemlerden bir kısmı, toplumun bazı kesimlerinden gelen tepkiler üzerineydi. Sokaktaki insanlara göre uygun şekilde giyinmemiş olan kadınlar, tıpkı yukarıda bahsedilen ferace ve yaşmak giymiş kadınların Süleymaniye mahallesinde yürürken uğradıkları taciz gibi, taciz edilmekteydiler.[62] Kamuoyunun daha eğitimli kesimleri, dini argümanların ileri sürüldüğü dergilerde itirazlarını dile getirebilmekteydiler. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ın yazarları, çoğunlukla bu argümanları kullanmaktaydılar. Bunlar, Osmanlı Devleti’nin bir Müslüman devlet olduğunu ve bu devletin vatandaşlarının İslam’ın kurallarına itaat etmek zorunda olduğunu savunmaktaydılar. Ve bu kurallara göre de, kadınlar örtünmeliydiler. Bu yazarların görüşlerine göre, kadınların kurallara itaatsızlığına meydana gelen değişimler yol açtı.[63] Ancak, diğer sebeplerin seslendirilmesi de ihmal edilmedi.
Avrupai modanın benimsenmesi, Fatma Aliye tarafından 1881’de yayınlanan Nisvan-ı İslam[64] isimli kitapta eleştirilmekteydi. Bu kitabın üçüncü bölümünde, üç Osmanlı Müslüman kadını kıyafetleri konusundaki tercihlerini tartışmaktaydılar. Bunlardan biri Avrupai kıyafetleri, ikincisi Türk elbislerini tercih etmekteydi. Hikayenin anlatıcısı olan ve muhtemelen Fatma Aliye’nin kendi fikirlerini yansıtan üçüncü kadın, o anki moduna göre bazan Avrupai kıyafetler, bazan da Türk elbiseleri giymektedir. O, böyle seçenekleri olduğu için Osmanlı kadınlarının şanslı olduğunu düşünmektedir. Ancak, tartışma sırasında genel anlamda moda, özelde ise Paris modası açısından bazı problemler ortaya çıkıyor. İlk itiraz, modayı takip etmenin çok pahalı olduğu ve israfa yol açtığı şeklindedir: kıyafetler eskidikleri ya da yırtıldıkları için değil, demode oldukları için yenilenmektedirler.[65]
Paris modasını takip etmenin yüksek maliyetinin, sık sık Avrupai tarzda giyinmeye yönelik eleştirilerde dile getirilen bir tema olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak, bu yüksek masrafların ülke için neticeleri ve bu yüzden bu kıyafetlerle ilgili tehlikeler, eleştiride bulunanlar tarafından bir başka şekilde algılanmaktaydı.
Bazı kadınlar moda takibi için yapılan israfların aile bütçesine ağır bir yük getireceğini savunmaktaydılar. Bu yükün muhtemel sonuçlarından biri aile yaşamının yozlaşmasıydı. Ailesindeki kadınların taleplerini karşılayamayacak olan ve bu yüzden evde asık suratlarla karşılanacak olan kocalar, ev dışında kendilerine bir eğlence arayışına gireceklerdir. Böylece, o zamanını fahişelerle, kumarla ya da ahlak dışı faaliyetlerle geçirir hale gelebilir, görüşü savunulmaktadır. Ya da, kadınların taleplerini karşılayabilmek için maaşını desteklemek amacıyla yolsuzluğa itilecektir.[66] Bunun neticesinde, bütün toplumda çürüme başlayacak ve ülke bundan kötü bir şekilde etkilenecektir.
Bazı yazarlara göre, bu durumun yüksek moda harcamaları tarafından olumsuz etkilenen ulusal finansman üzerinde daha ileri sonuçları da olacaktır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca çok miktarda dış borç alan Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyılın başında bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma gelmişti. Osmanlı hükümeti 1881 yılında, borç verenlerin temsilcileri tarafından yönetilen ve Avrupalı kredi kuruluşlarına olan Osmanlı borçlarının ödenmesini sağlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun gelirinin büyük bir kısmının idaresini üstlenen Duyun-i Umumiye kurumunu kabul etmeye zorlandı. Bunun bir sonucu olarak, Avrupalı devletler sadece Osmanlı ekonomisi üzerinde hatırı sayılır bir denetim kurmakla kalmayıp, aynı zamanda mali durumu bir manivela olarak kullanmak suretiyle siyasi baskı uygulayabilmekteydiler. 1908 devriminden sonra Jön Türkler mali durumu düzeltmenin yollarını aradılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerden bazılarına verdiği kapitülasyonlar ve bunlarla yaptığı anlaşmalar yüzünden, korumacı önlemler alarak bunu gerçekleştirmeleri imkansızdı. Buna ilaveten, hakim olan liberal ekonomik politika da böyle bir çözümü engellemekte idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun mali durumunu geliştirmenin yolu olarak daha az harcama ve daha fazla tasarruf etmenin yolları araştırıldı. Bu tasarruflar en alt seviyede, yani aile biriminde başlamalıydı. İleride, 1909 yılında Maliye Bakanı olacak olan Mehmet Cavit, 1908 yılında şunları yazmaktadır: Parayı harcama ve onu tasarruf etme gücünü elinde tutanlar aynı kişilerdir, yani ailedeki kadınlardır. Kocalarının zar zor kazandığı paraları gereksiz süs ve lükslere harcamaktan kaçınmaları gerekiyordu.[67] Tutumlu olup modayı takip etmemek suretiyle kadınlar ülkelerinin selamete çıkmasına katkıda bulunabilirler.[68]
Savaş yıllarında diğer bir unsur, bu tartışmayı alevlendirdi. Mehmet Tahir, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin moda düşkünü kadınlarını eleştirmekteydi. O, bu kadınların memleket ekonomisine yardımcı olmak için hiçbir ciddi gayret göstermemelerine rağmen, sürekli olarak fakir anavatanları hakkında konuştuklarından şikayet etmekteydi. Mehmet Tahir, bir hayır kurumuna çok az bir miktarda para yardımı yaparak rahatlayan bu kadınların çok daha büyük miktarlardaki paraları modaya, süse ve dantele harcadıklarını yazmaktaydı. Bu arada zavallı askerler savaş alanlarında ölmekteydiler.[69] Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Beşiktaş Başkanı N. Sabiha, bir grup kadına hitaben yaptığı bir konuşmada, dinleyicilerini mücevher almak yerine devlet tahvili alarak askerlere destek olmaya çağırmaktaydı.[70]
Harcamalar ve bunların potansiyel tehlikelerinin yanı sıra, paranın nerede harcandığı meselesi de diğer bir eleştiri konusuydu. Fatma Aliye’nin kitabındaki ilk konuşmacının işaret ettiği gibi, Avrupa tarzı, hatta Türk tarzı kıyafetler yerel olarak üretilmiş malzemelerden değil ithal mallardan yapılmaktaydı. Böylece, ülkenin paraya en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde büyük miktarlarda para yurtdışına akmaktaydı.[71] 1908 devriminden sonra bu görüş tekrarlandı. Mesela, ilk olarak Emine Seher Ali, Kadınlar Dünyası’nda, Avrupa’nın sırf Osmanlı kadınlarının israfçı tabiatlarından yararlanarak, Osmanlı ekonomisinden 15 milyon Türk poundunu kendilerine çekmeye başardığını iddia etmekteydi.[72]
Yabancı modaya yapılan harcamalara karşı eleştiriler savaş yıllarında iyice yoğunlaştı. Çok ihtiyaç duyulan paranın yurtdışına akmasından daha da kötüsü, bu paraların düşmanın cebine gitme ihtimaliydi. Düşman bu paralarla kurşun alabilir ve bununla yabancı mallara para harcayanların oğullarını başlarından, göğüslerinden yaralayabilirdi. Kurşun olarak geri dönecek para teması, zaman içinde “düşman” değişse de, sürekli kullanıldı.
Devrimden hemen sonraki düşmanlar, Bosna Hersek’i henüz ilhak etmiş olan Avusturya ve bağımsızlığını ilan etmiş olan Bulgaristan idi. Bu yüzden, Seniha Nüzhet, sadece vatandaşı olduğu kadınlara yerli malı kullanmaları çağrısında bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda özellikle Avusturya ve Bulgaristan menşeli malları boykot etmeye de çağırıyordu.[73] Bir diğer potansiyel düşman da Yunanistan’dı. İçişleri Bakanlığı’nın 1910 yılında şapka satışına koyduğu yasağı bu bağlamda görmek gerekir. İçişleri Bakanlığı, şapkayı, satılması yasak kalemler listesine dahil etmemesine rağmen, bu satışlardan elde edilen gelirin büyük kısmının Yunan Donanması’na destek amacıyla harcandığı dolayısıyla, şapka satın almanın ne kadar akılsızca bir davranış olacağı anlaşılır demekteydi.[74] Bu yasağın arkasındaki mantık, şapka üreticilerinin büyük bölümünün Osmanlı Rumları olmasında ve ürünlerinin satışından elde ettikleri paraları Yunanistan’daki Yunanları desteklemekte kullandıkları inancında yatmaktaydı. Osmanlı Padişahı’nın Hıristiyan tebaanın Balkan devletlerini mali açıdan desteklediğine dair inancı, 1912-1913 Balkan Savaşları’nı takip eden dönemde, Osmanlı olup olmadığına bakılmaksızın Hıristiyan mağazalarına yönelik boykot çağrısının da arkasında olan ana fikirdi.[75] Balkan Savaşları’ndan sonra, kadın dergilerinde “yabancıların” mağazalarından alış veriş yapmaktan kaçınılmasını isteyen makalelerin sayısında büyük bir artış olmuştur.[76] Bu dönemin kadın dergilerinde yazan yazarlar tarafından kullanılan retorikte, Osmanlı tebası olan gayrimüslimler de “yabancılar” diye vasıflandırılır olmuşlardı.
Avrupa’nın ekonomik hegemonyası hakkında yazan kadın ve erkekler, Avrupa kültürünün Osmanlı yaşamı üzerinde artan etkisi konusunda da eleştirel yazılar yazmışlardı. Bunu, geriye dönerek, moda tartışmalarında da görmekteyiz. Fatma Fahrünnisa, Millet’te yayınlanan yukarıda bahsi geçen makalesinde, eleştirilerinin odağına bu kültürel benimseyişi koymaktaydı. Ona göre, insanlar sadece hayran oldukları ya da saygı duydukları kişileri taklit ederler idi. Yani ona göre, Abdulhamid’in istibdadından kurtulan Osmanlılar taklitçi olmamalı, bizzat kendileri trend oluşturur hale gelmeliydi. Ancak, onun yazdığı gibi, taklit edilebilmek için de bir milli kıyafetin oluşturulması gerekli idi.[77]
Avrupa kıyafetlerini taklit etmenin, Avrupa güçlerinin kültürel üstünlüğünün ve Osmanlı kültürünün yenilgiye uğramışlığının bir sembolü olduğuna dair fikir hiciv/mizah basınında yayınlanan karikatürlerle de ifade edilmekteydi.[78] Avrupa kıyafetlerini taklit etmek sadece Avrupalıların kültürel üstünlüğünü kabul etmek anlamına gelmemekteydi, aynı zamanda kendi alışkanlıkları ve ahlaklarını da yitirme anlamını taşımaktaydı. Avrupai kıyafet giymiş bir kadın, Avrupalılar ya da Avrupalılaşmış olanlar tarafından iffeti bozulmuş, ahlaki değerlerini yitirmiş ve böylece Osmanlıları yozlaştıran bir kadın olarak görülmekteydi.[79] Böyle olmakla da, kendini Avrupalı güçlere satmış bir Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolü haline gelmişti.[80]
Bu yüzden, artan protestoların birbirleriyle irtibatlı birkaç boyutu vardı. Birincisi, kadınların dış kıyafetlerindeki değişim, bazı tip elbiselerin dini kurallara ve milli adaba uymadığını düşünen kesimleri protestoya kışkırtmaktaydı. İkincisi, moda takibi için yapılan masraflar, Paris modasına reddiyenin bir sebebi oldu. Üçüncüsü, çoğunlukla diğer sebeplerle bağlantılı olarak, artan Avrupa etkisiyle Osmanlı kimliğinin gün be gün yitirildiğini düşünen nüfusun bir bölümünün artan bir direnişi söz konusuydu. Bu etkiyi azaltmak ve Osmanlı kimliğini yeniden kazanmak reformcuların en öndegelen gündemi oldu.
Bir “Milli Kıyafet” Arayışı
Gazetelerde ve kadın dergilerinde makaleler yazan (kadın) yazarlara göre çözüm bir milli kıyafet geliştirmekti. Bu kadınlar, böyle bir kıyafetin yaratılmasının bir milli kimliğin oluşmasına aktif katkıları olacağını ummaktaydılar. Ancak, bu milli kıyafet neye benzemeliydi? Bir kıyafeti millileştiren ne idi? Sadece görünüşle mi alakalıydı bu, yoksa başka unsurlar da önemli olabilir miydi?
Bütün yazarların üzerinde hemfikir olduğu nokta milli kıyafetin bütün süslemelerden arındırılmış olmasıydı. Herşeyden önce, sözkonusu kıyafetler “basit ve sade” olmalıydı. Bu sadelik hakkında değişik fikirler ileri sürülmekteydi. Herşeyden önce, basitlik masrafları azaltacak ve israfı önleyecekti. Fatma Aliye’nin yarattığı kadınlardan birinin konuşmasında belirttiği gibi, süssüz ve dantelsiz basit bir kıyafetin modası kolay kolay geçmeyeceği için yeni bir kıyafete kısa sürede ihtiyaç duyulmayacaktı.[81] Daha az moda olan kıyafetlerin giyilmesiyle, aile bütçesi üzerinde yaratılan baskı daha az olacak ve eve ekmek getiren aile reisi üzerinde bir rahatlamaya sebep olacaktı. Ayrıca, “yabancılara” daha az para gidecekti.
Mali boyutunun yanısıra, basit giyinmenin diğer sebepleri de vardı. Pek çok insanın mahrumiyet ve acılar çektiği savaş esnasında, pahalı kıyafetlere para harcamak, siyaseten de doğru telakki edilmemekteydi. Ayrıca, bu yıllarda eve ekmek getiren erkekleri savaşta olduğundan ya da savaşta öldüğünden, her geçen gün daha fazla kadın dışarıda çalışmak zorunda kalmaktaydı. Ne bu kadınlar, ne de ideolojik sebeplerden dolayı aile yuvalarından çıkıp aktif şekilde anavatanın yükselmesine katkıda bulunmak isteyen kadınların dantellerle ve süslerle bezenmiş bir elbise bulmaları pratik olacaktı. Sadece aylak/boş kadınlar kendilerine çeki düzen verebilirlerdi; toplumuna faydalı, çalışkan bir kadın bunları yapamayacaktı. Halide Edip’in Yeni Turan’ın kadın kahramanı ve çevresindeki Yeni Turan örgütünden kadınların hepsi, öğretmenler ve halk hatibeleri olarak faaliyetlerine engel teşkil etmeyecek çok basit kıyafetler giymekteydiler.[82]
Paranın yabancıların cebine akmasını önlemek için, milli kıyafet sadece sade olmakla kalmayıp, aynı zamanda da yerli ürünlerden yapılmalıydı. Peki bir kıyafeti yerli bir ürün yapabilmek için neye ihtiyaç vardı? Herşeyden önce, kullanılan kumaş yerli üretim olmalıydı. Malzemeleri Paris’ten almak yerine, Bağdat’tan, Halep’ten, Şam’dan ve Osmanlı İmparatorluğu içindeki diğer yerlerden almak tercih edilmeliydi. Osmanlı kadınları yerli üretim mallarını kullanımını teşvik etmek için bir de teşkilat kurdular: Mamulat-ı Dahiliye Istihlakı Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi (Yerli Malı Tüketimi için Hayırsever Kadınlar Cemiyeti).[83] Bu cemiyetin amacı, “yerel ticari malların tüketimi konusunda gayret sarfetmekti”. Fatma Aliye’nin ifade ettiği gibi, yerli malı kullanmada karşılaşılan en önemli problemlerden biri çeşidin çok kısıtlı olmasıydı. Başka kadınlar da bu malların kalitesizliğinden şikayet etmekteydiler. Diğer bir problem de, bugünün deyişiyle, bu mallar için iyi bir pazarlama stratejisinin eksikliğiydi. Yerli ürünleri almak isteyen kadınlar, bunları nerelerden alabileceklerini bilmemekteydiler. Kadınların bir kısmı da, bu tür malları satın almaya kalkıştıklarında aldatıldıklarından, bunun sonucunda da yabancı ürün almak zorunda kaldıklarından ve yerli malı satıcılarının kendilerine kötü muamele ettiklerinden şikayetçiydiler.[84]
Cemiyet, talebi artırmak, müteşebbis ve mağazaları teşvik etmek suretiyle bu duruma son vermeyi umuyordu. Bu yolla, sadece ürün çeşitliliği artmakla kalmayıp, bu ürünlerin kaliteleri de yükselecekti. Yerli malı satın alınmasını teşvik etmek, kamuoyunun bilinçlenmesini ve yerli malı tüketimini artırmak için Cemiyet değişik faaliyetlerde bulunmaktaydı. Bu gayretlerin bir parçası da fuarlar/sergiler düzenlemekti. Bu fuarlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesinden gelen ürünler, satılmak üzere sergilenmekteydi. Cemiyetin üyeleri için, Hereke’deki tekstil fabrikası gibi yerel tekstil üretim merkezlerine geziler düzenlenmekteydi.
Bu teşkilat, ayrıca, genç kızların eğitilerek tam yetenekli terziler olmalarını sağlamak için kurslar açtı. Tabii ki bu kızlar sadece yerli malzemeler kullanmaktaydılar. Bunu yapmakla aynı anda pek çok amaca birden ulaşılmış olacaktı: Yoksullaşan kadınların fahişelik gibi mesleklere düşmesi önlenecekti, çünkü onlar şerefli bir meslekten namuslarıyla para kazanabilirlerdi; ayrıca yerel terziler için bir emek havuzu yaratılacaktı. Bunlara ek olarak, bu genç kızların tecrübe kazandığı kurslarda, yerli malı kıyafetler giymek isteyen kadın tüketiciler, kendi terzilerine sipariş verdikleri türden kıyafetleri diktirebilmekteydiler.
Ancak, bu cemiyetin kurulduğu 1913 yılı ile cemiyetin dergisinin Sıyanet’in (Koruma) ilk sayısının yayınlandığı 1914 Nisan ayı arasında geçen sürede, Cemiyetin odaklandığı noktanın da değiştiği görülmektedir. Yerli Malı Kullanma Cemiyeti (Mamulat-ı Dahiliye İstihlakı), Milli Tüketim Cemiyeti’ne (İstihlak-ı Milli) dönüşmüştü.[85] Bunun bir tesadüf olmadığını, aksine Balkan Savaşları’nın neticesinde oluşan milliyetçi fikirlerdeki değişimin bir göstergesi olduğunu belirtmem gerekiyor. “Yerli malı” teriminin, Osmanlı sınırları dışında üretilen mallara karşılık, Müslümanlar ve gayrimüslimler tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde üretilen mallara atfen kullanıldığı görülmektedir. Oysa, “Milli Tüketim” ile cemiyet, Müslüman üreticilerin ürünlerini kastetmektedir. “Milli” o dönemde “Müslüman” ile eş anlamlı kullanılmaktaydı. Bu değişimin diğer bir göstergesi de, ilk açıklamalarında genel olarak kadınların ve genç kızların eğitiminden söz eden cemiyet, 1914 yılında artık amaçlarını fakir Türk Müslüman kızlarını eğitmek şeklinde ifade etmekteydiler. İslami karakter, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün sakinlerini kapsamına almayı amaçlayan Osmanlıcılık ideolojisinden Türk milliyetçiliğine geçişte de kendini göstermekteydi. Bu konu hakkında yazan kadınlar, özellikle Kadınlar Dünyası’nın[86] ilk 80 sayısı, milliyetçiliğin bu formunun savunuculuğunu yapmaktaydılar. Sadece Emine Seher Ali, “milli moda” diye yazdığında kastının Osmanlı milleti (Millet-i Osmaniye) olduğunu açıkça ifade etmiştir.[87] Mamafih, aynı dergide yazan kadınlar için de İslam, milli kimliklerinin ayrılmaz bir parçasıydı.
Türk-İslam milliyetçiliğine doğru bir dönüşüm[88], milli kıyafet çevresinde yapılan tartışmaların diğer boyutlarında da görülmekteydi. Balkan Savaşları’ndan önce, kadın tüketiciler ithal malları yabancıların dükkanından almamaya çağrılırken, Balkan Savaşı ile birlikte kadınlar mal alımlarında Müslüman mağaza sahiplerini tercih etmeye teşvik edildiler. Benzer bir şekilde, kadınlardan önce yabancı daha sonra da gayrimüslim terzilerin ürettiği kıyafetleri almamaları istenirken, Müslüman terzileri tercih etmeleri önerilmekteydi. Müslüman terzilerin sayısı kısıtlı olduğundan, yukarıda bahsettiğimiz kadın cemiyetinin yanı sıra Osmanlı Türk Kadınları Esirgeme Derneği ve Türk Kadınları Biçki Yurdu gibi kadın örgütleri de Türk Müslüman kadınları için kurslar açarak, bu kadınların gayrimüslim dikişçi ve terzi kadınların yerlerini almaları sağlanmaya çalışıldı. Biçki Yurdu’nun gündeminde de sınıf bilinci gözle görülür nitelikteydi. Bu derneğin tüzüğünde açıkça, fakir Müslüman kadınları dikişçiler olarak eğitmenin, Müslüman hanımlarına kıyafetlerini iyi bir vatanseverin yapması gerektiği gibi satın alma fırsatı da sağlayacağı ifade edilmekteydi.
Böylece, 1913 yılının sonlarına doğru, iyi bir vatansever hanım, yerli malı (tercihen bir müslüman üreticinin ürünü) kumaştan kesilerek bir Müslüman terzi tarafından dikilmiş olan ve bir Müslümanın mağazasından satın alınmış basit bir kıyafeti giyecekti. Bu şartlar, hem ev dışı, hem de ev içi kıyafetler için geçerliydi. Ancak öyle görünüyor ki, kadınların çoğu, dışarıda giydikleri kıyafetlerin “millileştirilmesi”nin çok daha önemli olduğunu ve bu tür bir değişimin milliyetlerinde ciddi bir reformu gerçekleştireceğini düşünmekteydiler.[89] Bu kadınlar için milliyet büyük ölçüde Müslüman kimliklerince tanımlanmaktaydı. Bu yüzden, vatansever kadınlar için tesettür, istenen milli dış kıyafetin ayrılmaz bir parçası haline gelmekteydi.[90] Bazıları tarafından Müslüman kıyafeti, Avrupa kıyafetince sembolize edilen modernleşme ve ilerlemenin önünde bir engel olarak düşünülmekteydi. Bu kadınların bazıları, kadınların Müslüman kıyafetlerinin modernleşmenin önünde bir engel teşkil ettiğine dair eleştirilere cevap olarak, tesettürün ilerlemeyi engellemediğini iddia ettiler ve bu görüşlerini ispatlamak için İslam tarihindeki ünlü örnek kadınlara atıflarda bulundular.[91] Tesettürün, modern ve vatansever Müslüman kadınların kıyafetinin esas parçalarından biri olarak kabul edilmesiyle, yeni tartışma konusunu, tesettürün gereklerinin tam olarak ne olduğu oluşturmaya başladı. Bütün protestolar, resmi kanunnameler ve deklarasyonlar “dini kurallara ve milli adaba göre”nin ne anlama geldiğine açıklık getirilmesini istemekteydi. İstanbul’un bir bölgesinde polis memurlarının kabul ettiği bir şey, bir başka bölgedeki polis memurları tarafından ahlaka mugayyir olarak düşünülebilmekteydi. Dolayısıyla bir kadının evinin dışındayken nasıl giyineceği ciddi bir sorun oluşturmaktaydı.[92]
Balkan Savaşları sırasında Rusya’dan gelerek Osmanlı askerlerine hemşirelik yapan bir Müslüman Tatar Türkü olan Gülsüm Kemalova,[93] evine yazdığı bir mektupta, milli kıyafeti şöyle tarif etmekteydi: “diğer bir nevi, bizim Rusya’da kesilmekte olan kostüm, başta şu kostüm renginde dört köşeli bir örtü var. Bu örtü, ayrı bir İngiliz iğne ile göğüse rabtediliyor. Yüzde yine şu siyah peçe (…) şu kıyafete çarşaf diyorlar, bazıları bunu kıyafet-i milliye olarak kabul etmeği de makbul görüyorlar.” Kemalova ayrıca, Rusya’dayken ferace ve yaşmak giymiş kadınların resmini görmüş olmasına rağmen, “Türkiye”de bunları giyen hiçbir kadın görmediğini söylemektedir.[94] Mamafih, Kadınlar Dünyası’nda bu konuda yapılan tartışmalara baktığımızda, tarif edildiği şekilde, bir milli kıyafet konusunda bütün kadınların aynı fikirde olmadığını görmekteyiz. Bazı kadınlar, zaten yabancı bir ürün olduğunu söyledikleri çarşafı, yukarıda tarif edildiği şekliyle, reddetmekteydiler[95] Bu yüzden yeni olan, milli olan bir şeyler geliştirilmeliydi. Fakat nasıl? Üsküdar’dan bir kadın, en az üç değişik arka plandan gelen üyelerin katılacağı bir “moda cemiyeti” kurulması gerektiği önerisinde bulundu: Türk tarihini eksiksiz bilen kadınlar,[96] “bizim bütün kıyafetlerimiz” hakkında araştırmalar yapmalılar ve bulgularını yayınlamalılar; terziler tarihçilerin bu bulgularını yeni modalara dönüştürmeliler; ve neticede ressamlar ve gazeteciler olarak bizler de dergilerde, mağaza kataloglarında ve terzilere dağıtılacak olan moda kitaplarında resimlerimiz ve yazılarımızla bu yeni modelleri halka tanıtmalıyız.[97] Bu kadının çağrısı, derginin okurlarında bir karşılık bulmadı. Başka bir kadın, Belkıs Şevket, ise hükümete bir çağrıda bulunarak kadınların sokak kıyafetleri konusunda düzenlemeler yapılmasını ve Kadınlar Dünyası’ndan da bu amaca yönelik bazı öneriler sunulmasını istedi.[98] Kadınlar Dünyası’nın arkasındaki kadınlar bir mücadele başlatarak, birinci amacı “kadınlarımıza mahsus bir kaç nevi kıyafet-i hariciye icad (etmek)” olan Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’ni kurdular.[99] Bu cemiyetin görüşü, yaratılacak olan milli kıyafetin genel halk tarafından benimsenebilir olması gerektiği şeklindeydi. Bu kıyafet “milli ve dini gelenekler”e (ananat-ı milliye ve diniye) uygun olmalıydı. İstanbul ve taşradan gelen kadın ve erkeklerle bir toplantı yapılarak bu konudaki önerileri öğrenilmeliydi. Bu toplantıda ileri sürülen fikirlere dayanılarak dizaynlar hazırlanmalıydı. Bu dizaynlara isimler verilerek Kadınlar Dünyası’nda yayınlanmalıydı. Bu kadınlara göre, halk, bu yolla milli kıyafet olmasını istediği giysiyi seçebilecekti.[100] Ancak, “Moda’dan Aliye” imzasını kullanan bir kadın, tesettür anlayışının zamana ve mekana göre değiştiğine işaret ederken, ilk yapılması gereken şeyin, kendi ifadeleriyle “Allah’ın şanlı emirleri” olan dini gereklerin tam olarak ne olduğuna karar vermek olduğunu ifade etmekteydi.[101] Belkis Şevket ise son noktayı, bu gerekler çok farklı yorumlanabilmekte, bu yüzden İslam dünyasındaki değişik örtünme yoları dini temellere dayanmaktan öte, yerel ya da ulusal değerlerce tespit edilmektedir, şeklinde koymaktadır.[102] Anadolu’da değişik konularda yazılar yazan Pakize Sadri de, sokak kıyafetlerine değinerek, çok değişik örtünme şekillerinin varlığına işaret etmek suretiyle bu görüşleri doğrulamaktaydı.[103] Kadınlar Dünyası’nda sokak kıyafeti üzerine yazılar yazan İstanbullu kadınlar için, tartışma yüzün peçe ile örtülmesinin İslam’ın emirlerine uygun olup olmadığı üzerinde yoğunlaşmaktaydı.[104] Bu tartışmayla, milli kıyafet için yeni bir görünüş arama çabaları sonuçsuz kaldı. Birinci Dünya Savaşı yıllarının büyük bölümünde Kadınlar Dünyası ortalıkta görünmezken, diğer dergiler bu yıllarda bu konuyla ilgilenmiyor gözükmekteydiler. Tartışma, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yeniden su yüzüne çıktı.
Sonuç
1908’deki Jön Türk Devrimi’nden sonra, Osmanlılar yeni bir kimlik oluşturma ihtiyacını hissettiler. Abdulhamid rejiminin istibdadından kurtulan Osmanlılar, Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve kültürel yaşam üzerindeki nüfuzunu azaltmaya istekliydiler. Osmanlı kadınları da buna, kıyafetlerinde yapacakları reformla katkıda bulunabileceklerini düşünmekteydiler. Ekonomik bağımsızlığın siyasi bağımsızlığın ön şartı olduğuna inanan kadınların çoğu, genelde daha az para harcamak suretiyle, ama ille de gerekliyse, sadece ulusal malları kullanmak suretiyle milli ekonomiyi destekleme konusunda hemfikirdiler. Ancak, ulusal malın ne olduğuna dair anlayış zaman içinde değişti. Balkan Savaşları’ndan önce, ulusal mallar, dinleri ne olursa olsun bir Osmanlı tarafından üretilmiş (ve satılmış) olan mallardı. Ancak, Balkan Savaşları’ndan sonra, İmparatorluğun gayrimüslim vatandaşlarını, özellikle de Hıristiyanları dışlayan bir milliyetçiliğe yönelindi. Bir Müslüman eliyle üretilerek satılmış olmak, bir ürünün ulusal mal olarak tanımlanmasının kriteri haline geldi. Bu devrin reformist kadınları, bu dar “milliyetçi” tanımlamalara cevap verdi ve milli kıyafet için bazı temel şartlar koydu: İsraftan kaçınmak için bu kıyafet basit olmalıydı ve bütün üretim aşamalarında Müslümanlardan oluşacak bir emek havuzu oluşturulmalıydı. Ayrıca, kadınlar sokak kıyafetinin en azından tesettürün gereklerini yerine getirmesi gerektiğinde hemfikirdiler. Ancak, bu kıyafetin neye benzemesi gerektiği bir tartışma konusu olarak kaldı.
Leıden Üniversitesi / Hollanda
Bilgi Üniversitesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 133-145