Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Merkezi Coğrafyada Büyük Güçler ve Türkiye

0 18.458

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Coğrafya kitapları dünyanın jeopolitik merkezine “merkezi coğrafya” adını vermektedirler. Bu bölgeye birçok bilim adamı dünyanın “sıklet merkezi” demekte, Aynı zamanda İngilizce “Heartland” kavramının karşılığı olarak “kalpgah” da eski dilden gelen bir kavram ile tanımlamaya çalışmışlardır. Dünya haritası açıldığında Asya-Avrupa ve Afrika’dan oluşan ana karaların tam ortasında yer alan bölge, Balkanlar’dan Kafkaslara, Karadeniz’den Akdeniz’e, Orta Doğu’dan Rusya’ya kadar uzanan ülkelerin hepsi, bu kalpgah denilen merkezi coğrafyada yer almaktadırlar. Anakaralar üç kıtanın birliği çerçevesinde ele alındığında; bu bölge üç kıtanın bir araya geldiği hatta daha da ileri giderek, birleştiği bir alan olarak önem kazanmaktadır. Asya ve Avrupa kıtalarının birleştiği alan en dar anlamıyla “Avrasya” olarak dile getirilirken, bu merkezi alanı esas alan bir yaklaşım Avrasya bölgesini, Çin sınırından, Dalmaçya kıyılarına kadar getirebilmektedir. Afrika ile Asya’nın bir arada ele alınması ise geniş “Orta Doğu” kavramı içerisinde ifade edilmekte ve Kuzey Afrika bir anlamda Orta Doğu’nun güneyi olarak dikkate alınmaktadır. Afro-Asya ülkeleri ise batı hegemonyasına karşı bir araya geldiklerinde bu iki kıtanın birleşme merkezi olan Orta Doğu bölgesinde yakınlaşmaktadırlar.

Hıristiyanlara göre batı uygarlığının çıkış noktası eski Yunan ülke sidir. Bu nedenle Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın Avrupa kıtasının ya da Batı dünyasının bir parçası olduğunu ileri sürürler. Yahudilere göre ise çağdaş uygarlığın ya da diğer anlamıyla Batı hegemonya düzeninin dayandığı uygarlığın ilk çıkış noktası Mezopotamya’dır. Mısır ve Yunan uygarlıklarını yaratan birikimin Mezopotamya kaynaklı olması nedeniyle, Orta Doğu bir anlamda bugünkü dünya düzenini yaratan uygarlığın ilk çıkış noktasıdır. Üç büyük tek tanrılı dinin gene Orta Doğu bölgesinde ortaya çıkmış olması da, bu bölgenin alanlarını kutsal topraklara dönüştürmüş ve bu yüzden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında Roma İmparatorluğu’nun merkezi coğrafyaya egemen olmasından bu yana, ciddi bir hegemonya çekişmesi yaşanmaktadır. Orta Doğu’dan sahneye çıkarak bütün dünyaya yayılan üç büyük tek tanrılı din arasında geçmişten gelen büyük bir çekişme yirmi birinci yüzyılın içinde de sürüp gitmektedir. Bu çekişme önlenmesi gereken dinler arası bir büyük savaşı, insanlığın gündeminde tutmaktadır. Merkezi coğrafya hem dünya haritasının hem de tek tanrılı dinlerin merkezi olarak geçmişte olduğu kadar, bugün de dünya düzeni içerisinde önemli bir yer almakta ve geleceğin şekillenmesinde de, giderek anahtar bir konuma doğru sürüklenmektedir.

1914 Yılında Ortadoğu Haritası

Dünya tarihine bakıldığında; merkezi coğrafyanın kilit bir rol oynadığı görülmektedir. Üç büyük kıtanın ortasında yer alan bu merkezi alan, hem kıtaların tarihi içinde yer almış hem de tam ortasında yer aldığı orta bölgesinin, daha farklı bir tarihsel süreç içerisinde gelişimini yaşamıştır. Kıtalardaki siyasal oluşumlar ya da dalgalanmalar, kıtaların yanı başında yer alan merkezi Coğrafyaya kadar gelebilmiş, bazen de tersi durumlar ortaya çıktığında, merkezi alandaki siyasal oluşumlar geniş alanlara yayılarak, kıtaların tarihinin değişmesine yol açabilmiştir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının tarihi ayrı ayrı ele alındığında; bu kıtaların tarihsel süreç içerisindeki yerlerinin belirlenmesinde ya da dünya jeopolitiğinin yeniden düzenlenmesinde merkezi coğrafya, her zaman için kilit bir rol oynamıştır. Kıtalar arasındaki geçişler ve bağlantılar sürekli olarak kesişme noktası olan Orta Doğu bölgesi üzerinden olduğu için, her geçiş ya da her siyasal dalga merkezi coğrafyada bir iz bırakmıştır. Kültürler ve birimler Merkezi coğrafyadan öbür kıtaya geçerken, merkezi coğrafya üzerinden ciddi bir dönüşüme uğramıştır. Kıtaların tarihi bu yüzden birbirlerinden ayrı ya da farklı bir tarzda ele alınamamakta, dünya tarihinin metodolojik bütünlüğü içerisinde her üç kıtanın tarihi yazılırken, merkezi coğrafya üzerinden öne çıkan komşu kıtaların durumu da beraberce ele alınarak, bilimsel bir sonuca varılabilmektedir.

Konuya tek tek her üç kıta açısından bakılırsa; Asya Avrupa ya da Afrika tarihlerinin gelişim süreçleri içerisinde yandaki kıtaların hem önde gelen hem de belirleyici ve yönlendirici etkenlere sahip oldukları görülmektedir. Uygarlığın ilk ortaya çıktığı su kenarları açısından ilk dönemler ele alınırsa; Çin ve Hint uygarlıklarının Sarı Irmak ve İndus Irmak kenarlarından, Mezopotamya’ya doğru uzandıkları görülmektedir. Üç büyük tek Tanrılı dinler açısından kutsal sayılan kitaplara da bakıldığında; böylesine bir etkileşimin tarihsel süreç içerisinde ortaya çıktığı açıkça anlaşılmaktadır. Mezopotamya uygarlığı doğudan Asya kıtasından gelen birikimlerin sonucu olarak gündeme gelmiş ve kendisinden sonrada Mısır ve Eski Yunan üzerinden Avrupa ve Amerika kıtalarından oluşan Batı uygarlığını, yapısal olarak etkilemiştir. Romalılar Mısır’ı ele geçirmek üzere merkezi alana geldiklerinde bütün Orta Doğu ile birlikte, Anadolu yarımadasını da ele geçirerek, kendi uygarlık alanlarının bir uzantısı haline dönüştürmüşlerdir. Ankara’daki Roma hamamından, İzmir’deki Efes harabelerine kadar, birçok tarihi eser, böylesine bir geçmişin günümüzdeki göstergeleri olarak durumu kanıtlamaktadırlar. Doğu-batı ve kuzey güney ekseninde merkezi coğrafya ele alınırsa; böylesine birçok etkileşimin tarihin çeşitli dönemlerindeki oluşumlar ile meydana geldikleri görülmektedir. Bu nedenle merkezi coğrafya; kendisini çevreleyen üç büyük kıta ile kopmaz bağlar ve son derece etkileşim düzenine sahiptir.

Asya kıtası açısından merkezi coğrafyaya bakılırsa; Çin ve Hint uygarlıklarının Mezopotamya bölgesini etkilemesi ve bugünkü Batı uygarlığın beşiği olarak bu bölgenin öne çıkışında, Asya kıtasından gelen bir doğ birikiminin rolü olduğu açıkça görülmektedir. Uygarlıklar düzeyindeki etkileşimin bir başka benzeri devletler düzeyinde görülmüş ve Asya kıtasında tarih sahnesine çıkmış olan bütün büyük devletler, kara hâkimiyeti peşinde koşarken, hep batıya doğru giderek Orta Doğu’ya gelmişlerdir. Orta Doğu’nun merkezinde yer alan Bağdat kenti, bu yüzden çok şanssız bir tarihe sahip olmuş ve sürekli olarak bölge dışından merkezi alana gelen güçler tarafından ya işgal edilmiş ya da yıkılarak, üzerinden geçilmiştir. Bağdat ve Basra tarih boyunca sürekli harap bir durumda olmasının ana nedeni; Mezopotamya bölgesinin merkezi konumunda olmasıdır. Asya kıtasından gelen büyük doğu güçleri, merkezi coğrafyayı ele geçirerek, dünyaya egemen olabilmenin ardında koşarken, Orta Doğu ülkelerini askeri güçlerle işgal etmiş ve bu bölgenin halklarını kılıçtan geçirerek, egemenliklerini kanıtlamak istemişlerdir. Cengiz Han imparatorlu, bu durumun en açık göstergesi olacak bir tarihe sahiptir. Moğollar, İlhanlılar ve Timurlular, Asya kıtasının ortalarından dünya sahnesine çıkarak, yayılmaya başladıklarında, ordularıyla merkezi coğrafyada kurulu bulunan devletlere saldırmışlar ve bu yüzden, hem Selçuklu hem de Osmanlı İmparatorluğu dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Selçuklular, Moğollar yüzünden yıkılırken, merkezi alana tam olarak sahip çıkamamışlar, Osmanlılar da Timurluk yüzünden karşı karşıya kaldıklarında, yıkılma tehlikesini uzun bir mücadeleden sonrasında geride bırakarak yollarına devam edebilme şansını elde etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı Sonrası Orta Doğu Haritası

Doğu bölgesinden merkezi coğrafyaya giderek büyüyen imparatorlukların saldırıları tarihin her döneminde görüldüğü gibi, batı bölgesini oluşturan Avrupa kıtasından da benzeri saldırı ve işgal hareketleri merkezi coğrafyayı ele geçirmeye yönelik olarak düzenlenmiştir. Roma İmparatorluğu, İtalya yarımadasında kurulduktan sonra, bütün Akdeniz’i bir Roma gölüne çevirebilme hedefi doğrultusunda, Doğu Akdeniz’e gelerek, Kıbrıs Adası üzerinden, Mısır ve Filistin bölgelerine girmiş, bu bölgedeki devletleri yıkarak, merkezi coğrafyayı kendi hegemonya alanı içerisine almıştır. Uzun süren Roma egemenliği döneminde, merkezi coğrafya batıdan yönetilmiş başka bir devletin kurulmasına izin verilmemiş. Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olarak ikiye bölünmesinden sonra, merkezi coğrafya Doğu Roma toprakları içinde kalmış ve İstanbul üzerinden bölgeye egemen olmak isteyen Bizans İmparatorluğu, Roma sonrası dönemde merkezi coğrafyanın kaderini elinde tutabilmiştir. Bu dönemde başlayan doğu-batı çekişmeleri daha sonraki aşamalarda artarak devam etmiştir.

Bizans’ın çöküşü üzerine, bölgeye Selçuklu Türklerinin gelmesi ve böylece Emevi ve Abbasi imparatorlukları sonrasında, merkezi coğrafyada Türklerin egemenliğinde bir büyük İslam yapılanması gerçekleşmiştir. Bu durum üzerine; Hıristiyanların Doğduğu Kudüs ve civarındaki kutsal toprakları kurtarmak ve merkezi alanda bir Hıristiyan devletini, Müslümanlara karşı kurabilmek üzere, Avrupa kıtası üzerinden ondan fazla haçlı seferi düzenlenmiştir. Daha çok Anadolu Üzerinde karşılaşan Selçuklu Türkleri ile Haçlı orduları arasında bitmek bilmeyen savaşlar sürüp gitmiştir. Bu aşamada, doğudan gelen Moğol saldırıları, merkezi alandaki Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılışına giden yolu açmıştır. Haçlılar bir seferinde, Filistin’e girerek, burada bir Frank krallığı kurmuşlar ama yüz yıl sonra Müslümanların baskısı üzerine geri çekilmişlerdir.’ Kıbrıs Adası üzerinden bölgede Hıristiyan ağırlığını yönlendirme girişimleri ise bu büyük adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar devam etmiştir. Selçuklular sonrasında Osmanlı İmparatorluğu gibi güçlü bir merkezi gücün ortaya çıkması üzerine, Avrupa kıtasından kaynaklanan haçlı seferleri kesilmiş ve Osmanlı devletinin Balkanlar üzerinden Avrupa kıtasına çıkması sonrasında, Batı dünyası ile merkezi alan çekişmesi Balkanlar’a ve doğu Avrupa’ya kaymıştır.

Osmanlı İmparatorluğu, merkez alana sahip çakacak güce sahip olduğu sürece, merkezi alana doğu ya da batı güçleri gelememiş, bu nedenle de Osmanlıların merkezi coğrafya egemenliği altı yüzyılı geçmiştir. Osmanlını merkezi gücünün sarsılması üzerine bu imparatorluğun Kuzey Afrika topraklarını batılı sömürgeci devletler istila etmişler, imparatorluğun Balkan topraklarında yaşamakta olan halk kitlelerini ise Avrupalı emperyalist devletler isyana kışkırtarak bu büyük devletin topraklarının dağılmasına yol açmışlardır. Osmanlı hasta adam konumuna düştüğü noktada, batının önde gelen emperyalist güçleri merkezi coğrafya alanlarını işgal ederek paylaşmaya çalışmışlardır. İngiltere bir büyük deniz gücü olarak okyanuslar sonrasında merkezi deniz olan Akdeniz’i Britanya gölüne dönüştürmeğe çalışırken, Fransa’da bir batı Avrupa imparatorluğu olarak aynı doğrultuda harekete geçerek, batıdan doğuya yönelerek, Lübnan ve Suriye denilen iki merkez ülkeyi kendine bağlı dominyon idarelerine dönüştürmüştür. İngiltere, bütün Mezopotamya ve Arap yarımadasını işgal ederken, Fransa onu izlemi, bu arada siyasi birliğini biraz geç tamamlayan Almanya da yeni bir imparatorluk olarak doğu politikasına yönelerek, Osmanlı Devletinin Balkan bölgelerini ele geçirebilmek üzere harekete geçmiştir. Almanlar daha da ileri giderek, İngiliz ve Fransızların Çanakkale çıkartmasını bahane ederek, Osmanlı Devletinin içine girmişler ve imzaladıkları askeri antlaşmalar ile Osmanlı Devletinin ve ordusunun yönetimini üstlerine almaya çalışmışlardır. Osmanlı devleti yıkılırken, üç büyük Avrupa devletinin arasında sıkışmış ve bunların paylaşım savaşlarına sahne olmuştur.

Merkezi coğrafya, Asya ve Avrupa ülkelerinden geldiği gibi bir büyük saldırı ya da işgal olayı ile Afrika kıtası üzerinden karşılaşmamıştır. Kuzey doğu Afrika aynı zamanda Orta Doğu’nun güney bölgesini oluşturduğu için, Orta Doğu’da ortaya çıkan ya da bu topraklara egemen olan büyük siyasal güçler, bütün Orta Doğu’yu kontrolleri altına alabilmeye yönelik olarak, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi Kuzey Afrika topraklarını sınırları içerisine katmak istemişlerdir. Bu nedenle, merkezi coğrafya ile Afrika kıtası arasındaki tarihsel ilişkiler sürecinde, merkezi coğrafya egemen konumda olmuş, Afrika kıtasından bu bölgeye tehlikeli saldırı ya da işgal girişimleri gündeme gelmemiştir. Ne var ki, bu durumun tamamen tersi olarak, merkezi alan imparatorlukları olarak Emevi ve Abbasi İmparatorluklarıyla beraber, Osmanlı devleti ya da Roma İmparatorluğu ile İngilizlerin Büyük Britanya İmparatorluğu, Orta Doğu’ya girdikten sonra Kuzey Afrika’ya da yönelerek, bu bölgeyi de kendi denetimleri altına almak istemişlerdir. Kuzey Afrika batılı emperyalist güçler tarafından tıpkı Balkanlar gibi merkezi Coğrafyaya giriş kapısı olarak kullanılmıştır.

1985 Yılında Orta Doğu Haritası

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra bu büyük imparatorluğu Orta Doğu ve Kuzey Afrika toprakları önce sömürgeler olarak Batılı ülkeler tarafından kullanılmış, daha sonraki aşamada da Birleşmiş Milletlerin kurulmasından sonra sömürgelerin ulus devletlere dönüşmesi aşamasında merkezi coğrafya devletleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Osmanlı sonrası dönemde yaşanan soğuk savaş döneminde merkez ülkeleri bir yönü ile kurulan Bass rejimleri ve diktatörlükler ya da krallıklar aracılığı ile yirmi birinci yüzyıla doğru gelmişlerdir. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail’in bir Yahudi devleti olarak Filistin’de zoraki olarak kurulmasıyla, bölgeye savaş gelmiş ve Filistin sorunun çözümsüzlüğü diğer bölgeleri de etkileyince, sonsuz savaş dönemini bitirmek üzere Amerika Birleşik Devletleri bölge dışı batılı bir emperyalist güç olarak merkezi alana gelerek İsrail’e sahip çıkmaya çalışmıştır. Tarih boyunca Hıristiyanlar ile mücadele eden Yahudiler, Müslümanları kendi yanlarında destek unsuru olarak görmüşler ama, Orta Doğu’da İslam coğrafyasının tam ortasında bir Yahudi devletinin kurulmasıyla beraber bu kez roller değişmiş ve Yahudiler, Müslümanlar ile savaşmağa başladıklarında, Hıristiyan Batı dünyasını arkalarına alarak, Siyonist emellerini gerçekleştirebilmenin ardında koşmuşlardır. Bugün gene bir batılı emperyalist güç olarak ABD, İsrail’in merkezi coğrafya hegemonyası ve Büyük İsrail Projesi doğrultusunda, bütün askeri gücü ve varlığı ile merkezi coğrafyaya gelerek yerleşmiştir. Irak bir askeri işgal ile çökertilerek bölünmüş, kukla bir devlet kurularak, tüm bölge ülkelerinin bölünmesi teşvik edilmiştir. Siyonizm’in dünya hâkimiyeti doğrultusunda, merkezi alandaki bütün devletler hem bakı hem de ambargo altına alınmışlardır. Türkiye’nin soğuk savaş döneminden gelme NATO üyeliği statüsü de gene emperyalist ve Siyonist amaçlar doğrultusunda kullanılarak, yaklaşmakta olan bir dinler savaşı ya da üçüncü dünya savaşı süreçlerinde, Türkiye dindaşı olan bölgenin Müslüman ülkelerine karşı bir cephe ülkesi olarak kullanılmak istenmektedir. Tarihi gerçekler ters düşen böylesine bir emperyalist plan doğrultusunda, bütün bölge ülkelerini sarsılacak yeni bir bölgesel yapılanma yani Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projeleri doğrultusunda planlar hazırlanmaktadır. ABD’nin askeri ve ekonomik gücü ile birleşen Siyonist lobilerin örgütlü birlikteliği, merkezi coğrafyaya yine bir Batılı emperyalist planı dayatırken, bu coğrafyanın bütün devletleri hem iç karışıklıklara hem de birbirlerine karşı kışkırtılarak, dış maceralara doğru sürüklenmektedirler. Böylesine bir büyük savaş sürecinin hızla tırmanmasına başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, hiç bir uluslararası kuruluş karşı çıkamamaktadır. Asya kıtasını önde gelen üç büyük gücü olarak; Rusya, Çin ve Hindistan bir dünya savaşı tehlikesinin merkezi coğrafya da gündeme gelmesinden hem bölge hem de dünya barışı açılarından büyük rahatsız duyduklarını her fırsatta resmen açıklamaktadırlar.

Merkezi coğrafya sahip olduğu jeopolitik konumu gereği, tarihin her döneminde çekişme bölgesi olmuş ve bu yüzden Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinde hiç bir zaman uzun süreli barış dönemleri gündeme gelememiştir. Uzun süren bir Roma Barışı Pax-Romana ya da gene benzeri bir biçimde altı yüz yıl süren Osmanlı barışı yani Pax-Romana, merkezi alanda barış ve güvenliğin temsilcileri olmuşlardır. Sovyetler Birilği varken kurulan savaş dengeleri, ABD’nin körfez savaşı ile merkeze gelmesinden sonra bozulmuştur. Sırtını ABD’ye dayayan İsrail, bölgenin patronu olabilmek için, bütün bölge ülkelerini rahatsız emecek düzey de çeşitli siyasal senaryoları ya da komploları bölge ülkelerinin başına bela etmiştir. Bugün de benzeri bir durum eskisinin tekrarı olan çeşitli komplolar ve senaryolar emperyalist baskıları koruma doğrultusunda sürekli olarak kamuoyunda canlı tutulmaktadır.

Asya ve Avrupa’nın büyük emperyalist imparatorluklarının saldırıları ile tarih boyunca uğraşmak zorunda kalan merkezi Coğrafya ülkeleri, bu gün de Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin ortaklığından kaynaklanan yeni bir işgal ve emperyalist saldırı tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bölgeye terörü getirerek Orta Doğu devletlerini istikrarsızlılığa yönlendiren iki emperyalist güç olan; ABD ve İsrail ikilisine karşı, bölge devletlerinin hızla bir araya gelerek bir dayanışma ve güvenlik itti fakının çatısı altında birleşmeleri gerekmektedir. Böylesi bir birleşme; dinler savaşı ya da üçüncü dünya savaşı tehlikelerinin önlenebilmesi açısından son derece yaşamsal öneme sahip olacaktır. Dünya barışı için merkezi coğrafya devletleri tıpkı Avrupa Birliği gibi bir araya gelerek, acilen bir Merkezi Devletler Birliği kurmakla, armegodan senaryoları da önlenmiş olacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.