Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Mehmed Niyazi’nin Düşünce Dünyası

0 9.433

Doç. Dr. Mustafa AKSOY

Fikir dünyasında yaşayan insanların özel hayatları pek olmaz. Onlar kim ne der, insanlar nasıl anlar, yazdıklarıma siyasiler ne der ve benzeri kaygıları hesaplamadan inandıklarını ve araştırmalar sonucunda vardıkları bilgileri yazar ya da anlatır. Bu durum aslında en kolay ve olması gerekendir. Fakat bu durum, düşünce dünyasında sorunlar olan ülkelerde en zor olandır.

Özgür düşünme becerileri olmayan insanlar, belli grupların, özellikle de siyasilerin çizdiği duvarlar içinde kalarak onların buyurdukları gibi düşünmek ve anlamak zorundadırlar. Bu anlayış ise kendine özgü düşüncesi olan fikir insanlarının en çok rahatsız olduğu alandır.

Kimseyle göbek bağı olmayan ve sadece vicdanına karşı sorumluluğu olan fikir insanları, başkalarına bağlı olmadan düşünemeyenlerin en çok rahatsız olduğu insanlardır. Ancak onların bir kısmı bu rahatsızlıklarını açıkça ifade edemezler; hatta konferanslara çağırırlar, kitaplarını okurlar, gazete ve dergilerinde yazdırırlar. Fakat dinledikleri ve okuduklarını içselleştiremezler. Bu duruma belki de Türkiye’de en iyi örnek Mehmed Niyazi’dir. Nüfus kaydına göre söylersek Mehmed Niyazi Özdemir’dir.

O yazdıklarıyla Türkiye’de bir çok konuda ilk olmuştur. Mesela Millet ve Milliyetçilik (1978), İslam Devlet Felsefesi (1989), Türk Devlet Felsefesi (1993), Çanakkale Mahşeri (1998), Medeniyetimizin Analizi (2000), Türk Tarih Felsefesi (2008) adlı eserleri sahasında ilkler olup Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısı hakkında söz söyleyenlerin, bu eserleri okumadan ifade ettikleri fikirleri eksik kalmaya mahkûmdur.

Türkiye’de yıllardan beri tartışılan, fakat bir türlü sağlıklı bir çözüm yolu bulunamayan Kürtçülük tartışmaları konusunda Mehmed Niyazi şöyle diyor: “Milliyetin tayininde iki etken önemli rol oynar; bunlardan birisi psikolojik diğeri sosyolojiktir. Bir insan kendini hangi milletten sayıyorsa, sosyolojik bakımdan ait olup olmadığına bakılmaksızın, o insanın o millete ait olduğu kabul edilir. Napolyon, kesinlikle Fransız değildir; Korsikalıdır. Büyük bir ihtimalle Arap asıllıdır. Ama kendini Fransız kabul etmiş, ömrünü Fransa’ya vermiştir… Stalin’de aslen Rus değildir, fakat kendisini Rus kabul etmiş… Oğuz Han’ın torunu ‘Ben Türk değilim’ diyorsa, hiç kimse ‘Sen Türk’sün’ diye onu zorlayamaz. Ama genellikle psikolojik boyut, yani aidiyet şuuru sosyolojik boyuta bağlı oluyor. Hiç kimsenin de Kürtlerin milliyetini tayin etme hakkı yoktur; kendilerinin hakkında kararı kendileri verir. Başkaları ancak tarihleri, sosyal yapıları hakkında ve benzeri hususlarda araştırma yapabilirler”.

Tamamen tarihî ve sosyolojik gerçeklerin ifade edildiği yukarıdaki cümleler ne yazık ki Türkiye’de siyasiler veya İslamcılar, Kürtçüler, Türk milliyetçileri, sol akımlar ve benzerleri tarafından tartışılma imkânı dahi bulmamıştır. Çünkü bu satırların yazıldığı kitabın çeşitli baskılarında o cümleler okunmuş fakat yukarıda ifade ettiğimiz gruplar tarafından anlatılanlar görmezden gelinmiştir. Onunla da yetinilmemiş, dilden hareketle bir millet icat etme yarışına girişilmiş ya da millet kavramı “ırk” esasına göre tanımlanmıştır. Mesela “Türk ırkı” ya da “Kürt ırkı” kavramları sözlü veya yazılı kültürümüzde çok sık kullanılmaktadır.

Türkiye’de sağ siyasi görüşe mensup partiler yıllardan beri hükümet olarak devleti yönetmişler ve yönetmektedirler. Bir siyasi parti “Türk-İslam Sentezi”ne vurgu yaparken, şu andaki hükümet ve onun beslendiği fikir dünyasında İslam dinine yapılan referanslar hayli fazla olmasına rağmen bu zaman kadar “İslam Devlet Felsefesi” hakkında yazılan tek kitabın yazarı Mehmed Niyazi’dir. O bu durumu şöyle anlatır: “Fikir hayatımıza baktığımız zaman, 150 yıldan beri İslam Devlet Felsefesini konuşuyoruz. Bir kısmımız diyor ki bu devlet geleneğinden çıkmadığımız sürece biz modernleşemeyiz, çağdaşlaşamayız. Bir kısmımız da diyoruz ki bu devlet geleneğinden uzaklaştığımız için başımız dertten kurtulmuyor. Fakat uzun zamandan beri fikir hayatımızın odak noktasında bulunmasına rağmen İslam Devleti hakkında ciddi bir çalışma yapılmamış. Kafamızda kendimizin icat ettiği hayalî bir devlet algısı var. Eğer ona taraf isek göklere çıkarıyor, karşı isek yerin dibine geçiriyoruz. Düşünürlerimiz ve siyasilerimiz arasında İslam Devleti hakkında ciddi hiçbir fikir birliği olmadığı gibi İslam Devlet Felsefesi hakkında da yazılmış bir araştırma ve kitap yoktu. Bunu ortaya koymak için İslam Devlet Felsefesi üzerinde çalıştım.

Bizim tarihimizin büyük bir bölümü, İslamiyet ile iç içe geçerek devam etmiştir. Dolayısıyla bizim devlet felsefemizi anlamamız için İslam Devletinin telakkisine de ihtiyaç vardır. Bu sebeple İslam ve Türk Devlet Felsefesi ile ilgilendim”.

Mehmed Niyazi, sosyal bilimler ve devlet arasındaki ilişkiyi de şöyle tanımlar: “Bütün sosyal bilimlerin bel kemiği tarihtir. İyi bir sosyolog, iyi bir hukuk’çu, iyi bir sosyal psikolog, tarihle birlikte çalışmak zorundadır. Bugünü Sosyoloji ilmiyle tetkik etmeye kalktığımız vakit, bugünden bir kesit ele alıyorsunuz. Bu kesitin sebeplerine inmeye kalktığımız zaman tarihle karşı karşıya gelip beraber ilerlemek zorundasınız. Bu nedenle sosyolog ister istemez tarihle ilgilenir ve ilgilenmek zorundadır, aynı şekilde iyi bir tarihçi de sosyolojiyi inkâr edemez. Burada benim bir avantajım var. Dünyaya bakın, bütün önemli tarihçilerin hukukçu olduğunu görürsünüz. Bu durumun sebebi de şudur; Hukuk, Devleti kurar. Devlet de tarihi yoğurur, oluşturur. Eğer siz o devleti iyi tahlil edemezseniz onun oluşturduğu tarihi de iyi tahlil edemezsiniz. Bundan dolayı bütün önemli tarihçilerin hukukçu olduğunu görüyoruz”. Bu tanımlamadan da anlaşıldığı gibi sosyal sorunlarımıza sağlıklı çözümlerin bulunmaması sosyologlarımızın, tarihçilerimizin ve devletimizi yönetenlerin sosyal bilimlerin öneminin farkında olmamaları ve sosyal bilimlerle ilgilenen insanlarımızın kendi alanları dışındaki alanlarından habersiz olmalarıdır. Oysa hiçbir sosyal olay boşlukta meydana gelmez. Ayrıca her sosyal olay, tarihi bir süreç içinde meydana gelir ve her sosyal olayın tarihi bir kökeni vardır.

Bilindiği gibi özellikle Tanzimat’tan beri sorunlarımızın çözümü için ya Batı olmayı ya da Batının bilim ve tekniğini almayı istedik. Fakat bunun ikisini de bir türlü beceremedik. Bu durumu Mehmed Niyazi “Gerçekten Batılı olmak istiyorsak, değerlerimize veda edip, onların değerlerini benimsememiz gerekir. Aksi halde kafasına fötr geçiren maymun nasıl insan olmaz, maymun kalırsa, biz de Batı’nın kıyafetleri için de Müslüman Türk kalırız. Çünkü milletin değerleri, cemiyetin temellerini oluşturur; cemiyet ona göre yapılanır…” ifadesiyle anlatır. Mehmet Niyazi’ye göre “Batının ezici üstünlüğü karşısında Müslümanlar ya içlerine kapanarak yahut da inkılaplar yaparak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır”. Fakat ne içe kapanmak ne de onlara benzemek için yapılan inkılaplar Müslümanlar için çözüm olmamış, hatta bu durum sosyal yapılarını daha da olumsuz etkilemiştir. Bir bakıma Müslüman ülkeler Batılılara daha da muhtaç hale gelmiştir. Çünkü Mehmet Niyazi’ye göre “bir başka milletin hegemonyasına giren millet, toprağından ziyade, kanun ve ananelerini yitirdiği için bağımsızlığından mahrum kalır. Hür olmak isteyen milletler en az çağdaşları kadar güçlü olmak zorundadırlar; aksi halde vay hallerine!…”

Genel olarak Batılı olmak ya da onlara benzemek sarhoşluğuna yakalandığımız için hiçbir zaman kendi değerlerimize bakıp, neyi nerede kaybettiğimiz öğrenmeye çalışmadık. Oysa Mehmed Niyazi’nin dediği gibi “Kendi medeniyetimize eğilebilseydik, orada içine düştüğümüz girdaptan bizi kurtaracak İlmî zihniyeti ve metodu bulurduk”. Bunu yapmadığımız gibi Niyazi’ye göre “Bugün Doğulu da değiliz Batılı da… İki dünya arasında adeta medeniyet muhaciriz”. Bu gidişle muhacirlikten kurtulmamız pek mümkün görünmüyor. Çünkü bir sosyal grubun kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve kendi planlarını yapabilmesi için tarihi değerlerinin farkına varması gerekir.

Mehmed Niyazi’ye göre sosyal sorunlarımızın çözümü ilim yolunda geçmektedir. Çünkü tarihimize baktığımızda, Batılılar karşısında üstün olduğumuz zamanların ilimde üstün olduğumuz, geri kaldığımızda ise ilimde de geri kaldığımızı görürüz. Mesela ona göre VII. yüzyılın başında Sorbonne Üniversitesi’nin kütüphanesini, Fatih Medresesi’nin kütüphanesiyle mukayese etmenin mümkün olmadığını konu hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler. O, bir zamanlar tarihe iz bırakmış ve sonradan geri kalmış toplumlar gibi bizim de geri kaldığımızda en çok yaptığımız şeyin geçmişimizle övünmek olduğuna vurgu yaparak “kendine hayranlık besleyen bir toplum yaşamaktan kesilir, dünyaya perdelerini indirir ve matem çanına elini uzatır” der.

Dünyayı idrak etmiş, belli seviyeye gelmiş aydınların hemen hemen tamamı çağımızın “milliyetçilik çağı” olduğunu çok sık tekrar ederler. Milliyetçiliği bilmeden sosyolojik boyutlarıyla milleti ve hayatımızdaki rolünü yeterince anlamak mümkün değildir. Peki, milliyetçilik nedir? “Milletini sevmek” veya “milleti için çalışmak” tabirleri milliyetçiliği tanımlamak için yeterli midir? Elbette ki değildir. “Sevmek”, “milleti için çalışmak” sübjektif olaylardır; oysa “Ben milliyetçiyim” derken bir dünya görüşü ifade edilmektedir. Bir dünya görüşünü sübjektif olaylarla açıklamaya imkân yoktur. O halde millet ve özel olarak Türk Milliyetçiliği nedir? Bugün çoğunluğumuzun bu soruya vereceği cevap yok, oysa Mehmed Niyazi bu sorunun cevabı “Millet ve Milliyetçilik” (1978) adlı eserinde yıllar önce vermişti.

Son bir bilgi Mehmed Niyazi bazıları tarafından romancı olarak tanınıyor. Oysa onun hiçbir romanı kurgusal olmayıp, hayatın yaşanmışlıklarıdır. Hatta kahramanlarının tamamı gerçek insanlardır. Bu bağlamda onun romanlarını belgesel eserler olarak ifade etmek daha doğru olur.

Romancılığı konusunda zaman zaman yaptığımız sohbetlerde, o özetle şunları anlatmıştı: Roman yazmamdaki amacımın roman dili vasıtasıyla daha çok sayıda okuyucuya ulaşmaktır. Çünkü ilmi eserlerin okuyucu grubu ne yazık ki sınırlıdır. Benim romanlarım yaşadıklarım ve yaşananlardır. Hiçbiri kurgusal değildir. Mesela “Dahîler ve Deliler” romanın bizzat üniversite öğrenciliğimde yaşadıklarımı konu edinir, orada anlatılan olaylar ve romanın kahramanları, adları ve lakapları gerçektir. Çanakkale Mahşeri ise Alman, İngiliz ve Türk tarih kitapları ile hatıratlar esas alınarak yazılmıştır. O roman yedi yılda yazıldı ve bir antropolog gibi defalarca savaş alanlarında ve savaş kahramanlarının varisleri hakkında saha araştırmaları yapıldı. Romanın kahramanları savaşa katılmış veya savaşa tanıklık etmiş insanlardır. Romanın kahramanları ve olaylar kurgu olmayıp hepsi gerçek şahsiyetler ve olaylardır. Yani romanda anlatılanların hepsinin belgesini var.

Sonuç olarak Mehmed Niyazi’ye göre “bir topluma ait olmak, o toplumun zihniyetine malik olmak demektir. İlim ve sanat, ferdi çabaların ürünüdür; kökleri toplumdur; sonuçları da topluma yansır”. Bu durumda ilimle ilgilenenlerin, hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, sorunlarımızın çözümü için gerekenleri yapma, uğraşısı içinde olması gerekiyor.

Not: Mehmed Niyazi, biricik oğluma adını vermiştir. Ayrıca sosyolog olarak örnek aldığım Mehmet Eröz ile fikir hayatımın oluşmasında ve bilgilerimin kendime özgü yöntemsel bir kimlik kazanmasında beni etkileyen abimdir. Ancak yazım kuralı gereği “abi” kavramı yerine “Mehmed Niyazi” ifadesi kullanmak zorunda kaldım.

Alıntı Kaynak:
Yarın, edebiyat, sanat, Fikriyat Dergisi, Şubat-Mart 2018
https://marmara.academia.edu/MAksoy
http://www.mustafaaksoy.com/

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.