Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Macar Ve Polonyalı İhtilalcilerin Osmanlı Devleti’ne İlticası Ve Diplomatik Kriz

0 10.686

Dr. Bayram NAZIR

Bu makalenin konusu, Macar özgürlük savaşından sonra Osmanlı Devleti’ne iltica eden Macar ve Polonyalı ihtilalcilerdir. Osmanlı diploması tarihinde son derece önemli olan böylesi bir konunun bu makalede geniş bir şekilde ele alınması tabiatıyla imkansızdır. Bu nedenle, konuyu ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.[1] Osmanlı diplomasi literatürüne “Mülteciler Meselesi” olarak geçen bu hadisede Tanzimat devlet ricali ve özellikle de Reşid, Âli ve Fuad Paşalar başarılı bir sınav vermiştir. Başta Abdülmecid olmak üzere bütün devlet adamları, bir savaş riskini göze alarak, Rusya ve Avusturya’nın mültecileri iade isteğini reddetmişlerdir.

Bir mültecinin hatıratında ifade ettiği gibi çoğu yazar Macar Özgürlük Savaşı’nı “kahramanca bir savaş dramı” olarak tarif eder. Belki de bu tanımlama doğrudur. Ancak, bu dramın sonu oldukça trajikti. Bir dramın son sahnesi çarpıcı ve oyunun doruk noktası olmalıydı. Oyuncunun görevi, finalde oyunun ifadesini azaltmak değil, aksine güçlendirmektir. Oysa, Macar Özgürlük Savaşı’nda bu özelliklerin hiçbirisi yoktu. Hatta oyuncular, içerisine düştükleri çaresizlik ve ümitsizliğin kıskacında rollerini bile unuttular. Bu sebeple, bu kahramanca savaş dramında giriş ve gelişme bölümünden sonra finalde büyük bir hayal kırıklığı yaşanmıştır.[2]

Daha Avusturya ordusu, Peşte’ye yaklaşıp 1848 yılının sonunda Görgei ve Perczel’in ordularını bozguna uğrattığında, bir çok Macar devlet adamı ve milletvekili zaferden endişe duymaya başlamışlardı. Imrefi’nin ifadesine göre, daha o zaman çoğu kaçacak ülke aramaya girişmişlerdi.[3] Fakat bu başarısızlıklara rağmen, Macaristan’ın bağımsızlığına beslenen inanç tamamen ortadan kalkmamıştı. Dembinski, Göregi ve Bem idaresindeki ordularla yapılacak bir savaşta Rus ve Avusturya orduları bozguna uğratılabilirlerdi. Hatta Macar Hükümeti bunun için bir plan dahi yapmıştı. Fakat bu plan da işe yaramadı. Başlangıçta daha üstün bir durumda olmalarına rağmen, Avusturya ordusu Macarları yenilgiye uğrattı. Macarlardan bir çoğu tutuklandı ya da öldürüldü ve arkasından Temeşvar Avusturya’nın eline geçti.[4]

Temeşvar’ın Macarların elinden çıkması sivil yönetim üzerinde çok büyük olumsuz tesir yaptı. Bunun sonucu olarak da, Arad’da bulunanlar kaçış için hazırlık yapmaya başladılar. İmrefi, Macar ordusunun Temeşvar’dan kaçışını tam bir kaos olarak değerlendirir ve hatta bunu bir deli kaçışına benzetir.[5]

Temeşvar yenilgisinden sonra, 11 Ağustos 1849’da Arad’da Kossuth’un evinde bakanlar kurulu toplanmıştı. Bu toplantıya iki bakanın dışındaki tüm bakanlar iştirak etmişti.[6] Macar devlet erkanı, bundan sonra özgürlük savaşını kazanabileceklerinin çok zor olduğu kanaatine vardılar. Bu toplantıdan çıkan en önemli sonuç ise, Kossuth’un bütün yetkilerini Görgei’ye devrettiğini açıklaması olmuştur.[7] Kossuth devlet başkanlığı görevinden istifa ettikten sonra, Lugos üzerinden Türk sınırına doğru harekete geçmiştir.[8] Görgei, Temeşvar yenilgisinden sonra Arad’daki Macar devlet erkanına “bana başkumandanlığı verin sizi Peşte’ye götüreyim”[9] demişti. Oysa olayların seyri hiç de onun dediği gibi gelişmemişti. O, 13 Ağustos 1849’da silahları bırakıp Arad yakınlarındaki Vilagos’ta bulunan Rus generaline sığınmıştı. Görgei’nin bu davranışı, Macar özgürlük savaşının en fazla tartışılan konularından biri olmuştur.[10] Kossuth, 12 Eylül 1849 tarihli Vidin mektubunda Görgei’nin vatana ihanet ettiğine ve onun yüzünden Macaristan’ın düştüğüne dair birçok delil öne sürer.[11] Bu yüzden Görgei’yi her zaman vatan haini olarak suçlamıştır. Ancak buna karşılık, Görgei’nin komutası altında savaşmış olan bazı subaylar da savaşın kaybedilme nedeni olarak bizzat Kossuth’u gösterirler.

Temeşvar yenilgisi ve Görgei’nin Ruslara teslim olmasından sonra Macarlar, Polonyalılar ve İtalyanlar kitleler halinde Osmanlı sınırına yığılmaya başladılar. İhtilalcilerin iltica sebepleri, Avusturya ve Rusya’ya karşı duyulan güvensizlik, öldürülme ve hapsedilme korkusuydu. Hepsinden daha önemlisi, Osmanlı Devleti’nin yardımıyla orduyu tekrar ayağa kaldırıp, kaybedilen vatanı geri alma ümidiydi.[12] O sırada Bükreş’te bulunan Fuad Efendi’nin Bâbıali’ye gönderdiği 27 Temmuz 1849 tarihli yazıda ilk gelen mülteci kafilesinin 36’sı subay gerisi çavuş, onbaşı ve er olmak üzere 1.120 kişi olduğu belirtilmekteydi.[13] Fuad Efendi ‘asâkir-i hazret-i şâhânenin zîr-i cenâh-ı fütüvvetine iltica…”[14] eden subayların iâdeleri halinde ağır cezalara çarptırılacaklarını belirterek, bunların sınırdan uzaklaştırılarak iç bölgelere yerleştirilmelerini tavsiye ediyordu. Erlerin, subaylar gibi tek tek suçlu olmadıklarından bunların hemen iâde edilmesi gerektiğini belirtiyordu.[15] Ancak mültecilerden kimsenin iâde edilmemeleri yolunda İstanbul’dan Fuad Efendi’ye bir tahrirat gönderildi. Bu tahriratta, “.o makûleleri Avusturyalulara veyâhûd Rusyalulara teslîm etmek cânlarını tehlîke-i ‘âzîmeye ilkâ eylemek demek olub buna ise merhamet-i seniyye kâil ve şân u şevket-i Devlet-i Aliyye’ye bir vechile muvâfık…”[16] olmayacağı ifade ediliyordu.

Bu ilk mülteci kafilesini diğerleri takip etti. İhtilalin önde gelen isimlerinden Dembinski, Meszaros ve Perczel de sınırı geçerek Osmanlı Devleti’ne iltica ettiler. Bu üç generalin iltica haberi İstanbul’a ulaştığında Meclis-i Mahsûs hemen toplanarak durumu müzakere etti. Yapılan görüşmelerde adı geçen üç generalin vakit geçirilmeden Vidin’e gönderilmelerine karar verildi. Çünkü Rusya veya Avusturya ani bir baskınla bunları ele geçirebilirdi.[17] Neticede Dembinski, Meszaros, Perczel ve maiyetlerinde bulunan 23 kişilik mülteci kafilesi Vidin’e geldiler.[18]

Bu arada Rumeli Ordu-yı Hümayunu Müşiri Ömer Paşa,[19] Vidin Valisi Ziya Paşa’ya bir yazı göndererek adı geçen üç generalin Vidin’e gönderildiklerini haber vermişti. Ömer Paşa ayrıca, mültecilerin tayinatlarının eksiksiz verilmesi, saygıda kusur gösterilmemesi ve muhafazalarına itina edilmesini validen istemişti.[20] Gerçekten de Ömer Paşa’nın istekleri, Ziya Paşa tarafından eksiksiz yerine getirilmişti.

Macar özgürlük savaşı lideri Kossuth’un Ferenc ve Lajos adında iki oğlu ve Julia adında bir kızı vardı. Kossuth Arad’ı terketmeğe karar verdiğinde çocuklarının geleceği hakkında bir bilgisi yoktu.[21] Eşi Theresia, çocuklarının geleceğinin belirsiz olması yüzünden eşiyle birlikte gitmek istemiyordu. Bu yüzden Theresia, çocuklarının yanına gitmeye karar vermişti. Kossuth eşiyle vedalaştıktan sonra Arad’dan Lugos’a doğru yola çıktı.[22] Kossuth, Lugos’a vardığında şehirde adeta mülteci kaynıyordu. Ancak onları o kadar moralsiz bulmuştu ki, artık bunların hiçbir savaşta kullanılamayacağına karar verdi. Bu şehirde fazla kalmayan Kossuth, Orsova’ya hareket etti. Orsova bir sınır şehriydi. Bu arada Kossuth, Abdülmecid’e bir mektup yazarak izni olmadan Osmanlı topraklarına girmek istemediğini bildirdi. Genç Sultan da Kossuth’a mültecilerin bizzat kendisinin misafirleri olduklarını, hatta onların saçının bir teline zarar gelmektense halkından 50.000 kişinin kurban edilmesini yeğleyeceğine dair güvence vermişti. Abdülmecid’den bu güvenceyi de alan Kossuth, Osmanlı Devleti’ne iltica etti.[23] Kossuth, sınırı geçerken tanınmamak için ne kadar gayret göstermişse de bunda başarılı olamadı. Hatta sakalını tamamen kestirmiş, bıyıklarını kısaltmış ve öndeki açıklığı kapatmak için öne doğru taradığı saçlarını kendisini kel gösterecek şekilde arkaya taramıştı. Kossuth Vidin’e geldikten sonra da bir süre aynı şekilde dolaşmaya devam etti. Fakat sonraları İngiltere’ye gideceğine dair ümitleri sönünce saçlarını eskisi gibi taramaya başlamasına rağmen bıyığını kısa tutmaya devam etti.[24] Buna rağmen Kossuth, kamufle olmayı başaramadı. Tanınmamak için her yolu denemesine rağmen Severin’deki görevliler tarafından, kendi deyimiyle “Dostluk güvencesi veren bir yığın sözlerle”[25] karşılandı. Imrefi’ye göre bu karşılama büyük bir ihtimalle Ömer Paşa tarafından düzenlenmişti.[26]

Kossuth’tan sonra Bem iltica etti. Ziya Paşa’nın verdiği rakamlara göre, 26 Ağustos 1849’da Vidin’deki toplam mülteci sayısı, 1.350 kişiydi. Bunlardan 53’ü Macar, 833’ü Polonyalı ve 464’ü de İtalyandı. Macarlar Eflak, Polonyalılar ve İtalyanlar ise Sırbistan üzerinden Osmanlı Devleti’ne iltica etmişlerdi. İltica edenlerin mesleki durumları da şöyleydi: 2 politikacı, 4 general, 2 miralay, 365 subay, 949 asker, 10 hizmetçi, 18 vasıfsız.[27]

Vidin’e gelen mültecilere 27 Ağustos’ta birkaç önemli isim daha katıldı. Bunlar General Kmety,[28] General Richard Guyon, General Baron Stein ve Yüzbaşı Balog idi.[29] Mültecilerin Vidin’deki sayısı gün geçtikçe artıyordu. Öyle ki, bu sayı yaklaşık olarak 5.000’i bulmuştu.[30] Bunlar arasında asker kimlikli kişiler olduğu gibi; tüccarlar, kadınlar ve sanatkârlar da vardı.[31]

İltica edenlerin bu kadar artması üzerine son gelenler kabul edilmek istenmedi. Bunların bir kısmına ülkelerine geri dönmeleri söylendi. Buna karşılık “kendilerini Tuna’ya atıp geri gitmeyeceklerini”[32] belirttiler. Hatta Fuad Efendi’nin ifadesine göre “biraz daha sıkıştırılırsa cümlesi kabûl-i İslâmiyet”[33] edeceklerdi. Ancak sınırdan içeriye bir anda bu kadar mültecinin girmesinin mahzurları da vardı. Mültecilerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçları yeterince karşılanamayacağı gibi, korunmalarında da bazı sıkıntılar yaşanacaktı. Fuad Efendi, mevcut durum karşısında hem kendisinin hem de diğer görevlilerin ne yapacaklarını bilemez olduklarını Sadaret’e bildirip yardım istemişti.

Bu tarihlerde Vidin, 5.000’i Hıristiyan, 1.000’i Yahudi, geri kalanları da Müslüman olmak üzere toplam 25.000 nüfusa sahipti.[34] Ayrıca, şehrin kenar mahallelerinde, merkezde yaşayanlara nazaran her yönüyle geri kalmış ve sayıca çok az olan Bulgarlar ve Sırplar oturuyordu.[35] Şehrin ticarî hayatı büyük ölçüde Türklerin elindeydi. Terzilik ve yelken bezi Bulgarlar; tütün ticareti, kahve çekiciliği, silah yapımı, semercilik ve fırıncılık gibi meslekler de Türkler tarafından icra ediliyordu. Ayrıca askeri memurlar da Türklerdendi.[36] Bütün bu ticari faaliyetlere rağmen, şehir kendi nüfusunu doyuracak ekonomik potansiyele sahip değildi. Bu şartlar altında da, ancak küçük bir mülteci grubunu barındırabilirdi.[37] Kuşkusuz, binlerce mültecinin Vidin’e akın etmesiyle işler daha da karışmış ve bu yüzden büyük problemler yaşanmıştı. Bu bakımdan, başlangıçta, Vidin’de Türkler de mülteciler de sıkıntı içerisindeydi.[38] Çünkü, ilk gelen mültecilerin erzakları tükenmiş, sonradan gelenlerin ellerindeki az miktardaki para da kısa sürede suyunu çekmişti. Öyle ki, Joseph Bem, henüz şehre yeni gelmiş olan Kossuth’a alaylı bir şekilde; “tek kuruşumuzun olmadığını size bildirmekten şeref duyarım”[39] diye yazıp, mültecilerin Vidin’de düştükleri sıkıntıyı dile getirmişti. İşte, bu şartlar altında, Vidin Vâlisi Ziya Paşa, vatanlarını terk ederek buraya gelen yaklaşık 5.000 mülteciyi Osmanlı Devleti’ne yakışır bir misafirperverlikle ağırlamak zorundaydı.

Mülteciler kampta zaman geçirmek ve konuşulacak bir konu bulabilmek için günlük tutmuş oldukları notları gözden geçiriyorlardı. Subaylar, gruplar halinde bir araya gelerek çubuklarını içiyor ve geçmiş hakkında tartışmalar yapıyorlardı.[40] Diğer taraftan, Vidin kampında, çöküşün sebepleri hakkında mülteci şefleri arasında da sert tartışmalar yaşanıyordu. Kossuth’un devlet reisliği salahiyetini Görgei’ye devretmesi, büyük bir hata olarak değerlendiriliyordu. Perczel, askerlere yaptığı konuşmalarda bağımsızlık savaşının kaybedilmesinde Kossuth’un zayıflığı ve korkaklığının büyük rolü olduğunu anlatıyordu. Mülteci liderleri arasında, Vilagos kalesi önünde Ruslara karşı silahları bırakan Görgei’ye lanet okumayan yoktu. Perczel, Guyon ve diğerleri Görgei için “hain” kelimesini kullanıyorlardı. Vatansız kalan bütün mülteciler de ona karşı büyük bir öfke ve nefret duyuyordu.[41]

Kossuth, Vidin’de tükenmez bir enerji ile anavatanı ve mülteciler için büyük uğraş veriyordu. Mültecilerin Vidin kampında yaşamlarını iyi bir şekilde sürdürebilmeleri için, başta Ziya Paşa olmak üzere, Türk yöneticiler ile sürekli iletişim halindeydi. Bâbıâli’ye gönderdiği mektuplarla da, mültecilerin Avusturya’ya iâde edilmesini engellemeye çalışıyordu. Aynı zamanda, Batı’daki güçlü mercileri de zorluyor ve özellikle İngiltere ve Fransa kamuoyunu Macaristan lehine çevirmenin yollarını arıyordu. Böylece Kossuth, Vidin’deki hayatının önemli bir kısmını diplomatik girişimlere ayırıyordu. Kendisine tahsis edilen evde yoğun bir çalışma temposu içerisindeyken, yaveri Asboth ve tercümanı Szölöy sürekli yanında bulunuyordu. Kossuth, bunlarla sadece aynı çatı altında değil, aynı odada kalıyordu. Asboth ve Szölöy sürekli olarak Kossuth’a moral vermeğe çalışıyorlardı.[42] Kossuth, mültecilerin başı olarak onların hayatlarını kolaylaştırmak için, sınırlı etkinliği dahilinde, mümkün olan her şeyi yapmaya da çalışıyordu. Gerçekten de, Kossuth’un 22 Ağustos’ta Vidin’den Mustafa Reşid Paşa’ya ve İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçilerine gönderdiği mektuplar, onun vatandaşlarını unutmadığının kanıtlarıydı. Bu mektuplarda Kossuth, Reşid Paşa’yı ve elçileri, mültecileri Avrupa’nın diğer ülkelerine göndermeğe ikna etmenin yollarını arıyordu. Bunun hemen gerçekleşmeyeceğini bildiği için de, mültecilerin durumlarını kolaylaştıracak çözümler peşindeydi. Bu diplomatik girişimin üzerinden çok geçmeden, 12 Eylül 1849’da Londra ve Paris’teki Macar elçileri Pulszky Ferenc ve Teleky Laslo’ya Macarlar için büyük tarihi önemi olan mektupları göndermişti.[43] Bu mektuplarda ise elçilerden, Macaristan için Avrupa’da kamuoyu oluşturmalarını istiyordu. Nihayet, 20 Eylül 1849’da İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’a da dikkate değer bir mektup yazmıştı.

Vidin kampında bir çok mülteci din değiştirerek İslamiyet’i kabul ettiler. Din değiştirenler arasında ismi ön plana çıkan ilk kişi General Bemdi. Bem’in Müslüman olmasından sonra, din değiştirmeyi kabul edenlerin sayısı giderek artıyordu. Din değiştiren önemli isimler arasında Kmety ve Stein de vardı. Macarlardan yaklaşık 250 kişi Müslüman oldu. Bunlar arasında 2 general, 10 komutan, 52 onbaşı ve yüzbaşı ile 40 astsubay vardı. Kadınlardan hiç kimse din değiştirmemişti. İtalyan ve Polonyalılar arasında din değiştirenlerin sayısı ise yaklaşık 200 kadardı. Özellikle Rusya’dan korkan Polonyalılar, din değiştirmeye daha meyilliydiler. Sivillerden sadece bir kaç kişi din değiştirmişti. Bunlardan en önemlisi John Balogh’tu.[44] Philipp Korn’a göre, din değiştirenlerin ilk düşüncesi, bir Müslüman olarak, ortak düşman Rusya’ya karşı daha kolay girişimde bulunabilmekti.[45]

Avusturya Hükümeti, Vidin’deki mültecilerin bir kısmının anavatanlarına dönmelerini sağlamak için harekete geçti. Bu amaçla General Hauslab, Vidin’e gönderildi. General’in Vidin’e geliş amacını mülteciler henüz bilmiyordu. Hauslab, Vali Ziya Paşa ve Defterdar Azmi Efendi ile anavatanlarına dönecek mülteciler hakkında birkaç kez görüşme yaptı. Ziya Paşa ondan geri dönecek mültecilerden rütbeleri başçavuştan nefere kadar olanların savaş mahkemelerinde yargılanmayacaklarına dair garanti aldı. Doğal olarak bu garanti olumlu sonuçlar verdi ve bir çok mülteci kendisini geri döneceklerin listesine yazdırdı. Bu mültecilerin daha sonra fikir değiştirecekleri korkusuyla, zaman kaybetmeden Orsova’dan Vidin’e üç buhar gemisi gönderilmişti.[46] Mülteciler kendilerini taşıyacak gemilere birkaç saat içerisinde yerleştirildiler. Bu yerleştirme esnasında geride kalan mülteciler gidenlere müzikli bir gösteri sunmuşlardı.[47] Gemiler 21 Ekim 1849’da Vidin önlerine gelmiş ve aynı gün vatanlarına geri dönmek isteyenlerin gemilere bindirilme işlemi sona ermişti.[48] Gemiler limandan ayrılırken beylik sancağının açılması, 21 pare top atılması ve yolcuların Vidin kalesini selamlamaları, memleketine dönen mültecilerle Vidin’de kalanlar arasında duygusal sahnelerin yaşanmasına sebep olmuştu.[49] Geri dönenler, 2.732 Macar, 124 Polonyalı, 201 İtalyan ve aileleriyle birlikte 99 Avusturya vatandaşı olmak üzere toplam 3.156 kişiydi.[50]

Bâbıali, Vidin’deki mültecilerin güvenliğine büyük önem veriyordu. Vidin’de ikamet eden mültecilerin muhafazası için, başlangıçta bir tabur asker görevlendirilmişti.[51] Ancak görevlendirilen askerler, onların emniyetlerini sağlamaya yeterli değildi. Bâbıâli, mültecilerden birinin kaçırılması durumunda devletler arası diplomaside düşeceği zorlukları kolayca kestirebiliyor, bu yüzden de bunların bir tarafa firar etmemeleri üzerinde büyük bir titizlikle duruyordu.[52] Bu tür olayların yaşanmaması için, Ömer Paşa, Vidin’e bir tabur asker göndermiş ve bu tedbir de İstanbul’da memnuniyetle karşılanmıştı.[53] Öte yandan Fuad Efendi, Bâbıâli’ye yolladığı tahrîrâtında, mültecilerin muhafazası maddesinin çok önemli olduğunu dile getirmiş ve bu maksatla da iki tabur askere nezaret etmek üzere Mîralây İsmail Ağa’nın Vidin’e gönderildiğini bildirmişti.[54]

Mülteciler geçici olarak Vidin’e yerleştirilmişti. Bunların nereye yerleştirilecekleri, halledilmesi gereken önemli bir sorun olarak Osmanlı Devleti’nin karşısında duruyordu. Çünkü, Vidin’in Rusya sınırına yakın ve Tuna nehrinin kenarında bulunması sebebiyle, Rusların ani bir baskınla mültecileri alıp götürmeleri muhtemeldi. Ayrıca mültecilerin nehir yoluyla firar etmeleri de ihtimal dahilindeydi. Konu, Sadrazamın konağında yapılan bir toplantıda ele alındı. Bunların Anadolu’ya geçirilmeleri gündeme gelmişse de, meselenin diplomatik safhası neticelenmeden böyle bir karar alınmasının doğru olmayacağı görüşü benimsendi. Toplantıda gündeme gelen Edirne ve Varna şehirleri ise birincisinin açık, ikincisinin deniz kenarında olması nedeniyle mültecilerin buraya yerleştirilmeleri görüşü kabul görmedi. Neticede mülteciler için en uygun yerin Şumnu olduğuna karar verildi.[55] Çünkü, bu şehir, gerek İstanbul’a yakınlığı gerekse ikliminin uygunluğu bakımından onlar için daha elverişliydi. Üstelik, savunma açısından da Vidin’e göre çok daha iyi bir konuma sahipti.[56] Bu arada, bütün mülteciler gibi Kossuth da Şumnu’ya gitmekten memnundu. Zira, o, Şumnu’dan kolayca İstanbul’a ulaşabileceğini ve yapmak istediklerini burada daha rahat yapabileceğini düşünüyordu. Yine ona göre, ikinci ikametgah yeri olarak seçilen Şumnu, Macar mültecileri için amaca en uygun yerdi. Çünkü o, Avusturya ve Rusya’ya karşı açılacak bir savaşta Macarların buradan hareket etmelerinin daha kolay olacağı inancındaydı.[57] Diğer taraftan Şumnu’ya nakledilecek mültecilerin sorunlarıyla ilgilenmek üzere Kaimakam Faik Bey görevlendirildi.

Vidin’de gerekli tüm hazırlıklar yapıldıktan sonra 30 Ekim sabahı Şumnu’ya doğru yola çıkan ilk mülteci kafilesi sayları 790 olan Polonyalılar olmuştur. Bunların Vidin’den ayrılışını 221 kişilik İtalyanlar takip etti. Ancak bunlar Şumnu’ya değil, Çanakkale Boğazı’ndaki Gelibolu’ya gidiyorlardı. Din değiştiren mülteciler, diğerleriyle birlikte yola çıkarılmayıp, ayrı olarak Şumnu’ya gönderilmişti. Sayıları ise 241 kadardı. Şumnu’ya hareket eden son mülteci kafilesi ise, 423 kişilik Macarlar olmuştur.[58]

Bu mülteci grupları Vidin’de olduğu gibi, Şumnu’da da büyük bir içtenlikle karşılandılar ve kendileri için hazırlanan kışlalara yerleştirildiler.[59] Mülteciler ve özellikle de önderleri, Şumnu’ya büyük ümitlerle gelmişlerdi. Onlar, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, mülteciler meselesi yüzünden, bir savaşın çıkacağını düşünüyor ve bu savaşın, Macaristan’ın özgürlüğünü elde etmesi için iyi bir fırsat olacağı kanaatini taşıyorlardı. Ancak, Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, İngiltere ve Fransa arasındaki diploması trafiği, onların istediği gibi gelişmemekteydi. Bu meselede en fazla gürültü koparan Rusya’nın, Polonyalı mültecileri iade talebinden vazgeçip onların sınır dışı edilmeleriyle yetineceği, Fuad Efendi tarafından Bâbıâli’ye iletilmişti. Rusya’nın mülteciler meselesindeki politikasını değiştirdiği yolundaki haberlerin Şumnu’ya ulaşması, mülteci önderleri üzerinde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Çok daha önemli başka bir gelişme ise mültecilerin, Şumnu’ya vardıkları gün, Kossuth ve arkadaşlarının Asya’ya gönderilip orada koruma altına alınacakları haberini duymuş olmalarıydı.[60] Gerçekten de Stürmer, Bâbıâli’ye sunmuş olduğu ve Avusturya’nın yeni taleplerini içeren 5 Kasım 1849 tarihli notasında, Osmanlı topraklarında bulunan Macar mültecilerinin iadesi talebinden, iki devlet arasındaki dostluk ve iyi komşuluk bağlarının devamı için vazgeçtiğini iletmişti.[61] Buna karşılık Âlî Paşa da, Macar mültecilerinin Kütahya’ya gönderilip Avusturya aleyhine hiçbir faaliyette bulunamayacak şekilde muhafaza edileceklerini Stürmer’e garanti etmişti.[62]

Mülteciler ve özellikle de şefleri Anadolu’ya gitmeye kesinlikle karşıydılar. Batthianyi ve Perczel, alınan bu kararın uygulanmaması için Sultan Abdülmecid’e bir mektup gönderdiler. Mektupta kendilerinin Anadolu’ya gönderilmeleri halinde Sultan’a olan güvenlerinin sarsılacağı ve bu kararın kendileri için ölüm fermanı anlamına geleceği belirtiliyordu.[63] Mülteciler, Anadolu’ya gitmemek için büyük uğraş verdiler. Ancak Bâbıali nezdinde yaptıkları bütün girişimler neticesiz kaldı. Hariciye Nazırı Âli Paşa, Osmanlı Devleti açısından bu meselenin kapandığını ve Avusturya ile varılan anlaşma gereğince mültecilerin Kütahya’ya gönderilmelerinin kesinlik kazandığını belirtti.[64]

Bu arada Şumnu kampında başka gelişmeler de oluyordu. Mülteciler, 1850 yılını Şumnu’da idrak etmişlerdi. 1 Ocak 1850 gecesi Kossuth’un da katılımıyla Ermeni kilisesinde bir araya gelmişlerdi.[65] Yılbaşı kutlamaları üzerinden çok geçmeden moral bozucu bir gelişme yaşandı. Bu gelişme ise, Avusturya’nın Ruscuk Konsolosu Rössler’in Şumnu’ya gelişiydi.[66] Mülteciler, Rössler’in aralarına ikilik sokmak ve mülteci şeflerinin faaliyetlerini gözetlemek amacıyla Şumnu’ya geldiğine inanıyorlardı. Çok geçmeden Rössler’in asıl amacı ortaya çıkmıştı. Nitekim o Türk görevlisinden Kossuth’un kendisine verilmesini ya da öldürülmesini istemişti.[67] Şumnu kampında en çarpıcı gelişmelerden biri de, Kossuth’a karşı suikast planlarının ortaya çıkarılması olmuştur. Çeşitli ajanlar tarafından tertip edilen bu eylemler Osmanlı Devleti’nin aldığı etkin önlemler sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bu olumsuzluklara karşın mülteciler için bazı sevindirici olaylar da yaşanıyordu. Kossuth’un eşi Theresa’nın 2 Şubat 1850’de Şumnu’ya gelişi mülteciler ve özellikle de Kossuth için hoş bir sürpriz olmuştu.

Bâbıali, Rusya ve Avusturya Devletleriyle vardığı anlaşma gereğince Müslüman olan mültecileri Halep’e, diğerlerini de Kütahya’ya gönderecekti. Söz konusu yerleşim yerlerine gönderilecek mültecilerin isimlerini tespit etmek amacıyla Ahmed Vefik Efendi görevlendirildi.[68] Ahmed Efendi, 5 Şubat 1850’de Şumnu’ya geldi. Mülteciler, onun için bir karşılama töreni tertip ettiler. Kossuth ve diğer mülteci şefleri Kütahya’ya gitmek istemediklerini ısrarlı bir şekilde ona da iletmişlerse de bir netice alamadılar. Öyleki, Imrefi’nin ifadesine göre Kossuth, “Şumnu’dan çıkmaktansa kendimi vururum” diyecek kadar Kütahya’ya gitmeye karşıydı.[69] Ancak Kossuth, Ahmed Vefik Efendi ile yaptığı son görüşmede Kütahya’ya nakledileceklerini ve bu kararın değiştirilemeyeceğini kesin bir şekilde anlamıştı.[70] Neticede, Şubat’ın 15’inde Hıristiyan, 24’ünde de Müslüman mülteci şefleri Kütahya ve Halep’e gitmek üzere Şumnu’yu terketmişti. Sayıları 120 kadar olan Rusya vatandaşı Polonyalı mülteci ise, 12 Mart’ta Malta’ya hareket etmişlerdi. Şumnu’da kalanların sayısı; Kütahya, Halep ve Malta’ya giden mültecilerin toplamından çok daha fazlaydı.

Şumnu kampının dağıtılması ve mültecilerin yeni yerleşim yerlerine gönderilmeleri hususuna değinmeden önce bu sorunun, Osmanlı Devleti’yle Rusya ve Avusturya Devletlerini nasıl karşı karşıya getirdiğini ve bunun sonucunda da ortaya çıkan diplomatik kriz üzerinde duracağız.

Osmanlı Devleti’ne iltica eden Macarların arasında yaklaşık 1.000 kadar Polonyalı bulunuyordu. İmparator Nikola, bunların iade edilmesi için, niyetini iyi ifade edilmiş terimlerle açıkladığı mektubu Sultan Abdülmecid’e gönderdi. Metkubu İstanbul’a getirme görevini maiyetinde bulunan generallerden Leon Radziwill’e vermişti. Radziwill, 4 Eylül 1849’da İstanbul’a vardı.[71] Çar mektubunda iki ülke arasında bir sorun yaşanmaması için, Bâbıali’nin bu kişilere sığınma hakkı vermemesini ve bunların tutuklanarak Rusya’ya iade edilmesini Sultan’dan istiyordu.[72] Bu mektup daha İstanbul’a ulaşmadan Nesselrod, Titof aracılığı ile Bâbıali’ye sunulmak üzere, adeta emir niteliğinde bir nota gönderdi. Bu notada Polonyalı mültecilerin iade edilmemesi halinde Çar’ın Osmanlı Devleti’ne savaş açmaktan kaçınmayacağını açık bir dille ifade ediyordu.[73] Diğer taraftan Titof da hükümetinden kendisine henüz bir haber ulaşmadan Bâbıali nezdinde girişimde bulunmaya başlamıştı. Nitekim 15 Ağustos’ta Hariciye Nezareti’ne sunduğu notasında, Küçük Kaynarca Anlaşması’nın II. maddesine atıfta bulunarak Bâbıâli’nin geçmiş anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyordu.

Avusturya elçisi Stürmer de meslektaşı Titof ile birlikte hareket ediyordu. O da Reşid ve Âli Paşalar ile görüşüp mültecilerin Osmanlı ülkesine kabul edilmemeleri durumunda Bâbıali’nin Rusya ve Avusturya ile her an savaş yaşayabileceğini söylemişti.[74] Diğer taraftan Stürmer, Titof ile eş zamanlı hareket ederek Avusturya Başbakanı Schwarzenberg’ten gelen nota ile bizzat kendisinin kaleme aldığı notayı Bâbıali’ye taktim etti. Bu notalarda 1739 Belgrad Anlaşması’nın XVIII. maddesine atıf yapılarak başta Kossuth olmak üzere bütün Macarların iadesi isteniyordu.[75]

Gerek Çar’ın mektubu ve gerekse Bâbıali’ye ard arda sunulan notalardan sonra, Meclis-i Mahsus’da mesele bütün yönleriyle ele alındı. Üyelerden bir kısmı Avusturya ve Rusya’nın isteklerine olumlu cevap verilmesini, yani mültecilerin iade edilmesi gerektiğini ileri sürdüler.[76] Ancak, bu görüş, Osmanlı Devleti’nin himayesine sığınan bu insanların iâde edilmeleri, onları cellada teslim edilmelerinden farksız olacağından kabul görmedi. Mecliste, böylesi bir düşüncenin ortaya çıkmasında Avrupa devletlerinin politik mültecilere bakış açısı da etkili oldu. Bu dönemde Avrupa devletleri ülkelerinden firar eden mültecileri iki sınıfa ayırlmaktaydı. Birincisi, adam öldürme ve hırsızlık suçunu işleyenlerdi. Bunlar, hak ettikleri cezadan kurtulmak için başka ülkelere iltica ettiklerinde yakalanıp iâde edilmeleri gerekiyordu. İkincisi ise, politik endişelerle firar edenlerdi. Bunların durumu birinci kategoridekiler gibi olmayıp, politik amaçla bir başka devlete iltica edenlerin iâde edilmesi teamülü çoktan terkedilmişti. Ancak, siyâsi mülteciler hususunda Osmanlı Devleti’nin, Avrupa devletleri ile arasında mevcut olan ve adeta hukuki bir sözleşme şeklini almış olan genel teamülün dışına çıkması da söz konusu değildi. Üstelik, bu kaideyi yok farz edişini Avrupa kamuoyuna izah etmesi de çok müşküldü. Ayrıca, Sultan Abdülmecid perişan haldeki bu mültecilere kucak açıp hayatlarını güvence altına almakla, bütün dünya kamuoyuna Osmanlı misafirperverliğini de göstermiş olacaktı. Meclis üyeleri mesele hakkındaki genel kanaatlerini bu şekilde ifade ettikten sonra, mültecilerin Rusya ve Avusturya’ya iâde edilmemeleri yönündeki hava daha da ağırlık kazandı.[77]

Osmanlı Hükümeti’nden istedikleri cevabı alamayan elçiler, Bâbıali üzerindeki baskıları daha da artırdılar. Onlar, “evet” ya da “hayır” cevabının verilmesini istiyorlardı. Elçilerle yapılan birebir görüşmelerde kararlılıklarında bir yumuşama gözlenmeyince konu, 11 Eylül’deki Meclis-i Mahsus toplantısında tekrar görüşüldü. İki devlet tarafından bu kadar sıkıştırılan Bâbıâli, artık konu hakkında bir karara varmak mecburiyetindeydi. Yani, meclis ya “evet” ya “hayır” cevabını verecek, ya da üçüncü bir yolu tercih ederek, yine kesin bir cevap vermekten kaçınacaktı. Yapılan görüşmelerden sonra, Çar’ı Macarlara karşı kazandığı zaferden dolayı kutlamak için, Petersburg’a özel bir memur gönderilmesine karar verildi. Bu memur, Osmanlı Devleti’nin mültecileri neden iâde etmediğini Çar’a bizzat anlatacaktı. Çünkü Bâbıâli, şimdiye kadar Rusya’nın taleplerini hep Titof’un ağzından öğrenmişti. Rusya’ya bir memur gönderilmesi fikri bütün üyeler tarafından kabul edildi. Bu konudaki kararlılığı göstermek amacıyla hazırlanan bir kağıdın sol köşesine “her dürlü suver-i muhtemeleyi göze aldırarak Fuad Efendi’nin gönderilmesi”,[78] sağ köşesine de “mahzûr-ı ‘âcil mütâla’asıyla firârileri hemân reddetmek”[79] cümleleri yazılarak üyelerin hiçbir tesir altında kalmadan hangisini tercih ediyorlarsa o şıkkın altına isimlerini yazmaları istendi.[80] Yapılan oylamada bütün üyeler kağıdın sol köşesine, yani Fuad Efendi’nin Rusya’ya gönderilmesi şıkkının altına isimlerini yazmışlardı. Diğer taraftan Avusturya İmparatoruna da bir mektup yazılmasına karar verildi.[81]

Titof ve Stürmer, yaptıkları baskılardan bir netice alamayınca 14 Eylül 1849’da Hariciye Nezareti’ne sundukları notalarında mültecilerin iade edilmemesi halinde, ikinci bir emre kadar, diplomatik ilişkilerin kesilmiş sayılacağını bildirdiler.[82] Osmanlı Devleti’nin mültecilere kucak açması, Rus ve Avusturya Devletlerinin baskılarına kararlılıkla göğüs germesi Avrupa ve hatta Amerika kamuoylarında takdirle karşılanmıştı. Osmanlı Hükümeti bu olumlu havadan yararlanmak istiyordu. Âli Paşa, İngiliz ve Fransız elçileri ile temas kurarak onların görüşlerini de aldı. Her iki elçi de, Osmanlı Devleti’nin yanında olduklarını kesin bir dille Paşa’ya ilettiler. İngiltere ve Fransa’nın desteği de alındıktan sonra 16 Eylül Meclis-i Mahsus toplantısında mültecilerin iade edilmemesi yönünde kesin bir karar alındı ve bu karar Titof ve Stürmer’e iletildi.[83] Rus ve Avusturya elçileri Âli Paşa ile yaptıkları 17 Eylül’deki görüşmede ülkeleri ile Bâbıali ile diplomatik ilişkilerin kesildiğini söylediler.[84]

Sultan’ın mektubunu Çar’a götürmekle görevli olan Fuad Efendi’ye daha sonra “Fevka’l-‘âde Murahhas Büyükelçi” unvanı verildi.[85] Onun böylesine önemli bir göreve getirilmesinin başlıca sebebi, Fransızcayı çok güzel konuşabilen iyi bir diplomat olmasıydı. Ayrıca, onun Bükreş’te bulunmasının da bu görevlendirmede etkili olduğu anlaşılmaktadır. Zira, Bükreş, Petersburg’a İstanbul’dan daha yakındı. Dolayısıyla, onun Bükreş’ten Petersburg’a gitmesi daha az bir zaman alacaktı.[86] Fuad Efendi, İstanbul’dan gönderilen talimat ve mektupları aldıktan sonra 20 Eylül 1849’da Bükreş’ten ayrıldı[87] ve 6 Ekim’de Petersburg’a ulaştı.[88] Rus Başbakanı Nesselrod tarafından 8 Ekim’de kabul edildi. Fuad Efendi, mülteciler meselesindeki anlaşmazlığa son vermek amacıyla, Rusya’ya gönderildiğinde, genel kanı, onun İmparator tarafından kabul edilmeyeceği yönündeydi. Hatta, Fuad Efendi’nin Petersburg’ta geçirdiği ilk günlerde bu genel eğilim giderek artıyordu. Her ne kadar Nesselrod, Fuad Efendi ile yaptığı ikinci görüşmede Çar’ın onu kabul edeceğini söylemişse de, bu konuda somut bir gelişme de yoktu. Üstelik Nesselrod da Çar’ın Fuad Efendi’yi kabul edeceği konusunda karamsardı. Nitekim, Fuad Efendi ile yaptığı son görüşmeden sonra, bu konudaki karamsarlığını Avusturya elçisine açıkça ifade etmekte de bir beis görmemişti.[89]

Petersburg’ta bu gelişmeler olurken İmparator, olayları şehre üç-dört saat mesafede bulunan yazlık sarayından takip ediyordu. Ancak, Osmanlı Devleti’ne destek vermek amacıyla İngiliz ve Fransızların donanmalarını harekete geçirdikleri haberi, İmparator’u geri adım atmaya zorluyordu. Devletlerarası konjonktürün tamamen Rusya’nın aleyhine olduğu âşikârdı. Nihayet Çar, geri çekilmenin ve daha ılımlı tekliflerde bulunmanın mantıklı olacağını anlamıştı.[90] Bu şartlar karşısında Çar, 16 Ekim 1849’da Fuad Efendi’ye görüşme için randevu verdi.[91] Verilen randevu üzerine Fuad Efendi, Çar’ın kaldığı saraya gitti. İmparator, onu bir odada yalnız olarak kabul etti. Fuad Efendi daha önce hazırladığı konuşma metnini İmparator’un huzurunda okudu. Çar, Fuad Efendi’yi dikkatlice dinledikten sonra sert bir üslupla Osmanlı Devleti’nin mülteciler sorununda takındığı tavırdan şikayetçi oldu. Zekası, güzel konuşması nüktedanlığı ve hazır cevaplılığı ile Fuad Efendi Çar’ı yumuşatmayı başardı. Bir saate yakın süren görüşmeden sonra Çar, birden fikir değiştirdi. İki hükümdar arasındaki muhabbete dayanarak Sultan’ın kendisine müracaat etmesine sevindiğini ve onun isteklerinin gerçekleşmesini kendisinin de istediğini söyledi. Ancak tahtının şerefini ve devletinin menfaatlerini korumaya mecbur olduğunu ve bu konuda vereceği kararı Nesselrod’a ileteceğini söyledi. Çar, Fuad Efendi’den, vereceği kararı Sultan’a iletmesini ve cevap gelinceye kadar da Petersburg’ta beklemesini istedi. Böylece hem Osmanlı Devleti’ne hem de Rusya’ya hizmet yapacağını belirtti.[92]

Çar, Fuad Efendi ile yaptığı görüşmeden hemen sonra, Osmanlı Devleti ile mümkün olan en kısa zamanda diplomatik ilişkilerin normale döndürülmesini Nesselrod’a bildirdi.[93] Mülteciler sorununun başlangıcından beri, Osmanlı Devleti’ne karşı sert politika izleyen Çar, nihayet olayın ne tarafa yöneldiğini farketmişti. Çar’ı bu meselede ılımlı bir tavır sergilemeye sevkeden sebeplerin başında, Bâbıâli özellikle Sultan Abdülmecid ve Reşid Paşa’nın kararlı ve değişmez tutumu gelmektedir. Ayrıca, İngiltere ve Fransa’nın açıkça Osmanlı Devleti’nin yanında yer alacaklarını deklare etmelerinin, onun yumuşamasında ihmal edilemeyecek bir rolü olduğu kesindir. Çar, diplomatik ilişkilerin başlamasını istemek suretiyle, adı geçen iki devlet donanmalarının Rusya’ya daha fazla yaklaşmasını engellemek istiyordu. Diğer taraftan Fuad Efendi’nin Petersburg’ta sergilediği başarılı dilomatik performansın, sorunun barışçı yönde çözümlenmesinde önemli bir rol oynadığı açıktır. Ayrıca, Avrupa’da Osmanlı Devleti lehine hatırı sayılır bir kamuoyu oluşmuştu. Çar, Rusya’ya karşı Avrupa’da ciddi bir karşı duruşun olduğunu farketmişti. Fransız gazetesi “Press”de yer alan bir yazıda; Çar, olayların böyle sonuçlanacağını daha önceden bilseydi, mülteci sorununda kesinlikle böyle katı davranmazdı deniliyordu. Gazetede, şimdi herkesin Osmanlı Devleti’ne sempati duymaya başladığı belirtiliyor ve Çar’ın Osmanlı Devleti’nin bu meselede tek başına olmadığını ve onu küçümsememek gerektiğini kabul etmek zorunda kaldığı ifade ediliyordu.[94]

Yapılan uzun müzakerelerden sonra Polonyalı mülteciler sorunu şu şekilde sonuçlandırıldı.

  • Rusya vatandaşı iken Macaristan’daki olaylardan sonra Osmanlı topraklarına sığınan ve isimleri Rusya elçisi tarafından verilecek defterdeki Polonyalıların, bir daha geri dönmemek üzere, Osmanlı Devleti’nden sınır dışı edilmesi,
  • İslamiyet’i kabul edenlerin Halep veya Konya’ya yerleştirilmesi,
  • Bundan böyle başka bir devletin vatandaşlığına girerek Osmanlı Devleti’ne gelebilecek ve Rusya aleyhine entrikalar kurabilecek kişilerin sınır dışı edilmesi için pasaportlarının ait olduğu ülke elçisine başvuruda bulunulması.[95]

Polonyalı mülteciler sorunu bu şekilde halledildikten sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki diplomatik ilişkiler 25 Aralık 1850’de yeniden kuruldu.

Bâbıali’nin mültecileri iade etmemedeki kararlı tutumu ve Avrupa kamuoyunda oluşan olumlu hava Avusturya’yı da geri adım atmağa zorlamıştı. Nitekim uluslararası konjoktürün tamamen aleyhlerine döndüğünü gören Avusturya Hükümeti, mültecilerin iadesi talebinden vazgeçtiğini Bâbıali’ye iletmişti. Fakat iki ülke arasında önemli bir başka sorun daha vardı. Avusturya, Bâbıali’den mültecilerin sonsuza kadar gözetim altında tutulmasını istiyordu. Bu mesele iki ülke arasında uzun süren tartışmalara neden oldu. Tartışmalar uzadıkça da mevcut sorunlara yenileri ekleniyordu. Şubat 1850’de Stürmer, Bâbıâli’den mültecilerin Osmanlı ülkesinde beş yıl süre kalmalarını istemişti. Bâbıali ise sürenin bir yılla sınırlı tutulmasını istiyordu. Sorun, Meclis-i Mahsus ve Meclis-i Vala’da görüşüldü. Alınan karara göre, Osmanlı Devleti mültecileri bir sene sonra serbest bırakacaktı. Ancak, bunu yaparken de Avusturya Devleti’nin onayını alacaktı. Alınan karar doğrultusunda Stürmer’e bir takrir verilmesi de kararlaştırıldı.[96] Mültecilerin Osmanlı Devleti’nde sürekli gözetim altında tutulmalarını isteyen Avusturya için, bu durum büyük bir avantaj sağlıyordu. Böylece Avusturya iç barış ortamının sağlanmadığını ileri sürecek ve mültecilerin mümkün olduğu kadar Osmanlı Devleti’nde kalmasını sağlayabilecekti. Gerçekten de Avusturya Hükümeti, bu şartı ileri sürerek mültecilerin Kütahya’dan serbest bırakılmalarına uzun süre itiraz etmiştir. Neticede Stürmer’e sunulan takrirdeki hususların Avusturyaca da kabul edilmesiyle iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu.

Mültecilerin Kütahya ve Halep’e gönderilmeleri için Tâir-i Bahri Vapuru tahsis edildi.[97] İki seferde mültecileri Gemlik ve İskenderun iskelelerine götürecek gemi kaptanına mufassal bir talimat verildi. Süleyman Refik Bey Kütahya’ya,[98] Mazhar Bey de Helep’e gönderileceklerin nezaret ve muhafazaları için tayin edildi. Macar ve Polonyalı mülteci şefleri 15 Şubat 1850’de Kütahya’ya gitmek üzere Şumnu’dan ayrıldılar. Lajos Kossuth’un Şumnu’dan ayrılışı çok dramatik olmuştur.

Mülteciler hatıratlarında, Kossuth’un Şumnu’ya veda ettiği sahneyi, hayatlarının en acıklı olayı olarak kabul ederler. Bu günün sabahında mülteciler ve çok sayıda Türk toplanarak sessiz bir şekilde Kossuth’un gelmesini bekliyorlardı.[99] Nihayet Kossuth, ikamet ettiği evden ayrılarak, kendisini bekleyen topluluğa elveda demek üzere onların karşısına geçti ve onlara şu veda konuşmasını yaptı:

“Kardeşlerim! Hayatımda ilk zor adımı anavatanımın topraklarını ve asil ulusumu terketmek zorunda kaldığımda atmıştım. İkincisini de cesur ordumdan artakalan sizlerden ayrılıp, Avrupa’dan atılıp mezarımın beni beklediği bir yere sürülmek zorunda kaldığım bugün atıyorum. Siz hâlâ güçlü ve dayanıklısınız. Siz hâlâ anavatan için silah tutmak gerektiğinde sırada iken, ben, gücümün biraz daha azaldığını hissediyorum. Ben kaderin kaçınılmaz emrine uyuyor ve benden önce aynı kaderi yaşamış olan Rakoczy’yi takip ediyorum. Atalarımız Asya’dan gelmişlerdi. Biz onların torunları, şimdi onların geldikleri yere geri dönmek zorundayız. Bu, kaderin acımasız emridir. Eğer anavatana dönebilme şansına sahip olabilirseniz kemiklerimin yabancı bir ülkede çürümesine izin vermeyiniz. Bunu bana söz verdiğinizi ve sözünüzü kesinlikle tutacağınızı biliyorum ve bundan eminim”.[100]

Kossuth’un bu duygu yüklü konuşması üzerine, Graf Ladislaus adında bir mülteci subay öne çıkıp, şunları söyledi:

“Büyük adam! Sen dünyanın gözü önünde temiz ve paksın. Macar ulusunun indinde, seçildiğin ilk günkü saygıyı hâlâ elinde tutuyorsun. Sen, yaşamak zorundasın ve yaşamalısın. Biz, kemiklerini değil, seni canlı olarak anavatana geri götüreceğiz. Buna Tanrı’nın adına yemin ediyoruz”.[101] Ladislaus’un bu konuşmasından sonra bütün mülteciler “Yemin ederiz” diye bağırdılar.[102]

Mülteciler, 18 Şubat’ta Varna’ya geldiler. Bir gün sonra, kendilerine tahsis edilen gemi ile Varna’dan ayrıldılar. 23 Saat süren bir yolculuktan sonra 20 Şubat’ta Gemlik iskelesine ulaşıldı. Ancak kötü hava koşulları nedeniyle Bursa’da bir ay zorunlu bekleyişten sonra 31 Ocak 1850’de Kütahya’ya vardılar.[103] Başlangıçta Kütahya’ya 57 mülteci gönderilmişti. Fakat bir süre sonra Avusturya Hükümeti ile Bâbıali, 26 kişilik bir grubun daha Şumnu’dan Kütahya’ya gönderilmeleri hususunda mutabakat sağlamışlardı.[104]

Kossuth’un çocukları 18 Haziran 1850’de babalarının yanlarına geldiler. Kossuth, çocuklarına kavuştuğu sırada “Sultan Abdulmecîd Efendimizin ve Sadrazam Devletlü Übbehetlü Reşîd Paşa Hazretlerinin bir mûyine ahâli-i Macaristan ve ‘umûm üzere ahâlî-i Avrupa kurbân olsun”[105] diyerek çocuklarının salimen Kütahya’ya ulaşmasını sağlayan Sultan’a ve hükümetine teşekkür etmiştir.

Kütahya’da bu küçük fakat önemli mülteci grubunu telaşlandıracak olaylar da yaşanıyordu. Başta Kossuth olmak üzere öteki mülteci şeflerini kaçırmak için çeşitli girişimlerde bulunulduysa da, Osmanlı Devleti’nin aldığı etkili önlemler sayesinde bu girişimler neticesiz kalmıştır.[106]

Mültecilerin Kütahya’daki ikameti yaklaşık birbuçuk yıl kadar sürdü. Avusturya Hükümeti ile yapılan uzun müzakerelerden sonra mültecilerin bir kısmının serbest bırakılmasına karar verildi. Ancak bu karar, Kütahya’da duyulunca mülteciler buna sert tepki gösterdiler. Hatta, işi Süleyman Refik Bey’e hakaret etme derecesine kadar götürdüler. Süleyman Refik Bey, onların bu beklenmedik tepkilerini Bâbıâli’ye bildirdi ve arkasından görevinden istifa etti.[107] Fakat, istifası Bâbıâli’ce kabul edilmediği gibi, yaptığı hizmetlerden dolayı taltifî de kararlaştırıldı. Bu çirkin olay, İstanbul’da derin bir üzüntü meydana getirdi. Ancak Bâbıâli, mültecilerin yaptıklarına karşılık onlara bir ceza vermeyi düşünmüyordu. Reşid Paşa, bu fiili işleyenlerin cezalandırılmaları durumunda, bütün Avrupa kamuoyunun ayağa kalkacağını ve bu nedenle herhangi bir cezanın verilmeyeceğini belirtmişti. Bu sebeple, kötü söz sahibine aittir felsefesiyle hareket ederek Bâbıâli, bu olaylar karşısında sessiz kalmıştır.[108]

Osmanlı Devleti’nin gösterdiği bunca fedakarlık ve üstün misafirperverlikten sonra, mülteci şeflerinin bu tür saldırılarına muhatap olması, anlaşılır şey değildi. Sadârete göre, mültecilerin Süleyman Refik Bey’e saldırmaktaki amacı, onu tahrik ederek aynı hareketleri onun kendilerine yapmalarını sağlamaktı. Böylece mülteciler, durumlarının çok kötü olduğunu, dünya kamuoyuna gösterip, Bâbıâli üzerindeki baskıların artmasını hedefliyorlardı. Bu sebeple Sadâret, mülteci şeflerinin oyununa gelmeyerek, onlara karşılık vermeyen Süleyman Refik Bey’in bu hareketini takdirle karşıladı.

Sonuç olarak, bu olay karşısında sessiz kalmayı tercih eden Bâbıâli, Süleyman Refik Bey’den, başarıyla yürüttüğü görevinde biraz daha sabır göstermesini istemişti. Ayrıca Süleyman Refik Bey, mülteci şeflerine, yaptıkları bu hareketlerin Bâbıâli’ce kendilerine hiç yakıştırılamadığını söyleyecekti. Osmanlı Devleti’ne iltica edemeyip, Avusturya Devleti’nin eline geçmiş olsalardı, şimdi durumlarının ne merkezde olacağını kendilerine hatırlatıp sabır ve teenni göstermelerini de tavsiye edecekti.[109]

Başta Kossuth olmak üzere diğer mültecilerin bütün muhalefetlerine rağmen, kimlerin serbest bırakılacağı tespit edildikten sonra, 56 kişilik mülteci grubu Kütahya’dan ayrıldı. Bu grup içinde Kossuth yoktu.

Ancak, Gemlik İskelesi’ne giden mültecilerden Dimitri Yanos ve Przyimski yurt dışına gitmekten vaz geçip tekrar Kütahya’ya geri döndüler. Süleyman Refik Bey, adı geçen iki mülteciyi yine kışlaya yerleştirdi.[110]

Geride 51 mülteci kalmıştı. Eylül 1851’de son mülteci taifesi serbest bırakıldı. Süleyman Refik Bey, mültecilerle tek tek görüşerek onların Amerika veya İngiltere’den hangisine gitmeyi tercih edeceklerini sordu. Batthinayi kendisine Fransa elçisi tarafından bir pasaport ve mektup gönderildiğini, mektupta 15 Eylül’de Marsilya’ya hareket edecek vapurla kendisinin bu ülkeye gönderileceğine söz verildiğini, dolayısıyla bu zamana kadar Çanakkale’de kalmayı istediğini söyledi. Kossuth ve General Wsocki, hangi ülkeye gitmeye henüz karar vermediklerini ve bu kararı Gemlik’te vereceklerini söylediler. General Perczel ise, Amerika’ya gitmeyi çok istediğini, ancak eşinin hamile ve doğumunun yakın olması sebebiyle, bunun imkansız olduğunu ifade etti. Eşinin Gemlik’te doğum yapması halinde burada bir ay kalmak zorunda olduğunu Süleyman Refik Bey’e iletti. Eğer doğum Gemlik’te olmazsa, bu özel durum nedeniyle, Amerika yerine İngiltere’ye gideceğini söyledi. Eşinin yolda doğum yapması halinde ise Malta Adası’na çıkacaktı.[111] Ancak Perczel’in eşi, Gemlik’e giderken yolda doğum yaptı. Eşinin doğumu üzerine Perczel, Süleyman Refik Bey’e arkadaşlarıyla beraber yolculuk yapamayacağını söyledi. Süleyman Refik Bey, hasta halde diğer mültecilerle yolculuk yapamayacaklarından; Perczel, eşi, çocukları ve maiyetinde bulunanlarla Bursa’ya gönderilmelerini uygun gördü.[112]

Süleyman Refik Bey, Kütahya’dan Gemlik’e varıldıktan sonra burada en fazla bir gece kalınacağını, dolayısıyla İngiltere veya Amerika vapurlarından hangisine bineceklerinin kendisine bildirilmesini istediyse de, kesin bir cevap alamadı.[113]

Mülteciler, Süleyman Refik Bey’e müracaatta bulunarak, Kütahya’da bir miktar borçları olduğunu söylediler ve bu nedenle de kendilerine para verilmesini istediler. Ayrıca, Avrupa’da kendilerine firarî nazarıyla bakılmaması için de, Bâbıâli’ce birer mürûr tezkiresi verilmesi ricasında bulundular.[114] Mültecilerin ricası üzerine Kossuth tarafından taksim edilmek üzere 40.000 kuruş gönderildi. Ancak, onların Kütahya’dan hareketlerinden evvel yetiştirilemeyeceğinden, paranın Gemlik’e gönderilmesine karar verildi.[115] Diğer taraftan, mültecilerin İngiltere ve Amerika’dan hangisine gideceklerse, ona göre Tersane-i Âmire’den Gemlik İskelesi’ne bir vapur gönderilmesi için Kaptan Paşa’ya emir yazıldı.[116]

Macar ve Polonyalı ihtilalcilerin Osmanlı Devleti’ne ilticasıyla Avrupa’nın bütün dikkati yine kendisinin üzerine odaklanmıştı. Yukarıda da değinildiği gibi, mülteciler meselesinin çözümünde Tanzimat Dönemi devlet ricali büyük bir başarı göstermiştir. Osmanlı hariciyesinin o zaman parlamaya başlayan yıldızlarından Fuad Efendi, Petersburg’ta devletlerarası diplomaside ne kadar yetenekli ve aynı zamanda ince ve pratik zekaya sahip olduğunu ispatlamıştır. Reşid Paşa ise, ileri görüşlülüğü, zekası ve almış olduğu eğitimle dönemin önde gelen simalarındandı. Paşa, Macar ve Polonyalıların Osmanlı ülkesine iltica etmek üzere sınıra geldikleri haberini aldığı zaman, bu gelişmeden memnun kalmıştı. Zira, mutlakiyet rejimine karşı mücadele veren bu kişileri kabul ve himaye etmek suretiyle, Avrupa’ya özgürlüğün koruyucusu imajı verilmiş olunacaktı. Daha Paris ve Londra elçilikleri sırasında Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti lehine çevirmek için yoğun çaba göstermişti. Macar ve Polonyalı mültecileri kabul etmekle de, hem Avrupa’da Osmanlı Devleti için olumlu bir hava, hem de ezeli düşman Rusya’ya karşı Avrupa’nın desteğinin kazanılacağını biliyordu. Bu sebepledir ki, Rusya ve Avusturya’nın her türlü tehdit ve istekleri karşısında değişmez bir tutumu ortaya koydu. Öte yandan Sultan Abdülmecid, zikredilen devletlerin, mültecilerin kendilerine iade edilmeleri için, Bâbıâli üzerinde yoğun baskı kurdukları dönemde şu deklarasyonu yayınladı: “Tacımı veririm, tahtımı veririm fakat, devletime sığınanları asla geri vermem.” Bu deklarasyon, mültecilerin Sultan’a büyük sevgi duymalarını sağladığı gibi, Batı Avrupa’da da geniş yankı uyandırmıştı.

Gerek Kossuth’un elimizdeki mektupları gerekse mültecilerin hatıralarından Türklerin kendilerine gösterdiği üstün misafirperverliğin onların üzerinde memnuniyet verici bir etki bıraktığı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Kossuth Osmanlı Devleti’nden ayrıldıktan sonra İngiltere’ye gitmişti. İngiltere’de yaptığı konuşmada hayatını güvence altına alan ve kendisini düşmanlarına teslim etmeyen Türkleri şu şekilde övmüştü: “Bugünkü hayatım ve hürriyetime sahipliğim Avusturya ile Rusya’nın tehditlerine, baskılarına rağmen beni ve arkadaşlarımı muhafaza eden Türkler sayesindedir. O Türkler ki, yüksek hislerle ve insan haklarına saygılı oluşları ile tüm tehditlere boyun eğmediler. Türk milleti bu yönüyle üstün bir güce sahiptir. Türkiye’nin bugün ve istikbalde mevcut olması Avrupa’nın ve insanlık aleminin yararınadır. Ben, Türklerden gördüğüm lütuf ve saygının hatıralarıyla yaşayacağım.”

Osmanlı Devleti’nin mültecilere bu sıcak yaklaşımı, hürriyet ve insan haklarının bu denli savunucu rolünü üstlenmesi İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde geniş yankı uyandırmasına sebep olmuştu. Nitekim Okyanusun öteki kıyısında bulunan ve o sıralarda Avrupa’daki gelişmelere ilgi duymayan Amerika Hükümeti, Washington’a gönderilen Osmanlı elçisini sıcak bir şekilde karşılamıştı. ABD Başkanı Taylor, elçiyi kabulünde Sultan’ın mülteciler meselesinde ortaya koyduğu tavırla başta Amerikan halkı olmak üzere bütün aydın ülkelerin sempatisini kazandığını söylemişti. Aynı şekilde Avrupa basını, mülteciler meselesinden dolayı Osmanlı Devleti için sempati, Avusturya ve Rusya için de antipati oluşturmak amacıyla etkili yayınlar yapıyorlardı.

Bâbıâli’nin mültecileri iade etmemedeki kararlı tutumu ve Avrupa kamuoyunda oluşan olumlu hava Rusya ve Avusturya’yı geri adım atmağa zorlamıştır. Nitekim uluslararası konjoktürün tamamen aleyhlerine döndüğünü gören adı geçen devletler, başlangıçtaki tekliflerinden vaz geçmenin ve daha ılımlı tekliflerde bulunmanın mantıklı olacağını anlamışlardı. Bu devletlerin geri adım atması ve Osmanlı Devleti ile kestikleri siyasi münasebetleri yeniden kurmaları, Bâbıâli’nin kazandığı büyük diplomatik başarı olarak değerlendirilebilir. Çünkü şimdiye kadar özellikle Rusya, haklı veya haksız her istediğini Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmiş, ancak bu kez bunu başaramamıştı. Ayrıca bu meselede İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti ile kavlen ve fiilen müttefik olarak hareket etmeleri Kırım Savaşı’nda bu üç devletin güç birliği edeceklerinin ilk işareti olarak da kabul edilebilir.

Dr. Bayram NAZIR

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 813-825


Dipnotlar:
[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Nazır, Mülteciler Meselesi 1849-1851, basılmamış doktora tezi, Erzurum 1999.
[2] Joseph Hutter, Von Orsova bis Kiutahia, Braunschweig 1851, s3-4.
[3] Vahot Imrefi, Die Ungarischen Flüchtlinge in der Türkei, Leipzig 1851, s. 1.
[4] Imrefi, aynı eser, s. 3.
[5] Imrefi, aynı eser, s. 6.
[6] Imrefi, aynı eser, s. 28.
[7] Philipp Korn, Kossuth und die Ungarn in der Türkei, Hamburg und New York 1851, s. 41.
[8] K. M. Pataky, Bem in Siebenbürgen zur Geschichte des Ungarischen Kriges 1848 und 1849, Leipzig 1850, s. 124.
[9] Korn, aynı eser, s. 40.
[10] Imrefi’nin kanaatine göre, başarının neredeyse imkansız olduğu bir gerçekken, Görgei’den böyle bir işi başarmasını beklemek iyimserlikten başka bir şey değildir. Herkesin suçlu olduğu böyle bir ortamda onu ihanetle suçlarken dikkatli olunması gerektiğini belirtir (Imrefi, aynı eser, s. 29-30). Ona göre, her şeyin kaybedildiği böyle bir ortamda suçu sadece kumandanlara yüklemek doğru değildir. Zira, birisi savaşın kaybedilme nedeni olarak kararsız, zayıf ve şaşkın sivil yönetimi suçlarken öteki de, suçu orduları birleştirmekte geç kalan; hatta, Temaşvar yenilgisinden sonra bu birleşmeyi yapması gerekirken yapmayan Görgei’yi suçlayabilirdi. Bir başkası da Görgei’yi beklemeyip ordunun dağılmasına neden olan ve dolayısıyla savaşı kayb eden Dembinski ve Bem ikilisini suçlayabilirdi (Imrefi, aynı eser, s. 4-5).
[11] Imrefi, aynı eser, s. 25.
[12] Imrefi, aynı eser, s. 7.
[13] BOA., DUİT., 75-1/13-2 Fuad Efendi’nin Sadâret’e gönderdiği 7 N 65/27 Temmuz 1849 tarihli tahrirat.
[14] BOA., DUİT., 75-1/13-2 Fuad Efendi’nin Sadâret’e gönderdiği 7 N 65/27 Temmuz 1849 tarihli tahrirat.
[15] BOA., DUİT., 75-1/13-2.
[16] BAO., BEO., A. MKT. 220-28.
[17] BOA., DUİT., 75-1/5-1 Sadâret’in Mâbeyn’e takdîm ettiği 4 L 65/23 Ağustos 1849 tarihli arz tezkiresi.
[18] Imrefi, aynı eser, s. 21.
[19] Ömer Lütfi Paşa, Almanya’da mühendislik tahsil ederken Osmanlı Devleti’ne gelip Müslüman olmuş ve askerliğe girerek Binbaşı rütbesini almıştır. Daha sonra çeşitli askeri  kademelerde görev aldıktan sonra 1848 Avrupa İhtilalleri dolayısıyla Eflak ve Boğdan’a tayin edilmiştir. Haziran 1849’da Vezir rütbesiyle, Rumeli Ordu-yı Hümayunu Müşiri oldu. 1854’te Kırım Savaşı’nda Başkomutanlığa getirilmiştir. (Ömer Paşa’nın Kırım Savaşı’ndaki Serdar-ı Ekremliği için bkz. Laurence Oliphant; The Trans Caucasion Campaign of The Türkish Army under Omer Pasha, Edinburg 1856) Mayıs 1861’de ikinci defa Rumeli Müşiri ve Bosna’ya müfettiş olarak tayin edildi. Daha sonra devletin bir çok kademesinde görev yapan Ömer Paşa, 24 Nisan 1871’de vefat etmiştir (Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-Âlâm, İstanbul 1314, V, s. 3218).
[20] BAO., BEO., A. MKT., 222-18.
[21] Temmuz başında Peşte’den Segedin’e gelirken çocuklarını yanına almamıştı. Çocuklarını bir ormanın kenarında saklamış ve onlara bakma sözü veren Mator adlı bir köylüye teslim etmişti. Imrefi’ye göre, Kossuth ve eşi Theresia, Macaristan’ın zaferi durumunda ileride çocuklarını yanlarına alacaklardı. Mağlubiyet durumunda ise babalarının suçlarından dolayı çocuklarının cezalandırılmamaları ümidiyle Avusturya imparatorunun insafına bırakıyorlardı (Imrefi, aynı eser, s. 31).
[22] Kossuth, eşiyle vedalaşırken şu sözleri söylemişti: “Ben insan ve vatandaş olarak vatanını kurtarmak için elimden gelen herşeyi yaptım ve vicdanım, görevimi yerine getirmediğim için beni kesinlikle suçlayamaz” (Imrefi, aynı eser, s. 31).
[23] Korn, aynı eser, s. 35; Imrefi, aynı eser, s. 34.
[24] Imrefi, aynı eser, s. 36.
[25] Imrefi, aynı eser, s. 36.
[26] Imrefi, aynı eser, s. 36.
[27] BAO., DUİT, 75-1/11-7; Ahmed Refik, Türkiye’de Mülteciler meselesi, İstanbul 1926, s. 44-45; Abdullah Saydam, “Osmanlıların Siyasî İlticalara Bakışı ya da 1849 Macar-Leh Mültecileri Meselesi”, Belleten, LXI/231, Ağustos 1997, s. 350.
[28] Bu isimler arasında özellikle Kmety’nin Osmanlı Devleti’ne iltica etmesinin ilginç bir hikayesi vardır. Şöyleki, Temeşvar’da dağılan Macar ordusundan en iyi durumda kalan Kmety’nin birliği olmuştu. Macar ordusunun kalıntıları, Lugos’a geri çekilirken onun birliği Erdel’e çekilmişti. Bem ve Guyon’un birliklerinden arta kalanlar geri çekilirken 80.000 kişilik Rus ve Avusturya ordusu bunları yok etmek amacıyla iki yönden onları takip ediyordu. Bunun üzerine Kmety, birkaç bin kişiden oluşan birliği ile önce Lugos’un dışında ve daha sonra da içinde adı geçen devletlerin orduları önüne çıktı. Kendisinden yaklaşık 20 kat daha güçlü olan düşmanı yarım gün oyalamayı başardı. Böylece Bem ve Guyon’un birlikleri kurtulmuş oldu. Görevini bu şekilde başarıyla tamamlayan general, ordusunun geri çekilmesinden sonra kendisini zor kurtarabildi. Bir yaveri ile birlikte sarp yollardan geçip Merul adlı bir Eflak köyüne geldiler. Kmety, adı geçen köye vardıktan hemen sonra halk tarafından çembere alındı. Onların atlarına el konulduğu için kaçma şanları da kalmadı. Köylüler kendi aralarından Kmety ve arkadaşlarına nasıl bir ölüm cezası vereceklerini tartışıyorlardı. Köylülerden birisi onları Avusturya ordusuna teslim etmeyi önerdi. Fakat bu fikir cezanın hafif olacağı gerekçesiyle kabul görmedi. Başka birisi onların yavaş yavaş ölmesi gerektiğini bu sebeple de etlerinin parçalanması gerektiği fikrini ortaya atmıştı. Diğer birisi de büyük bir mezar açılıp onları canlı canlı gömmeyi teklif ediyordu. Bazıları da onların asılması gerektiğini söylüyordu. Köylülerin büyük çoğunluğu son teklifi yani asılmaları isteğinin yerine getirilmesini uygun buldu. Onların asılmasına karar veren Merul köylüleri içlerinden bu infazı kimin yerine getireceği konusunda ihtilafa düştüler. Bu görevi kimse üzerine almak istemiyordu. Bu yüzden tutukluları bir domuz damına kapatıp sonra da bu damı yakmaya karar verdiler. Gerçekten de verilen bu karar uygulanmaya kondu. Kmety ve arkadaşları domuz damına kapatıldılar ve dam alttan ve üsten ateşe verildi. Fakat tam bu sırada Bem’in öncü kuvvetlerinin yetişmesiyle general ve beraberindekiler bu korkunç ölümden kurtuldular. (Imrefi, aynı eser, s. 54-59).
[29] Hutter, aynı eser, s. 36; Imrefi, aynı eser, s. 53.
[30] Hutter, aynı eser, s. 38.
[31] BOA., İra. Har. 3051.
[32] BOA., DUİT., 75-1/11-3 Fuad Efendi’nin Sadâret’e takdim ettiği 7 L 65/26 Ağustos 1849 tarihli tahrirat.
[33] BOA., DUİT., 75-1/11-3.
[34] Korn, aynı eser, s. 65; Hutter, aynı eser, s. 45.
[35] Hutter, aynı eser, s. 45.
[36] Hutter, aynı eser, s. 44-45.
[37] Charles d’Eszlary, “L’émigration hongroise de Louis Kossuth en Turque entre 1849-1850”, Türk Tarih Kongresi, IV, (20-26 Ekim 1961), Ankara 1967, s. 437.
[38] Hutter, mültecilerin Vidin’e gelmelerinden sonra daha önce çok ucuz olan sebze fiyatlarında anormal bir yükseliş olduğunu belirtir. Örneğin, mültecilerin şehre geldikleri gün 10 para olan üzümün kilosu bir iki gün sonra 20 paraya çıkmıştı. Fiyat tarifelerindeki bu anormal artış üreticileri sevindirirken, doğal olarak halk tarafından pek hoş karşılanmıyordu. Bununla birlikte, bu anormal yükselişe rağmen, mültecilere buradaki fiyatlar, yaşadıkları ülkeye nazaran çok ucuz geliyordu (Hutter, aynı eser, s. 38-39).
[39] Istvan Hajnal, Kossuth-Emigracio Törökorszgban, Budapest 1927, belge no: 14, s. 462, Bem’in Kossuth’a 30 Ağustos 1849 tarihli mektubu; Eszlary, aynı makale, s. 437.
[40] Hutter, aynı eser, s. 54.
[41] Hajnal, aynı eser, s. 43 (Vidin kampındaki mültecilerin gündelik hayatı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Nazır, aynı eser, s. 34-37).
[42] Imrefi, aynı eser, s. 94.
[43] Imrefi, aynı eser, s. 99; Imrefi, aynı eser, s. 84; Hajnal, aynı eser, belge no: 24, s. 481-486.
[44] Imrefi, aynı eser, s. 189 Din değiştirenlerin sayısı hakkında kaynaklar muhtelif rakamlar vermektedir. Biz, Imrefi’nin verdiği sayıyı esas aldık. Hutter’in verdiği rakamlar için bkz. Hutter, aynı eser, s. 63, keza aynı konu için bkz. Korn, aynı eser, s. 97.
[45] Korn, aynı eser, s. 96.
[46] BOA., DUİT., 75-1/41-2; Hutter, aynı eser, s. 68; Imrefi, aynı eser, s. 206; Eszlary, aynı makale, s. 439 Bu gemilerin isimleri “Magyar” ve “Ludwig” idi. (Imrefi, aynı eser, 205).
[47] Imrefi, aynı eser, s. 206.
[48] BOA., DUİt., 75-1/41-2; Hutter, aynı eser, s. 68; Imrefi, aynı eser, s. 206.
[49] Hutter, aynı eser, s. 69.
[50] BOA., DUİT., 75-1/41-6, Mîralây İsmail Bey’in Sadâret’e takdim ettiği 5 Z 65/22 Ekim 1849 tarihli tahrîrâtı; Istvan Deak, Die Rechtmässige Revolution, Budapest 1989, s. 284; Harold Temperley, England and The Near East The Crimea, London1936, s. 268; Stanley Lane Poole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Anıları, (çev. Can Yücel) Ankara 1988, s. 107; Nejat Göyünç, “1849 Macar Mültecileri ve Bunların Kütahya ve Halep’e Yerleştirilmeleri İle İlgili Talimatlar”, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk-Macar Kültür Münasebetleri Işığı Altında II. Rakoczi Ferenc ve Macar Mültecileri Sempozyumu, (İstanbul, 1976) s. 175; Hutter, aynı eser, s. 68; Korn, aynı eser, s. 112.
[51] BOA., DUİT., 75-1/22-2, Vidin Vâlisi Ziya Paşa’nın Sadârete takdim ettiği 22 Ş 65/10 Eylül 1849 tarihli şukka.
[52] BOA., DUİT., 75-1/22-2.
[53] BOA., A. AMD., 10-72, 1265. 10. 29; DUİT., 75-1/22-1, Sadrazamın Mâbeyn’e takdim ettiği 29 Ş 65/17 Eylül 1849.
[54] BOA., DUİT., 75-1/23, Fuad Efendi’nin Sadâret’e takdim ettiği 27 Ş 65/15 Eylül 1849 tarihli tahrîrât.
[55] BOA., DUİT., 75-1/30-1; Refik, aynı eser, s. 74.
[56] Eszlary, aynı makale, s. 442.
[57] Hajnal, aynı eser, belge no: 43, s. 521.
[58] BOA., DUİT., 75-1/47-2.
[59] Şumnu’da en rahat ve en güzel ev, Kossuth’a tahsis edilmişti. Maviye boyanmış bu ev, kabul, çalışma ve yatak odaları ile bir mutfaktan oluşuyordu. aynı zamanda bu eve bir de hizmetçi tayin edilmişti. Evde Kossuth’la beraber yaveriyle tercümanı da bulunuyordu. Kossuth, bu evde çalışıyor ve mülteciler için İstanbul’a ve öteki Avrupa başkentlerine mektuplar gönderiyordu. İmrefi, Kossuth’un kaldığı evi lüks olarak nitelendirir ve bir zamanların Macaristan devlet başkanının bu evde rahat ve sade bir hayat sürdürdüğünü belirtir (Imrefi, aynı eser, s. 218).
[60] Hajnal, aynı eser, belge no: 50, s. 541 Gyula Andrassy’nin Kossuth’a gönderdiği 19 Kasım 1849 tarihli mektup.
[61] BOA., DUİT., 75-1/46; Hajnal, aynı eser, belge no: 155, s. 722; Refik, aynı eser, s. 123-124.
[62] BOA., DUİT., 75-1/46; BEO. A. DVN. DVE 14-89; Hajnal, aynı eser, belge no: 158, s. 776; Refik, aynı eser, s. 131-132.
[63] Mektubun en ilginç yeri, mültecilerin Osmanlı Devleti’ni Avusturya’ya karşı savaşa çağırmalarını dile getiren şu satırlardı: “Her an Türk toplarının sesini duymayı bekliyoruz. Eski zamanlarda olduğu gibi Viyana surları önünde Macar yurtseverlerinin bayraklarıyla Osmanlı bayraklarının bir arada dalgalandığı zamanı özlüyoruz. Dağlar Erdel tepelerinde hilalin dalgalanmasını görme ümidi içerisinde” (Hajnal, aynı eser, belge no51, s. 545).
[64] Hajnal, aynı eser, belge no: 98, s. 649.
[65] Korn, aynı eser, s. 164; Imrefi, aynı eser, s. 225.
[66] BOA., HR. MKT., 28-100.
[67] BOA., HR. MKT., 29-60.
[68] BOA., DUİT., 75-1/59-1 Sadâret’in Mâbeyn’e takdîm ettiği 7 S 66/23 Aralık 1849 tarihli arz tezkiresi; İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, I, İstanbul, 1982, s. 652; Ahmed Refik, aynı eser, s. 146.
[69] Imrefi, aynı eser, s. 230.
[70] BOA., DUİT., 75-1/13-3.
[71] Harold Temperley, England and The Near East The Crimea, London 1936, s. 262; Korn Philipp aynı eser, s. 175; Hajnal, aynı eser, belge no: 139 s. 726, Rusların tutumu ve Radziwill’in vardığına dair Avusturya elçisi Stürmer’in 5 Eylül 1849 tarihli raporu.
[72] Mehmed Galib, “Leh ve Macar Mültecilerine Ait Vesâik”, Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 40, 22 C 1327/9 Temmuz 1909, s. 4-5.
[73] BOA., AFTE, 1-41; Mehmed Galib, “Leh ve Macar Mültecileri”, Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 60, 13 B 1327/30 Temmuz 1909, s. 4; Mehmed Memduh, aynı eser, s. 107-108; Bapst, aynı eser, s. 87-88.
[74] Hajnal, aynı eser, belge no: 134, s. 714.
[75] BOA., DUİT, 75-1/9-3; Hajnal, aynı eser, belge no; 134, s. 716-717 Stürmer’in Âlî Paşa’ya takdîm ettiği 29 Ağustos 1849 tarihli nota.
[76] BOA., DUİT., 75-1/9-1; Ahmed Refik, aynı eser, s. 37-38.
[77] BOA., DUİT., 75-1/9-1; Ahmed Refik, aynı eser, s. 37-38; Saydam, aynı makale, s. 362-363.
[78] BOA., DUİT., 75-1/18-1.
[79] BOA., DUİT., 75-1/18-1.
[80] BOA., DUİT., 75-1/18-1; BEO. A. MKT. MHM., 17-16; Mehmed Galib, “Leh ve Macar Mültecileri”, Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 42, 24 C 1327/11 Temmuz 1849, s. 4; Ahmed Refik, aynı eser, s. 61-62.
[81] BOA., DUİT., 75-1/18-4; Ahmed Refik, aynı eser, s. 76; Ahmed Refik, “Fuad Efendi’nin Çar Birinci Nikola ile Mülâkâtı, Türk Tarih-i Encümeni Mecmûası, 12, (1311), s. 370.
[82] BOA., DUİT., 75-1/20-2; Ahmed Refik, aynı eser, s. 52; Ahmed Refik, aynı makale, s. 361; Hajnal, aynı eser, belge no: 145, s. 746.
[83] Hajnal, aynı eser, belge no: 146, s. 750.
[84] Temperley, aynı eser, s. 262; Bapst, aynı eser, s. 95.
[85] BOA., DUİT., 75-1/17-1; Ahmed Refik, aynı eser, s 71; Ahmed, aynı makale, s. s. 366; Mahmud Kemal, aynı eser, s. 151.
[86] BOA., DUİT., 75-1/18-1; BEO. A. MKT. MHM. 17-16; Mehmed Galib, “Leh ve Macar Mültecileri” Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 42, 24 C 1327/11 Temmuz 1909, s. 5; Ahmed       Refik, aynı eser, s. 60;
[87] BOA., DUİT., 75-1/26-2 Fuad Efendi’nin Sadâret’e takdim ettiği 2 ZA 65/19Eylül 1849 tarihli tahrîrât.
[88] BOA., DUİT., 75-1/40-2; Hajnal, aynı eser, belge no: 208, s. 865 Avusturya elçisi Boul’un 14 Ekim 1849 tarihli raporu.
[89] Hajnal, aynı eser, belge no: 209, s. 869.
[90] Imrefi, aynı eser, s. 207.
[91] BOA., DUİT., 75-1/42-3; Mehmed Galib, “Leh ve Macar Mültecileri”, Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 45, 26 C 1327/14 Temmuz 1909, s. 5; Ahmed Refik, aynı eser, s. 88; Ahmed Refik, aynı makale, s. 379; Mehmed Memduh, aynı eser, s. 117. Temperley, eserinde İmparator’un Fuad Efendi’yi 7 Ekim’de kabul ettiğini yazar ki, bu tarih yalnıştır (Temperley, aynı eser, s. 262).
[92] BOA., DUİT., 75-1/42-3; Mehmed Galib, Yeni Tasvir-i Efkâr, Nr. 46, 27 C 1327/15 Temmuz 1909, s. 4; Ahmed Refik, aynı eser,  s. 89-90; Ahmed Refik, aynı makale, s. 379; Mehmed Memduh, aynı eser, s. 118-119.
[93] Bapst, aynı eser, s. 112.
[94] Imrefi, aynı eser, s. 209.
[95] BOA., DUİT., 75-1/59-5; Ahmed Refik, aynı eser, s. 147; Ahmed Refik, aynı makale, s. 25; Hajnal, aynı eser, belge no: 164, s. 787.
[96] BOA., DUİT., 75-2/26-1.
[97] BOA., DUİT., 75-1/48-2 Kaptan Paşa’nın Sadâret’e takdim ettiği 27 Z 65/13 Kasım 1849 tarihli tezkire.
[98] BOA., DUİT., 75-1/59-1; Ahmed Refik, aynı eser, s. 145.
[99] Hutter, Kossuth’un beklenmesi sırasında bir idam mahkumunun, idam edileceği yere geç gelmesinde oluşan uğultular gibi bir uğultunun oluştuğundan bahseder (Hutter, aynı eser, s. 148).
[100] Korn, aynı eser, s. 187; Imrefi, aynı eser, s. 231; Hutter, aynı eser, s. 148-149. Kossuth’un mültecilere hitaben yaptığı bu konuşma, mültecilerin hatıratlarında değişik ifadelerle yer almaktadır. Biz, burada Korn’in hatıratında geçen konuşma metnini esas aldık.
[101] Hutter, aynı eser, s. 150; Korn, aynı eser, s. 188; Imrefi, aynı eser, s. 231.
[102] Korn, aynı eser, s. 188.
[103] BOA., DUİT., 75-2/39-2 Miralay Süleyman Refik Bey’in Sadâret’e takdim ettiği Gurre C 66/14 Nisan 1850 tarihli tahrîrât; Imrefi, aynı eser, s. 268; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 277.
[104] BOA., DUİT., 75-2/23-1 Sadâretin Mâbeyn’e takdîm ettiği 2 CA 66/16 Mart 1850 tarihli arz tezkiresi.
[105] BOA., DUİT., 75-2/49-2, Süleyman Refik’in Seraskerliğe takdîm ettiği 11 Ş 66/22 Haziran 1850 tarihli arîza; Ahmed Refik, aynı eser, s. 190.
[106] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Nazır, “Lajos Kossuth’u Kütahya’dan Kaçırma Girişimleri ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı Tedbirler”. Bu bildiri Macar özgür savaşının 150. yıl dönümü dolayısıyla Mayıs 1999’da Pudapeşte’de düzenlenen sempozyumda sunulmuştur.
[107] Ahmed Refik, aynı eser, s. 213.
[108] “…her ne demişler ise kendilerine râci olacağı…” Ahmed, Refik, aynı eser, s. 214 Sadâret’in Mâbeyn’e takdîm ettiği 23 C 67/25 Nisan 1851 tarihli arz tezkiresi.
[109] Ahmed Refik, aynı eser, s. 213-214.
[110] BOA., BEO., A. MKT. UM 65-28 Süleyman Refik Bey’in Sadâret’e gönderdiği 28 Ş 67/28 Haziran 1850 tarihli tahriratı.
[111] Ahmed Refik, aynı eser, s. 233.
[112] BOA., BEO. A. MKT. UM Süleyman Refik Bey’in Sadâret’e takdim ettiği 4 ZA 67/31 Ağustos 1851 tarihli tahrîrât.
[113] Ahmed Refik, aynı eser, s. 233
[114] Ahmed Refik, aynı eser, s. 233
[115] Ahmed Refik, aynı eser, s. 234
[116] Ahmed Refik, aynı eser, s. 234
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.