Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Lozan’ı Nasıl Harcadık?

0 15.024

Prof. Dr. Cihan DURA

I) Kasım 1922… Lozan Konferansı…

İsmet Paşa korkunç bir diplomatik savaş vermekte… Kime karşı? Bir tür yumuşatılmış Sevr koşullarını birleşik bir cephe halinde Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışan İngiltere, Fransa, İtalya gibi emperyalist ülke temsilcilerine karşı!…

Bir akşam, İngiltere temsilcisi ve Konferans Başkanı Lord Curzon, ABD temsilcisi Mr. Child ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyaret eder. Havadan sudan konuştuktan sonra Lord Curzon asıl konuya gelir, konferansın iyi gitmediğinden şikâyet eder ve ayrılmadan önce tane tane, üstüne basa basa şunları söyler: 

“Bir neticeye varacağız ama, biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Her dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyor, hepsini reddediyorsunuz.

En sonunda şu kanaata vardık ki ne reddederseniz, her birini cebimize atıyoruz.

Ülkeniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende vardır, bir de şu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz, hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız, harap bir ülkeyi nasıl kurtaracaksınız?

İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size gösterecek, önünüze koyacağız.”

İsmet Paşa bu dehşet verici sözleri unutmayacaktır.

Parasız, yoksul Türkiye Lord Curzon’ların önünde diz çökmeden kalkınabilir miydi? Nasıl kalkınırdı?[1]

Yukardaki anekdotu Turgut Özakman’ın “Cumhuriyet: Türk Mucizesi” kitabından özetledim. Değerli yazarımız ekliyor: “İsmet Paşa bu dehşet verici sözleri hiçbir zaman unutmadı”. Burada duralım. Doğru mu bu, bence değil. Hadiseler Sayın Özakman’ın bu tespitini yalanlıyor. Şöyle ki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Lord Curzon (Kürzın)’ın o “dehşet verici sözler”ini kısa sürede unuttu. Bugün içine düşmüş bulunduğumuz trajik durumu yaratan sürecin ilk safhalarını ne yazık ki İsmet İnönü başlattı.

II) Bir yazarımız, söz konusu sureci şöyle özetliyor[2]:

Lord Curzon’ın tehdidinden kendisine ders çıkarması ve devleti yönetme sırası kendisine geldiğinde ona göre politikalar uygulaması icap eden İnönü, gerekenin tam tersini yaptı ve Curzon’ın tehdidinin gerçekleşmesine sebep olacak süreci başlattı: ABD’ye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı, ABD ve sonrasında diğer Batılı devletlerle borçlanma anlaşmalarını, eğitim anlaşmalarını, askerî işbirliği anlaşmalarını bizzat kendisi yaptı.

Ardından gelen iktidarlar da (A. Menderes, S. Demirel, K. Evren, T. Özal, B. Ecevit, R. T. Erdoğan,…) İsmet İnönü’den hiç geri kalmadılar, hatta daha ileri gittiler; kimi Atatürkçülük adına, kimi milliyetçilik adına, kimi din adına, kim sağ, kimi sol adına… Ama hep Türk Milletinin zararına olan bir süreci durmaksızın işlettiler.

2012 yılına geldiğimizde ise elimizde cari açığı had safhaya ulaşmış, Batı’nın –gökte ararken yerde bulduğu- AKP iktidarı sürsün diye ekonomimize akıttığı sıcak para ile dönen, üretmeden tüketen, ABD’nin Ortadoğu’daki karakolu, emireri durumuna düşmüş bir Türkiye var. Üstelik tam da Lord Curzon’ın dediği gibi “savaşarak kazandığı ne varsa, masada birer birer geri veren bir Türkiye!…

III) Ben İsmet Paşa dönemindeki geri dönüşleri biraz ayrıntılamak isterim:

1945-47 yılları… CHP iktidarda… Cumhurbaşkanı İsmet İnönü… Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri ülkemizde… Türkiye IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. Türkiye ve ABD arasında askerî ve ekonomik temaslar başlıyor. Dostluk derneği kuruluyor. Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giymeye başlıyor. Bakın, CHP Hükümeti Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin’in şu söylediğine: “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.”

12 Temmuz 1947… İsmet Paşa, ünlü “Beyannamesi”ni yayınlar ve “müjde”yi verir: Türkiye demokrasi rejimine geçecektir. Demokrasinin önündeki engeller kaldırılacaktır. Aynı gün ABD ile bir antlaşma imzalanıyor.

ABD ile 1947 Antlaşması (Truman Doktrini)… “ABD’nin dünya egemenliği” doktrini olan Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı”, ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırıyor. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırılıyor. 1923-1938 Türkiyesi’nde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa yıkılmaya başlıyor, ters yüz ediliyor: Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuluyor. ABD ile ikili antlaşmalar yapılıyor. Siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülenip, giderek yok ediliyor. Millî eğitimimize, ulusal olmaktan çıkarılıp, Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırılıyor. “Atatürk Devrimleri”nin birinci güvencesi olan köy enstitülerinin kapatılması süreci başlatılıyor. Yerine imam-hatip okulları açılıyor. Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırılıyor. Ekonomi IMF’nin kıskacına sokuluyor. Dış borçlanma başlatılıyor, CHP Hükümeti ABD’den borç talep ediyor. Ulaştırmada demiryolları terk ediliyor, karayoluna ağırlık veriliyor. Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapılıyor. İrtica yeniden harekete geçiyor.

IV) Tabiî “imam böyle yaparsa cemaat ne yapmaz” misali, CHP’den sonra gelenler daha fazlasını yaptılar. Ve sonuç: Bugünkü Türkiye ekonomisi!… Tarımımız gerilemiş. Tarım ürünlerinde, enerjide, birçok ara malda dışa bağımlıyız. İmalat sanayimiz, en stratejik sektörlerimiz özelleştirmeler yoluyla hızla yabancı güçlerin eline geçmiş, geçiyor. İletişim sektörümüzde yabancı payı çok yüksek. Bankacılık sektörünün yarısı, borsanın yarıdan fazlası yabancıların elinde… Ekonomi sıcak para girmediği anda duruyor. Ödenmesi gereken ağır dış borçlar, faizleri var. Halkımız ancak borçlanarak yaşamını sürdürüyor. Topraklarımız, dolar karşılığı satıldığından, giderek yabancıların eline geçiyor.

Yaşar N. Öztürk milletimize bu düşkünlükleri reva görenleri “imkân yiyici” olarak yaftalıyor: “Atatürk çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı, Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalardı: epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve Türkiye’yi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler.[3]

Türkiye’nin bu trajik serüveninden, yarım kalan devriminden, kısacası “Lozan’ın harcanması”ndan pek çok sonuç çıkarılabilir. Ben önemli gördüğüm ikisini kaydetmekle yetineceğim. Birincisi, Türkiye’nin bugün geldiği tehlikeli noktanın müsebbibi, bazı beyinsizlerin iddia ettiği gibi asla Atatürkçülük değildir. Tam tersine, Türkiye’nin Atatürk yolundan saptırılmış olmasıdır. Atatürk ilkeleri, adam gibi uygulanmadı ki sorumlu olsun. İkincisi, devlet hayatında gerileyiş ve sonunda çöküş çok ufak ilerleyişlerle olabiliyor. Türkiye’de her gelen iktidar, hükümetler, koalisyonlar Cumhuriyet kalesinden birkaç tuğla sökmüştür. Böyle söküle söküle işte bugünkü duruma gelinmiştir. Kale düşmanlara tamamen açılmıştır. Şu ünlü söz çok daha isabetle anlatacaktır ne demek istediğimi:

Taşı delen suyun şiddeti değil, damlaların devamlılığıdır.

Kaynak: http://www.cihandura.com


[1] Turgut Özakman, Cumhuriyet: Türk Mucizesi,1. cilt,Bilgi Yayınevi, Ank., 2009, ss.199-200, 389.

[2] Aslı K. Demircan, Yeniçağ, 4.3.2012.

[3] Yaşar N. Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış, Yeni Boyut, İst., 2012, S.425.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.