1.Giriş
Grönland’ı keşfeden Kızıl Erik’in cesur oğlu Leif Erikson’un, M.S. 1000’in başlarında Baffin Adası, Labrador ve Newfoundland’a yaptığı seferleri (Martin vd. 1989: 11) bir tarafa koyarsak, M.S. XV. yüzyılın sonları ve XVI. yüzyılın muhtelif zamanlarında (Martin vd. 1989: 15-21) altın ve şöhret peşinde koşan Avrupalı maceraperest kâşiflerin politik ya da şahsî çıkarlar amacıyla gerçekleştirdikleri bir dizi deniz seferi sonucunda, Yeni Kıta olarak da bilinen Amerika kıtası kesin olarak keşfedilmiş; İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi dönemin kolonizatör devletleri hiç vakit kaybetmeden bu devasa coğrafyayı hızla sömürgeleştirmeye başlamışlardı. Yeni Kıta’nın yerli ahalisinin kim olduğu, menşei, nereden geldiği ise sömürgeciler için tam bir muamma olmuş ve bu hususta türlü varsayımlar üretilmişti. Bazıları onları Kayıp Kıta Atlantis ile Kayıp Kıta Lemurya ya da Mu’nun ahalileriyle bağlantılandırmış, kimileri onları kayıp on Yahudi kabilesi, kimileri Mısırlılar, kimileri de Kartacalılar ve Fenikeliler gibi eski denizci topluluklarla ilişkilendirmişlerdi (Oswalt-Neely 1996: 910). Fakat bilhassa XX. yüzyıllarda yaşanan bilimsel gelişmeler, ilk kez 1570′ de Peru’ya giden bir Cizvit misyoneri Peder Joseph de Acosta’nın öne sürdüğü basit senaryoyu (Oswalt-Neely 1996: 10) teyit eder nitelikte sonuçlar sunmuş; yani Yeni Dünya’nın ilk yerleşimcilerinin, Asya’nın kuzeyinden bir “kara köprüsü” vasıtasıyla Amerika Kıtası’nın kuzeyine geçtikleri tezi genel itibariyle kabul görmüştür.
Bilim adamları kadim zamanlarda Asya’dan Amerika Kıtası’na yapılan göç hareketini genel olarak 3 ana döneme ayırmaktadırlar (Moritt 2011: 1):
- En erken göç hareketi tahminen günümüzden 40.000 – 20.000 sene önce avcı-toplayıcıların küçük-gruplar hâlinde gerçekleştirmiş oldukları ilk dalga.
- Günümüzden 20000 – 15000 sene önce gerçekleşen ikinci göç dalgası. Asya’dan gelen kitleler bu defa oldukça kalabalıktı ve Yeni Kıta’da insan yapımı ilkel aletler ilk kez bu göçle birlikte görülmeye başlandı – çift taraflı mızrak ucu ya da bıçak gibi.
- Günümüzden 15000 – 8000 yıl önce gerçekleşen son dalga. Yeni Kıta’da büyük hayvan avlarının yapılmaya başlandığı dönem. Büyük hayvan avlarının yapıldığı bu 3. döneme ilişkin arkeolojik materyal daha detaylıdır. Av için kullanılan mızrak ya da bıçak uçlarının şekil ve sivriliğine göre bu dönem üçe ayrılmıştır: a- Günümüzden 12000-11000 sene öncesi Clovis Oluklu silahların kullanıldığı Llano Kültürü; b- 11000-10000 sene öncesi Folsom; c- 10000/9500 – 8000 yıl öncesi Plano Kültürü (Spencer-Jennings 1977: 12).
Bugün artık, ilk göçmenlerin 25.000 yıldan daha uzun bir süre önce Asya’nın kuzeyinden Bering boğazı denilen ve bugün Bering Denizi’nin suları altında yatan 1.000 milden geniş bir kara-köprüsü vasıtasıyla Kuzey Amerika’ya geçtikleri düşünülmektedir. Dünya genelinde deniz seviyesinin 300 feet’e [91,44 metre] kadar düştüğü (Oswalt-Neely 1996: 7) söz konusu dönemlerde, Alaska’nın iç kısımlarının büyük bir bölümü ile Batı Yukon sahası Bering’e dâhil kara parçalarıydı (Spencer- Jennings 1977: 6). Özellikle M.Ö. 9000lere ait arkeolojik materyalin [taş aletler] benzerliği, Kuzey Amerika sahasının kuzey bölgeleri ile Sibirya arasında bir bağlantının varlığına işaret etmektedir (Oswalt-Neely 1996: 7). Kuzey Amerika’nın bu ilk göçmenlerinin kökenleri hususunda ise hayli spekülasyon vardır. Söz konusu tartışmaların en büyük nedenlerinden biri, bu ava-toplayıcı toplulukların göç ettikleri güzergâhların bugün sular altında kalması dolayısıyla konakladıkları bölgelere ait maddî kültür veçhelerinin yetersiz olmasıdır (Moritt 2011: 1). Konu üzerinde kafa yormuş bilim adamlarının genel görüşü; Kuzey Amerika yerlilerinin kendine özgü bir topluluk olduğu, lakin Eskimo-Aleutlar halkları kadar ileri seviyede olmasa da fizik- antropolojik açıdan en çok Asya mogoloidleri ile yakınlıkları bulundukları, yönündedir (Spencer-Jennings 1977: 8; Oswalt-Neely 1996: 4).
Muhtelif zamanlarda Asya’dan Kuzey Amerika’ya geçen ve “Amerika Yerlileri” sekenesini oluşturacak olan göçmenlerin altı yerli kültür sahasını meydana getirdikleri söylenebilir (Collier 1968: 51): 1- Meso-Amerikan 2- Güneybatı 3- Intermediate 4- Kuzeybatı 5- Arktik 6- Doğu – Kuzey. Amerika Kıtası ve yeni ahalisiyle ilk temasların kurulduğu zamanlarda Meksika’nın kuzeyinde 300 civarında dil konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bu yerlilerin dillerine ilişkin ilk çalışmalar ise Algonkian dilinde bir İncil (1663) ve bir gramer kitabı (1666) yazan Hıristiyan misyoner John Eliot’dan gelmişti. Eski Amerikan başkanlarından Thomas Jefferson da başkanlığından önce 1801 senesinde bu halkların dillerinin hızla yok olduğunu belirterek yerli dillerine dair ciddi şekilde linguistik bilgi toplamıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk karşılaştırmalı dilbilimcilerinden Fransa doğumlu Peter S. Du Ponceau, Kuzey Amerika yerlilerinin ne herhangi bir Asya ne de Güney Pasifik dili konuştuklarını, lakin Arktik Amerika’nın Eskimo’ları ile Sibirya’nın Çukçi’leri arasında dilsel bir ilişkinin olabileceğini söylemiş, İsviçre doğumlu Albert Gallatin (1836) de ilk kez Kuzey Amerika yerlilerine ait dilleri sınıflandırarak analiz etmiştir. J. W. Powell, 1891 senesinde Amerika yerlilerinin dillerini 58 aileye ayırmıştır (Oswalt-Neely 1996: 25). Daha sonrasında Edward Sapir, 1929 yılında Powell’ın dil ailelerini 6 ana gruba bölerek yeniden düzenlemiştir (Wissler 1996: 90). 1929 yılından bugüne kadar yapılan çalışmalar onun sınıflandırmasının büyük bölümünü doğrular niteliktedir. Dil aileleri sınıflandırması konusundaki çalışmalar devam etse de Sapir’in gruplandırması genel anlamda hâlâ kullanılmaya devam etmektedir. Dil aileleri bakımından Kuzey Amerika Kıtası’nda yaşayan Kızılderilileri oluşturan başlıca soylar şunlardır: Na-dene, Aztec-Tanoan, Hokan-Sioux, Algonkin-Wakashan, Penutian, Eskimo-Aleut (Wissler 1996: 91).
Bugün, en azından M.Ö. 5000lerden itibaren Alaska’nın iç kesimleri ve kuzeybatı Kanada’da yaşadıkları düşünülen (Oswalt-Neely 1996: 17) Na-Dene dil ailesine bağlı “Kızılderili” kabileleri geniş bir coğrafyaya yayılmış büyük bir aile idi. Kuzey Pasifik’de, Alaska ve Kanada kıyılarında; Haida, Eyak ve Tlingit [Auk, Chikat, Sitka] kolları yaşamaktaydı (Wissler 1996: 270). Kendilerine Dene diyen, fakat antropologların Athabaskan olarak adlandırdığı Amerikan “Kızılderilileri” ise bölgeleri Alaska’dan McKenzie Vadisi’ne, McKenzie Nehri boyunca Kuzey Alberta’ya, Kuzey7den aşağıya Rocky Dağları vadisi boyunca Güney British Colombia’ya, daha sonra aradaki eyaletler atlanarak Arizona ve New Mexico’ya kadar uzanan az veya çok birbirleriyle bağlantılı çok sayıda kabileden oluşan bir koldu (Stewart 2000: 7). Rocky Dağları ve Hudson Körfezi arasında Chippewa’lar, Yellowknife’lar, Dog-rib’ler, Hare’ler, Beaver, Ingalik, Carrier ve Slave’ler; Yukon topraklarında ise Khotana, Kutchin ve Loucheux [Degu-the Dene] (Stewart 2000: 7) kabileleri yaşıyordu (Wissler 1996: 270). Kutchin’lerin güneyinde Han’lar ya da Gens de Fou’lar, onların güneyinde Kaska, Secanais, A-Bha-ta, Tsa-Tcu [kunduz], Sa-Arcix, Takkuli [Taşıyıcılar], Tsil-koten [Chilcotin] kabileleri vardı. ABD’nin güneyinde Arizona ve New Mexico’da ise yine Na-Dene ailesine mensup Navadjo [Navaho] ve Apache kabileleri bulunmaktaydı. Bunların uzak kuzeyden Merkezî British Columbia’ya M. S. 1200-1500 arasında göç ettikleri söylenmektedir. Biri Vancouver yakınlarında 16’sı Washington Eyaleti’nden Kuzey Kaliforniya’ya kadar uzanan bir hatta olmak üzere 17 küçük grup ise Pasifik sahili boyunca yerleşmişti. Güney British Columbia’da, Vancouver civarlarında tecrit edilmiş vaziyette Nicola’lar; Washington Eyaleti’nde Kwalhioqua’lar; Oregon’da Coquilla, Chastacosta, Chetko, Tututne, Umkwa kabileleri; Kuzey Kaliforniya’da Hupa, Kato, Chiluila, Mattole, Tolowa, Nangtl, Sinkyme, Lassik, Wailaski ve Whilkut kabileleri vardı. Bu küçük kabileler sayıca az bir nüfusa sahiplerdi ve sahil şeridini başka soylardan gelen kabilelerle birlikte paylaşıyorlardı (Stewart 2000: 7-8).
1860 – 1875 yıllan arasında Dene yerlileri hakkında fiziksel ve bilhassa kültürel araştırmalar yapan Katolik misyonerlerinden Peder Emil Petitot, genel bir ifadeyle Dene-Dindjie şeklinde tesmiye ettiği bu büyük Kızılderili kolunun Asyatik kökenli olduğu yönünde güçlü delillerin bulunduğundan söz etmiş ve bu bağlamda özellikle sözlü geleneklerinde önemli ipuçları yer aldığını belirtmiştir. Petitot’un, 1863 senesinde bir Sarı-Bıçak kabilesi mensubundan dinlediği efsane şu şekildeydi;
“Burada hepimiz kökenlerimizi biliriz. Başlangıçta, başı gökyüzü kemerine ulaşan çok büyük bir dev varmış; bu yüzden ona Yakke-elt’ini denirmiş. Fakat bir gün avlanmış; öldürülmüş ve yere devrilmiş. Bedeni boydan boya iki dünya arasına düşmüş. Taşlaşan bedeni, Ren geyiklerinin periyodik göçlerine hizmet eden bir köprü vazifesi görmüş. Devin kafası bizim adamızda ve ayakları ise Batı ülkesindedi” (Petitot 1878: 700-701).
Birkaç yıl sonra Petitot, Saint Bonifacet Piskoposu’nun bastırdığı küçük bir çalışmada aynı efsanenin Atabaskan Gölü Chipewa’lannda Rocky Dağları’na kendi dillerinde Ti-gonan-kkweene yani yeryüzünün omurgası diyen Kutup Dairesi Hare’lerinde ve nihayet 1874 senesinde onların 700 fersah güneyinde 54° Kuzey Paraleli’nde yaşayan Thi-lan-ottine’lerinde (kafanın sonunda arz-ı endam edenler) de bilindiğini gördü (Petitot 1878: 701-702). Batı Kıtası’ndan yapılan göçle ilgili olarak “koca dev” efsanesinin dışında Dene kabileleri arasında anlatıla gelen başka hikâyeler de tespit edilmişti. Rahip Petitot’ dan neredeyse yarım yüzyıl önce, daha sonrasında soyadının verileceği Mackenzie Nehri civarındaki Dene yerlilerini gözlemleyen İskoç kökenli Britanyalı kâşif Sir Alexander Mackenzie, Chippewa’lardan hayli ilginç ve bir o kadarda gerçekçi bir hikâye dinlemişti. Bu hikâyeye göre Chippewa’lar Büyük Batı kıtasında çok zalim bir kavmin kölesi gibi yaşarlarken boyunduruktan kurtulmak için hayli düz, çivi başı şeklinde adaların bulunduğu dar ve çok uzun bir gölde önce zikzaklar çizerek kaçmışlar, daha sonra tüm yaz bu gölün sahil kısmı boyunca yelken açarak ilerlemiş ve nihayet kıyılarında parlayan bir metalin bulunduğu bir nehre ulaşmışlardı. Chippewa’ların ataları, bu kaçış macerası sırasında batıdan-doğuya doğru bir rota izlemişlerdi. Yine Sir John Franklin de Liards Forth’a yerleştirilen Rocky Dağları kabilelerine mensup Kızılderililerden, atalarının yemyeşil bolluk içindeki bir “Batı ülkesinden” su yolu ile şimdiki ülkelerine geldiklerini duymuştu (Petitot 1878: 702). Petitot’ un bizzat kendisi ise Hare’ler ve Loucheux’lardan dinlediği geleneksel bir anlatıyı şu şekilde özetliyordu:
“Onlar eskiden, uzak Batı’da, denizin öte tarafında ve çok kuvvetli bir kavmin ortasında yaşarlarmış. Bu kavmin büyücüleri, gün ışığında normal bir insan suretinde hayatlarını sürdürürken, geceleri kendilerini köpek veya kurda dönüştürebilme gücüne sahiplermiş. Bu düşmanlar, Dene kadınları arasından kendilerine eş alırlarmış, fakat bu kadınlar hiçbir zaman kocalarının o kült pratiklerine iştirak etmemişler… Onlar, Dene’lere zulmetmiş ve neticede iki kavim, ardı arkası kesilmeyen uzun soluklu bir savaşa tutuşmuş. Hare’lerin, kafalarını kazıtıp peruk taktıkları için kendi dillerinde Kjwi-detele yani kel- kafalar dediği bu düşman kavmin erkekleri, Dene erkeklerinden daha uzun değillerdi, lakin korkunç derecede vahşi ve yamyam idiler. Bu eski düşmanlarına dair hatıraları uçup-gitmiş olan Montagnis’lerde onlara dair yalnızca tek bir kelime, hayaletler anlamına gelen Eyounni adı muhafaza edilebilmiştir” (Petitot 1878: 702-703).
Düşmanlarını çok cesur, fakat ahlakî bakımdan zayıf olarak tanımlayan Loucheux’lar ise onların savaş esnasında ahşap miğferler, omuzdan askılı çok sert deri kalkanlar ve üzeri pullarla kaplı bir elbise giydiklerini [göğüs zırhı gibi]; ayrıca, bir sırığın uç kısmına çok keskin bir bıçağın bağlanmasıyla oluşan silahlar [mızrağa benziyor] kullandıklarını söylerler. Hem Hare’ler hem de Loucheux’lar kana susamış zalim insanlarla iç içe yaşadıkları ana vatanlarında, kocaman vaşakların [non-tacho, na “ay], geviş getiren büyük otçullann [ete rakotcho], korkunç ve zarar görmez kalın derilere sahip hayvanların [tikokrontay-tcho], devasa kertenkelelerin [ere-kotsi], her boyutta ve güzellikte serpentlerin [natuwi, gu-tuwe-tchâ], ağaçların üstünde tüneyip asılı kalan ve insan gibi dikilip yürüyebilen buruşuk yüzlü hayvanların [kun”e] varlığından bahsetmektedirler (Petitot 1878: 703).

Hülasa, Deneler arasında Amerika’ya bir “Batı kıtası ya da Batı ülkesinden” göç ettiklerine ve bu anavatanlarından, güçlü büyücüler ve keskin silahlara sahip kel kafalı çok vahşi bir kavim tarafından kovulduklarına dair çok etkin ve canlı bir hatıranın mevcudiyeti kesin idi. Esasında nesilden nesle aktarılan tüm bu hikâyeler; muhtemelen Ren geyiklerinin periyodik göç güzergâhlarını takip ederek sürekli doğuya giden Deneler’in de kuzeydeki çok sık aralıklı buzul adacıkları ve tabi bir kara köprüsü vasıtasıyla Asya’dan Amerika’ya geçmiş olabilecekleri anlamına geliyordu.
2. Kültürel Yakınlıklar
MacKenzie Nehri civarlarında yaşayan Dene gruplarından Su, Ağaç ve Bozkır Hare’leri ile Kutchin’ler ve Loucheux’ların; Batı Hıristiyanlık anlayışından etkilenmeden önceki inançlarına ait birtakım dinsel seremonilere ve ritüellere şahitlik eden Petiot’un aktarımlarını (Petitot 1878: 274-276), kendi gözlemleriyle de sentezleyen Ethel Stewart da bilhassa Dene dinî ritüelleri ve ölüm merasimleri üzerinden hareketle, Denelerin, Orta Asya coğrafyasının kadim kavimleri olan Türkler, Toharlar ve Tibetliler ile muhtemel bağlantılarını kurmaya çalışmıştır (Stewart 1994: 501-510). Stewart, Dene yerlilerine ait dinî seremonilerde özellikle üç önemli nokta üzerinde durmuştur; bunlar, Deneler’in, Mart-Nisan Yeni Ay’ı [bu zamanın Kuzey Yarımküre’de 20/21 Mart’da meydana gelen İlkbahar Ekinoksu’na yani Türkler’de Bahar başlangıcı sayılan Nevruz’a denk gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir] ya da Ay tutulmalarında “Tanrısal” vasfa haiz Ay’da yaşayan “Sivri Burunlu Sarı Fare” ile kutsal “Ağaçlı Dağ” için yapılan dinî seremonilerde ettikleri dualar ile defin merasimleriydi (Stewart 1994: 501-502; Petitot 1878: 274-276).
Dene’lerin defin törenleri sırasına çadırlarının çevresinde toplanarak uyguladıkları birtakım ntüellerin tıpkı İslam Öncesi Türk boylarına mahsus “yuğ merasimlerine” benzemesi gerçekten de ilginçtir. 1826’da Sir John Franklin, 1845’de William Lucas Hardisty, 1860-75’de Peder Petitot’un şahit olduğu bu törenlerde, yas tutanlar, mevtanın naaşının bulunduğu çadırın etrafında toplanarak kendi yüzlerini bıçakla kesiyorlardı; böylece gözyaşıyla kan karışarak, birlikte akıyordu (Stewart 1994: 503). Bu kadim âdet Batılı ve Doğulu birçok kaynak tarafından aktarıldığı üzere İslamiyet’ten önceki Türk boyları arasında sıkça rastlanan bir uygulamaydı. Dene’ler de tıpkı Göktürklerdeki (Mau-Tsai 2006: 22-23, 64) gibi kışın ölen birinin cesedini ilkbaharda gömüyor; cenaze törenlerini oyunlar, danslar ve bir yemek şöleniyle sonlandırıyorlardı. Belki de tek fark naaşın bulunduğu çadırın etrafında dönen binlerce at idi (Stewart 1994: 503).
Dene yerlilerinin ibadetleri esnasındaki yakarışlarında dikkati çeken “Kutsal Ağaçlı Dağ” miti motifini ele alan Stewart, bu dağın Doğu Türkistan’daki Urumçi, Turfan ve Kara-Hoca dairesine mevzilenmiş olan kutsal Bogd-ula dağı olduğunu düşünse de (Steawart 1994: 509) buranın İslam öncesi Türk dünyasında büyük bir öneme sahip “Ötüken Ormanlı Dağı” olması ihtimali de asla göz ardı edilmemelidir. Bilindiği üzere Eski Türk kültüründe, yeryüzü hususunda “Yer-Su” (İnan 1976: 30-31; Rahman 1996: 135-136), gökyüzü ve kozmos hususunda ise “Kün-Ay” (Güngör 1994: 511-517) sembolizmi büyük bir öneme haizdi. Hatta Gök, gökyüzü, güneş, ay, yıldızlarla ilgili inanışları çok gelişmiş olan Türk dinî sistemini Eberhard, “Güneş ve ay kültlerinden müteşekkil Türk Gök Dini” olarak tanımlamaktadır (Eberhard 1942: 93). Eski Türk din sisteminde çok önemli bir yeri olan Yer-Su inancında “Yer” kutsalının en önemli simgelerinin başında dağlar ve ormanlar (dağ kültü ve ağaç kültü) gelmektedir (İnan 1976: 31-40). Şu an bile tam yeri konusunda fikir birliği sağlanamamış olan, ormanlarla kaplı Ötüken Ormanlı/Ağaçlı Dağı soyca birbirlerinin devamı sayılan Büyük Hun, Göktürk ve Uygur devletlerine hem başkentlik yapmış hem de en kutsal mekânları olmuştur (Rahman 1996: 136). Ötüken Ormanlı Dağı’nın yeri hakkında muhtelif fikirler vardır [Hirth, Thomsen, Chavannes, Pelliot, Bretsehneider vb.] (Aydın 2007: 1262-1270). Fakat bunların içinde Radloff’un Hirth ile yaptığı şahsî konuşmalar sırasında, Ötüken’in, Tula ile Orhon Nehirleri’nin birleştiği yerlerdeki dağlar ile aynı olması ihtimalini ileri sürmesi, Ögel’in de görüşleriyle pekişen ve onun da kabul ettiği en güçlü tezlerden biri olarak durmaktadır (Ögel 1948: 18).
Dene’ler öldüklerinde Ay’a gideceklerine inanıyorlardı. Hatta 1950’lerin başlarına kadar hâlâ birçok Dene yerlisi, sonuçta bu nihaî ikametgâha geçiş yapılacağını düşünüyordu (Stewart 1994: 503-504). Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Peder Petiot, Denelerin, Ay’ın farklı evrelerinde ya da Ay tutulmasında, adının anlamı “uzun burunlu sarı fare” olan bir tanrıya şarkılar söyleyerek dua edip yakardıklarını bildirmekteydi ve onun izlenimlerine göre bu uzun burunlu sarı fare, fiziksel özellikleri bakımından kır faresini andırmaktaydı (Petitot 1878: 274). Fakat o dönemlerde McKenzie Vadisi’nde farelere rastlanmıyordu. Bunun nedeni, “ölümün ruhu” olarak tanımladıkları fareleri gördükleri her yerde öldürmeleriydi. Bu bağlamda Steawart, Mısır, Güney Afrika, Güney ve Güney-Doğu Asya’da yaşayan Firavun Faresi ya da Mısır Mongoose olarak bilinen bir kemirgen türüyle; Orta Asya’da Moğolistan, Altay ve Mançurya düzlüklerinde yaşayan cırboğa (jerboa) faresi olarak bilinen bir türün Dene’lerdeki uzun burunlu fare olup olamayacağı konuları tartışmış ve neticede, Kuzey Amerika’da bulunmayan bu türün Dene’ler tarafından gerçek anlamda Ölüm’ün Ruhu sıfatını taşıyan ‘fare’ olarak görülen ‘Su Samuru’ ile özdeşleştirilmesi noktasına gelinmiştir (Stewart 1994: 505). Deneler bu, “sivri burunlu sarı fare tanrısı” için yaptıkları yakarışlarında; Hare’ler ve Kutçin’ler klo-da-tsole ifadesini kullanıken; Loucheux’lar ise klag-da-tha birleşik özel ismini kullanıyorlardı. Bu özel ismin, Toharca (A – B)[1], Tibetçe ve biraz da Uygur Türkçesi üzerinden etimolojisini yapmaya çalışan Stewart, neticede Hinduist, Budist ve Jainist kaynaklarda (Buswell 2004 – I: 328-332, 383-384) en önemli ilahlardan biri olarak kabul edilen “fil-tann” Ganesha/Ganeşa ve onun vahana yani vasıtası olan sıçan kopyası (Getty 1992: 37; Martin-Dubost 1997: 231) olabileceğini iddia etmişti (Stewart 1994: 506507).
Konuyu daha iyi analiz etmemiz açısından İlkçağ’ın sonları ve Orta Çağ’ın başlarında özellikle Avrasyalı kavimler tarafından benimsenmiş olan Budizm’in Mahâyâna koluna kısaca değinmemiz gerekir. Hinayâna Budizminden (klasik erken dönem Budizm) ayrılan kadim bir kol olan Mahâyâna Budist öğretisi İslam öncesi dönemde Kuşanlar zamanından itibaren bilhassa Afganistan ve Orta Asya coğrafyasında çok etkili olmuş, Gandhara (Kuzey Pakistan ve Doğu Afganistan sahası) ve Baktirya (Kuzey Afganistan ve Güney Özbekistan sahası) bölgelerindeki kazılar sonucunda Özbekistan’ın en güney ucundaki Tirmiz kenti sınırları içinde Ayrtam, Kara-Tepe, Fayaz-Tepe ve Dalverzin-Tepe’de bulunan ve Kuşan çağına [I. yüzyılın sonlarından III. yüzyıla kadar] ait oldukları belirlenen Budist tapınak kompleksleri sayesinde söz konusu sahalarda Budizmin ne denli bir öneme sahip olduğu anlaşılmıştır (Buswell 2004 – I: 120). M.Ö. 200-100 yılları arasında Orta Asya’da Partlar, Sakalar ve Kuşanlar Budizmi teşvik edici siyasetler izlemişlerdi. Kesin olan şeylerden biri de şudur ki; meşhur Mauryan Kralı Büyük Asoka’dan [yön. M.Ö. 273- 232 veya 265-238] sonra Budizmin en büyük hamisi ve yayıcısı Kuşan Kralı Büyük Kanişka [M.S. 110-134] idi (Mair 1990: B-1). Kanişka’nın önderliğindeki Kuşanlar, bu dini Orta Asya ve Uzak Doğu’ya yayarak cihanşümul bir şekil almasını sağlamışlardı (Togan 1970: 46-47)[2].
Budizmin bu mezhebinin, Türkler ve diğer Orta Asyalı kavimler tarafından daha çok rağbet görmesinin belki de en büyük sebeplerinden biri Türk kültüründeki “Kutlu Kağan” (Kafesoğlu 1987: 37-46; Ögel 1988: 571-580) mefhumuna son derece uygun düşen “Bodhisattvd’ (Geleceğin Budhası) anlayışıydı (Baykuzu 2007: 198). Hinayâna yani “küçük gemi/kiçig kölüngü” kişisel kurtuluşu ön planda tutarken, Mahâyâna yani “büyük gemi/ulug kölüngü” anlayışında ise kurtarıcı ya da hükümdar halkın kurtuluşunu kendisininkinden önde tutmaktadır (Esin 1978: 60; Baykuzu 2007: 198). Hatta daha sonraki dönemlerde kısa ömürlü Kuzey Liang Hun Devleti’nin [M.S. 397-433] hareketli, savaşçı ve kurnaz kurucusu Meng-hsün’ün, Mahâyâna mezhebini benimsemesinde de bu anlayışın çok etkili olduğu anlaşılmaktadır (Baykuzu 2007: 197-198). İlk Mahâyâna metinlerinin M.Ö. I. yüzyılda yazıldığı tahmin edilirken, elimize geçen en erken Mahâyâna yazıtının ise Brahmi yazısıyla oyulmuş şekilde Kuşan İmparatorlarından Huvişka dönemine (M.Ö 160190) ait olduğu ve Mathura yarımadasında bulunduğu bilinmektedir. Bugün Mathura müzesinde bulunan bu taş yazıt, M.S 180 civarlarıyla tarihlendirilirken, üzerinde Huvişka hanedanlığının 28. yılında yazıldığı bildirilmektedir. Yine Huvişka döneminde Gandhara Prensliği’nden bir Kuşan keşişi olan Lokakşema Çin başkenti Luoyang’a giderek (M.S. 178-189) bazı erken dönem Mahâyâna sütralarını [Mahâyâna kutsal metinleri] Çinceye çevirmişti (Hirakawa 1993: 248-268; Tezcan 2005: 120). Budizm tarihinin en büyük çevirmen rahiplerinden biri kabul edilen bir başka Yuezhi – Kuşan kökenli Budist rahip de Fa-hu [Dharmarakşa] M.S. 284’de Dunhuang’da Yogâcârabhümi ve Avaivartikacakra Sütra’yı tercüme ederken, aynı yıl Dunhuang’da Hintli Budist rahip Po yüan-hsin ise Kuça kralı için Mahâyâna Sutra’yı tercüme edecekti (Baykuzu 2007: 196). M.S. III.-IV. yy.’larda, “yabancıların” Çin’in kuzeyini istilasıyla birlikte bugün Kansu Eyaleti içinde yer alan ve Han Hanedanlığı (M.Ö. 206 – M.S. 220) zamanında kurulan bir vaha şehri olan Dunhuang, Mahâyâna Budizminin en önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir (Baykuzu 2007: 195-196). Dördü Hun kökenli olan [İlk Chao (M.S. 304-329), Sonraki Chao (319-351/352), Hsia (407-431) ve Kuzey Liang (401-439)] (Onat 1987: 31) “16 Devlet Dönemi”‘nde (M.S. 304-439) ilki 366’da yapılan ve bilhassa da Kansu bölgesinde Chü-Ch’ü Meng-hsün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun Devleti (Baykuzu 2008: 198) döneminde yapımlarına hız verilen – 280 öy yani Budist Mağara Tapınağı bu dönemde yapılmıştır – (Baykuzu 2007: 202) ve Moğol kökenli Yüan Hanedanı (1236-1279) döneminde tamamlanan “Mo-kao Ku (Mağaraları)” ya da daha bilindik adıyla “Dunhuang Bin Buda Mağaraları” Hunlann Budizm adına yaptıkları eserlerin en eskilerinden biridir (Baykuzu 2007: 194-197). Birinci Türk Kağanlığı zamanında ise Budist rahip Hui Len’in tesirinde kalarak bu dini benimseyen Taspar Kağan [M.S. 572-581] manastırlar inşa ettirmiş, hatta dönemin Ch’i imparatoru Mahâyâna Budizmin temel kaynaklarının biri olan Nirvana Süha’yı {Mahâyâna Mahiparinirvâna Sütra} Türkçeye tercüme ettirterek kendisine göndermiştir [M.S. 575’in sonu] (Özönder 2002: 484). Sonraki yüzyıllarda yine birçok Mahâyâna sütrasının ve Budist edebiyatına ait daha birçok eserin farklı alfabelerde [Brahmi, Sanskrit, Tibet, Uygur, Soğd, Çin] tek dilli ya da iki dilli olarak Türkçeye tercüme edildiklerini görüyoruz (Özönder 2002: 490-493).
Yuezhi – Kuşan Çağı’ndan itibaren yaşanan gelişmeler bilhassa Tarım Havzası’nın güneybatısındaki Hotan Krallığı’nda, Mahâyâna geleneğinin çok erken ve hızlı bir şekilde yeşermesine vesile olmuştu. V. yy.’ın başlarında Hotan’a giden ve oradan da Meng-hsün idaresindeki başkent Ku-tsang’a geçen ünlü Budist rahip Dharmaksema, hem hükümdarın başdanışmanlığını yapmış hem de Mahâyâna Budizmini bölgede yaymıştır (Esin 1971: 319-320). Hindistan’a yolculuk eden ilk ve en eski Çin keşişi olan Faxian (M.S. 337 ? – 422 ?) Hotan, Taksila, Peşaver gibi dönemin çok önemli Budizm merkezlerine gitmiş (Sen 2006: 25-26) ve raporlarında, Hotan Krallığı’nda Mahâyâna Budizmi’nin tercih edilmiş olduğunu kaydetmiştir (Buswell 2004 – L 121). M.S. 400’de Taksila kentini ziyaret eden Faxian, başta Hotan olmak üzere aynı zamanda Kuzey-batı Hindistan’ın hemen her tarafında Budist mabetlerinin ihtişamlı ve mamur güzelliğinden bahsetmiştir (Marshall 1918: 17).
Esasında, kısa ömürlü 4 Hun devleti arasında yer alan Sonraki Chao devletinin kurucusu olan başbuğ Shih Lo’nun, ünlü Budist rahip Budhachinga’yı himaye altına alması ve daha sonrasında Shih Hu döneminde (335-349) ise Budizm’in resmî devlet dini olarak benimsenmesiyle birlikte Hunlar arasında da Budizm ciddi anlamda yayılmaya başlamıştı (Baykuzu 2008: 197, 201-2; Baykuzu 2005: 10). IV. yüzyılda tesis edilen kısa ömürlü bu Hun devletinin tartışmalı olan kökenlerine, konumuz sınırlarında kalarak ve neticede önemli sayılabilecek bir noktaya bağlamak kaydıyla biraz değinmek istiyoruz. ChinShu ve Wei-Shu’daki biyografilerinden öğrendiğimiz kadarıyla Shih Lo’nun (M.S. 280-332), kökeni ve kurduğu devletin dayandığı ana halk kitlesi, Çinlilerin C’hiang-chü ya da Chieh Hsiung-nu dediği bir Hun koluydu. Shih Lo’nun Chin Shu’daki biyografisinden kökenlerine dair daha detaylı bir malumat alırız [Chin- Shu: 104, 2707]: “…[Shih-lo] Shang-tang’daki Wu-hsiang’dan bir Chieh’dir… ataları, Hsiung-nu’lardan ayrılmış bir kol olan Qiang-Ch’ü’lerin dölleridir’ (Honey 1990: 616-619). Uchida Gimpu ve Maenchen-Helfen Chieh’lerin, Hunlar içindeki europoid bir grup oldukları görüşündeydiler. Pulleybank, onların Yuezhi [Tohar] menşeli olduklarını; Tsunoda Bumie, onların bir Hun grubu olamayacağını; S. G. Klyaştornıy ise Yao Wei-yüan’ı referans göstererek Chieh’lerin aslında Yuezhi’ler olduğunu iddia etmiştir. Etnik bakımdan Chieh’lerin diğer Hunlar’dan farklı olduklarını kabul etsek dahi bu onların söz konusu dönemde Hunların 19 boyundan biri olmaları gerçeğini değiştirmiyordu (Maenchen-Helfen 1973: 372). Ayrıca onların Yuezhi olmaları, Türk olmadıkları anlamına da gelmiyordu. Yukarıda, bilim çevrelerince Yuezhi’lerle özdeşleştirilen Toharların dili ve mensup olduğu dil ailesi hakkındaki belirsizliklere kısaca değinmiştik. Esasında, Yuezhi – Tohar denkleminin antropolojik ve genetik tabanında da önemli çelişkiler bulunmaktaydı. Yapılan genetik çalışmalar Yuezhi – Toharların ataları gibi görülen Tarım Havzasının erken Bronz Çağı insanlarının bile etnik açıdan “karışık” bir kavim olduklarını ve çok güçlü mogoloid özellikler taşıdıklarını gösteriyordu[3]. Sonuç olarak Yuezhi – Toharların dilleri gibi etnik kökenleri de açık değildir. Fakat genetik verilere bakıldığında en azından Yuezhi – Tohar’ın Bronz ve Demir Çağları’ndaki atalarının bilhassa günümüz Orta Asya ve Güney Sibirya Türk boyları ile Sibirya’nın Moğol, Tunguz ve paleo-Sibir boylarına yakınlığı açık bir şekilde görülmektedir.
Bu sonuç, Yuezhi – Tohar meselesine girmişken onların kuzey proto-Tibet kavmi Qiang’lar ile olan “kültürel” ilişkilerine bir göz atmamız gerekir. Çin yıllıklanndaki [Shih-chi, Han-shu ve Hou Han-shu] raporlardan anlaşıldığı üzere M.Ö. II. yüzyılın ilk yansının ortalarında özellikle Hun Şanyüsü Mo-tu [M.Ö. 177/176] ve onun oğlu Laoshang Chi-yü dönemlerinde [M.Ö. 174 – 160] vurulan ağır darbeler sonucunda, Kansu sahasındaki kadim yurtlarından göç etmek zorunda kalan Yuezhi’ler, İli-Çu Havzası’ndaki ikinci yurtlarına yerleşmişlerdi. Lakin, yolda zayıf olanlar Nanshan Dağları civarında ayrılarak Qiang’lann himayesindeki Kokunor bölgesine girdiler ve burada ikamet etmeye başladılar. Bölünen bu kola, Küçük Yuezhi’ler denilmişti (Onat 2012: 36; Taishan 1998: 49; Rej 2003: 6; Aradi 2010: 46). Daha sonrasında Küçük Yuezhi’ler, Qiang’larla evlenerek onlarla karışmış, böylece kültürel bakımdan yoğun bir Tibet tesiri altına girmişlerdi (Taishan 1998: 63 dn. 16).
Bu bağlamda Petitot’un raporlarındaki başka bir kayıt, Yuezhi – Tohar – Qiang denklemimizde de yeni bir bağlantıya işaret edebilir. İpucumuz; Deneler’in bilhassa Lochaeux, Dog-rip ve Slaves kabilelerinde yaygın olan “köpek-adamlar” efsanesidir. Efsaneye göre güzel bir Dene kadını ile erkek bir köpeğin çiftleşmesinden yarı insan – yarı köpek melez bir halk meydana gelmişti. Tl’m-ak’-ém, l’èn-akroey [köpek ayaklılar, köpeğin oğulları] dedikleri bu halkın kadınlan normal insan şeklinde ve hatta oldukça güzel görünümlüyken, erkekleri arka tarafları köpek, gövde kısımları normal insan gibi olan hibrid bir şekle sahiplerdi. Hare’ler ve San-Bıçaklar, Dog-rib yani köpek- kaburgası kabilesinin işte bu köpek-adamlar halkının soyundan geldiklerine inanıyorlardı (Petitot 1878: 59-60). Ne ilginçtir ki eski çağların meşhur proto-Tibet kabilesi Qiang’lann türeyiş-efsanesi de Dene’lerin bu “köpek-adamlan halkının” türeyiş efsanesine çok benziyordu. Köpek, eski Moğol ve Tunguz kabilelerinde de kutsal görülmekle beraber Qiang’lar yani sonraki Tibetliler’deki yeri çok daha üstündü. Öyle ki Çinliler, Türkler ve Moğollar resmî yazışmalarında dahi Tibetlileri “köpek” soyundan inme bir kavim olarak kabul ediyorlardı (Ögel 1993-I: 561-568).
3. Filolojik ve Genetik Bağlantılar
Na-Dene dilleri üzerinde ilk çalışmaları başlatan Edward Sapir (1915: 534-558), 1920’lerde, Na-Dene dil grubunu [Ilingit, Eyak, Athabaskan ve ailenin en uzak üyesi olarak kabul edilen Haida (Bengtson 1994: 208)] Amerika Kıtası’nın diğer dil gruplarından ziyade Sino-Tibet dil grubuyla [Sinitik, Karen ve Tibeto-Burma] daha yakın bağlantılarının bulunduğuna ikna oldu (Bengtson 1994: 207-208; Ruhlen 1998: 13994). Sapir’in ortaya attığı ve Shafer’in canlandırdığı “Sino-Dene” hipotezini; Michael Krauss (1973), Lyle Campell (1988), Victor Golla (1991), Alan Kaye (1992) gibi isimler eleştirirken, diğer yandan Morris Swadesh (1952) ve Jürgen Pinnow (1976) gibi bazıları ise desteklemişlerdi (Bengtson 1994: 211). Bengtson, Sapir’in hipotezini tekrar gözden geçirip desteklediği bu hipoteze kendi kanıtlarını eklerken (Bengtson 1994: 207-230); Nikolaev Na-Dene dillerini Kuzey-Kafkasya dilleriyle karşılaştırdı (Shevoroshkin 1991: 67-129). Ruhlen ise Na-Dene dilleriyle ilgili olarak Sapir’in Sino- Tibet ve Nikolaev’in Kafkasya bağlantılarını bir tarafa koyarak, ilk kez Bengtson’un gündeme getirdiği Yenisey dil ailesi üzerinde yoğunlaştı. Yenisey ve Na-Dene dil- ailelerinin [bilhassa Athabaskan kolu] ana sözcük dağarcıklarına [bitki örtüsü, hayvanlar, doğa olayları, vücut parçaları, kültürel artifaktlara dair isimleri kapsayan] ait 36 kelimenin etimolojilerini inceleyen Ruhlen, sonuç olarak bu kelimelerin aynı kökten geldiklerini ispat etmiş ve Yenisey – Na-Dene dilleri arasında çok yakın bir ilişki olduğunu göstermiştir (Ruhlen 1998: 13994-6). Ruhlen’e göre binlerce yıl önce Yenisey ve Na-Dene dilli halklar Avrasya’da bir arada tek bir topluluk olarak yaşamaktaydı ve neticede aralarından bazı gruplar Yeni Kıta’ya göç ederek Na-Dene dilli halkları vücuda getirmişlerdi (Ruhlen 1998: 13995). Son dönemlerde Edward Vajda’nın başını çektiği dilbilim araştırmalarıyla, Na-Dene dillerinin (Atabaskan- Eyak-Tlingit) Sibirya’nın Yenisey dil ailesinin bugün yok olma tehdidi altında yaşayan yegâne üyesi Ketçe ile yakınlığı güçlü bir şekilde ortaya konmaya çalışılmıştır (Vajda 2010: 31-99 ve 100-118); diğer taraftan kesin bir sonuca ulaşılamamakla birlikte Kuzey- Amerika yerlilerine ait bir başka dil grubu olan Salish-Wakashan’larm ise Kuzey- Kafkasya dil ailesiyle [bilhassa Lezgice] bazı bağlantıları tespit edilmiştir (Shevoroshkin 2008: 84-85). Birçok prestijli bilim adamının desteklediği Vajda’nın Na- Dene – Yenisey hipotezini temel sözcük dağarcığı, fonetik ve fiil morfolojisi açılanndan değerlendirerek eleştiriler getiren George Starostin, bunun kısa vadede başarılı önemli bir gelişme olduğunu, fakat hipotezin sonuçlarını kesin bir şekilde kabul edenler için uzun vadede sorun teşkil edeceğini iddia ederek neticede meselenin dilbilimciler tarafından oluşturulan ve içinde Na-Dene, Yenisey, Sino-Tibet ve Kuzey Kafkasya dil ailelerinin (ve hatta Baskça) yer aldığı bir makro aile olan Dene- Kafkas/Sino-Kafkas ya da Dene-Sino-Kafkas (Campell 1997: 394, 413, 466; Shevoroshkin 2008: 85; Bengtson 1994: 210) kontekstinde ele alınmasının daha doğru olacağını iddia etmiştir (Starostin 2012: 117-137). Ketler, Altay ve Sayan dağlarından Orta Yenisey bölgesine göç ettiklerine inanmaktadırlar. Altay – Sayan bölgesi ise bilindiği üzere birçok bilim adamı tarafından Türklerin ana vatanı, çıkış yeri olarak kabul edilmektedir. Günümüzde kaybolma tehdidi altında olan Ketçe ile Hövsgöl Uryangai, Altay Uryankai ve Kuzey Altay Türk dilleri arasında yapılacak karşılaştırmalı filolojik çalışmaların önemli katkılar sağlayacağı muhakkaktır (Çakmak 2003: 7). Aslında, en kadim Türk tarihi ve mekânı, köken birliği olsa bile yalnızca Moğol, Tunguz [belki Kore ve Japon] toplum > dil ilişkilerini değil; Ural, Paleo- Asya/Sibir, Hint-Avrupa, Sino-Tibet, Sami-Hami toplum > dil ilişkilerine de sahne olduğu bilinmektedir (Özönder 2002: 481-82). Yukarıda da belirttiğimiz üzere ilk Türklerin hayat bulduğu coğrafya olarak kabul edildiği gibi Türklükleri şüphe götürmez Dingling, Gekun [Kırgız], Gaoche/Chile/Tiele, Tujue [Türk] gibi meşhur boyların da anavatanı olan Altay Dağlan’nın kuzeyi, Güney Sibirya, Yenisey ve Abakan Havzaları civarında, Türk ve Yenisey boylarının etkileşim hâlinde olmaması zaten ihtimal dışı görünmektedir. Kaldı ki Asya Hunlarına ait günümüze ulaşmış bazı kelimelerin etimolojik incelemeleri sonucunda Ketçe ile bağlantıları da tespit edilerek kültürel etkileşime bağlı ödünç kelimeler olabilecekleri söylenmiştir (Ligeti 1951: 32324, Pulleyblank 1962: 243-254). Dolayısıyla, meselenin Altayistik kolundaki eksiklik gerçekten de dikkatimizi çekmekte ve Altay – Yenisey – Na-Dene dil ailelerinin karşılaştırmalı dilbilim çalışmalarının yapılması elzem gözükmektedir. Aslında son dönemlerde farklı bir kulvarda yapılan bilimsel çalışmalar bizim bu yöndeki arzumuzu daha da pekiştirir niteliktedir.
Kuzey Amerika yerlileri üzerinde yapılan genetik soy-bilim araştırmaları, onların özellikle Güney Sibirya’nın Altay bölgesinin güneyindeki Türk boyları ile Kuzey Altaylar ve Sibirya’nın Orta, Kuzey, Doğu kesimlerindeki Yenisey-Ostyak [Ketler], Samoyed [Selkup], Altay [Tunguzca: Evenkler ve Ulçiler; Türkçe: Hakas, Şor, Tuba, Çelkan, Kumandin, Tuva, Saha/Saka, Moğolca: Buryatlar], Uralik [Mansiler] ve Paleo- Sibir [Çukçi, Koryak] dilli kavimleriyle akrabalıklarının bulunduğunu göstermektedir (Derenko 2001: 237-241; Starikovskaya 2005: 67-89; Derenko 2007: 1025-1039; Dulk 2012: 229-246). Tüm bu genetik çalışmalarda anne soyundan geçen mtDNA analizleri sonuçlarına bakıldığında Kuzey Amerika yerlileri ile Sibiryalı kavimlerin 5 ana haplo- grupta [A, B, C, D ve X] toplandıkları görülmekle beraber alt haplo-gruplar ve bunlar içindeki mutasyonlar söz konusu olduğunda ise Kuzey Amerika yerlileri ile bu Sibiryalı kavimler arasında farklılıklar olduğu tespit edilmişti. Farklı etnik kökenlere ve farklı dillere mensup Sibiryalı deneklerden çok azı Kuzey Amerika yerlileriyle aynı alt haplo-gruplan paylaşıyordu [Sibirya genelinde yaşam süren tüm yerli unsurları kapsayan genetik testlere göre A2: genellikle Sibirya’nın kuzey – kuzey-doğu bölgelerindeki Çukçi ve Eskimo kabilelerinde, çok az sayılarda Orta Sibirya’daki Samoyed Selk’up’lar ve Tunguz kökenli Evenklerde tespit edilmiştir; C1a – C1b: az sayıda Aşağı Amur bölgesi’nin Tunguz dilli halkı Ulçiler’de, çok daha az oranda Altay-kiji, Kırgız, Moğol ve Japon’da; D1: Aşağı Amur bölgesindeki az sayıda Ulçi’de; özellikle Na-Dene kabilelerinde görülen D2a, az sayıda Saha ve Buryat’da; özellikle Altay Dağları bölgesinde izlerine rastlanan X: Kuzey ve Güney Altay Türkleri ve Evenkler arasında az sayılarda rastlanırken, bunun Kuzey Amerika yerlilerine özgü olan bir atayı işaret eden X2a mutasyonuna şu an için Sibirya sahasında rastlanmamıştır (Starikovskaya 2005: 68, 78, 80-81; Dulk 2012: 239; Derenko 2007: 1027, 1029; Scott&O’Rourke 2010: 127)]. Dolayısıyla da bu sonuçlar mtDNA açısından sıkı bir akrabalığı ifade etmiyordu. Fakat Dulik ve meslektaşlarının 2012 senesinde yayımlanan çalışmaları, baba soyunu belirleyen Y-kromozom akrabalıkları açısından şoke edici bilgiler sunuyordu. Güney Sibirya’nın Altay bölgesinin Kuzey ve Güney sahalarında yaşayan Türk dilli yerli boylar [Güney Altay: Altay Kiji, Teleüt, Telengit; Kuzey Altay: Çelkan, Kumandin, Tuba] üzerinde yapılan bu çok önemli ve kapsamlı genetik araştırmanın sonuçları özetle şöyle idi: Güney Altaylılann, Orta Asya Türkleri [daha çok Kıpçak lehçesi konuşanlar] ve Moğollarla olan Y-kromozom bağı Kuzey Altaylılarla olan bağlarından daha kuvvetliydi. Özellikle Altay-Kiji’ler ile Kırgızlar arasında çok güçlü bir Y-Kromozom [baba-soyu] bağı bulunmakta, C-M217 ve R- M417 hablogrupları üzerinden [recent] ortak bir “ata” soyunun varlığını akla getirmekteydi. Aslında Altayların Kuzey ve Güney’deki Türk dilli sekenesinin biyolojik [mtDNA, Y-Kromozom, Kranial-morfoloji] farklılıkları tayga ve step arasındaki coğrafî çarpışmanın farklı bir iz düşümü olarak da görülebilirdi. Yani Altayların güneyindeki Türk boyları coğrafî faktörlerin etkisiyle genetik açıdan bozkır kuşağıyla daha yakın genetik kodlara sahipken, kuzey Altaylı Türk boyları ise Sibirya’nın daha iç kesimlerinde yaşayan Yenisey [Ketler], Samoyed [Selk’uplar] ve Ugrik dilli – Türk dilli Şorlar ve Hakaslar da buraya dâhildir – halklarıyla daha yakın genetik bağlantılara sahipti (Dulik 2012: 229, 239). Kuzey Amerika yerlileriyle Altay bölgesinin güney kesimindeki Türk boylarının Y-kromozom yani baba-soyu tarafından ortak atalarının bulunduğu ortaya çıkmıştır (Dulik 2012: 241). Bu bağlamda benzer bir durum Ketler için de geçerli idi. Na-Dene’ler ile linguistik alanda tespit edilen yakınlıklarına rağmen genetik açıdan Na-Dene’ler diğer Kuzey Amerikalı yerli gruplar ile ortak genomları paylaşırken, Yenisey-Ostyak dil ailesinin yegâne temsilcisi Ketler ise Güney Sibirya’nın kuzey ve doğu kesimleri ve Orta Sibirya’daki yerli unsurlarla daha yakın bir genetik yapıya sahipti (Scott&O’Rourke 2010: 122-124; Starikovskaya 2005: 71, 78, 80, 84-85). Tekrar araştırmanın sonuçlarına dönersek, ne ilginçtir ki Y-kromozom DNA akrabalığı açısından Kuzey Amerika yerlilerinin de Sibirya’nın Tayga ve Tundra kesimlerindeki Yenisey, Uralik, Samoyed ve Paleo-Sibir dilli halklarından ziyade Güney7 deki Altay Türkleri ya da diğer bir deyişle bozkır kuşağındaki Türk boylarıyla daha yakın genetik yakınlıkları bulunmakta hatta ortak bir “ata”‘ya bağlanmaktaydılar (Dulik 2012: 239-241). Pennyslvania Üniversitesi’nden Theodore Schurr da benzer sonuçlara ulaşmış [Y-kromozom DNA’da, Güney Altaylılar ile Kuzey Amerika yerlileri arasında paylaşılan benzersiz bir mutasyon] ve Bering Boğazı üzerinden Kuzey Amerika’ya geçen ilk yerlilerin Altay bölgesinden geldiğini iddia ederek Altayların, binlerce ve binlerce yıl boyunca halkların gelip gittikleri [Kuzey Amerika’ya] anahtar bir saha olduğu yorumunu yapmıştır (Waugh 2012: http://www.dailymail.co.uk).
4. Sonuç
Elimizdeki verilerin sonucu olarak şunu söyleyebiliriz ki Kuzey Amerika’nın Na- Dene dil ailesine mensup yerli kabilelerinin; kültürel bakımdan Türk – Tibet, lisan bakımından ise bilhassa Yenisey-Ostyak dilli kavimler ile ilişkili oldukları görülmektedir. Dil konusunda meselenin Altayistik kolundaki eksiklik giderilmeli ve çok geçmeden Altay – Yenisey – Na-Dene dil aileleri arasında karşılaştırmalı dilbilim çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Kuzey Amerika yerlilerinin tamamı üzerinde yapılan genetik soy-bilim araştırmalarına göre ise bu toplulukların genel olarak Sibirya’nın tamamındaki yerli Altay, Yenisey, Ural, Samoyed, Paleo-Sibir kökenli boyları ile akrabalıkları görülmektedir. mtDNA sonuçları bakımından bu akrabalık zayıf olsa da özellikle baba-soyu yani Y-kromozom sonuçları bakımından durum hayli ilginçtir. Kuzey Amerikalılar ile Güney Sibirya’nın Altay bölgesi Türk boyları – özellikle Altay-Kiji grubu ve onlarla çok yakın akraba olan Kırgızlar başta olmak üzere bozkır kuşağının Orta Asya Türk boyları ve Moğollar – arasında eşsiz bir genetik bağa işaret etmekte hatta “ortak bir atanın” varlığından bile söz edilmektedir. Esasında, mtDNA akrabalığı bakımından bilhassa Sibirya’nın Türkçe konuşan boyları başta olmak üzere yine bölgenin Orta kesimlerinde yaşayan Evenkler ile yakınlığı bulunan Tarım Havzası’nın Toharlar ile özdeşleştirilen Bronz Çağı halkını da bir anlamda Kuzey Amerika yerlileri ile ilişkilendirebiliriz. Lâkin, Toharların kim olduğu ve Toharcanın hangi dil ailesine mensup olduğu meselesi ise dün olduğu gibi bugün de gizemini korumaktadır. Toharlarla ilgili filolojik ve genetik alanlardaki çalışmaların ışığında en azından şunu söyleyebiliriz ki hem etnik hem de dilsel bakımlardan Toharların bir Hint-Avrupa kavmi olarak nitelendirilemeyeceği ortadadır.
Son olarak şunu belirtelim ki Dene’lerin Orta Asya ve Sibirya menşeli kavimlerle dilsel, genetik ve bazı folklorik yakınlıklarını tarih-öncesi zamanlara bağlamak mümkünken, özellikle dinsel inançlarına tesir ettiği düşünülen bazı Budist etkilerin varlığı akıllara, daha yakın zamanlarda Sibirya’dan Amerika’nın kuzeyine yapılmış göç hareketlerinin olup olmadığı sorusunu getirmektedir.
Bağımsız araştırmacı.
E-posta: egemenmizrak@,hotmail.com
Kaynak:
Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 11, Sayı 3 (Eylül 2014), ss. 26-46, DOI: 10.1501/MTAD. 11.2014.3.29
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
Na-Dene dillerini konuşanların kökleri ilginç bir şekilde daha çok kutup bölgesine daha yakın kesimlerde yayaşan Eskimolara bağlanmakta. Altaik ve Uralik kavimlerin orijinal habitatları ise kutup altı (tundra kuşağı) bölge. Hem Altaik hem de Uralik kavimlerin orijinal yaşam tarzı ren geyiklerinin göçlerini takip eden nomadik yani göçer yaşam tarzı. Günümüz Eskimoları buzul ve buzularası dönemlerde, kutup kuşağı ile aşağı sarksalar bile ortamlarını hiç değiştirmemişler. Hatta artık daha aşağı enlemlerde yaşayamaz hale gelmişler (Bu nedenle dünyanın geri kalan yerlerinde, Avrupa, Amerika vb hiç eskimoya rastlanmaz). Fok balığı, kutup ayısı ve balıktan başka bir şey yiyemezler. Sindirim sistemleri, bağısak floraları, metabolizmaları tamamen yaşadıkları ortamla entegre hale gelmiş. Belki de endemik halde tek insan ırkı. Bundan başka farklı zaman aralıklarında 3 ayrı göç dalgasından söz ediliyor. Bunların hepsi son buzul devrine rastlamıyor. öncesi ve sonrasına rastlayanlar da var. Yani göç dalgalarından sadece biri buzul devrine rastlıyor (yaklaşık 20.000 yıl öncesi). Bunun anlamı Berring boğazı yalnız o göç dalgasında buzullaşarak kara köprüsü haline gelmişti ve Eskimolar ancak o zamanda karşıya geçmiş olabilirler. Altay kavimleri buzul devrinde geçmiş olamaz çünkü yaşadıkları ekosistem, habitat; ren geyiği, mamut, misk öküzünün vb yaşadığı kutup altı kuşak (tundralarla Tayga ormanları arası). Yani ancak tundra kuşağının Berring boğazı ile çakıştığı bir dönemde karşıya geçmiş olabilirler (buzul ve buzularası dönemlerde iklim kuşaklarının kuzey-güney doğrultusunda yer değiştirdiğini hatırlayalım). Altaik kavimler (veya ortak atalaları) muhtemelen buzul devrinin biraz öncesi ve sonrasına denk gelen dönemlerde, yani kısmen kara köprüsü varken geçmiş olmalılar. Zaten tarihler bunu tutuyor. Kısaca karşı tarafa sadece eskimo kabilelerinin geçmiş olması çok saçma. Ayrıca bugün bile Alaskanın kuzeyinde yerli Eskimolar var. Bunlar yaşadıkları habitata bağlı olduklarından güneye asla inememişler ve orda kalmışlar. Asla çoğalıp uygarlıklar kuramamışlar. Çünkü bu imkansız. Biraz güneye (bugünkü Kanada ve ABD’ye doğru) inmeye kalksalar radyasyon, kendileri için ölümcül bakteriler ve kendilerine uygun besin bulamamaları yüzünden hemen ölürler. Bu durumda ancak endemik hale gelmeden, Asya tarafında iken, kuzeydeki eskimo grubundan ayrılan ve daha güneyde yaşamaya az çok adapte olan bir ırk belki söz konusu olabilir. Ancak bu ırk güneyde avantajlı konumda yaşayanlar içinde mutlaka zayıf kalmış olmalılar. Zaten Yenisey dilleri denen dil grubunu konuşan bu toplulukların büyük ölçüde asimile olup yok olmalarının sebebi de bu olabilir.