Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Osmanlı Dönemi Türk Mizahının Kısa Bir Tarihi
Osmanlıların kuruluş döneminde ortaya çıkan sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri Anadolu Selçukluları ve Beyliklerinin kültür dünyasından bağımsız olarak düşünülemez. Türklerin Anadolu’da varlığını ciddî bir şekilde göstermeğe başladığı 12. yüzyıldan itibaren her sınıf ve seviyeden insan kendilerine ait veya ortak çeşitli mekanlarda hikayeler dinliyor, kukla, taklit izliyor, nükteler, şakalar yapıp gülüp eğleniyordu. Anadolu Selçuklu saraylarında komiklerin ve taklitçilerin varlığı biliniyor. Anadolu beyliklerinin saraylarında nedim, komik, taklitçi, ozan ve şairler vardı. Arap halifelerinin ve diğer hükümdarların saraylarında da bulunan nedimin görevi kıssa anlatmak, soytarılık, taklit yapmak, kısacası eğlendirmekti. Bunlar edebî terbiye sahibi, bilgili, zeki insanlar olurlardı.
Anlatılar genel olarak masal, menkabe, fıkra, eski hikayeler ve benzeri eski Türk kültüründen gelen unsurları, İran ananelerini, İran üzerinden gelen Hind hikâyelerini, İslam kültür dünyasının etkilerini içerirdi. 13-14. yüzyılların Anadolusunda ozanların yanında kıssahan, şehnâmehân gibi isimler taşıyan kişileri görmek mümkün oluyor. 15. yüzyıldan itibaren meddah lakabı aynı anlamda kullanılmağa başlamış, 16. yüzyılla birlikte gitgide yaygınlaşmış, ozanın yerini ise zamanla âşık ve saz şairi tanımları almıştır. Genellikle sanatını halk arasında icra eden bu kişiler klasik edebiyat temsilcileri tarafından küçümsenmişlerdir; ama onların aralarında seçkinleşenler en erken çağlardan itibaren saraylarda kendilerine yer bulabilmişlerdir.
Anadolu’daki mizah ürünleri elbette bu çerçeve içerisinde var olmuştur. Şurası muhakkak ki Anadolu’ya gelen Türkler’in bir mizahı vardı. En azından İslam öncesi döneme ait izler taşıyan Dede Korkut hikayelerindeki mizahî çizgiler ve ünlü kadın tiplemesi -her ne kadar yazıya geç geçmiş olsa bile- göçebe yaşantısından açık izler taşır. Ne yazık ki Türklerin Anadolu’daki ilk yüzyılından elimizde yazılı mizah ürünleri bulunmamaktadır. Bu yüzden belki de Anadolu’daki en eski mizah ürünleri hakkında bir fikir sahibi olmak için Farsça yazmış olmasına rağmen Mevlanâ’nın başta Mesnevî olmak üzere, Fihi Mâfih ve Mecâlis-i Seb’a adlı eserlerinde bir küçük kitapçık oluşturacak kadar çok sayıdaki güldürücü ve tabii ki aynı zamanda eğitici öğretici hikâyelere bakmak gerekir. Bunların bazıları daha sonraları Anadolu’da yazılan Türkçe mesnevilerde sık sık karşımıza çıkar; kimisi Bektaşî, kimisi Nasreddin Hoca hikâyesine dönüşür; kimisi ise günümüzde bile anlatılır. Sözlü geleneğe inanmak gerekirse, kayd-ı ihtiyatla karşılamak şartıyla Şeyyad Hamza ve Nasreddin Hoca hakkındaki söylentiler 13. yüzyılın ilk mizahî mısraları arasında yer alabilir.
Türk mizahı söz konusu olunca 13. yüzyılın kuşkusuz en önemli ismi Nasreddin Hoca’dır. Nasreddin Hoca’nın adı çok geniş bir yayılma alanına sahiptir; Türkistan’dan Macaristan’a, Güney Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya, Osmanlı egemenliğinin uzandığı bütün bölgelere onun fıkraları ulaşmış, fıkraların yayılmasında en önemli rolü başta İstanbul olmak üzere Osmanlı kültür merkezleri oynamıştır. Boratav’a göre “Hemen hemen her hikaye için Nasreddin geleneğinden bağımsız ve yazıya geçme aşamasından önce bir oluşum düşünebiliriz. Nasreddin geleneği, sözlü edebiyattan olduğu gibi, çeşitli dil ve kültür kökenli yazılı kaynaklardan da büyük ölçüde beslenmiştir.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye