Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün Dış Siyasası

0 15.179

Ord. Prof. Hikmet BAYUR

Şunu belirtmek lazım. Atatürk’ün nasıl muharebelerde verilen emirlerde imzası yok idiyse dış konularda da imzası yoktur. Fakat, her mühim karar onun bir girişimi sonucudur veya tasvibiyle çıkmıştır. Mühim bir nota verilecek. Dış İşleri Bakanlığı hazırlar, Bakanlar Kurulunda görüşülür. Değişiklik isteniyorsa yapılır, ondan sonra Dış İşleri Bakanlığı’nda gereken değişiklik yapılıp bazen nota bir kez daha Atatürk’e gösterilir; fakat onun imzası yoktur. Muharebelerde olduğu gibi.

Birinci Dünya Savaşı tarihinin dönüm noktası Çanakkale’dir. Yani, dünya mukadderatını, acunun keskilini saptayan hâdise Çanakkale’deki Türk zaferidir. Düşmanlarımızın plânına göre 1915’te Çanakkale zorlanacak, Rusya cephane ve silâh bakımından elden geldiği kadar beslenecektir.

Fransız-Alman cephesi gayet çetin siperlerle örtülüdür ve kısadır, Kuzey Denizi’nden İsviçre’ye kadar gider. Beş altı yüz kilometredir. Rus cephesi ise birkaç bin km’dir. O öyle kolayca siperlenemez, dolayısıyla orada hareket savaşı olabilir. Rusya’nın ordusu mükemmeldi. Fabrikası da vardı. Fakat bu yeni şekil siper muharebesine göre, fabrikaları ve cephane yetiştirecek imkânları kıttı. 1915’te Boğazlar açılsa Rusya’ya her şey gidecek. O olmadı mıydı iş Vladivostok’a kalıyor. On bin km. kadar bir mesafe veyahut senenin beş altı ayında buzla örtülü Arkanjel ve Kuzey Denizi limanlarından yararlanmak gerekiyor.

Rusya 1915’ten itibaren cephane ve silâh bakımından beslenebilseydi, 1916’da Rus’un Avusturya’yı plân gereğince çökertmesi mümkün olacaktı. Bu da, kısmen sabit olmuştur. 1916 yazında kıt cephane ile Avusturya’ya karşı büyük bir Rus saldırısı olur. Buna Brussilof saldırısı denir. Bir hamlede dört yüz bin Avusturyalı esir ve 300 top alınır vs. Yalnız Rus saldırısı cephane kifayetsizliğinden durur. Alman da Avusturya’ya yardıma gelir. Fakat asıl duruş cephane kifayetsizliğindendir. Cephane yetseydi Avusturya yıkılmıştı. Avusturya gidince de Almanya her taraftan kuşatılmış olarak ezilecekti.

Binaenaleyh, Çanakkale’de Türk kahramanlığı ve Mustafa Kemal’in dehâsı bu durumu husule getirmiştir. Şimdi Çanakkale zorlamayınca ne oluyor? Fransız-Alman cephesinde sonsuz siper savaşı. Eğer harp 1916’da bitseydi, âlem yine eski âlem olurdu. Bitmeyince ve daha iki yıl uzayınca müthiş insan kayıpları olur, müthiş tahribat olur. Avrupa dış piyasaları kaybeder, çünkü iki senede bitseydi, harp dışı dünyada, sömürgelerde, şurada burada yeni fabrikalar pek yapılmazdı. Bu fabrikalar, savaş dört sene uzadığı ve daha da ne zaman biteceği belli olmadığı için her tarafta yapıldı. Sömürgeler halkı da azdı. Hindistan’da en çok azgınlık, Çanakkale ve Kutü’l-amâra’dan dolayı başlar. Çünkü, “ha İstanbul alınıyor, alınacak”, “ha Bağdat alınıyor, alınacak” derken İngilizlerin Çanakkale’den yenilip çekilmeleri ve Kutü’l-amâra’da da koca bir tümenin esir alınması, sömürgeler halkını azıtır ve uyandırır.

Savaşın iki yıl uzamış olması yüzünden insan kayıpları da çok büyümüştür. Meselâ Fransa’daki cephede İngiliz insan kayıpları 1914, 1915, 1916 yıllarında 1.035.000 kişidir. 1917-1918 yıllarında 1.670.000 kişidir. Buna Osmanlı cephelerinde kaybedilen 295.000 kişi ilave edilirse, Türkiye’nin harbe girmesi ve Çanakkale muzafferiyeti İngiliz’e fazla olarak 1.966.000 kişi kaybettirmiştir. Yani, 2.000.000 kişi fuzulî kaybettirmiştir. Bu muazzam şeydir. Osmanlı cephelerindeki harbin masrafı bir milyar altın İngiliz lirasıdır. İngiltere’nin dört milyar lira dış piyasalara yerleştirilmiş parası vardı. Bilmem nerede demiryolu tahvili, bilmem nerede kanal, şu fabrika, bu fabrika. Bu varlık eriyecektir. Fakat iki yıl savaşılsaydı, bu erimezdi. Yalnız Osmanlı savaşı İngiltere’ye bir milyar altın liraya mal olmuştur.

Yine bu sayede, yani bizim taraf 1916’da çökseydi, Rusya İstanbul’u alacak ve ne komünizm ne de başka şey olacaktı. Bir ayaklanma da olsa komünizm olmaz ve değişiklik meşrutiyet şeklinde olurdu. Amerika’ya da lüzum kalmayacaktı ve fırsat olmayacaktı. 4 Nisan 1917’de Amerika savaşa girer. Bu olay ve 13 Mart 1917’de başlayan Rus ayaklanması savaşa yeni bir şey ekler: İdeolojiler savaşı. Bütün Avrupa ve Türkiye bu fırtınanın içinde bocalayacaktır.

Şimdi bu ideolojilerin çarpışması ve etkilerine bakalım. Bolşevikler 7 Kasım 1917’de iktidara gelirler, 8 Kasım’da bir bildiri çıkarırlar. Biz katmasız ve salmasız barış istiyoruz. Memleket istemiyoruz. Kimse memleket almayacaktır. Kimse de harp tazminatı almayacaktır. 15 Kasım’da yeni bir bildiri daha çıkarılır. Rusya’daki bütün uluslar eşittir. Bağımsız hükümetler kurabilirler, isterlerse Rusya’dan ayrılabilirler. Tabiî bu bir bomba idi. 23 ve 24 Kasım’da gizli antlaşmaları ret ve ilân ederler. 3 Aralık’ta Müslümanlara çağrıları vardır. Onun birkaç noktasını alıyorum:

“Zulüm yıkılmıştır. Rus işçileri boyunduruk altındaki ulusları bağımsızlığa kavuşturmak için çabalıyorlar. Rusya Müslümanları, Volga Tatarları, Kırım Tatarları, Kırgızlar, Sibir ve Türkistan Tatarları, Kafkas Türkleri ve Tatarları, Çarlıkça cami ve minberleriniz yıkılmış, din ve gelenekleriniz çiğnenmiştir. Artık dinleriniz, kültürleriniz, ulusal kültürel müesseseleriniz her türlü saldırıdan kurtulacaktır. Ulusal yaşamınızı dilediğiniz gibi düzenleyin. Bütün Rusya’da yaşayan ulusların haklarını devrim koruyacaktır. Siz de bize yardım edin.”

Rusya Türklerinin çoğu buna inanmıştır ve büyük yardımda bulunmuştur. Çarcı generallerini yenen orduların bazılarında Türkler 2/3 nispetindedir. Çünkü Bolşeviklerce Ruslara o kadar güvenilmiyor, Çarcı ve mürteci olabilirler diye. Böylelikle Türkler büyük ölçüde harcanmıştır. Bir de Müslüman komünist partisi kurulmuştur. Yani, hem din afyondur denmiş hem de Müslüman komünist partisi kurulmuştur.

Sonra bazı yerlerde de bilhassa Kazan’da kurulan müstakil Türk devleti bir ara gerçekten müstakil olmuştur, yani ona itimat edilmiştir. Oradaki ülkücü Türkler ve Müslümanların kanaati şudur ki eğer biz Bolşevikliği kuvvetlendirirsek İslâm âlemini de kurtaracağız. Bu bakımdan ilk zamanlarda kaynaşma, dostluk samimidir.

Bu Doğudan gelen ideoloji dalgasıdır.

Batı’dan gelen ideoloji dalgasını Amerika Cumhurbaşkanı Wilson temsil etmektedir.

Evvela on dört ilkesi vardır, meşhurdur. 8 Ocak 1918’de açıklanmıştır.

Bir tanesi sömürgelere ait olanı, yarımdır. Bolşeviklerinki gibi değildir. Yani onda sömürge halklarının iddialarıyla, sömürgeci devletin çıkarları telif edilmelidir, denilmektedir.

Osmanlı hakkında da meşhur 12. madde vardır. Onda: Osmanlı Devleti’nin Türk kısımlarına egemenlik verilecektir; öbür uluslara yaşama güvenliği özgür ve engelsiz gelişme imkânı sağlanacaktır, denilmektedir.

Çanakkale Boğazı uluslararası inancalar altında bütün ulusların gemilerine açık olacaktır.

Bu da Amerika’dan gelen dalga. Ama ancak bir dereceye kadar tatmin edici.

Avrupa ve Türkiye bu iki akım arasında bocalayıp duracaktır. Bu akım üzerine Lloyd George da 10 Ocak 1917’de: Türkler Avrupa medeniyetine uymazlar. Onlar Avrupa’dan kovulmalıdır, dediği halde sonra 5 Ocak 1918’de yani, Rusya çöktükten ve oradan bu ideoloji akımı geldikten sonra: “Biz Türkiye’yi başkentinden ve ilke bakımından, Türk olan Küçük Asya ve Trakya’nın zengin ve ünlü topraklarından mahrum etmek için savaşmıyoruz. Biz Akdeniz’le Karadeniz arasında gidiş geliş arsı ulusallaştırılmış ve yansızlaştırılmış olarak başkenti İstanbul ile birlikte İmparatorluğun Türk ırkının öz yurdunda kaladurmasına itiraz etmiyoruz, ancak Arabistan, Ermenistan, Irak, Suriye’nin özel durumları tanınmalıdır.” Yani o da Türklere teminat veriyor, Türklerin İstanbul’una ve Türk ırkının yaşadığı yerlere gerçek bağımsızlık tanınacaktır diyor.

Şimdi bu çarpışan iki ideolojiden evvela Batı’daki ideolojinin foyası meydana çıkar. Doğununki daha epey yaşayacaktır.

Bütün yenilen devletler, Almanya, biz vs. Wilson ilkelerine göre barış yapmak üzere bırakışma istedik. Halbuki bizimle yapılan Mondros bırakışmasına bakılırsa hiç de öyle olmamıştır. İstedikleri yerleri (mütareke mucibince) ele alabilirler, işgal edebilirler, eğer orada kendileri için bir tehlike görürlerse. Ama öyle olmamıştır. Musul’u aldılar, İskenderun’u aldılar yeni hiçbir hâdise olmadan, bir tehlike ortaya çıkmadan. Sonra da Yunan’a İzmir’i işgal ettirdiler yine hiçbir hâdise olmadan. Sırf işgal etmek için bunları yaptılar. Sonra da Türkiye’yi tamamıyla silâhsızlandırdılar.

Bu durum doğal olarak bizleri Bolşeviklere teveccüh etmeye mecbur etti. Hatta daha sonralarda da 1919 Ocak’ında, ileride Rusya Dışişleri Bakanı olacak olan Litvinof Avrupa’ya genel elçi olarak gönderilir ve onun beyanatı vardır: “Bütün Rusya içindeki uluslar isterlerse bağımsızlıklarına kavuşabilirler” diye. Dolayısıyla biz Bolşevikliğin ancak açığa vurulan yüzünü biliyorduk. Halbuki ötekilerin gerçek yüzünü tatmıştık.

Şu yön de şayan-ı dikkattir, Wilson 29 Haziran 1919’da Avrupa’dan ayrılırken Venezilos da kendisini teşyi edenler arasındadır. Ona: Ben yaptığıma pişmanım der: “Şimdi anladım ki İzmir’de ve İtalyanlara verilen Almanla meskûn Tranten gibi yerlerde yapılan yanlış imiş, bir ulusun yabancı bir devletin boyunduruğu altına konmasının zararlı olduğunu anladım. Fakat şimdi artık dönemem.” Bu şayan-ı dikkattir.

Şimdi bu hava içinde Mustafa Kemal çalışacaktır. 25 Haziran 1919’da Amasya Kararları alınır. Bunları Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay, Mustafa Kemal’le birlikte imzalarlar. O toplantıda, Anadolu mukavemetinin nasıl yapılacağı kararlaştırılır. 3. madde şayan-ı dikkattir. Kâzım Karabekir’e yazılan telgrafta görülür. Karabekir’in kitabının 58. sayfasında da vardır. Orada denir ki: Kazan, Oranburg, Kırım vs. gibi ahali-i İslâmiye Bolşevikliği kabul etmişlerdir. İtilafçıları memleketten çıkmaya mecbur etmek için Bolşevikleri bir vasıta gibi kullanmak gerek. 23 Haziran 1919’da dördü arasında bu kararlaştırılmıştır.

Şimdi Sivas Kongresi oluyor. O sırada Bolşeviklik de kötü durumdadır. Dışişleri Bakanı Çiçerin’in 13 Eylül’de Türkiye emekçilerine bir çağrısı vardır. Bu çağrı gayet kötü bir biçimdedir. Bütün paşaları kötüler. Yani, Damat Ferit Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’yı ayırt etmez. Der ki: Sizin o paşalarınızın kimi İngilizlere, kimi Almanlara satılmıştır. Onlardan size hayır gelmez. Rus işçileri sizi kurtarabilirler. Onlarla birleşiniz. Bu, kuru sıkı atılmış bir top gibidir. Kimse farkına bile varmaz. Belki içerde dolaşan propagandacılara bir direktifti. 1919 sonbaharında Çarcı General Denikin muzaffer durumdadır. 1919’un sonlarına doğru yenik duruma düşer. Onun muzaffer olduğu sırada Dış İşleri Bakanı Çiçerin’le Azerbaycanlı Dr. Neriman Nerimanof Kafkas milletlerine bir bildiri yayımlarlar. Orada deniliyor ki, Bolşevikler başka ülkelere el koymaz, bağımsızlıklara saygılıdır. Denikin’e karşı bize yardım edin.

12 Ocak 1920’de Osmanlı Meclisi açılır. 1920 başında artık Çarcı generallerden ümit kalmamıştır. İngiltere Rusya’yı bırakır ve Türkiye’ye karşı döner. Onun o devreye kadar genel politikası Rusya’nın Akdeniz’e inmesini önlemek için Osmanlı Devleti’ni bir siper gibi kullanmaktı. Bu siper yıkılmış, Türkün değeri kalmamış sayılır. Onun yerine Yunanı ikame etmek, yani Yunan da İstanbul kıyılarına getirilecek, İstanbul da Rumlaşacak, o Anadolu’ya yerleştirilecek, yerleştikten sonra nüfusu 20-25 milyona yükselecek ve İngiliz’e minnettar bir devlet olarak o Boğazları Rusa kapalı tutacaktır.

Bu Lloyd George’un politikasıdır. Askerler, Churchill dahil, çünkü Millî Savunma Bakanıdır, ve bu hizbin başı olan imparatorluk Genel Kurmay Başkanı Mareşal Sir Henry Wilson bunun aksine politikanın güdülmesini istemektedirler. Onlar Türkle savaşın tadını tatmışlardır.

Onlar derler ki, bu Yunan Türkü yenemez. Sonunda yenilecektir. Bizim yapacağımız, Türk’le, ona dostluğumuzu gösterecek şekilde bir antlaşma yapmaktır. Onunla Kafkas devletlerini berkitmek (takviye etmek) ve Rusya’ya komşu devletleri bir arada Rus’un karşısına dikmektir. Ancak bu askerlerin politikasıdır. Başbakanınki tabiî galip gelecektir.

Sonra Hindistan Bakanlığı’nın politikası var. Onun da özeti şudur: Hindistan Müslümanları İngilizleri tutar. Çünkü, Hinduların boyunduruğu altına girmek istemezler. Hindular çoğunluktadır. Dolayısıyla bu durum İngiltere için bir kolaylıktır. Hindistan Müslümanları varlıklarını dinleriyle korurlar. Dinlerini gevşetseler, başka dayanacak bir güçleri yoktur. Hindu ekseriyeti içinde eriyeceklerdir. Bu bakımdan Hilafeti çok tutarlar. Gandhi’nin kurnazlığı şu olur. Hinduların İngiltere’den pek çok istekleri vardır. Ama der ki: “Müslüman kardeşlerimizin davası önde gelir. Dinî bir davadır. Hilafet davasıdır. Onlar mademki dinlerini tehlikede görüyorlar, biz de onlarla beraberiz.”

Dolayısıyla o devirde ve Kuva-yı Milliye mücadelesi devam ettikçe Hindistan’da Hindu- Müslüman iş birliği kurulur. Bu ise İngiltere için büyük tehlike idi ve nihayet İmparatorluğu temelinden sarsacaktır. Hindistan Bakanlığı da bunu önlemek için mütemadiyen Türklerle yumuşak barış yapalım ve hatta Medine ve Mekke illâ Halifede kalmalıdır der. Yani o bizim için bizim istediğimizden çok fazlasını ister.

Bu durum karşısında Mustafa Kemal’in bir değerlendirmesi vardır. Bu çok ilginçtir. Genel Kurmay’ın yayımladığı Harp Tarihi Vesikaları Sayı 15, Belge 388’de Atatürk bu durumu şöyle değerlendirir (geniş özet):

“a) Bolşeviklerle temasa gelen ya bolşevik oluyor, ya onlarla savaşıyor.

b) Bizim Bolşevizme çatmamız için İtilâf Devletleri Arap olmayan yerleri bize bırakır (Yani İngiliz askerî görüşünü ya duymuş yahut da kuvvetli sezgisiyle tahmin etmiştir). Bu devletler şimdilik buna zaruret görmüyorlar. Bizi ezip kuşatmak ve boğmak istiyorlar. Bizim için tek faydalı açık kapı Kafkas’tır. Yani İran filân bir değer taşımaz, orada ne demir yolu vardır, ne de arkada bir kuvvet. İtilâf, Kafkas devletlerini takviye ve bağımsızlıkla berkitmek istiyor. Biz Bolşevik istilâsını teshil edip, onunla temasa gelirsek Doğu’da bütün kapılar açılır ve sömürgelerin durumu tehlikeye düşer. Bu yapılamazsa siyasî varlığımız ortadan kalkabilir.”

Tabiî Atatürk bunu yazarken Bolşevizm’in bağımsızlığa saygılı olduğu propagandasına dayanmaktadır, Kazan’da bunun canlı örneği de oluşmaya başlamıştır.

“İstanbul ile Anadolu’nun fiilen var olan müşterek idaresi İtilafçılara fayda sağlıyor. Ülkede fitne çıkarıyorlar ve bazı makamların teslimiyet-i mutlakaya eğiliminden yararlanıyorlar (Yani İstanbul’da bir hükûmet vardır. Bu Padişah ile Bâb-ı Âlîdir. Bu İngilizlerin elindedir. Onun vasıtasıyla İngilizler istedikleri gibi fesat çıkarıyorlar, ortalığı karıştırıyorlar). Bunu önlemek lazım. Bunların ilk işleri Kuva-yı Milliyeyi çökertmek, elimizde kalan silâhları faydasız bırakmaktır.

“İtilafçılar Kafkas’ı takviye ve bizi çökertmek işini ancak İstanbul hükümetleri gibi zayıf hükümetler zamanında temin edebilirler. Milleti bir yandan korkutuyor, öbür yandan ona belirsiz ümitler veriyorlar.”

“İtilafçılar amaçlarına varınca büyük tevkifat yapacaklar. Tam kuşatma sağlayacaklar ve muahedeyi tebliğ edecekler; o muahede de öldürücü olacak. Binaenaleyh, Kafkas devletleri ve bilhassa Azerbaycan ve Dağıstan’la temas etmek ve kararlarını anlamak lazım. Hareketlerimizi birleştirmek için Bolşeviklerle temas aramak lazım. Bunları bilinçli ve kuvvetli bir hükûmet yapabilir ve İtilafa vakit kazandırmaz. Şark cephesinin takviyesini de böyle bir hükûmet yapabilir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin bir vazifesi de gereken tedbirlerin alınmasının bu hükümetle kabil olup olmadığına karar vermektir.

“Heyet-i Temsiliye arkadaşlarımızı derhal İstanbul’dan çekmek ve Kafkas milletleriyle temas etmek lazımdır.”

Atatürk bu görüşünü kolordulara tamim ediyor. İstanbul’da Rauf Bey’e, Refet Bey’e, Erzincan’da meşhur komiteci Halit Bey’e ve böyle iki üç kişiye tamim eder. Hepsinden de genel olarak tasvip cevabı gelir.

Bu genelgeden bir buçuk ay sonra İstanbul işgal edilir ve tevkifler olur.

16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildiği sırada Kafkas’ta mevsim askerî harekâta elverişli değildi. Bir şey yapılamaz. Hazar denizindeki Rus donanması da Volga ağzında buzlarla mahsurdu. O da gelemez. Binaenaleyh, Kâzım Karabekir der ki: Batum’daki İslâm cemaatine talimat verelim o komünistleşsin ve İngilizlerle mücadele etsin. Bu suretle, onun emriyle Batum’daki İslâm cemiyeti Bolşevikleri tutar. İngilizlerin orada askerleri olmakla beraber pek yıpranmış durumdadırlar.

Karabekir’in 18 Nisan’da Mustafa Kemal’e bir önergesi vardır. Bakü’ye bir askerî heyet gönderip ona şu talimatı vermeyi istemektedir:

1- Emperyalistlere karşı ve bunların boyundurukları altındaki milletleri kurtarmak için Bolşeviklerle iş birliği.

2- Bolşevikler, Gürcistan’ı Bolşevikleştirsin ve İngilizleri oradan kovsun. Biz de emperyalist Ermenistan üzerine askerî harekât yaparız. Azerbaycan’a Bolşevik esasat ve âmâlini kabul ettirmeyi taahhüt ederiz.

Buna göre Azerbaycan’ı Bolşeviklere ezdirmek yoktur. Onu biz Bolşevikleştireceğiz ve o vakit ki inanca göre o da müstakil bir devlet olacaktır (Yani Bolşevikler hakkındaki bilgi kıtlığı bu derecededir). Sonra emperyalistlere karşı hareket için para, erzak ve cephane istenecek. Bu öneri Ankara’da ufak tefek değişiklikle tasvip edilir (5 milyon altın istenir). Kâzım Karabekir, 26 Nisan’da yola bir heyet çıkarır, bu heyet Bakû’ye gidecek. Bakû’deki komünistlerle anlaşacak. Onlar bu işleri Moskova’ya bildirecek. Fakat 27 Nisan’da daha bizimkiler yoldayken Ruslar Azerbaycan’ı işgal eder. Ve tabiî propaganda olarak ilk haber: “Türk Kırgız ordusu Bakû’ye girmiş” şeklindedir.

Biz bu işgali 1 Mayıs 1920’de öğreneceğiz.

Bu hâdise olunca Batum’daki İngilizler, Batum-Bakû yolunu kaparlar. Binaenaleyh bizim askerî heyet oradan Bakû’ye gidemez. 8 Mayıs’ta bir takayla Novrosisk’e ve oradan Moskova’ya gider. Anlaşılan Karabekir heyete verdiği talimata Mustafa Kemal’in imzasını koymuş ve bir de Misak-ı Millî sureti eklemiştir. Bazı eserlerde “Mustafa Kemal mektubu” denilen budur.

Bolşevikler Bakû zaptının etkilerini önlemek için propagandalarına devam edip dururlar: “Azerbaycan bağımsızdır, Kızılordu ancak yerli hükümetin emrindedir.”

Büyük Millet Meclisi yeni açılmıştır. Rus telsiz propagandaları durmadan işler: “Eski devir bir daha gelmeyecektir. Bütün Müslümanlar kurtulacaktır. Türkiye aleyhindeki Çarlık muahedeleri yırtılmıştır”. Bir süre öyle bir hava içinde yaşanır. Ruslar Bakû ve Azerbaycan’ı aldıktan sonra Ermenistan’ı zorlarlar, ancak başarı elde edemezler, çünkü Polonya’ya karşı yenik durumdadırlar ve fazla ileri gitmezler. Gürcistan’ı da zorlarlar; yine başarı sağlayamazlar. Oralarda bu olaylar olurken Nisan 1920’de Batı Anadolu’da Anzavur hareketi başlar. 11 Mayıs’ta da Sèvres Antlaşması’nı Osmanlı’ya bildirirler. Bu antlaşma bildiğimiz gibi Osmanlı’yı bin bir parçaya ayırmaktadır. Marmara etrafında bir Boğazlar bölgesi vardır. İstanbul’un yanı başına, Çatalca’ya kadar olan yerler Yunanındır. Konya, Antalya vs. İtalyan bölgesidir. Kilikya’yı kapsayan Fransız bölgesi Tokat’ın ucuna kadar gelir, Sivas’ı içine alır.

Ermenistan hudutlarının tayini Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’dan istenmiştir. O da Harşit vadisinden itibaren bir sınır çizer. Erzurum, Trabzon, Bitlis ve Van’ı içine alan bölgeyi Ermenilere ayırır.

Suriye, Fransız, Irak ve bütün Arabistan da İngiliz bölgesidir. Bunlar yalnız sınırlardır. Fakat gerçekten ortada Türkiye diye de bir şey kalmıyor. Padişah İstanbul’dadır. İstanbul Türklere bırakıldı deniyor. O aldatıcı bir şeydir. Yalnızca Padişahın İstanbul’da kalmasına müsaade ediliyor. Hakikat budur.

Meselâ Osmanlı Devleti’nin 15 bin askeri, 35 bin de jandarması olacak. Ve bu sonuncular Batı subaylarının kumandası altında olacak. Jandarma dört lejyona ayrılıyor. Her lejyon muayyen bir bölgede olacak ve o bölgeye hâkim olan devletin subayları da ona kumanda edecek. Yani örneğin Adana ve Sivas’ta Fransız, Konya ve Antalya’da İtalyan subayları jandarmanın başında olacak. Bir bölge de açıkta bırakılıyor, o da ilerde Rus eğer Çarlaşırsa yahut Amerika razı olursa onun subayları oraya yerleşecek. Bir maliye komisyonu vardır. Yabancılarla kurulmuştur. Bütçeyi o yapar. Osmanlı Maliye Bakanı onu tatbikle mükelleftir. Düyunu Umumiye, kapitülasyonlar vs. hep kalıyor. Hiçbir yerde hiçbir sorunda Osmanlı özerkliği, bağımsızlığı yoktur.

Osmanlı hükümeti işte bunu 10 Ağustos’ta imzalayacaktır. Bu tasarı Bâbıâlî’ye 11 Mayıs’ta verilmiştir. 27 Mayıs’ta Kazan’da Tatar Cumhuriyeti’nin kuruluşu haberi gelir. Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük şenlik yapılır. Bu sırada gerçek bağımsız devlettir. Yanı başındakiler Rus uşağı değildir. Türklüğün ve İslâmiyet’in kurtulması için Bolşeviklere dayanmanın zarurî olduğuna inanan Türklerdir. Tabiî onlar sonra birer birer tasfiye edilecektir. Bu haber üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde demeçler verilir, sevinç gösterilir.

Kilikya cephesinde Fransızlar çok sıkışık durumdadır. Biz de rahatsız durumdayız. Burada bulunan sevgili Tayfur Sökmen arkadaşımız oralardadır. Yirmi günlük bir bırakışma yaparız. Bu çok tenkit edilmiştir: Fransızları perişan edecektik de siz bırakışma yaptınız gibi birtakım sözler dolaşmıştır. Ancak biz oradaki Kuva-yı Milliye’yi düzenlemek için buna mecburduk. Biz bunu Fransız hükümetiyle yapılmış bir bırakışma sayıyorduk ve bu bakımdan o siyasal bir önem taşıyordu. Fransızlar ise onu yersel bir anlaşma saymışlardır. Daha süre bitmeden Fransızlar Zonguldak’ı işgal ederler. Biz; “hani bırakışma vardı” deriz. “Bırakışma sizin Kilikya’daki kumandanınızla, bizim kumandanımız arasında yersel bir iştir. Bizim kömüre ihtiyacımız var, Zonguldak’a onun için gittik” derler. Biz de bozarız bırakışmayı, yine muharebeler başlar.

O sıralarda yine 1920 yazında da Kuva-yı İnzibatiye harekâtı olur. Padişah ordusu Anadolu’ya girer. Ali Fuat Paşa’nın çok yararlığı olur. Bu Kuva-yı İnzibatiye’yi yener ve kaçırır.

2 Haziran 1920’de iki hâdise olur. Amerika Ermenistan mandasını kabul etmediğini bildirir. Bir de 8 Mayıs’ta Novorosisk yoluyla Moskova’ya giden teklifimizin cevabı Çiçerin’in imzasıyla alınır.

Bu cevap gayet acayiptir. Bolşeviklerin ileride söyleyecekleri gibi hiç de sırf propaganda niteliğinde değildir.

Misak-ı Millî’de Batı Trakya’da referandum bahsi vardı. Çiçerin bunu alıyor ve referandumun hem Batı, hem de Doğu Trakya’da yapılmasını istiyor. Bundan başka Ermenistan, Kürdistan, Luristan, Batum, Türk-Arap karışık bölgelerde de referandum yapılsın diyor. Ermenistan ve Kürdistan dediği Doğu Anadolu, Luristan dediği Karadeniz kıyılarının büyük bir kısmıdır. Trabzon, Giresun hepsi oraya girer. Ona göre ne kadar göçmüş Rum ve Ermeni varsa geri gelecek ve ondan sonra referandum yapılacak. Türk-Arap karışık dediği yerlerde, ki burası Urfa, Mardin olsa gerek, hepsinde referandum yapılacak. Bundan başka Ermeni-Türk ve İran-Türk sınırları işinde hakemlik teklif ediyor.

Bu bir nevi koruyucu devlet vaziyeti önerisidir. Buna yarım bir cevap verilir. Tam cevap vermek işimize gelmez. Fakat, Bolşeviklerin niyetleri anlaşılmış olur. O sırada acayip bir hâdise de şudur. Rusya’da bulunan Cemal Paşa’dan Mustafa Kemal’e bir mektup gelir: “Bu Rus teklifini hemen kabul edin, bundan iyi bir teklif olmaz” der. Bu da İttihatçıların ne vaziyete düşmüş olduklarını anlatır.

Büyük devletlerle ilişkilerde Osmanlı hükümeti ve Damat Ferit, Bolşeviklerle ilişkilerde de bu İttihatçılar türlü derecelerde baş belası olmuşlardır.

Mustafa Suphi de 15 Haziran’da Mustafa Kemal’e bir mektup gönderir, bu mektup geç alınacaktır. O, Sèvres Muahedesi dolayısıyla der ki: “Hain Tevfik Paşa bu muahedeyi kabul edecek. Biz buna karşı mücadele etmek istiyoruz. Siz bize ne dereceye kadar yardım edersiniz.” Yani deniyor ki, bu mücadelede biz de sizinle beraberiz. Biz de Türkiye’ye gelip müstakilen mücadele edeceğiz. Mustafa Kemal buna epey geç, 12 Eylül’de cevap verir. Der ki: “Her ne yapmak istiyorsanız Ankara’daki hükümetle danışarak yapmalısınız. Böyle münferiden hareket olmaz, dolayısıyla bir şey istiyorsanız bize bildirin. Bunun için de güvendiğiniz bir arkadaşınızı Ankara’ya gönderin.”

O sırada Bolşeviklerden de elçilik heyetiyle 500 kilo altın ve bir miktar cephane gelir.

Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra Bolşeviklerle temas etmek üzere Dışişleri Bakanı Bekir Sami (Kunduh) ile İktisat Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Beyler Rusya’ya gönderilmişti. Bunlar Mayıs başlarında yola çıktıkları halde ancak Ağustos’ta Kars’a varabilirler. Atla, arabayla varırlar. Hâlâ Bolşeviklerin niteliğini anlamamışlardır. K. Karabekir’in Mustafa Kemal’e 3 Ağustos 1920 günlü bir telgrafı vardır (s. 832). Bekir Sami, Yusuf Kemal Beylerle K. Karabekir Paşa bize kabil-i tatbik bir Bolşevizm yolu düşünülmeli diye konuşmaktadırlar. Çok geçmeden Bekir Sami, Yusuf Kemal ve Karabekir siyasal mevkilerinin müsaade ettiği ölçüde Bolşevik düşmanı olacaklardır.

21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de Petrograd’da (şimdiki Leningrad) bizi ve dünyayı ilgilendiren Komünist Enternasyonal’in (Komintern) II. Kongresi olur. Hakikatte bu birinci kongre sayılır. Çünkü I. Kongre sırasında Rusya tamamıyla mahsurdu. Oraya hiçbir yerden murahhas gelememişti. İştirak edenler de ancak tesadüfen Rusya’da bulunan tek tük adamlardı. Bu ikinci kongrede komünizmin umdeleri ve düsturu, Komintern’in de tüzüğü tespit edilir. Bunlara Lenin’in tezleri denir. Üslûp da tamamıyla Lenin’in ağzından çıkma üslûptur. Gayet sıkıcı, fakat bütün noktaları belirten pek kuvvetli bir üslûptur.

Bu tezlerin birincisi bütün dünyadaki Komünistlerden kesin disiplin ister.

Ilımlıların bütün dünyada hiç bir surette teşkilât başlarına getirilmemesi, aşırılardan meydana gelen Komünist partilerinin de mutlak surette Komintern’e itaat etmeleri istenilmektedir. Zaten Komintern Rusya’dan başka bir şey değildir. Dolayısıyla Rusya’ya itaat gerekecektir çünkü tek kuvvet odur. Bu madde Komünizmin yayılmasını engelleyen ve güçleştiren maddedir. Bunu birçokları kabul etmemişlerdir. O vakit bütün sosyalist partiler komünist olmaya hazırken en çok bu madde yüzünden çatışmalar olmuş, bir kısmı komünistleşmiş, bir kısmı sosyalist kalmıştır.

Şimdi Türkiye’yi ilgilendiren Lenin’in ulusal ve sömürgesel sorunlarla ilgili tezlerinin 11. maddesinin 1 ve 5. kısımları üzerinde duracağım.

Bu 11. maddenin 1. kısmının manası şudur: Bütün dünyadaki komünistler, işçiler sömürge halkının bağımsızlık davasına yardım etmelidirler, onu desteklemelidirler.

Bu yardım da, eğer varsa, yersel komünist partisiyle danışarak yapılmalıdır. 11. maddenin 5. bölümü: Bağımsızlık isteyen hareketler dünyada hep burjuva-demokratlar tarafından yöneltiliyor. Bunlara komünist rengi verilmesi hareketiyle şiddetle mücadele edilmelidir. Onlar burjuva- demokratlardır. Biz bunlara yardım edeceğiz. Bu yardıma karşılık burjuva-demokratlar o memlekette gerçek bir Komünist partisinin kurulmasına müsaade etmelidirler. Kurulan bu komünist partisinin de vazifesi o burjuva-demokrat takımını yıkmak olacaktır.

Meselâ, bizde Kuva-yı Milliye desteklenecektir. Şu şartla ki, Türkiye Hükümeti bir komünist partisinin kurulmasına müsaade etsin. O komünist partisinin de vazifesi Mustafa Kemal’i devirmek olacaktır. Bu acayip bir kombinezondur. Ancak, Türkiye için şu olacaktır. Bir an gelecektir ki, komünizm menfaatiyle Rusya’nın çıkarları çatışacaktır. Mustafa Kemal’i devirmeye çalışacak, Komünist partisini sonuna kadar desteklemek kabil olamayacaktır çünkü Mustafa Kemal bu gibi kuruluşların tümünü kapatacak ve birtakım kovuşturmaları başlatacaktır. Bunun üzerine Lenin’in anılan tezine göre ona yardımın kesilmesi gerekiyordu ve uluslararası komünizmin çıkarı da bundaydı. Ancak bu Rusya’nın çıkarlarına uymamaktaydı. Çünkü İngiliz ve Fransızların elinden İstanbul’u kurtaracak başka kuvvet yoktu. Bu kurtarma ise Rusya için çok önemliydi. Dolayısıyla uluslararası komünizmin çıkarları Rusya’nınkilere feda edildi. Mustafa Kemal’le bozuşma yoluna gidilmeyip yardıma devam edildi. Artık Ağustos 1920’de Ankara’da hükûmet çevrelerinde Bolşeviklerin ne olduğu anlaşılmıştır.

Bolşevikler Bakû’de bir Şark Milletleri Kongresi toplarlar. O kongreye teker teker kişileri davet ederler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti yokmuş gibi. Mustafa Kemal buna kızar. 14 Ağustos’ta TBMM’de beyanatı vardır. Der ki: “Biz her yere gideriz; fakat sizin TBMM’nin seçtiği kimseler gider.”

Aynı gün mebus Soysallıoğlu: “Rus kuvvetleriyle ittifak edeli epey oldu (haddizatında öyle bir şey yok), onların buraya çağırılması düşünülmüyor mu?” diye Meclis’te sorar. Mustafa Kemal cevap verir: “Neden böyle bir teşebbüs yapalım. Buna lüzum var mı? Dışarı yardımıyla savaş kazanmak hayaline son vermek lazımdır” der.

Arada bir antlaşma yapmak için Rusya’ya giden Bekir Sami Kunduh ve Yusuf Kemal Tengirşenk Beyler daha Rus sorumlularıyla temasa gelmeden Ruslar 10 Ağustos 1920’de İngiliz âleti olan Ermeni Taşnak hükümetiyle bir antlaşma yaparlar ve Türk olan Nahçıvan’ı Azerbaycan’dan alıp Ermenistan’a verirler. Böylelikle Anadolu ile Azerbaycan bitişikliği sona erer. Murahhaslarımızın itirazları fayda vermez.

Murahhaslarımızın Moskova’da görüşmeleri sonucunda bir antlaşma metni hazırlanır. Ona göre de Rusya’nın yapacağı yardım tespit edilir. Bu parafe edildikten sonra, o gece Çiçerin Bekir Sami Bey’i davet eder, ona der ki: “Biz bu muahedenin tatbikini ve gereken yardımları yaparız. Ancak biz nasıl Ermenilere arazi verdiysek siz de verin, Muş, Erzurum taraflarında Ermenilere arazi vereceksiniz. Vermediğiniz takdirde bu muahede yürümez. Haddizatında Ruslar Ermenilere yer vermediler ki, bir Türk vilayetini Ermenilere bahşettiler. Bizden de istiyorlar ki bir iki Türk vilayetini Ermenilere bahşedelim.”

Bu sıkışık durumda Bakanlar Kurulu’nda bazı gevşemeler olur. Mustafa Kemal sert bir çıkış yapar: “Biz, bu kadar kan döktük bunun için mi? Damat Ferit İzmir’i Yunanlılara veriyor. Biz Van, Bitlis, Muş’u Ermenilere nasıl veririz.” Bunun üzerine ret cevabı verilir.

Rusya bize Ermenilere toprak verin derken aynı zamanda: “Bize karşı biteviye çetelerle saldıran Ermenilerle savaşmayın” da diyordu.

İngilizler Batum’da. Ruslar da savaşın aleyhinde. Dolayısıyla Ermenilerle savaşmak tehlikeli. Vakıa, Karabekir istiyordu savaşı. Ali Fuat Cebesoy Paşa da hatıratında bu isteği uygun görmüştür. Mustafa Kemal ise bunu doğru bulmaz.

Bir taraftan da İngilizlerle Ruslar arasında ticaret anlaşması için görüşülür.

İngilizler nihayet Temmuz’da Batum’dan çıkarlar. Londra’da yapılan İngiliz-Rus görüşmelerinde ünlü ihtilalcilerden Kamenef murahhaslar arasındadır. İlk defa murahhas olarak sözde Bolşevik bir milyoner göndermişlerdi: Mühendis Krassin. Sözde Bolşevik diyorum, çünkü ben Londra’da bulunduğum sırada onun kızlarıyla tanıştım. Hep ata binmek, Hyde Park’ta koşmak, tenis oynamaktan bahsediyorlardı. Yani, bunlar komünist zihniyeti taşımıyorlardı. Krassin de öyle. Fakat İngilizlere güven verir diye onu Başmurahhas yapmışlardı.

Kamenef büyük bir kışkırtıcı idi. O gelince işçi gazetesi Daily Herald’a para verir, işçi partisine para verir, müfritleri kışkırtır. Bunun üzerine İngiltere Hükümeti onu kapı dışarı eder. Rus heyetine de: “Bu adam bir daha gelirse içeri alınmayacaktır” denir. İngiliz Batum’dan çıkmış. İngiliz ve Rus’un arası da gerginleşmiş olur. Tam Ermenistan seferi için en uygun zaman.

Böylelikle Ermenilerle baş başa kalarak savaşmak imkânı elde edilmiş bulunulur ve az kan dökerek kesin zafer kazanılır. Bu iş büyük bir siyasî tedbirin sonucudur.

Barış masasına otururuz. Erivan tehlikededir. Gümrü alınmıştır. Ermenilerin ilk teklifleri Batum’la Trabzon arasında bir liman ve bizden şu yerlerde, şu miktar göçmeni barındıracak bir toprak isterler. Tabiî olumsuz bir cevap alırlar. Kars’ı ve Oltu’yu da bize bırakır. Barış yaparlar, Gümrü Barışı (3 Aralık 1920).

Bu suretle o iş biter. Ermenistan’ın öbür kısmına da Ruslar girer. Orası da Bolşevikleştirilir.

İç siyasal duruma geçelim: Yurt içinde gizlice komünist propagandası olanca gücüyle işlemektedir. Bir tedbir düşünülür. Bir resmî komünist fırkası kurulur. Onun programı da yalnız Uluğ İğdemir’de kalmıştır. Bizler bu partiye emirle girdik.

Mustafa Kemal bunun sebebini Garp cephesi komutanı Ali Fuat Paşa’ya izah eder. Bakacağız millet bu fikirleri ne derece kabul ediyor. Bu bir denemedir. Esasen Rus usulü komünizmi kabul etmek bilâ kayd-u şart Rus hâkimiyetini kabul etmektir der. Telgraf Ali Fuat Paşa hatıratında neşredilmiştir.

Ruslarla olan antlaşma müzakerelerine dönelim: Çiçerin’in doğu illerinden bir kısmının Ermenilere verilmesi talebi üzerine ona ret cevabı vermemizden sonra müzakere kesilmişti. Bekir Sami Kunduh Moskova’da kalmış, bu haberi Yusuf Kemal Tengirşenk Anadolu’ya getirmişti. Bu istekten vazgeçilmesi üzerine Ali Fuat Cebesoy sefir olur. O, Yusuf Kemal Tengirşenk ve Rıza Nur’dan müteşekkil bir heyet Rusya’ya gönderilir. Rus elçisi olarak da Midivani Kars’a gelir.

Ruslar bizden toprak isteyişlerini tuhaf bir biçimde izah edeceklerdir. Diyeceklerdir ki: “Biz sizden toprak istemedik. Biz Avrupa sosyalistleri nezdinde propaganda yapmak için bunu istiyoruz dedik. Biz, propagandamızı yaptık. Siz de toprak vermediniz, iş kapandı.”

Batı’daki olaylara geçelim: 6 Ekim 1920’de Yunan Kralını bir maymun ısırır, kanı zehirlenir, ölür. Saltanat veraseti şüpheli bir durumdadır. Kuvvetli olmak için Venizelos seçim yaptırır.

16 Kasım’da seçimleri kaybeder, kendisi bile seçilemez. 26 Kasım’da eski Kral Kostantin millet tarafından geri çağırılarak yeniden tahta çıkar.

Biliyorsunuz ki Kostantin I. Dünya Savaşı sırasında Pire’ye, Atina’ya çıkmış olan Fransız askerlerine karşı Yunan ordusuna ateş açtırmıştı. Bunları geri gitmeye mecbur etmişti. Bunun üzerine o, Fransızların türlü tehdidi sonucunda tahttan indirildi, yerine oğlu geçmişti. Oğlu maymundan zehirlenince Kostantin tekrar tahtına çıkar.

Yalnız aradaki fasılada, yani oğlunun ölmesi ile kendisinin yeniden tahta çıkması arasında bazı İngiliz sorumlu aracıları İsviçre’de oturan Kostantin’i görür ve ona der ki:

“Eğer, siz Venizelos siyasetini takip edecekseniz İngiltere sizin tahta çıkmanızı kolaylaştıracaktır”. Bu gayet mahrem bir anlaşma idi. Bu teminatla Kostantin tekrar tahta çıkar ama bağlaşık devletler yani İtilâfçılar kendi toplantılarında Fransa’nın direnmesi üzerine, eğer Kostantin tekrar tahta çıkarsa: “Biz Yunanistan’a her türlü yardımı keseriz”, derler. İngiltere de Fransa’dan ayrılmamak için buna mecbur olmuştu. Fransa’da Kostantin’e karşı hem bir nefret vardı hem de bu devlet uğradığı kayıplar dolayısıyla Türkiye işinden sıyrılmaya bakıyordu. Fransa’nın bunda ayrıca hakkı da vardı. Sèvres antlaşmasını tatbik ettirmek için iki devlet savaşıyordu: Fransız ve Yunan. Biri Kilikya’da, biri de Batı Anadolu’da. Galip gelseler, İtalyan ve İngiliz hiç kan dökmeden bundan istifade edecekler. Bu da Fransızlara çok ağır geliyordu. O bakımdan ve Kostantin’e de nefretlerinden bir an önce bu işin bitmesini istiyorlardı ve Sèvres Antlaşması Türklerin kabul edeceği biçimde değiştirilsin diyorlardı.

O sırada İngiliz Genelkurmaylığı bir daha ortaya atılır, eski görüşünü tekrarlar ve şunları ileri sürer:

“Bugün İstanbul’da biz itilâfçıların on beş taburumuzla, bir atlı alayımız var. Üç tabur da yakında geri alınacaktır. Binaenaleyh 12 taburumuz kalacaktır. Bu kuvvet kendi başına orada tutunamaz. Bunun orada durmasını mümkün kılan Yunan ordusudur. Yunan ordusu da sekiz tümenden ibarettir ve yüz on bin tüfek ve kılıcı vardır. Venizelos bunları yavaş yavaş azaltıyordu, fakat bunu bizim durumumuzu tehlikeye düşürmeyecek şekilde yapıyordu. Şimdi ne olacaktır? Venizelos gidince belki bu ordu büsbütün dağılır. Millet niye Venizelos’u devirdi? Harpten bıktığı için. Yeni hükûmet harpten vazgeçecektir. O zaman Yunan ordusu çekilirse, biz on iki taburla İstanbul’da ne yaparız?”

Bundan anlaşılan Genelkurmaylığın Lloyd George’la Kral Konstantin arasındaki gizli anlaşmayı bilmediğidir. Genelkurmaylık şöyle devam eder:

“O bakımdan üç siyasetten birini seçmek lâzımdır. Ya İstanbul’a yeni kuvvet göndermelidir, ya İstanbul’dan çıkmalıdır, yahut da bağlaşıklar siyasalarını yeni duruma uyduracak biçimde değiştirmelidirler”.

“Askerlik bakımından en uygun olan İstanbul’dan çıkmaktır, çünkü, ordumuzu o kadar terhis ettik ki kuvvetimiz yoktur, paramız yoktur, müthiş sıkıntı içindeyiz. Memlekette bir iki milyon işsiz vardır. Fakat, eğer Sèvres’i İzmir, Trakya ve Kars bakımından esaslı surette değiştirirsek, belki Türkleri Bolşeviklerle savaştı rabiliriz.”

Yani askerler eski politikalarına dönmek istiyorlar.

Bu arada bir taraftan Mustafa Suphi her biri azılı komünistlerden meydana gelen 20-30 kişilik bir heyetle Kars’a gelir. Lenin’in yukarıda anılan 11. tezinin 5. maddesi uyarınca Mustafa Kemal kendisini eş olarak kabul edecek ve sözde onun sayesinde yardım alacaktır. Bu inançla valilere, kumandanlara gayet küstahça bir davranış içinde gelir. Azerbaycan’daki Rus mezalimi de duyulmuştur. Erzurum’da ona karşı ayaklanmayı andırır galeyan olur. Yani Kafkas’ta yaptıkları katliâmları burada da yapacaklar kaygısı doğar. Gerek meclis başkanlığından, gerek Dış İşleri Bakanlığı’ndan Kâzım Karabekir’e, bunları Ankara’ya gönderme diye tel çekilir. Kâzım Karabekir de bunları geri gönderir. Fiilî bir dokunma olmadan bunları halka tahkir ettirmek ister, ta ki kendileri de halkın kendilerinden nefret ettiğini görsünler. Nefret de hakikidir.

Bunlar Trabzon’da Rusya’ya gitmek üzere motora bindirilir ve yolda öldürülürler. Cinayeti hükümete atfetmişlerdir. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Hükümetin bunları öldürmekte hiçbir menfaati yoktu. Gemiye binmiş gidiyorlardı. Gerçektense bu bir İttihatçi kavgasıydı. Mustafa Suphi Bakû’ye geldiği vakit İttihatçılar oradaki komünist partisinin başında idiler. M. Suphi onların hepsini atar, kendi adamlarını iş başına getirir. Tabiî Rusların emriyle. Küçük Talâtları, Halil Paşaları partiden atar. Bunlarda ona karşı büyük bir hınç doğar. Trabzon’da kayıkçılar kâhyası bir Yahya Kaptan vardır. O da koyu ittihatçıdır. Anlaşıldığına göre o, Bakû’de İttihatçıları partinin başından attıran adamı öldürtmüştür. Bu hükümetçe açık denizde işlenmiş bir cinayet olarak ele alınmıştır. O sırada Kâhya’ya karşı takibat yapmak güç ve hatta tehlikeli idi.

Bundan sonra yine Rus yardımı durmaz. Anlaşılıyor ki Moskova hükümeti komünizmin çıkarlarını bu işte de feda etmiştir. Lenin için mühim olan Rusya’nın menfaatidir.

1920 son ve 1921 başlarında biz Doğu’da galibiz. Rusya ile dostluk kurmaktayız. Venizelos düşmüş, Konstantin tahta çıkmıştır. Fransa Sèvres değişsin diye direnmektedir.

İngilizlerle anlaşarak İstanbul Hükümeti önce Salih ve İzzet Paşa’ları Ankara’ya gönderir. Bunlar olumlu bir haber veya öneri getirmezler ancak çok uygunsuz davranırlar. Şehrin ortasında Toygar- zade konağına misafir edilirler. Yolda geçen askerlerin tüfekleri iple bağlı, giyimleri de epey kötü idi. İzzet Paşa: “Yahu bunlarla mı harp edeceksiniz” diyerek ziyaretine gelenlere hep böyle propagandalar yapadurmuştur.

10 Ocak 1921’de I. İnönü muharebesi olur. Esas itibarıyla bu tümen muharebesidir. Yunan çekilir, biz de çekiliriz. Gece köylüler Yunan gidiyor haberini verirler. Biz kovalamaya koyuluruz. Ancak bu olay Batı Anadolu’da da bir Türk ordusunun yeniden kurulduğunu göstermiştir. O vakte kadar ordu Yunanla çarpıştıkça fetvaların tesiri, maneviyat bozukluğu vs. yüzünden çabuk dağılıyordu. Harp eden çetelerdi. Ethemler, Demirci Efeler vs. Çeteler dağıtılmıştı, gerçekten ordunun yeniden kurulduğu da bu olayla görülür. Eskişehir bölgesinde İnönü’nün, Afyon cephesinde Refet’in (Bele) büyük başarısı bu çeteleri dağıtma eylemidir.

İtilafçılar Ocak 1921’de bizi Londra’da bir konferansa çağırmaya karar verirler.

O sırada Ruslar Ermenistan’ı aldıktan sonra Gürcistan’a da çatarlar. Gürcistan’ı da almaya kalkarlar. Gürcistan elçisi Rus elçisinin kardeşidir. Bütün işi gücü ise Ruslarla aramızı bozmaktı. Atatürk de bu yüzden onu sevmezdi. Rus-Gürcü savaşı sırasında Ardahan ve Artvin’i Gürcistan’dan istedik. Çünkü oraları Elviye-i Selâse’ye dahildi. Brest-Litovsk Antlaşmasıyla da bize geri gelmişti. 93 seferinde (1877-78) kaybettiğimiz yerlerdi. Gürcistan işi geciktirince ültimatom verdik. O da boyun eğdi. Batum’u da emanet olarak vermek istedi. Biz de orasını emanet olarak değil, tamamen alırız dedik. Fakat bir tedbirsizlik oldu. Coğrafî durumu sebebiyle oraya ancak acele ufak bir birlik gönderilebildi ve Ruslar Gürcistan’ın öbür kısmını alırken Batum’u da aldılar. Bizim birliği tamamıyla öldürürler. Yani, Batum’da şakaları olmadığını göstermek istediler. Coğrafya ve jeopolitik bakımdan da hakları vardı. Batum bütün Kafkas’ın limanıdır. Bizim Batum’a yerleşmemiz İzmir’e Yunan’ın yerleşmesi gibi bir şey olurdu. Fakat oranın yersel Rus kumandam hırslıydı. Eski Büyükelçi Aralof ise hatıratında onu tebcil eder.

Londra Konferansı’na gidilir. Bağlaşıklar bizim heyetin Osmanlı heyetiyle birlikte gelmesini istiyorlardı. Biz bunu kabul etmeyiz. Heyetimizi Roma’ya göndeririz. Ayrıca davet aldığımız takdirde Londra’ya gideriz deriz ve bu daveti alınca gidip konferansa katılırız.

Orada bize bir fırsat düşüyordu. Besbelliydi ki, bizim kazandığımız muvaffakiyetler, Yunan daha Bursa’da, Balıkesir’de iken Sèvres ile Misak-ı Millî arasındaki uçurumu dolduracak nitelikte değildi. Dolayısıyla Konferans bizim için bir propaganda vesilesi olacaktı. Bizim heyetimizden beklediğimiz Misak-ı Millî’yi izah etmek, insanlık bakımından Wilson prensipleri bakımından onun yararlılığını, doğruluğunu anlatmaktı. Halbuki öyle yapılmamıştır. Heyet başkanımız birkaç konuşmadan sonra acayip anlaşmalar imzalamıştır. Zaten bu konferans İngilizlerce bizimle bir şey yapmak için değil savaşın bitmesini isteyenlere karşı bir iyi niyet gösterisinde bulunmuş olmak ve İkinci İnönü Muharebesini hazırlamak için toplanmıştı.

Konferans toplanmadan evvel bağlaşık kumandanlarla Yunan Kurmayları ayrıca toplantı yaparlar ve Türke kesin darbeyi vurmak mümkün müdür ve nasıl mümkündür konusunu incelerler. Yunan bunu yaparız der. Lloyd George da onları destekler; fakat İngiliz ve Fransız askerî uzmanları olamaz derler. Mareşal Foş Anadolu’da hareket yapabilmek için yirmi yedi tümen lazımdır, bundan aşağı güçle bu iş görülemez der.

O vakit Lloyd George: İşte siz generaller böyle yanlış hesaplar yaparsınız, daha önce de Yunanın Bursa ve Balıkesir’i almasından önce o bu işi yapamaz dediniz. Pek âlâ yaptı, der.

Ve sonunda Yunan saldırısına karar verilir. O hazırlığını yapa dursun konferansta bize türlü konuşmalarda bazı tekliflerde bulunurlar. Bağlaşıklar İzmir’de tahkikat yapacaklar. Halk Yunanı mı, Türkü mü istiyor? Biz tahkikat neticesini önceden kabul etmeyi taahhüt edeceğiz. Bağlaşıklar zaten düşmanımız oldukları halde güya yansızlıkla tahkikat yapabilecek bir tutum içinde görünmeye çalışmaktadırlar. Bizim heyet bu tahkikatı kabul eder. Ancak Mustafa Kemal’in emriyle işgal altındaki yerler önce tahliye edilmek şartıyla kabul ederiz derler. Fakat Yunan esasen tahkikatı reddettiği için, bizim bu dönüşümüz pek göze batmaz.

İtilafçılar 12 Mart’ta iki tarafa da bazı teklifler yapıp murahhasları memleketlerine geri gönderilirler. Bu teklifleri hükümetlerine götürmelerini isterler. Teklifler şöyledir:

Sevres’teki jandarma sayısı artacak, maliye komisyonunda Osmanlı Maliye Bakanı onursal başkan olacak.

İzmir vilayeti güya bize iade edilecek. Yalnız bir Hıristiyan valisi olacak, o valiyi milletler meclisi seçecek. İzmir’de Yunan ordusu bulunacak. Vilayetin öbür kısımlarında ise halkın nüfusu nispetinde bir jandarma kurulacak. Ona da bağlaşık subaylar kumanda edecek. Hıristiyanlara ait işleri milletler meclisi yürütecek vs.

Asıl ilginç olan orada imzalanan, yani Heyet-i Murahhassa Başkanı Bekir Sami Bey’in imzaladığı bazı anlaşmalardır ki reddedilmişlerdir.

O, İngilizlerle bir esirler değiş tokuşu antlaşması imzalar. Biz bütün İngiliz esirlerini vereceğiz. Onlar yalnız Ermenilere ve İngiliz tutsaklarına zulmetmeyenleri verecekler. Asıl mukadderatından korkulan ise onlardı. Yoksa Ziya Gökalp’i vermiş, vermemiş bu bakımdan ne çıkar? O zaten ceza görecek durumda değildi.

Heyet başkanı Fransa ile de bir anlaşma imzalar. Kilikya’da savaş duracak, çeteler silâhsızlandırılacak, oranın zabıta kuvvetlerine Fransız subayları kumanda edecek, onlarca kullanılmış memurlar ki, pek çoğu haindir, yerlerinde kalacak. Zabıta ve belediye işlerinde nüfusa göre adam alınacak vs. Bütün o bölgede Fransız ekonomik çıkarları üstün sayılacak, yani bütün imtiyazlar Fransızlara verilecek. Ergani madeni de Fransızlara verilecek vs.

İtalyanlarla yapılan anlaşmaya göre ise Antalya, Burdur, Isparta, Afyon, Kütahya, Aydın, Konya’da İtalyan sermayesi tercihli olacaktır.

Bu anlaşmalar imzalandı denince, metinleri henüz bilmeyen Rusları bir telaş alır; bilhassa Fransızlarla olanı yüzünden. Fransa hâlâ Bolşevikliği çökertmekle meşgul başlıca devletti. Rus elçisi merakla bakanlığa gelir, anlaşmaları öğrenince: “Mustafa Kemal bunları dünyada kabul etmez” der. Yani o bizim oradaki heyetimizden daha iyi anlıyordu Mustafa Kemal’i.

Tabiî üç anlaşma da reddedilecektir.

1 Mart 1921’de Moskova’da Türk-Afgan, 16 Mart’ta da Türk-Rus dostluk ve kardeşlik antlaşması imzalanır. Bu son belge gereğince hudut şimdiki huduttur. Boğazlar, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin menfaatlerine göre bir rejime tabi tutulacaktır. Sömürgeler halkıyla Avrupa işçilerinin durumundaki benzerlik belirtilir ve bunların kurtuluşu uğrunda müşterek çalışma da bulunulacak gibi müphem bir söz konur. Çiçerin, kesin olarak: Biz İstanbul’dan vazgeçtik, böyle bir talep Çarlık zamanına aittir, der. Kapitülasyonların kötülüğü izah edilir ve reddedilir.

Bunun arkasından II. İnönü vuruşması olur. Bu büyük çapta bir vuruşmadır. Batı cephesi İsmet İnönü’nün, Güney cephesi Refet Bele’nin ve heyet-i umumiye Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın kumandasında idi. Bu vuruşmada bilhassa Refet’in süvarilerinin çevirme hareketiyle Yunan ordusu perişan edilir. Bu adamakıllı bir zaferdir. Atatürk bu münasebetle İnönü’ye “Milletin makûs talihini yendiniz” ve Refet de “Muvaffakiyeti askeriyeniz dolayısıyla…” yolunda telleri çeker.

Memlekette bir zafer havası eser. Ancak bizde kovalayacak ve takip edecek yeter kuvvet yoktu. Karşı tarafta telaş havası vardır. Derhal Bağlaşıklar Boğazlar bölgesinin yansızlığını ilân ederler. Zaten kendi ellerinde, yansızlık sözü de anlamsız çünkü Yunan donanması da oralardadır.

Haziran 1921’de Fransızla İngiliz arasında bir Alman-Türk pazarlığı başlar. Yani: Sen Fransa Türk işlerine pek karışma, ben de İngiltere Alman işlerine karışmayayım. Bu yolda belirli bir şey gerçekleşemez. Bu arada da Franklin-Bouillon Haziran başlarında Ankara’ya gelir. Fransızlar bir anlaşma ararlar. Bu olay Rusları epey telaşlandırır. Fakat, Mustafa Kemal’in bir sözü vardır: biz herkesle anlaşma yaparız, fakat size karşı hiçbir şey yapmayız. Bu önemli bir teminattı. Zaten Moskova Antlaşması da vardı. Ancak Ruslar yine de telaşlıdırlar.

Franklin-Bouillon’un tezi şudur: Bir Sèvres Antlaşması vardır. Bunun neresini beğenmiyorsanız, söyleyin tartışalım. Mustafa Kemal der ki: O, bir öldürücü belgedir. Onu düşmanlarımız yaptı. Onu temel olarak alan herkes bizim düşmanımızdır. Bu zıt iki esas üzerinde görüşme başlar. Mustafa Kemal’in kendine mahsus adam kazanma usulleri vardır. Sofrasında, konuşmalarla, kuvvetli mantığıyla, doğru teşhisleriyle hakikaten Franklin-Bouillon’u teshir eder. Franklin-Bouillon’la bazı esaslar kararlaştırılır. Sınır bizim lehimize düzeltilir. Fransa Kilikya vs. üzerindeki bütün iddialarından vazgeçer. İskenderun Sancağı için özel bir durum kabul eder, barışta bizim görüşümüzü desteklemeyi üzerine alır. O sırada Yunanistan büyük bir saldırı hazırlamaktadır. Bütün rediflerini toplamıştır. İhtiyatlarını toplamıştır. Fransa da bunu biliyor. Binaenaleyh Franklin-Bouillon “bu esaslar güzel, ancak ben de gidip şu Kilikya’yı bir gezeyim, Suriye’deki yüksek komiserle, o vasıtayla da Fransız hükümetiyle temas edeyim, Ankara’dan temas iyi olamıyor” der ve gider.

Yunan taarruzu 10-25 Temmuz arasında gelişir. Büyük bir yenilgiye uğrarız. Ordumuzun büyük bir parçası erir. Belki seksen küsur bin kişilik ordudan ancak yirmi yedi bin kişi Sakarya’nın gerisine çekilebilir. Bu şehit, yaralı, tutsak ve dağılanlar yüzünden böyle olmuştu. Birçok taşıt ve hayvanlar da Yunan eline geçer. Yeniden yollara uzak iç köylerden bile öküz, at toplamak gerekir. Öyle öküzler gelir ki şose yolda ayağı kayıyor, hiç yol görmemiş hayvanlar. Bir de öküz vebası çıkar. Büyük hayvan ölümü olur. Yeniden asker toplanır. Rusya’dan silâh gelir. İstanbul’dan kaçakçılar silâh getirirler ve Sakarya gerisinde yeni bir ordu kurulur. Mustafa Kemal de doğrudan doğruya başkomutanlığı ele alır.

Batı’da Türk artık yıkılacak sanılır. Lloyd George sevinç içindedir, kışkırtıcıdır. İddiası şudur: Biz gerçekten Türkiye’ye yardım ediyoruz. Çünkü, İstanbul’da bulunmakla İstanbul’u koruyoruz. Biz olmasak Yunanlılar İstanbul’a girer, büyük bir darbe olur.

Sonra 16 Ağustos’ta Avam Kamarasında şu yolda konuşur: Yunan artık Sèvres’te elde ettikleriyle yetinemez. Biz Sevres’i zaten parçaladık. Değil mi ki, Türklere ve Yunanlılara değişiklik önergesi verdik. Artık Sèvres yoktur. Şimdi muzaffer Yunan kendine göre bir muahede isteyecektir ve Yunan İmparatorluğu kurulacaktır. Versailles nizamı da ancak bu Yunan zaferiyle korunulmuş olabilir der.

Bu hava içinde Sakarya muharebesi başlıyor. Ve 23 gün ve 22 gece savaş, savaş, savaş. Nihayet Yunan yenilip geri çekilir. Ancak Eskişehir-Afyon hattını muhafaza eder. Demiryolu arkasındadır. Yalnız şu var ki, Yunan bir daha taarruz etmek gücünden mahrumdur.

Böyle olunca biz gitgide kuvvetleneceğiz.

Mustafa Kemal Sakarya muharebesini anlatırken 19 Eylül 1921’de Mecliste bir demecinde Lloyd George’a bir taş atar, der ki: “Lloyd George, muzaffer bir devlet muahedeleri kendi lehinde değiştirilebilir demişti. Şimdi biz muzafferiz. Dolayısıyla bizim de Sèvres muahedesini değiştirmek hakkımız olduğunu bilmesini M. Lloyd George’dan beklerim.”

İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Curson Yunanlılara öğütte bulunur. Artık siz keskilinizi Bağlaşıkların eline bırakın. Yunan hükümeti de buna razı olur.

İlginç bir şey: 1 Aralık 1921’de TBMM’de olur. Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkileri kanunu görüşülürken, Bakanlar Kurulu’nun görevleri arasında İslâm memleketlerinin kurtarılması gibi birçok sözler geçer. O vakit Mustafa Kemal der ki: “Biz haddimizi   bilelim. Böyle hayallerle bu memleketi felâkete sürüklediler. Biz Panislamizm yapmadık, yapıyoruz, yapacağız dedik. Yapmayalım diye öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık, yapıyoruz, yapacağız dedik, yapamayalım diye öldürelim dediler. Biz haddimizi bilelim makul olalım Misak-ı Millî sınırları içinde kalalım”.

Fakat bu aynı zamanda Batılılara şunu demekti ki: Bizim amacımız sınırlıdır, Misak-ı Millî’den ibarettir. Yunanlılardan kurtulalım, barış yapacağız.

Kütahya-Eskişehir yenilgisi ile Sakarya zaferi arasında yani Temmuz-Eylül ayları boyunca Anadolu’da kurulmuş olan hükümetin keskili ve sonu yabancı devletlerce çok kuşkulu görülmüştü. Yunanın Sakarya vuruşmasında yenilip artık yeniden saldırıya geçemeyeceği anlaşılınca Ankara Hükûmeti’nin geleceğine güvenle bakılmaya başlanılır. Bu havanın etkisiyle birtakım anlaşmalar gerçekleştirilir.

13 Ekim 1921’de Kars’ta, Türkiye ile üç Kafkas devleti arasında Moskova antlaşmasının onları ilgilendiren kısımlarının onlarca da kabulünü açıklayan nitelikte bir antlaşma imzalanır.

20 Ekim’de Franklin-Bouillon ile Yusuf Kemal Tengirşenk arasında Türk-Fransız Anlaşması imzalanır. Bunun ana hükümleri yukarıda gördüğümüz gibi, Haziran ayında saptanmıştı. Ancak Fransa hükümeti hazırlanan Yunan saldırısının sonucu alınmadan kendini bağlamak istemediğinden iş son bahara bırakılmıştı.

23 Ekim’de İngilizlerle eşitlik koşulları içinde bir esirler değiş tokuş anlaşması yapılır. Her iki yan elindeki tüm tutsakları salıverecektir.

1921 yılının sonlarında Ukrayna Savunma Bakanı ve Başkomutanı, Kızıl Ordu’nun da başkomutan yardımcısı, yani ünlü Troçki’nin yardımcısı ve Komünist Parti’nin nüfuzlu bir üyesi olan General Frunze Ankara’ya gelir. Amaç, bir yandan Sakarya vuruşması sırasında Enver Paşa’nın her an Anadolu’ya girmeye hazır bir durumda bekletilmiş olmasının Ankara’da uyandırmış olduğu kızgınlığı gidermek ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceğini saptamak idi. Doğal olarak başlangıçta pek iyi karşılanmaz, hele ki son aylarda Anadolu’da komünist propagandası bize sözle verilmiş inancalara rağmen pek yaygınlaşmıştı.

Ancak Frunze yaradılıştan çok sevimli, içten bir kimseydi, sözlerinde inandırıcılık niteliği vardı. Atatürk’le çabuk anlaşırlardı: O evrede Rusların başlıca derdi İtilafçıların İstanbul ve Boğazlardan çekilmelerini sağlamaktı. Mustafa Kemal kesin zafer kazanırsak bu iş tam olur, bunun için de silâh ve cephane gerek. Böyle bir zafer olmazsa yarı yolda bir anlaşma olasılığı doğaldır der. Frunze bu inançla gider ve çokcana savaş aracı yollattırır.

O, resmen Ukrayna ile aramızda Moskova Antlaşması’na benzer bir belge imzalamak için gelmişti. 2 Ocak 1922’de bu yapılır.

Kasım 1921-Şubat 1922 boyunca Washington’da toplanan deniz konferansında İngiltere denizlerdeki egemenliğinden vazgeçmek ve bu konuda Amerika ile eşitliği kabul etmek zorunluluğunda kalır. Bu olay onun ne kez zayıf bir duruma düşmüş olduğunu gösterir. Varılan anlaşmaya göre aşağıda anacağımız beş devletin savaş donanmalarının büyük gemi bakımından güçleri şu oranlarda olacaktır: Amerika ile İngiltere 5, Japonya 3, Fransa ve İtalya 1,75.

13-16 Ocak 1922’de Cannes’da bir bağlaşıklar konferansı olur. Lloyd George Fransız Başbakanı Briand’a bir bağlaşma teklif eder. Der ki: Eğer Almanya Fransa’ya saldırırsa her ne olursa olsun, İngiltere Fransa’nın yanında olacaktır. Böyle bir anlaşma vaktiyle vardı. Fakat Amerika ile ortaklaşa olacaktı. Amerika Senatosu Versailles Antlaşması’nı tasdik etmeyince bu da yürürlükten kalktı. Şimdi bu öneri onu temin ediyordu. İngiltere’ye göre, eğer harp Polonya, Çekoslovakya vs. yüzünden çıkarsa o vakit bu bağlaşma yürümeyecektir. Buna karşılık Fransa genel siyasada İngiliz’le iş birliği yapacak, denizaltıların azalması işinde anlaşacak, Avrupa ekonomik kalkınmasına yardım edecek, Türkiye’ye eğilimine son verecek! Bu öneri Fransa’yı himaye edilir bir devlet durumuna düşürüyordu. Meselâ NATO gibi değildi, yüklenmeler karşılıklı olmayacaktı. Fransa hücuma uğrarsa İngiliz yardım edecek, ancak İngiliz hücuma uğrarsa Fransız yardım etmeyecekti. Dış siyasalarını birleştirmek ne demekti? Fransa İngiltere’ye tabi olacak demekti. Bu durum tabiî Fransa’da bir hakaret addedilir. Galeyan olur, Briand geri çağırılır ve hükûmet düşer.

Tam o sıralarda İzzet Paşa’nın da Belleten’in 2. sayısında yayımlamış olduğum lâyihası yazılır. Paşa bu lâyihasında der ki: Yakında bize teklifler olacak, bunu yine Ankara reddederse biz fiilen kabul etmeli ve ona göre çalışmalıyız. Yani yeniden kuvve-i inzibatiye devrine dönmeliyiz. Bu tam bir ihanet vesikasıydı. Hem de gayet acı bir zamanda.

Bu olaylar olurken, Hariciye vekili Yusuf Kemal Tengirşenk Avrupa’ya gidip bir aydınlatma ve aydınlanma gezisinde bulunsun denilir. O gider, Fransa’da çok iyi karşılanır. İngiltere’de çok ilgi görür. Ama soğuk karşılanır. İngiliz hariciye vekili Curson: Yunanistan’la mütareke yapın, yakında bir mütareke teklif edeceğiz, bunu behemehal kabul edin” der. İzmir’i tahliye ettireceğiz diye ekler. Yusuf Kemal de “tahliyeyi beraber yapın, mütarekeyi kabul edelim” karşılığını verir.

Ondan sonra İngiliz: “Irak’taki faaliyetlerinizi durdurun”, der. Yusuf Kemal’de barış yapalım, bunların hepsi hallolur der.

O sırada da Hindistan genel valisinden Hindistan Bakanı’na bir telgraf gelir. O da Türklerle barış istiyor. İstanbul, Edirne, Mekke, Medine Türklerde kalacak vs. diye. Bunu Hindistan Bakanı neşreder. Hükümette kıyamet kopar. Sonda Hindistan Bakanı çekilmek zorunda kalır.

22 Mart’ta Bağlaşıkların bize önerisi gelir. Buna göre iki ordu arasında 10 km’lik bir boşluk bırakılacaktır. İki ordunun berkitilmediğini denetlemek için bağlaşık komisyonlar olacaktır. Üç ay boyunca çarpışmalar duracaktır. Bu süre içinde barış görüşmeleri olacaktır, görüşmeler sonunda Anadolu tahliye edilecektir. Eğer barış görüşmeleri bitmezse mütareke bir üç ay daha uzatılacaktır. Ne var ki bizim davamızın %80’i Bağlaşıklarladır. Kapitülasyonlar, maliye komisyonu, nüfus bölgeleri sorunu velhasıl bizi esaret altında tutan bağlar Bağlaşıklarla ilgilidir. Fakat iki ordunun yığınak yapıp yapmadığını onlar denetleyeceklerdir. Bu ağır ve saçma bir şeydi. Bu reddedilir ve derhal tahliye istenilir.

Bunun üzerine Cenova Konferansı olur. 10 Nisan-19 Mayıs 1922. Bu Türklüğün geçirdiği en büyük tehlikedir.

Avrupa büyük bir ekonomik bunalım içinde. Bunun çaresi: Büyük bir konsorsiyum kurulacak. Zengin memleketler büyük bir sermaye koyacaklar ve bu konsorsiyuma, Rusya da dahil, dost düşman savaşmış bütün devletler girecek. Yalnız Türkiye girmeyecek. Bu, Lloyd George’un şeytanî dehasının bir sonucuydu. Fransa yalnız bir konuda ısrar eder. Rusya önce Çarlık devri borçlarını ödesin. Rusya, bunu kabul etmeyince, Belçika da Fransa ile bir olur ve konsorsiyum kurulamaz. Bu durum karşısında Rusya ile Almanya aralarında anlaşırlar. Rapallo barış muahedesi imzalarlar. Bu hâdise üzerine kıyamet kopar. Konferans dağılır. Türkiye de büyük bir devletler birliği karşısında yapayalnız bırakılmaktan kurtulur.

Bunun üzerine Yunan İstanbul’a ordusunu sokmak iznini ısrarla ister, başka türlü barış olmaz der. Bir yandan da Batı Anadolu’da yerli hükûmet kurmaya çalışır. Oranın egemeni padişah, ancak askeri Yunan olacak. O sırada Türk büyük taarruzu olur. Kimse bizim zafer kazanacağımıza ihtimal vermiyordu. Ankara’da bir General Mougin vardı, Fransız temsilcisi idi. Onun yolu ile Poincare’den sorulur: Taarruzumuz hakkında ne düşünürsünüz? Poincare: “Eğer Afyon’u alıp orada 15 gün tutunabilirseniz faydalı olur, barış konferansında bu sizin için bir koz olur” karşılığını verir.

Taarruz başlar, Yunan ordusu ezilir. Durum, nerede nazikse Mustafa Kemal o birliğin kumandanının yanında bulunur. Kumandanlara gerekli emirleri telkin biçiminde verir. Bu yüzden zaferde Mustafa Kemal’in adı yoktur. Vesikalar üzerinde yazılmış tarihte Mustafa Kemal’in adı yoktur.

Başkomutanlık her akşam TBMM başkanlığıyla Başbakanlığa zaferin büyüklüğünü, alınan tutsak ve topların sayılarını bildirmek üzere çektiği tellerin sonuna “yayımlanmayacaktır” işaretini koymaktaydı. Yayımlanan resmî tebliğler ise pek belirsizdi. Amaç Yunan dostlarını ve hele İngiltere’yi hazırlıksız bir durumda tutmaktı. Atina hükümeti de başlangıçta yenilgisinin çapını gizli tutmaya çalışmakla bize yardımcı olmuştu. Dolayısıyla acunda çarpışmaların büyük sonuçlar doğuracak niteliğinde oldukları geç anlaşılır. Ancak bir an gelir ki Yunan gerçek durumu ve artık savaşmak gücü kalmadığını açıklamak zorunda kalır.

Bunun üzerine Doğu’da Yunan’a dayanma siyasasının çöktüğünü gören Lloyd George’da ise savaşa karışmak düşüncesi doğar. Dört yıl önce Savunma Bakanı iken Türkiye ile yumuşak barış istemiş olan Churchill bu sırada sömürgeler bakanıdır ve Lloyd George’un savaşçı siyasasını desteklemektedir. Bu ikisi âdeta dünyayı bize karşı ayaklandırmak istermiş gibi davranırlar.

Churchill’in yazıp Lloyd George’un imzaladığı İngiliz Dominyonlarını yardıma çağıran genelgesi beklenilen sonucu vermez. Romanya ile Yugoslavya’ya da başvurulur, onlardan da ret cevabı alınır.

Türk ordusu İzmir’den sonra Çanakkale bölgesine girince protestolar çetinleşir, savaş tehditleri yağar. İngilizler orasını tarafsız bölge ilân ettikleri için bu davranışımızı protesto etmektedirler, ancak biz kendi ülkemizde olup öyle bir ilânı resmen bilmediğimizi ileri sürmekteyiz.

Türk erleri tüfeklerini omuzlarında, namluları aşağıya bakan biçimde taşıyarak, yani vuruşmak istemediklerini göstererek ilerlemektedirler. İngilizler ateş açmamakta, subaylar erlerini, Türk kalabalığı içinde kalmasınlar diye geri çekmekte ve bizimkilere “daha fazla ilerlerseniz ateş açarız” demektedirler. Ancak ateş açılmadan bizimkiler İngilizleri böylecene siper ve tel örgüleriyle korunan Çanakkale kentine kadar sürer ve bu kenti ayıran boğazın bütün Asya kıyısını ele geçirirler.

Daha sonra aynı işe İstanbul’a doğru da başlanılacaktır.

İngiltere biteviye savaş tehditleri yağdırmakta, asker ve savaş gemileri yollamaktadır. Hattâ Doğu’daki Başkomutanı’na Türklere çekilmeleri için bir ültimatom vermesi ve onun sonunda ateş açması emrini verirse de o bunu yapmaz.

Bu gergin hava içinde İngiltere’de birdenbire bir barışçı önder ortaya atılır. Bu muhafazakâr partinin eski başkanı Bonar Law’dır. Gazetelerde çıkan mektubu Lloyd George’la Churchill’in kanatlarını kırar. Onun şu cümlesini alıyorum: “Biz artık yalnız başımıza dünyanın polisliğini yapamayız. Ülkenin ekonomik ve sosyal durumu buna müsait değildir.”

11 Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi’yle Trakya derhal bize verilecektir.”

Ord. Prof. Hikmet BAYUR

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 244-255

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.