Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Küreselleşme Çağında Osmanlı Ekonomisi (1820-1914)

0 10.736

Prof. Dr. Şevket PAMUK

Ondokuzuncu yüzyıl, Osmanlı toplumu ve ekonomisi için öncekilerden çok farklı bir dönem oluşturur. Geleneksel Osmanlı düzeni önemli değişiklikler geçirmesine karşın, 17. ve 18. yüzyıllarda temel özelliklerini koruyabilmişti. Gerçi, merkezi devletin gücü gerilerken, taşrada ayanın etkinliği artmıştı. Ancak ayan iktisadi güçlerini üretimi yeniden örgütleyerek, üretim ilişkilerini dönüştürerek değil, devlet adına vergi toplayarak sağlıyordu. Merkezi devletle ayan arasında hem karşıtlık hem de önemli bir işbirliği vardı. 1820’lerden itibaren Osmanlı Devleti, Batı’nın askeri, siyasal ve iktisadi gücü ile karşı karşıya geldi. Sanayi Devrimi sonrasındaki küreselleşme çağında, ekonomi yeni bir düzene açılmaya başladı. Bir yandan taşradaki ayan ve Balkanlar’da hız kazanan bağımsızlık hareketleri, öte yandan da Batı’nın artan gücü karşısında, Osmanlı yönetimi bir dizi reformu uygulamaya koyarak merkezi devletin gücünü ve etkinliğini artırmaya çalıştı. İç ve dış kaynaklı bu gelişmeler, kurumları, toplumsal ve iktisadi yapıları hızla dönüştürerek ortaya 18. yüzyıldakilerden çok farklı yapılar çıkardı. Bu nedenle, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin toplumsal ve iktisadi kökenlerini, her şeyden önce, 19. yüzyıldaki dönüşümlerde, iç yapılarla dış etkenlerin karşılıklı etkileşiminde aramak gerekir. Bu yazıda 19. yüzyıl Osmanlı deneyiminin ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin devraldığı iktisadi mirasın özgül boyutlarını tartışacağız.

XIX. Yüzyılda Küreselleşme

Sanayi Devrimi, önce İngiltere’yi, daha sonra da Batı Avrupa’nın diğer ülkelerini düşük maliyetlerle ve büyük miktarda mamul mallar üretebilen ekonomilere dönüştürmüştü. 19. yüzyılın ikinci çeyreğine gelindiğinde, Avrupa’nın önde gelen ülkeleri bir yandan mamul mallarına yeni pazarlar bulmaya, öte yandan da kendilerine bol ve ucuz gıda maddeleri ve hammadde kaynakları bulmaya çalışıyorlardı. Sanayi Devrimi sonrasında bir yandan sanayileşen ülkelerin aralarındaki ilişkiler güçlenirken, öte yandan da Batı Avrupa ülkeleriyle bugün Üçüncü Dünya olarak adlandırılan alanlar arasındaki mamul mallar-tarımsal mallar ticareti daha önce görülmemiş boyutlarda ve hızla genişledi. Yüzyılın daha sonraki dönemlerinde deniz taşımacılığında gerçekleşen teknolojik sıçrama, bu ticaretin büyümesini daha da hızlandırdı.

Avrupa ekonomilerinin çevre ülkelerine doğru yayılışı yalnızca ticaret yoluyla olmadı. Yüzyıl ilerledikçe Avrupa ülkelerinden sermaye ihracı da önem kazanmaya başladı. Avrupalı sermayedarlar çevre ülkelerinde demiryolları, limanlar gibi ticaret genişletmeye yönelik altyapı yatırımlarına giriştiler, Ayrıca, Avrupa’dan ihraç edilen sermayenin yaklaşık yüzde kırkı Üçüncü Dünya’daki devletlere borç olarak verildi. Bu karşılık, tarım ve sanayi gibi doğrudan üretim faaliyetlerine yatırılan sermaye Birinci Dünya Savaşı’na kadar sınırlı kaldı.

Ülkeler arası ticaretin ve sermaye hareketlerinin hızla genişlemesine, dünya ekonomisinin etkinliğinin artmasına bakan iktisat tarihçileri bugün 19. yüzyılı bir küreselleşme çağı olarak yorumluyorlar. Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesinde dış ticaret ve uluslararası sermaye hareketlerine ilişkin kimi göstergelere bakıldığında, 19. yüzyılda dünya ekonomisini 20. yüzyıldakinden daha açık olarak nitelendirmek, küreselleşmenin daha hızlı geliştiğini söylemek mümkündür.

Küreselleşme Sürecinde Osmanlı Örneği

19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine açılışı ya da küreselleşme sürecine katılışını incelerken, Osmanlı örneğini diğer gelişen ülkelerden ayıran en önemli özellik olarak karşımızı güçlü bir merkezi devletin varlığı çıkıyor. 19.yüzyılın başlarında, II. Mahmud döneminden itibaren, bir yandan Avrupa’nın artan askeri ve iktisadi gücü, öte yandan da taşradaki ayan ile Balkanlar’da hız kazanan bağımsızlık hareketleri karşısında, Osmanlı yöneticileri bir dizi merkeziyetçi girişim ve reform hareketi başlatmıştı. Bu çabalar sonucunda taşradaki ayanın gücü geriledi. Merkezi devletin askeri ve siyasal etkinliği arttı. Osmanlı yöneticileri bu amaçla Avrupa’dan yeni teknolojiler ithal etmeye de önem verdiler. Daha güçlü bir ordunun kurulmasının yanı sıra ve belki de ondan daha önemli olarak, yüzyılın ikinci yarısında telgrafın yayılışı ve demiryollarının yapımı, devletin taşradaki ağırlığını artırmıştır. Böylece, 17. ve 18. yüzyıllarda yerel unsurlara daha fazla ağırlık tanımak zorunda kalan devlet, II. Mahmut dönemi ve sonrasında İmparatorluğun kalan bölgelerinde göreli konumunu tekrar güçlendirdi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar merkeziyetçi eğilimler ağır bastı.

19. yüzyılın ilk yarısında biçimlenen bu dengeler sonrasında, Osmanlı ekonomisinin dışa açılma süreci Avrupa devletleri ve sermayesi ile merkezi devletin pazarlıkları çerçevesinde gelişti. Diğer gelişen ülkelerde dünya ekonomisine açılmaktan yana kesimler olarak öne çıkan tüccarlarla büyük toprak sahiplerinin merkezi devlet karşısındaki güçlerinin sınırlı kaldı. Bu nedenle Osmanlı örneğinde dünya ekonomisine açılış süreci, tüccarlar ve büyük toprak sahiplerinin Avrupalı sermayedarlarla ittifaklar kurmaları yoluyla değil, Avrupa devletleriyle merkezi bürokrasi arasındaki pazarlıklar, baskılar ve adım adım uzlaşma yoluyla ilerledi.

Merkezi devletin reformlar yoluyla güçlenme ve İmparatorluğun toprak bütünlüğünü koruma çabalarının çok önemli ve kendi çelişkilerini beraberinde getiren bir diğer boyutu daha vardır. Taşradaki unsurlar karşısında merkezi devletin gücünü artırmak, orduyu veya maliyeyi güçlendirmek için başlatılan girişimlerin pek çoğunda, Osmanlı yöneticileri Avrupa devletlerinin desteğine başvurmak zorunda kalmışlardır. Gerçi Avrupa devletleri reform girişimlerini destekliyordu. Özellikle İngiltere, reformları ve Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini Doğu Akdeniz bölgesine ilişkin politikasının çok önemli bir parçası olarak görüyor ve bu sayede Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engelleyebileceğini düşünüyordu. Ancak, Avrupa devletleri reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasal veya mali destek karşılığında, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması doğrultusunda taleplerde bulundular, baskı yaptılar. Böylece reform girişimleri, ilk aşamalarından itibaren Avrupa devletlerine ekonominin dış ticarete ve yabancı sermayeye açılması doğrultusunda verilen ödünlerle birlikte yürüdü.

Merkezi bürokrasi açısından bakıldığında, dünya kapitalizmine açılış, ekonomi ve toplum üzerindeki denetimin yitirilmesi tehlikesini de beraberinde getiriyordu. Yabancı sermayeye açıldıkça, dünya pazarları için tarımsal meta üretiminde uzmanlaşma yaygınlaştıkça, merkezi devletin toplumsal kuruluş üzerindeki denetimi zayıflayacak, dış güçler ile toprak sahipleri ve ticaret sermayesi ağır basmaya başlayacaklardı. Dünya ekonomisiyle olan bağların güçlenmesi, tüccarlar ve büyük toprak sahipleri gibi kesimlerin güçlenmesine yol açabilecekti. Merkezi bürokrasinin dünya ekonomisine açılma konusunda yüzyıl boyunca süren tereddütlü tavrının ardında bu kaygılar yatmaktaydı. Ancak bu kaygılar merkezi bürokrasinin dışa açılış sürecini engellemesine yol açmadı. Merkezi devletin sık sık karşı karşıya kaldığı askeri, mali ve siyasal bunalımlar, birbirleriyle rekabet halindeki Avrupalı devletler ve bu ülkelerin sermayedarları için pek çok fırsat yaratmaktaydı. Çok sık rastlanan bir durum, böyle bir bunalım sırasında bir Avrupa devletinin siyasal askeri veya mali destek sağlaması, buna karşılık merkezi bürokrasiden ticari ayrıcalıklar veya örneğin büyük bir yatırım projesi için izin koparmasıydı.

Ayrıca, ekonomi dışa açıldıkça Avrupa sermayesinin İmparatorluk içindeki gücü de artıyordu. Bu süreç, Birinci Dünya Savaşı öncesinde İmparatorluğun birbirleriyle rekabet halindeki Avrupa devletleri arasında nüfuz bölgelerine ayrılmasına kadar uzanacaktır. Böylece merkezi devletin gücünü artırmak amacıyla başlatılan reform girişimleri, merkezi devletin ekonomi üzerindeki denetiminin azalmasına yol açacaktır. Tanzimat ve sonrasındaki reformların bu çelişkili niteliğini merkezi devletin Avrupa devletlerinin desteğini sağlamak için attığı hemen her adımda görmek mümkündür. Örneğin 1856 yılında Islahat Fermanı’yla yabancı sermaye yatırımlarına, 1867 yılında da yabancıların İmparatorluk’ta toprak satın almalarına izin verilmekteydi. Bu ödünleri verirken Osmanlı yöneticileri, atılan adımların uzun dönem li iktisadi sonuçlarından çok, Avrupa devletlerinden kısa vadede sağladıkları siyasal ve mali desteği düşünüyorlardı.

Ekonominin dışa açılması ve Osmanlı maliyesinin Avrupa sermayesinin denetimi altına girmesi sürecindeki en önemli dönüm noktaları, 1838 yılında imzalanan dış ticaret antlaşması, 1854 yılında başlatılan dış borçlanma süreci ve 1850’lerden itibaren demiryolları yapımı konusunda yabancı sermayeye verilen imtiyazlardır. Bu dönüm noktalarının her birinde merkezi devlet askeri, siyasal veya mali güçlüklerle karşı karşıyaydı. Her dönüm noktasında, ekonominin dışa açılması doğrultusunda atılan her adımda, Osmanlı yöneticileri uzun vadeli iktisadi sonuçlarından çok, kısa vadede Avrupalı devletlerden sağlanacak siyasal veya mali desteği düşünüyorlardı.

Tarımsal Yapılar

18. yüzyılda ayanın artan gücüne karşın Anadolu’da büyük ölçekli tarımsal işletmeler sınırlı kalmıştı. Çiftlik olarak adlandırılan toprakların büyük bir bölümü bile ortakçılık yapan köylü haneleri tarafından ekilmekteydi. Bir başka deyişle, 18. yüzyılda Anadolu’da ayanın güçlenmesine karşın, küçük üreticilik tarımsal yapıların temelini oluşturuyordu. Tımar düzeninin çözülüşü büyük işletmelerin yaygınlaşması anlamına gelmemişti.

Küçük köylü işletmeleri 19. yüzyıl boyunca da önemlerini korudular. Gerçi 19. yüzyıl Anadolu tarımında küçük ve orta mülkiyetin yanı sıra büyük toprak mülkiyeti de görülüyordu. Ancak büyük toprak sahipleri, topraklarını, ücretli işçiler kullanan kapitalist işletmeler biçiminde değil, ortakçılık yoluyla köylü hanelerine kiralayarak işletmeyi tercih ediyorlardı. 19. yüzyıl boyunca iç ve dış pazarlara yönelen tarımsal meta üretiminin önemli bir bölümü küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından gerçekleştirildi. Köylü işletmelerinin önemlerini korumalarının nedenlerini Anadolu toplumsal kuruluşunun özelliklerinde aramak gerekiyor. Bunların arasında önce devletin rolü üzerinde duracağız.

II. Mahmud’un merkezi devleti güçlendirme çabaları ilk aşamadan itibaren taşradaki ayana ve taşradaki muhalefetin iktisadi temellerine yönelmişti. Kırsal alanları daha yakından denetleyebilmek ve tarımsal artığın daha büyük bir kısmına el koyabilmek için merkezi devlet, miri topraklar üzerindeki fiili mülkiyeti sınırlandırmaya, ayanın elindeki çiftliklerin bir bölümünü müsadere etmeye başladı. Bu önlemlerin ne kadar başarılı olduğunu söylemek güçtür. Ancak, Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerindeki uygulamaların yanı sıra Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi merkezi devletin gücünün her zaman daha sınırlı kaldığı bölgelerde bile, kimi Kürt aşiret reislerinin topraklarının ellerinden alındığı ve bu toprakların bir bölümünün köylülere dağıtıldığı anlaşılıyor.

Daha da önemli olarak merkezi devlet, ayanın iktisadi gücünün temelini oluşturan devlet adına vergi toplama imtiyazını ellerinden almak için çaba gösterdi. Örneğin 1813 yılında merkezi devlet Karaosmanoğlu ailesinin Batı Anadolu’daki devlet adına vergi toplama tekelini kırmak amacıyla, bu aile dışından bir kişiyi yörenin vergi toplama işlerinden sorumlu olarak atadı.

Ayanın iktisadi güç kaynaklarını daraltma ve İstanbul’a ulaşan vergi gelirlerini artırma çabaları Tanzimat Fermanı’yla yeni bir aşamaya ulaştı. Merkezi devlet İltizam düzenini iptal ediyor, tüm vergileri kendi memurları aracılığıyla toplamaya başlıyordu. Ancak, merkezi devletin kırsal alanlardaki gücünün yeterli olmadığı anlaşılınca, üç yıl sonra bu girişimden vazgeçildi, iltizam yöntemine geri dönüldü. 19. yüzyılın geri kalan bölümünde yerel unsurlar mültezimlikleri ellerinde tutarak tarımsal artığın bir kısmına el koymayı sürdürdüler. Böylece yüzyılın ilk yarısındaki çabalarıyla merkezi devlet taşradaki ayanın gücünü geriletebilmiş, ancak yerel unsurları tümüyle devreden çıkaracak gücünün olmadığı da anlaşılmıştır. İltizamın kaldırılamaması merkezi devletin gücünün sınırlarını yansıtmaktadır.

19. yüzyılda devletle yerel unsurlar arasındaki dengeleri değiştirebilecek, toprak mülkiyeti biçimleri üzerinde önemli etkileri olabilecek bir etken de 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi’dir. Arazi Kanunnamesi ile devlet toprakta özel mülkiyeti tanıyor, toprağın alım satımını serbest bırakıyordu. Merkezi devlet açısından Kanunname’nin en önemli amaçları, bir yandan ayanın ve diğer yerel unsurların gücünü sınırlamak, öte yandan da tarımsal üretimi geliştirerek vergi gelirlerini artırmaktı. Ancak, Arazi Kanunnamesi’nin uzun dönemde ne gibi sonuçlar yarattığını değerlendirmek güçtür. Toprak üzerindeki fiili mülkiyet yapılarının siyasal, toplumsal ve iktisadi pek çok etken tarafından belirlendiğini dikkate alarak, 1858 Kanunnamesi’nin kendi başına etkilerinin sınırlı kaldığını söylemek gerçekçi olacaktır.

Kırsal alanlarda büyük toprak sahiplerinin güçlenmesi bu kesimin tarımsal artıktaki payını devlet aleyhine genişletmesi anlamına gelecekti. Oysa küçük üreticiler, kolaylıkla vergilendirilebilen bir kesim olarak, merkezi devletin mali temelini oluşturuyorlardı. Nitekim 19. yüzyıl boyunca merkezi devlet bir yandan yerel unsurların ve büyük toprak sahiplerinin gücünü sınırlamaya çalışırken, öte yandan da küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki köylü üreticileri ağır biçimde vergilendirmiştir.

Öşür ile hayvanlardan alınan ağnam, merkezi devletin en önemli gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Tanzimat Fermanı, İmparatorluğun farklı bölgelerinde farklı oranlarda toplanmakta olan öşürü her yerde gayrı safi üretim üzerinden yüzde on olarak saptıyordu. Ancak, devletin mali bunalımının yoğunlaştığı dönemlerde öşürün oranı yüzde 15’e kadar yükselmiştir. İltizam sisteminin sürdürülmesi küçük üreticilerin üzerindeki vergi yükünü daha da artırmıştır. Hasat yerine gelen mültezim, kendi takdirine göre her üreticinin ödeyeceği miktarı saptamaktaydı. Böylece büyük toprak sahipleri kollanıyor, küçük üreticiler çok daha yüksek oranlarda vergi ödüyorlardı.

19. yüzyıl boyunca küçük üreticiliğin varlığını sürdürebilmesinin bir diğer nedeni de Anadolu’da kırsal alanlarda emeğin göreli kıtlığı, toprağın ise göreli bolluğudur. 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde Anadolu’da toplam nüfus 16. yüzyılın sonlarındaki düzeyinin altında bulunuyordu. 19. yüzyıl boyunca nüfusun artmasına karşın, Anadolu’nun pek çok yöresinde emek kıtlığı kendini duyurmaya devam etti.

Ekilebilir toprakların göreli bolluğu ise aynı madalyonun öteki yüzünü oluşturuyordu. Ulaştırma olanakları sağlandığında ya da dış talep arttığında, yeni toprakların üretime sokulabilmesi, 19. yüzyıl boyunca toprak kıtlığının yaygın bir sorun olmadığını göstermektedir. Ayrıca, yüzyıl boyunca tarımsal teknolojide önemli değişiklikler görülmemesine karşın, tarımsal nüfusun artışıyla birlikte işlenen toprak miktarlarının ve tarımsal üretimin de artması, yeni toprakların kolaylıkla üretime açılabildiğini gösteren bir diğer kanıttır.

Emeğin göreli kıtlığı ve üretime sokulabilecek toprakların bolluğu, küçük üreticilerin büyük toprak sahipleri karşısındaki pazarlık ve direnme gücünü artırmaktaydı. Anadolu’nun pek çok yöresinde en önemli üretim aracı olan bir çift öküz ile yüzyıllardır kullanılmakta olan temel üretim aletlerini sağlayabilen köylüler, kendi topraklarını işleyebiliyorlardı. Ekilebilir toprakların varlığı nedeniyle kırsal alanlarda ücretler her zaman yüksek kalmış, ücretli işçi çalıştıran büyük kapitalist işletmeler Çukurova’nın dışında yaygınlaşmamıştır. Boş toprakların olmadığı yörelerde, ya da boş topraklar olduğu halde bir çift öküzü olmayan, kötü hasatlar ve sürekli, borçluluk nedeniyle öküzlerini elden çıkarmak zorunda kalan köylü haneleri ise ağaların topraklarında ortakçı olarak çalışmak zorunda kalıyorlardı.

Yaratılan tarımsal artığa el koyanlar yalnızca devlet, mültezimler ve büyük toprak sahipleri değildi. Verimliliğin düşük olması, üretimin hava koşullarına bağlılığı ve devlet vergileriyle mültezimlerin baskılarının ağırlığı nedeniyle, hem kendi topraklarını işleyen küçük ve orta ölçekli üreticiler, hem de ağaların topraklarını işleyen kiracılar tefecilere sürekli olarak borçluydular. Tefecilik Anadolu’nun farklı yörelerinde farklı kesimlerin denetimindeydi. Toprak ağalarının güçlü olduğu yörelerde ağalar aynı zamanda faizle borç da veriyorlardı. Böylece büyük toprak sahipleri yalnızca artıktan daha büyük bir pay almakla kalmıyor, gerekirse tefecilik yoluyla kendilerine bağladıkları köylüleri topraklarında kiracı olarak kullanıyorlardı. Küçük mülkiyetin egemen olduğu, meta üretiminin daha yaygın olduğu yörelerde ise tefecilik faaliyetleri üreticinin malını satın alan tüccarların, mültezimlerin ve kentlerde oturan diğer kesimlerin elindeydi.

Anadolu’ya Göçlerin İktisadi Sonuçları

19. yüzyıl boyunca Anadolu’nun ve daha genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmayan bölgelerin nüfusu sürekli olarak arttı. Örneğin, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanların nüfusunun 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde 8-9 milyondan Birinci Dünya Savaşı öncesinde 16-17 milyona yükseldiği tahmin edilmektedir. Bu hızlı artışın bir bölümü nüfusun kendi büyümesinden kaynaklanıyordu. Ancak bunun yanı sıra, yüzyıl boyunca İmparatorluk’tan ayrılan bölgelerdeki Müslüman nüfus, Kırım’dan, Kafkaslar’dan, Sırbistan’dan, Bulgaristan’dan, Makedonya’dan ve Ege’deki adalardan Anadolu’ya göç etmiştir. Buna karşılık, Birinci Dünya Savaşı öncesinde bir miktar Rum ve Ermeni nüfus da Anadolu ve Ege adalarından Kuzey ve Güney Amerika’ya göç etmiştir. Ancak, ayrılanların sayıları gelenlerle karşılaştırıldığında çok sınırlı kaldı.

19. yüzyılda Anadolu’ya göç eden nüfus içinde üç büyük unsur görülmektedir. İlk olarak Kırım’dan Rumeli’ye ve Anadolu’ya göçler 1780’lerde başlamış ve özellikle 1850’lerde ve 1860’larda büyük miktarlara varmıştır. İkinci olarak, Kafkasya’dan Rumeli’ye ve Anadolu’ya göç eden Çerkezler de en yoğun olanak 1850’lerde ve 1860’larda gelmişlerdir. Nihayet, Balkanlardan ve Makedonya’dan Anadolu’ya gelen nüfus ise 1877-78 Rus Savaşı ile ve 1912-13 Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında göç etmiştir. Balkanlar’dan gelen nüfus içinde daha önce Kırım ve Kafkasya’dan Rumeli’ye geçenler de bulunmaktaydı.

Kabaca bir hesapla, bu üç göç hareketinin her birinde yüzyıl boyunca gelen nüfusun bir milyonu aştığı, bir buçuk milyona yaklaştığı tahmin edilmektedir. Bu durumda Anadolu nüfusunun 19. yüzyılda gösterdiği toplam artışın yaklaşık olarak üçte birinin, belki de biraz daha fazlasının, dış göçlerden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Osmanlı yönetimleri gelen nüfusun kırsal alanlara yerleştirilerek tarımla uğraşmasını özendirmeye çalışmıştır. Yüzyıllar boyunca denizyoluyla İstanbul’un hububatını sağlayan Balkan bölgelerinin İmparatorluk’tan ayrılması, Osmanlı yönetiminin dikkatlerini Anadolu’ya çevirmesine yol açmıştı. Öte yandan, Anadolu’da tarıma elverişli topraklar işlenmeden boş duruyordu. 1857 yılında çıkarılan bir kararname ile gelen nüfusa devlet mülkiyetindeki topraklar verildiği gibi, Rumeli’ye yerleşen ve tarımla uğraşmaya başlayan göçmenlere altı yıl, Anadolu’da tarımsal üretime başlayanlara ise on iki yıl süreyle vergi bağışıklığı tanındı.

Göçmenlerin büyük bir kısmı zaten kırsal alanlardan geliyordu. Savaş koşullarında göç etmek zorunda kaldıkları için yanlarında önemli bir para veya mal varlığı getirmemişlerdi. Anadolu’ya gelenlerin çoğunluğu, ekime elverişli boş toprakların bulunduğu bölgelere ve İç Anadolu’da demiryolu çevresine yerleştirildi. Hububat üretimine çok elverişli olan Eskişehir-Ankara-Konya üçgeni, Isparta, Bursa, Balıkesir yöreleriyle Karadeniz ve Ege kıyıları gelen nüfusun en fazla yerleştiği yerler oldu.

Göçmenlerin bir bölümü ise İstanbul ve diğer kentlerde yaşamaya başladılar. Toplam nüfusun artışıyla birlikte hem tarımsal üretim ve hem de kent pazarları için üretim genişlemeye başladı. 1890’lardan itibaren Konya-İstanbul ve Ankara-Eskişehir demiryolu hatlarının devreye girmesiyle birlikte, iç pazarlar için hububat üretiminde önemli artışlar oldu. İstanbul’un tükettiği buğdayın bir bölümü İç Anadolu’dan gelmeye başladı.

Dış göçlerin yalnızca demografik ve iktisadi alanlarda değil, toplumsal ve kültürel alanlarda da sonuçları günümüze kadar uzanan geniş etkileri olmuştur. Dalga dalga Anadolu’ya ulaşan bu nüfus hareketlerini 19. yüzyılın en önemli toplumsal gelişmeleri arasında görmek gerekir.

Tarımsal mallar ihracatındaki ve Anadolu nüfusundaki artışların tarımsal meta üretimi üzerindeki etkilerini göstermek üzere bir iki sayı verelim. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Anadolu’daki tarımsal üretimin yüzde 20’ye yakın bir bölümünün ihraç edildiği tahmin edilmektedir. Öte yandan, yine aynı tarihlerde bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanlardaki nüfusun yaklaşık yüzde 20’si kentlerde yaşamaktaydı. Kentli nüfusun tükettiği tarımsal malların büyük bir bölümü de kırsal alanlardaki üretimle karşılanıyordu. Bu kaba veriler Birinci Dünya Savaşı öncesinde Anadolu tarımında meta üretiminin ne ölçüde yaygınlaşmış olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.

Ancak, tarımın pazara yöneliş süreci Anadolu’nun her bölgesini aynı ölçüde etkilememiştir. İhracata yönelik meta üretimi esas olarak Batı Anadolu, Marmara ve Doğu Karadeniz bölgeleriyle Adana yöresinde yoğunlaşmıştır. Demiryollarının yapımından sonra Orta Anadolu bölgesi de uzun mesafeli pazarlara yönelmiştir. Buna karşılık, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri 19. yüzyıl boyunca iç ve dış pazarlardan kaynaklanan gelişmelerin büyük ölçüde dışında kalmıştır. Balkanlar’dan ve Karadeniz’in kuzeyinden Anadolu’ya yönelen göçlerden de fazla etkilenmeyen bu bölgelerde tarımsal meta üretiminin artışı sınırlı kalmıştır.

Bölgesel Farklılıklar

19. yüzyıl Anadolu tarımında küçük ve orta ölçekli işletmelerin önemli bir yeri vardı. Büyük toprak sahiplerinin topraklarını büyük ölçekli birimler olarak işletmek yerine küçük parçalara bölerek köylü hanelerine kiralamayı tercih etmelerinin de etkisiyle, pazar için yapılan üretimin önemli bir bölümü küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Ancak, bu tablo Anadolu ölçeğinde genel olarak doğru olmakla birlikte, mülkiyet ve kiracılık ilişkileri, meta üretiminin yaygınlık derecesi, iklim ve toprak koşulları, üretimin bileşimi gibi temel konularda bölgeden bölgeye önemli farklılıklar görülmekteydi. Hatta, 19. yüzyıl Anadolu tarımının en önemli özelliklerinden birinin bölgesel farklılıklar olduğu söylenebilir. 19. yüzyıl boyunca kapitalizmin ve meta üretiminin yayılışı sürecindeki eşitsizlikler bölgesel farklılıkları artırmıştır. Bu farklılıkların irdelenmesi, hem 19. yüzyıldaki yapıların, hem de 20. yüzyıla aktarılan mirasın daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

Elverişli toprak ve iklim koşulları ile ana limanlara yakınlık sayesinde Batı Anadolu, 18. yüzyılda Anadolu’nun ihracata en fazla yönelen bölgesi durumundaydı. 19. yüzyılda tarımsal mallar ihracatı hızla büyürken bu eğilim daha da güçlendi. Yüzyıl boyunca üzüm, incir, tütün, pamuk, zeytinyağı gibi ürünler Batı Anadolu’nun ve özellikle İzmir’in hinterlandının temel ihraç mallarını oluşturdu.

18. yüzyılda Batı Anadolu’da ayanın, hem devlet adına vergi toplaması nedeniyle hem de geniş toprakların fiili sahibi olarak büyük iktisadi gücü vardı. Ancak, 19. yüzyılın başlarındaki merkezileşme girişimleri sırasında ayanın siyasal gücü sınırlandı, devlet adına vergi toplama tekelleri ellerinden alındı. Denetimleri altındaki toprakların bir bölümü de ellerinden alınarak Türk ve Rum küçük üreticilere dağıtıldı. Yüzyılın geri kalan bölümünde Batı Anadolu bölgesinde büyük toprak mülkiyetiyle küçük ve orta mülkiyet birlikte var oldular. Yıl boyu ücretli işçi kullanan büyük işletmelere de rastlanmakla birlikte, büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu topraklarını ortakçılık yoluyla köylü hanelerine kiralayarak işletmeyi tercih ediyorlardı.

İzmir yöresindeki önemli gelişmelerden biri, 1867 yılında yabancılara toprak mülkiyeti hakkının tanınmasından sonra, İngiliz sermayedarların büyük miktarlarda toprak satın alarak kapitalist çiftlikler kurmaya girişmeleridir. Ancak, toprağın görece bol ve emeğin görece kıt olduğu Batı Anadolu koşullarında, İngiliz sermayedarları büyük işletmeleri için gerekli olan ücretli işçileri kolayca sağlayamadılar. Kendi topraklarını işleyen ya da ortakçılık yapan köylüleri topraklarından koparamadılar. Kısa bir süre sonra da bu girişimlerden vazgeçerek topraklarını satmak zorunda kaldılar.

Bu projenin ve Anadolu’ya Avrupalı nüfus yerleştirmeyi amaçlayan diğer girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanması, Anadolu toplumsal kuruluşunun özellikleri hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Avrupalılar’ın sömürge yönetimleri kurabildikleri ülkelerde, sömürge idareleri gerektiğinde vergiler koyarak veya zor kullanarak var olan üretim ilişkilerini parçalamakta, kırsal alanlarda ücreti işçiler yaratabilmekteydi. Oysa Osmanlı Devleti siyasal bağımsızlığını kaybetmemişti ve küçük üreticiler devletin mali temelini oluşturuyorlardı. Osmanlı yöneticileri, İngiliz sermayedarlarının baskılarına karşın, köylü üreticileri topraklarından koparmak için zor kullanmaya yanaşmamışlardır.

İhracata yönelik tarımsal meta üretiminin yaygınlaştığı diğer iki bölge ise Doğu Karadeniz ile Çukurova’ydı. Doğu Karadeniz bölgesindeki fındık ve daha sonraları tütün ihracatı genişlerken, küçük işletmeler önem kazandılar. Çukurova’da ise 1860’larda ovanın tekrar kurutulmasından sonra, yörenin verimli toprakları yerel olarak güçlü kesimlerin eline geçti. Ovada pamuk üretimi gelişmeye başlarken emek darlığı önemli bir sorun oluşturuyordu. Bu durumda hem büyük toprak sahipleri, hem de tarımsal üretimden sağladığı vergi gelirlerini artırmak isteyen merkezi devlet, yöredeki göçebe Türkmenler’in ovada yerleşmelerini ve yöreye mevsimlik işçi akımını destekledi.

20. yüzyılın başlarında, Bağdat Demiryolu’nun İç Anadolu’yu aşarak Mersin’e varması ve Mersin-Tarsus bağlantısının İngilizler’den satın alınmasıyla Çukurova yöresinde Alman nüfuzu arttı. Alman sermayesinin elindeki Demiryolu Şirketi, yüksek nitelikli tohum kullanmaları, Almanya’dan tarımsal araç ve makineler ithal edebilmeleri için toprak sahiplerine kredi sağlamaktaydı. Öte yandan, 100 bine yakın göçmen işçi her yıl Harput, Bitlis ve Musul gibi uzak yörelerden kalkarak ovadaki büyük işletmelere pamuk toplamaya gelmekteydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Çukurova, İmparatorluk içinde tarımın en fazla ticarileştiği, kapitalist üretim ilişkilerinin en fazla yayıldığı yöre olmuştu.

İç Anadolu bölgesinde ise deve kervanlarıyla yapılan taşımacılığın yüksek maliyeti nedeniyle, uzun mesafeli pazarlar için yapılan üretim tiftik ve afyon gibi mallarla sınırlı kalmaktaydı. Ancak, 1890’lann başlarında, Eskişehir, Konya ve Ankara’yı İstanbul’a bağlayan Anadolu Demiryolunun inşa edilmesinden sonra, bu bölgeden İstanbul ve dış pazarlar için buğday ve arpa üretimi hızla arttı. Demiryolunun yapımından sonra devlet mülkiyetindeki toprakların Karadeniz’in kuzeyinden ve Balkanlar’dan gelen göçmen ailelerine dağıtılması, bölgede küçük ve orta mülkiyete dayanan yapıyı daha da güçlendirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren İç Anadolu bölgesi Almanya için bir hububat ambarı olarak önem kazanmaya başladı. Alman sermayesinin elindeki Anadolu Demiryolu Şirketi, yüksek nitelikli tohumlar getirterek, tarımsal araçlar ithali için kredi sağlayarak ve büyük ölçekli sulama projelerini başlatarak tarımsal üretimi artırmaya çalışıyordu.

Anadolu’nun Batı ve Orta bölgelerinde tarımsal meta üretiminin yaygınlaşması eğilimine karşılık, Doğu ve Güneydoğu bölgeleri 19. yüzyıl boyunca dünya ekonomisine açılış sürecinin büyük ölçüde dışında kaldılar. Özellikle hububat gibi taşınması güç tarımsal mallarda, bölgedeki meta üretimi yerel kent pazarlarıyla sınırlı kalmıştır.

Nüfusun önemli bir bölümünü göçebe Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde, merkezi devlet hiçbir zaman güçlü olamamıştı. Bu bölgede tımar düzeni ancak sınırlı bir biçimde uygulanabilmiş, devlet askeri yükümlülükler ve düzenli vergi ödemeleri karşılığında Kürt aşiretlerine özerklik tanımak zorunda kalmıştı. 19. yüzyılın başlarındaki merkezileşme girişimlerine karşın, bölgedeki aşiret reisleri siyasal, toplumsal ve iktisadi güçlerini sürdürdüler. Aşiretlerin yerleşik tarıma geçmeye başlamalarıyla birlikte, aşiret reisleri de büyük toprak sahiplerine dönüşüyor, yarı- feodal olarak nitelendirilebilecek üretim ilişkileri ağırlık kazanıyordu. 20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı Tarım sayımları, Güneydoğu Anadolu’nun Adana’dan sonra Anadolu’nun en eşitsiz toprak dağılımına sahip bölgesi olduğunu gösteriyor.

Doğu Anadolu’nun Erzurum, Elazığ ve Van yörelerindeki mülkiyet ve kiracılık ilişkileri ise daha farklıydı. Bu yörelerde kırsal nüfus yerleşik tarımla uğraşan Türk ve Ermeni köylülerinden oluşuyordu. Uzak pazarlar için üretim sınırlı kalmakla birlikte, yerel kent pazarları için meyve ve sebzecilik, bağcılık diğer ticari ürünler yaygınlaştı. Etnik, toplumsal ve iktisadi pek çok etken bir araya gelince, bölgede küçük ve orta işletmelerin için egemen olduğu bir mülkiyet yapısı ağırlık kazandı.

Kentlerdeki Zanaatler

19. yüzyılın başlarında Anadolu kentlerinde imalathaneler çevresinde üretim yapan ve bir ölçüde loncalara bağlı olan zanaatların, büyük bir canlılık ve gelişme içinde oldukları ya da kapitalist biçimlere doğru evrim gösterdikleri söylenemez. Ancak 19. yüzyılın başlarında, tüketimle karşılaştırıldığında ithalatın hacmi çok sınırlı kalmaktaydı. Zanaatların üretimi, pahalı yünlü kumaşlar, kağıt ve cam ürünleri gibi belirli istisnalar dışında, Anadolu ve İmparatorluk nüfusunun talebini karşılayabilmekteydi.

1820’lerden Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık yüz yıl boyunca Batı Avrupa ülkelerinden ithal edilen mamul malların hacmi hızla genişledi. Sanayi Devrimi’nin ürünlerinin rekabeti karşısında, zanaatlara dayalı üretim faaliyetleri kimi dallarda direnebilmiş, pek çok dalda gerilemiş, kimi dallarda da tümüyle yıkılıp gitmiştir. Ulaşım kolaylıkları nedeniyle ilk aşamada İstanbul ile Anadolu’nun kıyı bölgeleri, daha sonraları da demiryollarının ulaşabildiği iç bölgeler, ithal mallarının rekabetinden en fazla etkilenen alanlar oldu. Aynı biçimde ulaşım maliyetlerinin fazla önem taşımadığı örneğin tekstil gibi üretim dallarında ithal mallarının darbesi daha güçlü olmuş, buna karşılık ulaştırma maliyetlerinin önemli bir engel oluşturduğu dallarda Avrupa mallarının rekabeti sınırlı kalmıştır.

Kentlerdeki zanaatların ithal mallarının rekabeti karşısında gösterdikleri direnişi de vurgulamak gerekiyor. Pek çok üretim dalında yerel zanaatlar, direnmeye ve ortaya çıkan yeni koşullara uyum sağlamaya çalışmışlardır. Daha önce ele aldığımız dokumacılık dalından örnekler verecek olursak, ithal mallarının rekabeti karşısında kentlerdeki zanaatların toplam tüketim içindeki payı sürekli olarak gerilemiştir. Ancak, kentlerdeki imalathaneler ithal malı iplik kullanarak, yerel beğenilere yönelik kumaşlar dokuyarak ve hepsinden önemlisi, daha düşük ücretleri ve karları kabullenerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Daha genel olarak bakıldığında, ithal mallarının rekabeti karşısında zanaatların emek yoğun dallarda ve süreçlerde uzmanlaşmaya başladıkları görülmektedir. 19. yüzyıldaki bu gelişmelerin, 20. yüzyılda Üçüncü Dünya ülkelerinde örneklerini yaygın olarak gördüğümüz uzmanlaşma kalıplarının habercisi oldukları söylenebilir.

Büyük Ölçekli Sanayi İşletmeleri

Basit bir sınıflandırma yapacak olursak, 19. yüzyılda İstanbul yöresinde ve Anadolu’daki mamul mallar üretiminin üç ayrı biçimde örgütlendiğini söyleyebiliriz. Köy ekonomisi çerçevesindeki tarım dışı üretim faaliyetleri ile kentlerde imalathaneler çevresinde örgütlenen zanaatlar, basit el aletlerine dayanan geleneksel teknolojiyi kullanıyordu. Mamul mallar üretiminin üçüncü örgütlenme biçimi ise, Sanayi Devrimi sonrasında Avrupa’da geliştirilen makineleri ithal ederek kullanan ve ücretli işçi kiralayan imalathaneler ya da fabrikalardır. İstanbul yöresinde ve Anadolu’daki bu büyük ölçekli kapitalist sanayi işletmeleri iki ayrı dalga halinde gelişmiştir.

Büyük ölçekli sanayi işletmelerinin ilk dalgası, daha önce tartıştığımız gibi, 1830’lar ve 1840’larda devlet tarafından ve esas olarak ordunun ve devletin gereksinimlerini karşılamak üzere başlatılmış, ancak kısa bir süre sonra üretimi durdurmak zorunda kalmışlardı. İthal mali teknoloji kullanan kapitalist sanayi işletmelerinin ikinci dalgası ise 1880’lerden itibaren gelişti. Osmanlı ekonomisinin serbest ticaret anlaşmalarıyla açık tutulduğu, yerli sanayiin ithal mallarının rekabetinden korunamadığı koşullarda, bir bölümü yerli bir bölümü de yabancı sermayedarlar tarafından kurulan bu işletmeler, ancak ulaştırma masraflarının yüksek olduğu, hammaddelerin yerel olarak ve ucuza sağlanabildiği ve hepsinden önemlisi düşük ücretlerin önemli bir avantaj oluşturduğu dallarda üretime geçebiliyor ve ithal mallarıyla rekabet edebiliyordu.

Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde kurulan en büyük sanayi işletmeleri pamuklu, yünlü ve ipekli tekstil dallarında iplik, bez ve kumaş üreten fabrikalardı. Ayrıca çeşitli gıda maddeleri, yağ ve sabun fabrikaları ile çimento ve tuğla gibi inşaat malzemeleri üreten imalathaneler kurulmuştu. Bu fabrikalar esas olarak İstanbul ve bir ölçüde de İzmir ile Adana yörelerinde faaliyet gösteriyorlardı. Osmanlı Devleti’nin Sanayi Sayımları, Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu üç yöredeki büyük ölçekli sanayi işletmelerinde ancak beş bin dolaylarında işçinin çalıştığını belirtmektedir.

İmparatorluğun en önemli sanayi merkezi ise, 1912 yılında Balkan savaşları sonucunda Yunanistan’a katılana kadar Selanik’ti. Örneğin pamuklu tekstil dalında, İmparatorluk’taki top1am fabrika üretimi kapasitesinin yarısından fazlası Selanik ve çevresinde yoğunlaşmıştı.

1908 Devrimi’nin getirdiği kısa süreli özgürlük ortamında Selanik, grevlerin ve işçi hareketlerinin merkezi durumuna gelmişti.

Dış Ticaret

Avrupa’da Napolyon Savaşları’nın sona ermesinden Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık yüz yıllık sürede bu tablo hızla değişti. Osmanlı ekonomisinin sanayileşmiş Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle olan bağları güçlendi. Osmanlı ekonomisi gıda maddeleri ve hammaddeler ihraç eden, buna karşılık mamul mallar ve belirli gıda maddeleri ithal eden bir ekonomi durumuna geldi.

18. yüzyılın sonlarında hatta 19. yüzyılın başlarında Osmanlı dış ticaretinin hacmi, İmparatorluk içindeki toplam üretimin yüzde 1 ya da 2’sini aşmıyordu. Balkanlar, Anadolu, Suriye ve Mısır gibi geniş alanları kapsayan İmparatorluğun kendi içindeki ticaret dış ticaretten çok daha önemli gözükmekteydi. Ayrıca, İmparatorluğun Orta Doğu ve Doğu Avrupa bölgeleriyle olan ticareti, Batı Avrupa ile olan ticaretinden daha fazla önem taşımaktaydı.

19. yüzyıl boyunca İmparatorluk sık sık toprak ve nüfus kaybına uğradığı için, dış ticaretin hacmindeki artışı saptamak güç olmaktadır. Yine de bu konuda basit hesaplamalar yapmak mümkün gözüküyor. Elimizdeki sınırlı veriler, 18. yüzyıl boyunca Osmanlı dış ticaretinin yaklaşık bir kat arttığına işaret ediyor. Buna karşılık, 1820’lerden Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Osmanlı dış ticaretinin 10 kattan daha fazla arttığını söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı ekonomisinin toplam üretiminin yüzde 10’dan fazlası ihraç edilmekteydi. Bu durumda 20. yüzyıl başlarındaki Osmanlı ekonomisinin Cumhuriyet Türkiyesi’nden daha yüksek oranlarda dünya ekonomisine açılmış olduğu söylenebilir. İmparatorluk içindeki kent pazarları için yapılan üretim de dikkate alındığında, bu veriler tarımsal meta üretiminin yaygınlaşmış olduğuna işaret etmektedir.

Tütün, üzüm, incir, hain ipek, tiftik, afyon, meşe palamudu, fındık, pamuk ve zeytinyağı gibi tarımsal ürünler 20. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ihraç mallarını oluşturuyordu. Osmanlı ihracatının önemli bir özelliği de ürünlerin çeşitlilik göstermesi, hiçbir ürünün toplam ihracat içindeki payının yüzde 12’yi aşmamasıdır. Bu durumda Osmanlı tarımında tek bir ürünün büyük ağırlık kazanmasından söz etmek mümkün değildir. İhracat arasında önemli yer tutan tek mamul mal kalemi ise elde dokunan halı ve kilimlerdi.

Öte yandan, ithalatın yarıdan fazlası mamul mallardan, özellikle de pamuklu ve yünlü tekstil ürünlerinden oluşuyordu. 19. yüzyıl boyunca yerli zanaatlar ithal malı kumaşların rekabeti karşısında hem direnmiş, hem de gerilemiştir. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, kentlisiyle köylüsüyle, yoksuluyla zenginiyle Anadolu ve İmparatorluk nüfusu ya ithal malı pamuklu kumaş ya da ithal malı pamuklu iplik kullanılarak İmparatorluk içinde dokunmuş pamuklu kumaş kullanmaktaydı. Tekstil ürünleri ve giyim eşyalarının yanı sıra Osmanlı ekonomisi demiryolları malzemeleri, silah ve cephane, çeşitli makineler ve diğer mamul malları da ithal etmekteydi.

Osmanlı ithalatı içinde gıda maddelerinin de önemli bir yeri vardı. Şeker, çay ve kahve gibi İmparatorluk içinde üretilmeyen malların ithal edilmesini doğal karşılamak gerekiyor. Ancak bunlara ek olarak, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisi önemli miktarlarda buğday, un ve pirinç ithal etmekteydi. Tarıma dayalı bir ülkenin hububatta kendine yeterli olamamasının bir nedeni, ülke içi ulaştırma ağının zayıflığıydı. Örneğin, deniz yoluyla Balkan ülkelerinden ve Rusya’dan ithal edilen buğday, İstanbul pazarında İç Anadolu’dan gelen buğdaydan daha ucuza satılabiliyordu. Hububat ithalatının diğer nedeni ise yürürlükteki dış ticaret antlaşmalarının korumacı gümrük tarifelerini engellemesiydi. Oysa aynı yıllarda pek çok Avrupa devleti gümrük duvarları koyarak kendi hububat üreticilerini dış rekabete karşı korumaktaydı.

Dış Borçlanma ve Düyun-u Umumiye İdaresi

Osmanlı maliyesi 1770’lerden 1840’lara kadar sık sık yaşanılan savaşlar ve girişilen reformlar nedeniyle, büyük boyutlara varan bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalmıştı. 1820’lerde ve 1830’larda en yüksek noktaya ulaşan bütçe açıkları karşısında devlet, vergi kaynakları üzerindeki denetimini arttırmaya ve iç borçlanmaya ağırlık vermeye çalıştı. Başka yöntemlerin yeterli olmadığı yoğun mali bunalım dönemlerinde ise, tağşişe başvurmak zorunda kaldı. Madeni para düzenindeki tağşişler, etki ve sonuçları açısından bugünkü düzende devleetin kağıt para basmasına benzemektedir. Paranın gümüş içeriğinin azaltılması, ödemeleri kuruş birimi üzerinden yapan devlete kısa dönemde ek mali gelir sağlıyor, ancak fiyat artışlarını da körüklüyordu. 1830’ların sonlarına gelindiğinde enflasyon ve parasal koşullar bunalım boyutlarına ulaşmıştı. Devlet sık sık tağşişe başvurarak kendisine ek gelir sağlayabilmiş, ancak ortaya çıkan büyük enflasyon dalgası, hem iktisadi hem de siyasi sorunlar yaratmıştı.

Öte yandan, 19. yüzyılda Rusya’nın güneye doğru yayılmasından kaygı duyan Avrupa devletleri ve özellikle de İngiltere için, girişilen reformlar Osmanlı Devleti’nin kalan topraklarını koruyabilmesi açısından büyük önem taşıyordu. Avrupalı devletler Osmanlı ekonomisinin gelişmesi için, karşılaştırmalı üstünlükler ilkesi çerçevesinde Avrupa ile ticaretin hızla geliştirilmesinin ve Avrupalıların yatırımlarının büyük önem taşıdığına inanıyorlardı. Ticaret ve yabancı yatırımlar için gerekli altyapının oluşturulmasını da isteyen Avrupalılar, tağşişlerden vazgeçilmesi ve istikrarlı bir para düzeni kurulması için Osmanlı Devleti’ne baskı yapmaya başladılar. Bir yandan da, Avrupa mali piyasalarında borç bulabilmek için, maliye ve para reformlarının gerekli olduğunun altını çiziyorlardı. Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borçlanmaya başlaması Avrupa sermayesinin çeşitli kesimlerine yararlar sağlayacaktı. Tahvillerin Avrupa’nın belli başlı finans merkezlerinde satışını düzenleyecek olan bankerler büyük komisyonlar elde edeceklerdi. Osmanlı tahvillerini satın alan küçük ölçekli tasarruf sahipleri faiz geliri sağlayacaktı. Ayrıca, Osmanlı Devleti eline geçen fonların bir bölümünü çeşitli sanayi malları ve özellikle askeri araç ve gereç ithalinde kullanacağı için Avrupa sanayiine ek talep yaratılmış olacaktı.

Osmanlı Devleti ek mali gelir sağlamak için yapılan tağşişlere 1844 yılından itibaren son verdi. Bu tarihte basılan yeni altın ve gümüş sikkelerin standardları, değerli maden içerikleri 1922 yılına kadar değiştirilmeden korundu. Ancak, tağşişlerden vazgeçilmesi Osmanlıların mali sorunlarının sona ermesi anlamına gelmedi. Osmanlı Devleti 19. yüzyıl boyunca bütçe açıklarını denetim altına almakta zorluk çekti. Mali sorunlar karşısında, devlet bir dizi kısa ve uzun vadeli yöntem geliştirmeye çabaladı.

İlk dış borçlar 1840’li yıllarda Galata bankerleri aracılığıyla ve kısa vadeli olarak Fransız bankalarından sağlandı. Ancak, yoğunlaşan iç ve dış baskılara karşın, merkezi bürokrasi uzun vadeli dış borçlanma sürecini başlatmak konusunda tereddüt gösteriyordu. Nihayet, Kırım Savaşı’nın gerektirdiği, yeni harcamalar ve gelir-gider dengesinde yarattığı büyük açık, Avrupa para piyasalarında borçlanma sürecini başlattı. Osmanlı Devleti’nin uzun vadeli borç tahvilleri Londra, Paris, Viyana ve Frankfurt gibi borsalarda satışa çıkarıldı.

Birinci Dünya Savaşı’na kadarki 60 yıllık sürede Osmanlı dış borçlanmasını iki ayrı dönemde ele almak gerekir. Dış borçlanmanın başladığı 1854 yılından Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemez duruma geldiğini açıkladığı 1876 yılına kadarki süre ilk dönemi oluşturuyor. Bu dönemde Osmanlı Devleti çok elverişsiz koşullarla, diğer ülkelerin ödediği faizlerden çok daha yüksek faizlerle ve büyük miktarlarda borç para aldı. Bu fonların büyük bir bölümü cari harcamalarda, saraylar yapımında, büyük bir donanmanın kurulmasında ve bürokrasinin maaşlarının karşılanmasında kullanıldı. Ekonomiyi canlandıracak, mali gelirleri artıracak yatırımlara hemen hiç kaynak ayrılmadı.

Böylece kısa bir süre içinde Osmanlı Devleti varolan borçların anapara ve faiz ödemelerini karşılayabilmek için yeniden borç almak durumunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödeyebilmesi her geçen yıl daha güçleşiyor, ancak Avrupa para piyasalarındaki hemen her kesim bu süreçten kazanç sağlıyor gibi gözüküyordu. Osmanlı Devleti’nin borç almayı sürdürmesi Avrupalı bankalar ve spekülasyoncular için kolay ve çabuk karlar, tahvilleri satın alan tasarruf sahipleri için de yüksek faiz gelirleri anlamına geliyordu. Büyük bankalar ve spekülasyoncular, her yıl geri ödenmesi gereken miktarlardan daha fazlasını para piyasalarından bularak borçlanma furyasının sürmesini sağladılar.

Yeni borç bulmanın zorlaşması durumunda, Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim 1873 yılında yeni bir dünya bunalımının habercisi olan borsa krizleri Avrupa ve Amerika para piyasalarını etkisi altına alınca, Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulması olanaksızlaştı. 1875 sonbaharında Osmanlı Devleti borç ödemelerini yarı yarıya indirdiğini açıkladı; ertesi yıl tüm borç ödemelerini durdurdu.

Yirmi yıllık hızlı dış borçlanma sürecinin vardığı noktayı birkaç sayı ile özetleyelim. 1875 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin dış borçları 200 milyon sterline yaklaşıyordu. Anapara ve faiz ödemeleri ise yılda 11 milyon sterlin tutuyordu. Buna karşılık aynı yıllarda Osmanlı maliyesinin tüm gelirleri 18 milyon sterlin dolaylarındaydı. Bir başka deyişle, dış borç ödemelerini sürdürebilmek için devlet gelirlerinin yüzde. 60’ını dış borç ödemelerine ayırmak gerekecekti. Bu arada, 1873 borsa krizleri sonrasında borçlarını ödeyemez duruma gelen tek ülkenin Osmanlı İmparatorluğu olmadığını da ekleyelim. 1870’lerin bunalım ortamında Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulamayınca, Orta Doğu ve Latin Amerika’da yirmiyi aşkın Üçüncü Dünya ülkesi, borç ödemelerini durdurmuştu.

1876 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borç ödemelerini durdurduğunu ilan etmesinden sonra Osmanlı hükümeti ile Fransız, İngiliz, Avusturyalı, Alman ve diğer alacaklıların temsilcileri arasında başlayan ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle kesintiye uğrayan görüşmeler, 1881 yılının Muharrem ayında sonuçlandı. Muharrem Kararnamesi olarak adlandırılan antlaşma ile dış borçların miktarları indiriliyor, ödeme koşulları yeniden düzenleniyordu. Ancak buna karşılık Osmanlı Devleti, İmparatorluk içinde yabancı alacaklıların temsilcisi olarak çalışacak ve devletin vergi gelirlerinin bir bölümünü yabancı alacaklılar adına toplayarak Avrupa’ya aktaracak yeni bir örgütün kurulmasını kabul ediyordu. Osmanlı maliyesinin gelir kaynakları arasından tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılıktan ve alkollü içkilerden alınan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi, Düyun-u Umumiye İdaresi adı verilen ve yabancı alacaklılar tarafından yönetilen bu yeni kuruluşa teslim ediliyordu.

Ayrıca Osmanlı Devleti, 1883 yılında yabancı sermayeyle kurulacak olan Tütün Rejisi Şirketi’ne İmparatorluk içindeki tütün üretiminin denetlenmesinde, tütün alım ve satımında ve sigara üretiminde tekelci ayrıcalıklar tanımaktaydı. Reji Şirketi’nin yıllık karlarının bir bölümü dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere Düyun-u Umumiye İdaresi’ne aktarılacaktı.

Böylece, 1876 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, Avrupa mali sermayesine borç ödemelerini güvence altına alacak yeni bir yöntem izleme olanağı verdi. Osmanlı maliyesinin vergi kaynaklarının bir bölümü üzerinde ayrıntılı bir denetim kuruluyor ve bu kaynakların gelirleri doğrudan Avrupa’daki alacaklılara aktarılıyordu. Düyun-u Umumiye İdaresi, kendi denetimine bırakılan vergi kaynaklarını geliştirmek ve vergileri daha etkin bir biçimde toplamak amacıyla, imparatorluğun yirmiyi aşkın kentinde beş binden fazla çalışanıyla geniş bir örgüt kurdu. Tütün ve ipek gibi vergileri kendisine bırakılan tarımsal malların üretimine ve ihracatının geliştirilmesine ağırlık verdi. Böylece ihracata yönelik tarımsal üretim de özendirilmiş oluyordu.

Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasından sonra Osmanlı Devleti Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borç almayı sürdürdü. Osmanlı maliyesi üzerinde kurulan ayrıntılı ve etkin denetim, Osmanlı tahvillerinin riskini azaltmıştı. Bu nedenle, Avrupa para piyasalarında daha elverişli koşullarla, daha düşük faizlerle borç bulunabiliyordu. Ancak. Düyun-u Umumiye idaresi sayesinde Avrupalı alacaklılar borç ödemelerinin eksiksiz olarak ve zamanında yapılmasını sağladılar. Böylece 1881 sonrasında Osmanlı Devleti’nin anapara ve faiz ödemeleri, alınan yeni borçların çok üzerinde seyretti. Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Avrupa mali sermayesi, Osmanlı Devleti’ne verdiği yeni borçların yaklaşık iki katını anapara ve faiz ödemeleri olarak Avrupa’ya aktardı.

1914 yılına gelindiğinde, Osmanlı Devleti’nin dış borçları 160 milyon İngiliz sterlinine ulaşıyordu. Mali bunalım yine ağırlaşmış, eski borçların anapara ve faizlerini ödeyebilmek için giderek artan miktarlarda yeni borç bulmak zorunluluk haline gelmişti. Osmanlı yöneticileri Avrupa para piyasalarında yeni tahviller satabilmek için Almanya ile Fransa arasındaki rekabetten yararlanmaya çalışıyor, ancak her yeni borçlanma için Avrupalı devletlere yeni ödünler vermek zorunda kalıyorlardı. Kısa bir süre içinde borç ödemelerinin yine durdurulması kaçınılmaz gözüküyordu.

19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin bütçe açıklarını niçin daha farklı biçimlerde finanse etmeyi düşünmediği ve niçin bütçe açıklarını neredeyse sadece dış borçlanma yoluyla karşılamakta israr ettiği sorusu üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmak gerekiyor. 19. yüzyılda iç borçlanma, özellikle de uzun vadeli iç borçlanma ciddi bir seçenek değildi, çünkü içerideki mali piyasaların büyüklüğü, devletin borçlanma gereksinimlerinin çok altında kalıyordu. Öte yandan, 19. yüzyılda sikke tağşişi de artık ek mali gelir sağlamak için uygulanabilir bir yöntem olmaktan çıkmıştı. Kağıt para, aynı işlevleri tağşişlerin kimi sınırlamaları veya olumsuz yanları olmadan, daha iyi yerine getirebiliyordu. Bu durumda Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldaki seçeneklerini ikiye indirmek mümkündür: kağıt para ve dış borçlanma. Acaba Osmanlı Devleti niçin ikincisinde israr etti ve birinciyi sadece savaş gibi olağanüstü dönemlerde kullandı?

1850’lerde devlet dış borçlanmaya başladığında, uzun vadeli borçlanmanın cazip göründüğünü tahmin edebiliriz. Bürokrasinin ilk aşamalardaki isteksizliğine karşın, Avrupa piyasalarında 20 yıl veya daha uzun vadeyle tahvil satarak mali sorunları ertelemek, yüzyılın başlarından beri tüm hükümetleri zorlayan, onları ağır siyasal ve iktisadi sorunlarla karşı karşıya getiren tağşişler ve kağıt para deneyimleriyle karşılaştırıldığında, kolay bir çözüm gibi görünmüş olmalıdır.

1881 yılına gelindiğinde ve artık Osmanlı maliyesi üzerine Avrupa alacaklılarının denetimi kurulduktan sonra ise, Osmanlı bürokrasisi bütçe açıklarını denetim altına almadan dış borçlanmaya girişmenin uzun vadeli maliyetleri ve sonuçları hakkında artık bir hayli deneyimliydi. Bu ikinci dönemde, tağşişler yoluyla ek gelir sağlamak yerine, istikrarlı para ve dış borçlanma seçeneğinin sürdürülmesini anlayabilmek için, bir yandan Düyun-u Umumiye İdaresi’nden ve diğer Avrupalı çevrelerden gelen baskıları, öte yandan da Osmanlı Devleti’nin dış borçlanma seçeneğini açık tutabilmek, Avrupa piyasalarından kopmamak için bu piyasalarda güvenilirlik sağlama ihtiyacını dikkate almak gerekiyor.

Avrupalılara gelince, 1880’den sonra istikrarlı para düzeni doğrultusunda baskı yapmalarının nedenleri, yüzyılın başındaki nedenlerin aynısıydı. Avrupalılar parasal istikrarı, Avrupa’yla yapılan ticaretin gelişmesinin ve Avrupa sermayesinin yatırım yapmasının önkoşulu olarak görüyorlardı. Avrupa’nın mali çevreleri ve alacaklılar, parasal istikrarı Osmanlı Devletinin Avrupa mali piyasalarına girebilmesi için de önkoşul olarak görüyorlardı. Nitekim, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurduğu denetim sayesinde, Osmanlı Devleti’nin dış borçlanmalarında ödediği faiz oranı kısa bir süre sonra yüzde 4-5 düzeyine indi. Oysa 1875 öncesindeki borçlanma sırasında, Osmanlı devleti dünya fiyatlarının sabit olduğu bir dönemde, yüzde 10 ile 12 arasında faiz ödemişti.

Öyleyse, 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı Devleti’nin bütçe açıklarını tağşişler yoluyla finanse eden bir düzenden daha istikrarlı para ve dış borçlanmaya doğru gerçekleştirdiği düzen değişikliğinin uzun dönemli bilançosu hakkında neler söylenebilir? Göreli parasal istikrar, dış ticaretin daha hızlı büyümesi ve daha fazla yabancı yatırımı olumlular hanesine yazmak gerekiyor. Nitekim, 19. yüzyılda Osmanlı dış ticareti yılda yaklaşık olarak yüzde 5’lik bir ortalama hızla büyümüştir. Ayrıca elimizde, özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, kişi başına gelirlerin artmakta olduğuna ilişkin veriler vardır. Parasal istikrarın iktisadi büyümeye katkıda bulunduğuna şüphe yoktur. Ancak, bilançonun öbür tarafında da ciddi maliyetler yer almaktadır. Devletin önde gelen gelir kaynaklarının Avrupalı alacaklıların denetimine geçmesi ve olumsuz mali koşulların özellikle 20. yüzyılın başlarında yarattığı siyasal ve iktisadi bağımlılıklar, Osmanlıların bütçe açıklarını denetim altına almadan büyük miktarlarda dış borçlanmaya girişmelerinin oldukça pahalıya mal olduğunu göstermektedir.

Cumhuriyetin Devraldığı İktisadi Miras

20. yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisi, büyük ölçüde tarıma dayanan, dünya pazarlarına ve yabancı sermayeye açılmış bir yapı gösteriyordu. Örneğin İmparatorluğun ve Anadolu’nun ihracatı içinde tarımsal malların payı yüzde 90’ı aşıyordu. Düyun-u Umumiye İdaresi ve Osmanlı Bankası gibi kurumlar, Avrupa sermayesinin ekonomi üzerindeki denetiminin simgeleri durumuna gelmişlerdi. Ancak bu özellikler, Osmanlı döneminden 20. yüzyıl Türkiyesi’ne devredilen mirasın anlaşılması için yeterli değildir. Çünkü bu özelliklere 20. yüzyıl başlarındaki azgelişmiş ekonomilerin pek çoğunda rastlamaktayız. Osmanlı toplumunu ve ekonomisini dönemin diğer azgelişmiş ekonomilerinden ayıran özellikler var mıydı, bunlar nelerdi? Osmanlı döneminin Cumhuriyet Türkiyesi’ne devrettiği mirası değerlendirirken, bu özgül noktalar üzerinde de durmak gerekir. Biz burada üç önemli özellik üzerinde duracağız.

  1. Merkezi devletin ve bürokrasinin diğer toplumsal sınıflar karşısındaki göreli gücü.
  2. Siyasal bağımsızlığın hiçbir zaman tümüyle kaybedilmemiş olması (İmparatorluğun resmen sömürgeleşmemesi).
  3. Tarımsal yapılarda küçük ve orta köylülüğün önemi.

Bu üç özellik hiç şüphesiz birbirleriyle büyük ölçüde ilişkilidir. Aşağıda bunlardan ilk ikisini birarada, daha sonra da üçüncüyü ele alacağız.

17. ve 18. yüzyıllarda yerel unsurlara daha fazla ağırlık tanımak zorunda kalan devlet, II. Mahmut dönemi ve sonrasında göreli konumunu tekrar güçlendirmiş ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar merkeziyetçi eğilimler ağır basmıştır. İşte bu dengeler nedeniyle Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi süreci, hem resmen sömürgeleştirilen ülkelere hem de çevreleşme sürecinin büyük toprak sahipleri ve ticaret sermayesi ittifakı ile Avrupa sermayesinin işbirliği yoluyla yürütüldüğü ülkelere oranla daha yavaş ilerlemiş, Avrupa devletleri her alanda diledikleri dönüşümleri gerçekleştirememişlerdir. Mısır’ın İngiltere tarafından işgalinde olduğu gibi zor kullanıldığı görülmekle birlikte, Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Avrupa sermayesi ve devletleri Osmanlı Devleti’nin askeri, siyasal ve mali bunalımlarından yararlanmışlar, ekonominin açılması doğrultusunda gerekli gördükleri ödünleri merkezi bürokrasiden bu tür bunalım koşullarından koparmışlardır.

Merkezi devletin hem iç unsurlar hem de dış müdahaleler karşısında gücünü koruyabilmesi, bizi Osmanlı döneminden kalan mirasın diğer özgül boyutuna getiriyor: Anadolu’daki tarımsal yapılarda küçük üreticiliğin önemi. Tarımsal kesimde yaygın bir küçük üretici kitlesinin varlığı merkezi devlet için tarımsal artığa el koymanın en elverişli koşullarını oluşturuyordu. Merkezi devlet hem mali tabanını korumak hem de taşrada toprağa bağlı yerel unsurların güçlenmesini engellemek amacıyla 19. yüzyıl boyunca küçük üreticileri bir yandan vergilendirirken öte yandan da büyük toprak sahiplerine karşı desteklemiştir.

Küçük üreticiliğin önemini koruyabilmesinin önemli bir diğer nedeni de Anadolu’daki insan ve toprak dengeleridir. 19. yüzyılda Anadolu’da ekilebilir toprakların sınırlarına ulaşılmamıştır. Toprağın göreli bolluğu ve emeğin göreli kıtlığı sürmüştür. Bu koşullarda küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük çiftlikler karşısında varlıklarını koruyabilmeleri daha kolay olmuştur. Ayrıca İmparatorluk’tan ayrılan bölgelerden Anadolu’ya göç eden nüfus, aile işletmeleri çerçevesinde boş topraklara yerleştirilince, hem tarımsal üretimde önemli artışlar görülmüş, hem de küçük ve orta ölçekli işletmelerin konumu güçlenmiştir. 19. yüzyıl boyunca iç ve dış pazarlara yönelik tarımsal meta üretiminin büyük bir bölümü bu işletmeler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Tarım-dışı üretim faaliyetlerinde de benzeri bir eğilime rastlanmaktadır. Bu alanda da devlet loncalardan uzun süre vazgeçememiş, loncalar hukuki varlıklarını 20. yüzyılın başına kadar sürdürmüşlerdir. Ancak, ithal mallarının rekabeti karşısında zanaatlar gerilemiş, varlıklarını sürdürebilmek için çok düşük ücretleri kabullenmek zorunda kalmışlardır. Yeni yeni kurulmaya başlayan büyük ölçekli sanayi işletmelerinin sayıları ise, açık ekonomi koşullarının da etkisiyle, sınırlı kalmıştır. Bir başka deyişle, 19.yüzyılda meta üretimi yaygınlaşmıştır, ancak ücretli emeğin de aynı hızla yaygınlaştığı söylenemez. Osmanlı ekonomisi kırlarda ve kentlerde küçük üreticilere dayanan yapısını korumuştur.

Bu koşullarda iktisadi büyümeden, gelir artışlarından söz edilebilir mi? 19. yüzyılda başta sanayileşen ülkeler olamak üzere dünyanın pek çok ülkesi ve bölgesinde iktisadi büyüme eğilimi yaygınlaşırken, acaba Osmanlı ekonomisi de bu eğilime katılabildi mı? 19.yüzyıl boyunca Anadolu’nun nüfusunun, İmparatorluk’tan ayrılan alanlardan gelen göçlerin de katkısıyla, sürekli olarak arttığını biliyoruz. 1820 yılından Birinci Dünya Savaşı’na kadarki sürede bugünkü Türkiye sınırları içindeki nüfusun yaklaşık olarak iki katına çıkmıştır. Bu durumda toplam üretim hacminde önemli artışlar olduğu açıktır. Ancak daha önemli olan, kişi başına üretim düzeylerinin gösterdiği uzun dönemli eğilimlerdir. Dış ticaretteki hızlı artışlar bu konuda yeterli bir gösterge oluşturmuyor. Çünkü dış ticaret hacminin ekonomiden çok daha hızlı genişlediğini biliyoruz. Ayrıca, 19. yüzyılın sonlarına kadar dış ticaretin ekonomi içindeki ağırlığı sınırlı kalmıştır. 1913 yılında ihracatın toplam üretim içindeki payı yüzde 12-15 kadardı. Elimizdeki üretime ve devletin topladığı vergi gelirlerine ilişkin diziler dünya pazarlarına yönelik tarımın sürüklediği, özellikle de 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında belirginleşen ancak boyutlarını henüz kesin olarak saptayamadığımız bir iktisadi büyüme eğilimine, kişi başına üretim ve gelir düzeylerinin arttığına işaret ediyor. 1880-1913 döneminde kişi başına gelirin ortalama olarak yılda yüzde 1’in altında bir hızla arttığını tahmin ediyoruz. Ayrıca, 1820-1913 arasındaki yaklaşık yüzyıllık sürede de kişi başına gelirin toplam olarak yüzde 50’nin üzerine arttığını tahmin ediyoruz. Ancak aynı dönemde Avrupa ekonomileri daha hızlı büyümekte, onlarla Osmanlı ekonomisi arasındaki farklar artmaktaydı.

Yine de bu veriler Osmanlı ekonomisinin de tarıma dayalı ve dışa açık bir model çerçevesinde büyümeyi yakaladığına işaret ediyor. Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı ekonomisine yaklaşırken, yıkım ya da durgunluk yerine bağımlılık ile büyümeyi birlikte düşünmek daha doğru olacaktır.

Sonuç olarak, Osmanlı döneminde 20. yüzyıl Türkiyesine devredilen mirasın temel özelliklerini iki kümede toplamak mümkün. Bir yandan, tarıma dayalı ve dış ticarete, yabancı sermayeye açılmış yapılar. Bu özelliklerin 20. yüzyıl başlarındaki az gelişmiş ülkelerin pek çoğunda görüldüğünü biliyoruz. Öte yandan ise güçlü merkezi devlet, siyasal bağımsızlığın kaybedilmemiş olması ve küçük üreticiliğin ağır bastığı tarımsal yapılar. Bu özellikler ise Osmanlı toplumunu ve ekonomisini dönemin pek çok az gelişmiş ülkesinden ayırıyor, Osmanlı mirasının özgül boyutlarını oluşturuyor. Cumhuriyet Türkiyesinin devraldığı yapıları anlamaya çalışırken, her iki küme üzerinde de durmak gerekiyor.

Prof. Dr. Şevket PAMUK

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 241-252

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.