Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Küreselleşen Dünya’da AB-Türkiye İlişkilerinin Yorumlanması

0 11.101

Prof. Dr. İlhan TEKELİ – Selim İLKİN

I. Giriş

Uzun bir tarihsel perspektif içinde yaklaşıldığında Avrupa ile Türkiye’nin ilişkisinin çok değişik aşamalardan geçtiği görülebilir. Eğer Osmanlı döneminin ilk yıllarına kadar geriye gidersek, Anadolu’da doğmasına karşın gelişmesini büyük ölçüde Avrupa’da gerçekleştirmiş olan Avrupayla çatışma içindeki bir imparatorluk ile karşılaşırız. 18. ve 19. yüzyıla geldiğimizde ise Avrupa’nın kuzey Atlantik kıyılarında modernite projesi doğmuştur. Bu proje doğduğu bölgenin sınırlarına hapsedilememekte, tüm dünyayı dönüştürmeye yönelmektedir. Modernite projesi bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nu ulus devletlere ayrıştırarak çözerken bu ulus devletleri kuran aydınlanmacı kadrolarını yaratmıştır. Birinci Dünya Savaşı döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu Avrupanın sanayileşmiş devletlerinin pazar paylaşım savaşında, bir yandan savaşan bir taraf, öte yandan paylaşılacak Pazar olarak önemli bir rol oynamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden tarafta olmasına karşın kazanan tarafın paylaşım planlarına karşı çıkarak, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş, bu planların gerçekleşmesini engellemiştir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’de ulus devlet oluşurken uygulanan radikal modernite projesi döneminde ise Avrupa’yla yeni bir ilişki biçimi gelişmiştir. Türkiye bu dönemde Batı’ya rağmen bir Batılılaşma stratejisi benimsenmiştir. Avrupa’ya karşı bir yandan hayranlık duyulurken, öte yandan eleştirel bir konum seçilmiştir. Avrupa iyinin kaynağı olduğu kadar kötünün de kaynağı olarak algılanmıştır. Bu nedenle onun karşısında seçmeci bir tutum benimsenmiştir.1929 dünya ekonomik bunalımından sonra ortaya çıkan dünya konjontüründe Türkiye Avrupa’yla ilişkisini bu bakış açısıyla geliştirebilme olanağını elde etmiştir. Bu kısa özetleme bile Avrupa ile Türkiye ilişkisinin ne kadar karmaşık ve girift olduğunu ve sürekli yeni anlamlar kazandığını ortaya koymaktadır.

1957 yılında Roma Antlaşması’nın imzalanarak, 1958 yılında Ortak Pazar’ın oluşmaya başlamasıyla Avrupa-Türkiye ilişkilerinde yeni bir safhaya girilmiştir. Avrupa’daki ulus devletler dünyasının kendi sorunlarını çözmek için oluşturmaya başladığı bu bölgesel birliktelik,[1] daha başlangıcında Türkiye’yi bir savunma güdüsüyle ilişki kurmaya itmiştir. Denilebilir ki Türkiye açısından AB ilişkisinin daha başlangıcında olan bu savunma güdüsü dünyadaki ve AB’deki gelişmeler karşısında biçim değiştirerek varlığını korumuştur. Türkiye AB ilişkilerinin gelişme tarihi büyük ölçüde bu savunma güdülerinin yeni biçimlerde gerçekleştirilme tarihidir.

Böyle bir öyküyü kurmak için bu yazıda önce AB projesinin gelişmesi ortaya konulmaya çalışılacak daha sonra da, Türkiye AB ilişkilerinin nasıl geliştiği ele alınacaktır. Ama AB projesinin öyküsü anlatıldığında bir başka ölçekte orada da bir savunma güdüsünün varlığı ortaya çıkacaktır.

II. AB Projesinin Doğma ve Evrilme Öyküsü

1948-1994 yılları arasında GATT’a bildirilen bölgesel birlikler oluşturma anlaşmalarının sayısı 109’a ulaşmıştı. Avrupa Birliği olgusunu küreselleşen dünyada ortaya çıkan bu çok sayıdaki bölgesel birliklerden her hangi biri olarak görmek doğru olmaz. AB bu birlik düşüncesini en ileriye götüreni olmuştur.

Avrupa Birliği oluşturma düşüncesinin gerilere giden bir tarihi vardır. Avrupa terimi 17. yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. Aynı yüzyılda ulus-devletin ortaya çıkışından sonra Avrupa federasyonu düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. Kant sürekli bir barışı sağlayacak düzen arayışına girdiğinde Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesini ortaya atmıştır. Bu düşünce hiçbir zaman ortadan kalkmamış olsa da İkinci Dünya Savaşı’nın çok acılı deneyiminden sonra Avrupa’nın gündeminde o zamana kadar görülmemiş bir düzeyde etkili olmaya başlamıştır.[2]

II. Dünya Savaşı’nın acıları daha unutulmadan Avrupa’da kanlı savaşları önlemek için Avrupa ülkeleri arasında bir siyasal birlik oluşturma projesi gelişmiştir. Bu barış içinde bir Avrupa rüyasıdır. Savaş sonrasında böyle bir birlik oluşturmak için atılan adımlar bazı ülkelerin parlamentolarından destek bulmamış ve dolayısıyla uygulamaya konulamıştır.

AvrupaSavunma Topluluğu projesi 1952 yılında, Avrupa Siyasal Birliği Projesi 1953 yılında başarısızlığa uğramıştır. Bu yıllarda gerçekleştirilebilen tek proje 1952 de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olmuştur.[3] Bunun üzerine birleşik Avrupa projesinin öncüleri farklı bir strateji izlemeye başlamışlardır. Avrupa ülkeleri arasındaki birliği önce bir ekonomik proje olarak gerçekleştirme, daha sonra da bu projenin işleyişinin yaratacağı güven ortamı içinde aşama aşama siyasal bir birliğe geçilmesi arayışı içine girmişlerdir.

Avrupa’da bir federal devlet oluşturmanın öncülüğünü edenler 1957 yılında kabul edilen Roma Antlaşması’yla Ortak Pazar diye de bilinen Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulmasına razı olmuşlardır. 1958 yılında atom enerjisinin barışçı kullanımını geliştirmek için bir ortak pazar niteliğinde olan Avrupa Atom Enejisi Topluluğu kuruldu. Ama ekonomi alanında bir birleşmeyi öngören bu antlaşmanın Avrupa’yı gelecekte bir siyasal birliğe götüreceği umudunu korumuşlardır. Bu umud Antlaşmada ifadesini “ever closer union” (her geçen gün daha yakın birliğe) ibaresinde bulmuştur.[4] Bu nedenle uygulamaya konulan bu proje daha başlangıçtan itibaren belli bir güzergah üzerinde hareket edecek bir biçimde tasarlanmıştır. AB bu güzergah üzerinde sürekli müzakerelerle ilerlemektedir. Eğer AB’yi bir tek metaforla tanımlamak gerekirse onu sürekli müzakere olarak ifade edebiliriz.

Avrupa Ekonomik Topluluğu 1958-1968 yılları arasında bazı zorluklarla karşılaşsa da kararlı ve inançlı bir gelişme göstermiş, Roma Antlaşması’nın ortaya koyduğu projeyi başarıyla uygulamaya koymuştur. 1968 yılında gümrük birliği gerçekleştirilmiştir. Daha gümrük birliğinin gerçekleştirilmesi tamamlanmadan 1967 de yürürlüğe giren füzyon antlaşmasıyla gümrük birliğiyle yetinilmeyerek AET, EUROTOM ve Avrupa Demir ve Çelik Topluluğu birleştirilerek Avrupa Toplulukları (AT) adı alınmıştır.

Bu aşamada gümrük birliğini amaçlamanın ötesinde üye ülkelerin ekonomik politikalarında bir uyumun da sağlanmasının amaçlanmasıyla birleşmenin derinleşmesi konusunda bir adım daha atılmıştır. Bu birleşmenin gerisinde Avrupanın ABD’nin hegemonyası karşısında kendisini bulma arayışı bulunuyordu. Bu kaygı en iyi ifadesini Servan Schreiber’in Amerika Meydan okuyor kitabında buluyordu.[5] Avrupa ABD’ye karşı savunmasını sadece AT’ye geçişte değil zamanda da genişlemede buluyordu. Sancılı müzakerelerden sonra AT İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın katılımıyla ilk genişlemesini 1973’te gerçekleştirmiş oldu.[6]

1970’li yıllarda dünyanın yaşamaya başladığı ekonomik bunalımlar karşısında ise AT’nin oluşumu ve genişleme bir çözüm olma niteliğini kazanmamıştır. Bu dönemde AT “eurosclerosis” sözcüğüyle tanımlanmaya başlamıştır. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun doku sertleşmesiyle kastedilen dünya ekonomisinin yeniden yapılanmaya girdiği bu dönemde ABD ve Japonya karşısında yarışabilirliğini yitirmeye başlaması ve bu olgu karşısında gerekli kurumsal düzenlemelere gidemeyişi ve politikalar geliştiremeyişi olmuştur.[7]

Bu arada AT ikinci genişlemesini ekonomik olmaktan çok ditatörlüklerden kurtularak demokrasiye geçen üç Avrupa ülkesinde demokratik rejimlerin istikrarını sağlamak için gerçekleştirme yoluna girmişti. Yunanistan 1981’de, İspanya ve Portekiz 1986’da AT’ye katıldı. Eğer yeni kurumsal düzenlemeler yapılmazsa AT daha durağan hale gelecekti.

Bu sorunlar karşısında AT ilk adımlarını 1984 yılında atmaya başlamıştır. Bu yılda Avrupa’nın bunalımdan çıkması için birleşmenin daha da derinleştirilmesine dayanan bir strateji benimsenmiştir. 1985 yılında kabul edilen, Tek Avrupa Senedi,[8] 1987 yılı ortasında uygulamaya girmiştir. 1968’de işlemeye başlayan Avrupa Gümrük Birliği’nin üye ülkelerin ekonomilerini derinden bütünleştirememişti. Avrupa pazarının tam olarak bütünleşerek tek pazar haline gelmesi 1992 yılında tamamlanacaktı. Böylece Avrupa’nın yeniden yapılanan dünya ekonomisinde yarışabilirliği artırılmak isteniyordu. Tek Avrupa Senedi bir yandan topluluğun kurumsal yapısında değişiklikler yaparak karar alma kapasitesini artırıyor, öte yandan Roma Antlaşmasını, tek pazarın 1992’de gerçekleşmesi, üye ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal kohesyonun artırılması ile topluluk içi eşitsizliklerin azaltılması, bilimsel ve teknolojik gelişme konusunda ortak politikaların izlenmesi, ortak parasal politikaların geliştirilmesi ve parasal birliğin sağlanması, sosyal konularda topluluk sorumluluğu ve nihayet çevre konularında topluluk yetkilerinin tanımlanmasıyla genişletiliyordu.

Tek pazara geçişe ilişkin düzenlemeler 1992’ye kadar uygulamaya konuldu. Ama bir yandan böyle derinden bütünleşen bir pazarın ayrı ayrı ulus-devletlerin kararlarıyla yönlendirilmesi eskisinden daha güç hale geliyordu, öte yandan 1989 yılında sosyalist blok’un çözülmesinden ve soğuk savaşın ortadan kalkmasından sonra hem kendisini tanımlamak bakımından hem de kendi gücüyle uyumlu uluslararası yeni siyasal roller edinme arayışı içine giriyordu. Bu gereksinmeler 1992’de AT’nin oluşumu bakımdan üçünçü aşamayı oluşturan Maastricht Antlaşması’nın yapılmasını getirdi. 1953’te gerçekleştirilemeyen siyasal birlik hedefine uzun bir yolculuktan sonra ulaşılmış oldu.

Bu Antlaşma’yla Avrupa Topluluğu nitelik değiştiriyor, Avrupa Birliği adını alarak ekonomik işlevleri yanında siyasal işlevler yüklenmeye başlıyordu. Aralık 1991’de Maastricht’te kabul edilerek 1992 Şubatı’nda imzalanan Avrupa Birliği Antlaşması yedi bölümden oluşuyordu.[9] Ama bu antlaşmanın getirdikleri genellikle AB’nin üzerine oturduğu üç sütün metaforuyla anlatılmaktadır.[10]

Birinci sütunu genellikle eski antlaşmalarla oluşturulmuş olan AT’nin yetkilerinin artırılması, karar verme kapasitelerinin geliştirilmesi oluşturmuştur. Artırılan yetkiler,eğitim, kültür, tüketicinin korunması gibi değişik alanlardadır. Bunlar içinde belki de en çarpıcı olanı Tek Avrupa Senedi’nde üzerinde anlaşılmış olan ekonomik ve parasal birliğin sağlanması konusunda bir takvimin belirlenmiş olmasıdır. Bu çerçevede tek para kullanımı ve bağımsız bir merkez bankasının işleyişinin en geç 1999 yılı başında başlatılması kabul edilmiştir.[11]

İkinci sütun daha çok sosyalist blokun çözülmesinden sonra ortaya çıkan gereksinmelere yanıt vermektedir. Ortak dış ve güvenlik politikası geliştirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu alan topluluğun kurumları dışındaki hükümetlerarası ilişkiler kapsamında düşünülmüştür. Batı Avrupa Birliğinin (BAB) genişletilerek Avrupa Birliğinin savunma işlevini yüklenmesi öngörülmüştür.

Üçünü sütunu ise adalet ve içişleri politikaları oluşturmaktadır. Bu kapsamda göç ve iltica konularıyla, uyuşturucu madde kaçakçılığı ve örgütlü suçlarla mücadelede üye ülkeler arasında işbirliğine gidilmesi yolu benimsenmiştir.

Bu üç sütundan son ikisi AB’nin siyasal yönünü ortaya koymaktadır. Ayrıca Antlaşmanın bir başka siyasal yönü Avrupa Birliği Yurttaşlığı kavramını getirmesi olmuştur. Üye ülkelerin yurttaşlarına seçme ve seçilme başta olmak üzere, serbest dolaşım ve ikamet, üye olmayan ülkelerde korunma, dilekçe verme ve ombudsmandan yararlanma vb. haklar tanınmaktadır. Bunların dışında Avrupa siyasal ortamının sosyalist düşünce geleneğinin etkisi altında olmasının iki yansıması olarak, işçilerin çalışma koşullarını düzenleyen “Sosyal Şart” ile Birlik içindeki ekonomik ve sosyal kohesyonu artırmayı, bölgesel eşitsizlikleri azaltmayı amaçlayan yeni bir fonun kurulması, Antlaşma’da yer almıştır.

AB’nin başlangıçta belli bir güzergahta ilerliyecek bir proje olarak tasarlanması, atılan her adımın, yeni adımların atılmasını zorunlu kılacak biçimde formüle edilmesini gerektirmiştir. Böyle atılan adımların yeni adımlar atılmasını zorlaması konusunda belki de en iyi örnek örnek Tek Pazarı gerçekleştirmek için atılan adımlar olmuştur.

Bu derinleşmenin gerekçesini oluşturan Chechini raporunda, bu birleşmenin Avrupa Topluluğu’nun toplam gelirini artıracağı gösterilmeye çalışılıyordu.[12] Salt bu açıdan bakıldığında böyle bir gelişme akılcı bir uygulama olarak görünüyordu. Ama kısa bir süre sonra tek pazarın oluşmasının bunun ötesinde sonuçları olduğu ortaya çıkmıştır. Tek Pazar haline gelmiş bir ekonomik birlikte, her ülkenin ayrı ayrı paraya sahip olması ve ayrı para politikaları izlemesi zorlaşmış, tek Avrupa parasına geçişi ve Avrupa Merkez Bankası’nın kurulmasını zorunluluk haline getirmiştir. Bu da bir siyasal birliğe gidiş açısından çok önemli bir adım olmuştur.

Maastricht Antlaşması’nın Tek Pazar’ın gerçekleşmesinden sonra yapılmış olmasının getirdiği bir başka özellik bölgesel fonların büyük ölçüde artırılması olmuştur. Tek Pazar içinde eşitsizlikçi büyüme yasası daha etkili olarak çalışacaktır. Bunun etkilerinin giderilmesi için AB’nin yeniden dağıtım işlevlerinin daha da güçlendirilmesi gerekmiştir. AB’nin güçlenmiş yeniden dağıtım işlevleri AB üyeleri için oyunu sıfır toplamlı olmaktan çıkartmakta onun bütünlüğünün korumasını duygusal bağlılıklardan çok akılcılığın sonucu haline getirmektedir. Dünyadaki diğer bölgesel ekonomik birliklerin aynı duyarlılığı gösterdiği söylenemez. AB’nin kırk yılı aşan tarihi bu bakımdan başarılı olduğunu ve bölgesel eşitsizlikleri azalttığını göstermektedir.[13]

AB bir siyasal birliğe doğru çok önemli adımlar atarken çok önemli bir görevle de karşı karşıya kalmıştı. 1989’da Avrupa’da sosyalist blokun çözülmesinden sonra AB Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin kapitalist ekonomiye geçişini kolaylaştırmak ve Batı’ya entegre etmek sorumluluğunu hissediyordu. 1989 Temmuzu’nda Paris’te toplanan G7’ler Polonya ve Macaristan’a ekonomik yardımı kararlaştırmıştı. Bu amaçla PHARE programı başlatıldı, daha sonra bu program eski sosyalist ülkelerin tümünü kapsar hale gelmiştir. PHARE programının uzantısı olarak AB orta ve doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinin entegrasyonunu sağlamak için bu ülkelerle ortaklık (association) antlaşmaları imzaladı.[14]

Buna karşın AT sosyalist blokun çözülmesinden sonra fiilen büyümeye başlamıştı. 1990 yılında Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya katılmasıyla AT bir büyümeyi gerçekleştirmiş bulunuyordu.[15] AB eski sosyalist blok ülkeleri konusunda büyüme stratejisine netlik kazandırmadan gelişmiş kapitalist demokratik ülkeler olan Finlandiya, İsveç ve Avusturya’yı da tam üyeliğe kabul ederek üçüncü önemli büyümesini gerçekleştirerek üye sayısını 1995’te 15’e çıkardı. AB’nin önündeki yeni genişleme iki bakımdan zorluk taşıyordu. Bunlardan birincisi çok sayıda ülkenin tam üyelik için başvurmuş olmasıydı. İkincisi ise bu ülkelerin hem siyasal hem de ekonomik açıdan üyeliğe hazı olmayışıydı. Bu ülkelerin üyeliği için önemli dönüşümler geçirmesi gerekiyordu.

Avrupa Konseyi 22 Haziran 1993’teki Kopenhag toplantısında PHARE kapsamındaki bu ülkelerin istekleri halinde AB katılmaları için gerçekleştirmeleri aranacak koşullar belirlendi. Daha sonra Kopenhag Kriterleri diye ünlenen bu koşullar 1995 Madrid ve 1997 Luxemburg zirvelerinde geliştirildi. Bu kriterler ekonomik ve siyasal olmak üzere üç grupta toplanabilir. Ekonomik kriterler işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını ve AB ülkeleriyle rekabet edebilme kapasitesine sahip olmayı ön görüyordu. Siyasal kriterler de başlıca üç grupta toplanabilir. AB’ye kabul edilecek ülkelerde, a) demokrasi ve hukukun üstünlüğü, b) özgürlükler ve insan hakları c) azınlıklarının korunması ve saygı görmesi sağlanmış olmalıydı. Bunları güvence altına alan kurumların yerleşmiş ve benimsenmiş olmasını gerekli görülmekteydi.[16] Lüksemburg zirvesinde ise AB’ye katılacak ülkelerin sadece AB müktesebatını kabul ederek mevzuatını değiştirmesinin yeterli olmadığı bunların ciddi olarak uygulanması gerektiği özellikle belirtiliyordu.

16-17 Haziran 1997’de toplanan Amsterdam Zirvesinde ise AB’nin yeni genişleme dalgasının gerekli gördüğü kurucu antlaşma değişiklikleri onaylandı. Bu Antlaşmayla AB’yetkisine bırakılan politika alanları bir kez daha genişletildi. Adalet ve İçişleri alanında yeni işbirliği alanları belirlendi. Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikasını etkinliğini artıracak düzenlemeler yapıldı. Büyüyecek topluluğun karar mekanizmalarının işlerliğini artırmak için nitelikli çoğunluk aranacak karar alanları ve nitelikli çoğunluğun nasıl saptanacağı belirlendi.Kopenhag kriterleri birlik kurucu antlaşmasında açıkça belirtildi.[17]

16 Temmuz 1997’de Avrupa Komisyonu Avrupa Parlamentosuna Gündem 2000 raporunu sunmuştu. Bu raporda AB’ye katılmak için başvuran ülkelerden 10 orta ve doğu Avrupa ülkesiyle Kıbrıs ve Malta’nın üyelik için yapmaları gereken hazırlık süreci belirleniyor, Türkiye’nin üyeliğe ehil olduğu kabul edilmesine karşın Türkiye için bir yol haritası verilmiyor ve bu sürecin dışında bırakılıyordu. 13 Aralık 1997’deki Lüksemburg zirvesinde Komisyonun önerileri doğrultusunda 12 ülkenin hazırlık çalışmalarında belli bir aşamaya gelince tam üyelik müzakerelerinin başlatılması kabul edildi. Türkiye’ye kısa dönemde üyelik yolu açılmayarak, daha çok var olan ortaklık antlaşmasını derinleştirecek Avrupa Konferansına çağrılması kararlaştırıldı. Ayrıca AB üyesi olacak ülkelerin ölüm cezalarını kaldırması koşulu getirildi.

Lüksemburg zirvesinde Türkiye’nin AB’ye katılım süreci dışında bırakılması, daha sonra üzerinde ayrıntılı olarak duracağımız üzere Türkiye’nin tepkilerine neden oldu. Bu tepkiler sonucunda 10-11 Aralık 1999 Helsinki toplantısında AB Konseyi daha önceki AB Konseyi kararları doğrultusunda Türkiye için de bir katılım ortaklığı belgesi hazırlanması kararı alındı. Böylece AB’ye katılacak ülke sayısı 13’e yükseldi.

1997 yılında toplanan Amsterdam Zirvesinde ulus devletlerin dirençleri genişleyen AB’nin karar süreçlerini işler hale getirecek kararların alınmasını engellemişti. Bu eksiklikleri gidermek için 8-10 Aralık 2000 tarihinde Nice’te yapılan AB zirvesinde kurucu antlaşmalarda değişiklik yapan yeni kararlar alındı. Bu zirvede bir “Avrupa Temel Haklar Şartı” kabul edilerek üye ülkelere sunulmuştur. Zirvede 2010 yılına kadar kurum organlarında hangi tarihlerde ne tür değişikliklerin yapılacağı, 27 üyeli (Türkiye hariç) AB’nin organlarının da ülkelerin temsillerinin hangi oranlarda olacağı saptandı. Nitelikli oy çokluğunun hesaplanmasında büyük devletlerin ağırlığı artırıldı.[18]

AB’nin Oluşum Süreci Üzerinde Bir Genel Değerlendirme

Avrupa Birliği olguların etkisiyle ve sürekli müzakerelerle gelişmesini sürdürüyor, niteliğini değiştiriyor. AB projesinin Maastricht Antlaşması’ndan sonra kazandığı siyasal içeriğe dayanarak, Roma Antlaşması’na razı olmak durumunda kalan federalistlerin rüyası olan Avrupa Birleşik Devletleri’ne ulaşılmak üzere olduğu sonucuna varabilir miyiz? Başka bir deyişle AB içindeki ulus- devletler kendilerinin tamamen aşılmasına razı olmakta mıdırlar? Olup bitenlere bakarak bu soruya evet yanıtını vermek çok yüzeysel bir yaklaşım olur. Bu soruya daha yeterli bir yanıt verebilmek için AB’nin oluşum sürecinin özelliklerini daha yakından incelemek gerekir. Bunun için üç konu üzerinde durmakta yarar vardır. Bunlardan birincisi AB’nin sınır oluşturma ya da kimliğini belirleme yaklaşımı, ikincisi AB’nin kurumsal düzenlemeci özellikleri, üçüncüsü ise AB’nin oluşumunda genişleme ve derinleşme süreçlerinin iç içeliği olacaktır.[19]

AB’nin oluşumu sırasında verilen kararların önemli bir kesimi AB içinde kimlerin yeralacağı, kimlerin dışta bırakılacağına ilişkindir. Bu kararların iki yönü vardır. Bir yandan AB’nin kimliğini öte yandan coğrafik sınırları oluşturmaktadır denilebilir. AB projesinin her iki bakımdan da yeterli açıklığa sahip olmadığı ve sürekli müzakerelerle oluşumunu sürdürdüğü söylenebilir.

AB’nin kimliği bakımından belli olan ve tartışma konusu olmayan bazı özellikleri bulunmaktadır. AB Antlaşması’nda bir ülkenin üye olması için konulan koşullar arasında çok partili parlamenter demokrasiyi, piyasa ekonomisini, hukuk devleti ilkelerini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin uygulanmasına duyarlılığı benimsemesi bulunmaktadır. Kuşkusuz bu ölçütler belli bir sınır oluşturmaktadır.[20] Ama bu ölçütler özellikle ulus-devletlerle yarışan bir AB kimliği oluşturmakta yetersiz kalmaktadır. Çünkü bu özellikler çoğu kez AB olmadan da oluşmuş ya da oluşacak özelliklerdir. Bu nedenle AB’nin ulus devletlerin ötesine geçen ayrı bir kimlik oluşturur hale gelmesine yetmemektedir.

Bu konuda iki tür yorum yapılabilir. Bunlardan birincisi AB yurttaşlarının böyle bir kimlik oluşturabilmesi için büyük ölçüde AB projesinin belirlilik kazanması ve bu yurttaşların bu proje içinde kendilerine bir yer bulmasına bağlı olacaktır. Bir örnek sunmak gerekirse AB yurttaşları karşılarında; AB’nin yaşamsal çıkarlarını korumak için etkili girişimlerde bulunan siyasal irade ve kapasitede bir Avrupa görürlerse, geliştirecekleri kimlik ile, dünya politikasında önemli iddiaları bulunmayan bu konularda girişimleri Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğine terkeden, sadece yurttaşlarının refahını geliştirecek ekonomik konularla ilgilenen bir AB bulmaları halinde geliştirecekleri kimlik çok farklı olacaktır. Birinci halde güçlü bir AB kimliği oluşurken, ikinci halde bugünkü ulus-devlet kimliklerinin gölgesinde kalan AB kimliğiyle yetinmek durumunda kalacaktır. AB’nin bu konudaki seçmeleri açık değildir. Zaman içinde sürekli müzakerelerle belirlenecektir.

AB’nin ulus-devletlerle yarışan bir kimlik oluşturamayışı konusunda yapılabilecek ikinci yorum. İki olgunun niteliksel farklılığından dolayı ulus-devletin yurttaşları üzerinde oluşturduğu kimliğe benzer bir kimliği AB’den beklemenin doğru olmayacağıdır. AB olgusunun geliştiği küreselleşmiş dünyada bireyler bir üstün kimliğin etkisi altında değildir, çok kimliklidir. Böyle bir dünyada AB’den ulus-devletler dünyasına özgü bir kimlik anlayışını beklemek haksızlık olacaktır.

AB’ye üye olacak ülkeler için konulmuş olan Avrupa ülkesi olma koşulu ilk bakışta çok belirli coğrafik bir sınır çizmektedir. Oysa Avrupa coğrafik olarak yeterli açıklıkta bir kavram değildir. Soğuk Savaş sona erince AB doğu sınırlarının esnekliğini keşfetmiştir. Bunun ne noktada kesileceği bir coğrafya teriminin tanımına bırakılamayacak kadar önemli bir siyasal karardır. Bu uzanma AB projesinin kendi amaçlarının değişmesine göre müzakere edilmektedir. AB’nin siyasal yönelimindeki gelişmelere paralel olarak değişen jeopolitik kaygılara göre bu uzanma değişebilmektedir. AB’nin sınırlarını yurttaşlarının dini inaçlarına ya da kültürel özelliklerine göre belirlemek isteyen Avrupa içi siyasal akımların pratikte etkili olmadığı ortaya çıkmıştır. AB tanımı önce Hıristiyan dünyasındaki Ortodoks sınırını aşmış, daha sonra Türkiye’nin aday ülke olduğunun ilanıyla nüfusunun çok büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyi içine almıştır. Küreselleşen ve çoğulculuğun yükselen değer olduğu bir dünyada kendi sınırlarının tanımında kültürel ayrımcılık ölçütünü AB taşımak istememektedir.

Sürekli bir pazarlık içinde olan, yalnız Avrupa’nın coğrafik kapsamı değildir. Bu sınırın neyi ifade ettiği de sürekli bir pazarlık içindedir. Sınırlarını çizen AB bunun içinde bir “Kaleiçi Avrupası” oluşturamamaktadır.[21] Böyle bir projenin oluşması değişik bakımlardan sınırlarla karşılaşmaktadır. Bunlardan biri dünyanın küreselleşmekte olmasıdır. Bir diğeri ise AB’gibi bir bölgesel birliğin çevresinde bir rahatsızlık unsuru haline gelmemesi için komşu ülkelerine özel politikalar izlemek durumunda bulunmasıdır. Bunun en açık örneği AB’nin özel Akdeniz politikasında kendini göstermektedir. Akdenizin kuzeyindeki ülkeleri içine alan Avrupa Akdenizin güneyindeki ülkelere duyarsız davranmaktadır. Üstün bir uygarlığı sürdüğü iddiasını taşıyan Avrupa bu uygarlığın köklerinin bugünkü Avrupa’da değil Akdeniz çevresindeki ülkelerde oluştuğunun bilincindedir. Bunu dışlamak bir anlamda köklerini dışta bırakmak anlamına gelebilecektir. Nitekim, AB 1994 Essen Zirvesinde yeni bir Akdeniz politikası saptamış[22] ve 27-28 Kasım 1995’te Avrupa-Akdeniz Konferansı’nda kabul edilen Barselona Bildirgesinde bu bölgeye ilgisine açıklık kazandırmıştır. Ama bu politikalar Avrupanın doğu sınırlarındaki genişleme siyasal öncelik aldığından uygulamada etkili olamamıştır. Belki bunlardan da önemlisi AB’nin oluşum tarihi içinde bu oluşumun sürekli ABD’nin etkisine açık kalmış olması ve “Kaleiçi Avrupa” modelinden çok “Atlantik Avrupası” modelinin gerçekleşmekte olmasıdır.

Bu çözümlemeler bize ilginç bir saptama yapmak olanağı veriyor. Ancak bazı ülkeleri içine alarak, bazı ülkeleri dışlayabildiğinde AB’nin varlığından söz edilebilmektedir. Bu nedenle AB’nin ister kimlik olarak, ister coğrafik olarak olsun, sınırlarını belirlemesi gerekiyor. AB projesi önü açık bir oluşum niteliğini taşıdığı için tanımladığı bu sınırları sürekli olarak müzakere ediyor ve yeniden belirliyor. Ama herzaman üzerinde müzakere edilebilecek bir sınır kalıyor.

Böyle belirlenen ve müzakere edilen sınırlar içinde AB’nin oluşumu sürekli yeni kurumların (institution) geliştirilmesiyle sağlanıyor. AB’yi tanımak ancak bu kurum inşa etme niteliğini tanımakla olanaklıdır. AB’nin bu yolla değişmekte olan düzeni genellikle neo-liberal kurumsalcı yaklaşım olarak adlandırılmaktadır. Bu uluslararası işbirliğinin gerçekleşmesinin zorlukları üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan ulusötesi ilişkilerin gelişmesi ve uluslararası işbirliğinin kaçınılmazlığı söylemi üzerine kurulan liberal çoğulculuktan ayrılmaktadır. Neo-liberal kurumsalcı yaklaşımda hem ulus-devletin, hem de kabul edildikten sonra uluslararası kurumların otonomileri kabul edilmektedir. Neo-liberal yaklaşıma göre bu devletler aktif, öğrenme kabiliyetine sahip olan, yeni kurumsal düzenlemelerin ortaya çıkardığı fırsatları algılayıp, bu kurumların getirdiği normlara uygun davranabilme kapasitesine sahiptirler. Böyle bir varsayım AB’nin kurumsal düzenlemlerinin sistemin performansını yönlendirebileceği çıkarsamasını yapmaya olanak vermektedir. Öyle olunca da AB’nin oluşumunda kurumsal düzenlemeler temel araçlar haline gelmektedir.

Bu biçimde tanımlanmış olan neo-liberal yaklaşımın liberal yaklaşımdan kurumsalcı düzenlemlere verdiği önemle ayrılmasını Avrupa siyasetinde güçlü bir yeri olan sosyal demokratik eğilimlere bağlamak doğru olur. Kurumsalcı düzenlemlere verilen bu ağırlık AB’nin siyasal evriminin Avrupa Birleşik Devletleri gibi bir federal devletin oluşmasından çok,[23] regülatif devlet denilebilecek yeni bir devlet türünün doğması yolunda olacağı yorumlarının yapılmasına neden olmaktadır. AB’nin oluşumunun ulus devletlerin onayıyla gelişmekte olması ulus devletlerin varlığını koruyan bir gelişme yaşamasına neden olmaktadır. Nitekim AB düzeyinde regülasyonlar üretilmekte ama onların uygulanması ulus devletlere bırakılmaktadır. AB doğrudan vergi toplamamaktadır. Faaliyetlerin dağılımında subsidarity ilkesi uygulanmaktadır. Bu nedenle de bir federal devletin oluşmasından çok yeni bir regulatif devlet doğuşunu beklemek doğru olacaktır.

AB’ye böyle yaklaşıldığında, AB üyesi ulus-devletlerin ve diğer ilgili aktörlerin ilişkilerini ve eylemlerini düzenleyen bir ilişkiler kompleksi olarak görülmektedir. AB’nin oluşumu demek gerçekte bu kurumsal düzenlemelerin çeşitlenmesinin ve ulus-devletlerin yetki alanlarına müdahalelerinin derinleşmesinin tarihidir. AB tarihi göstermektedir ki AB’nin genişlemesi ve derinleşmesi iç içe olan süreçlerdir. 1958 yılında 6 devletten oluşan toplulukta üye sayısı önce dokuza, daha sonra 12’ye ve 15’e yükselmiştir. Halen aday ülke olduğu kabul edilen 13 üyenin eklenmesiyle, üye ülke sayısı 28’e yükselecektir. AB’nin üyelerinin sayısal artış dönemleri genelikle AB’nin karar yapılarında ve karar alanlarında önemli değişmelerin olduğu yıllar olmuştur. Örneğin başlangıçta ulus devletlerin oy birliğine dayanan bir karar verme süreci varken, üye sayıları artınca sistem karar üretemez hale gelmiş ve nitelikli oy çokluğuna dayanan karar verme kuralları kabul edilmek durumunda kalınmış ve oy çokluğuyla karar alınan alanların kapsamı genişlemiştir. Böyle bir gelişme ulus devletlerin egemenlik haklarının bir kısmını AB’ye devretmesi sonucunu doğurmaktadır. Yani AB’nin genişlemesi Birliğin derinleşmesini de beraberinde getirmektedir.

Bu nedenle AB’nin büyümesinin mantığını kavramak AB’nin oluşum sürecini yorumlamak bakımından özel bir önem taşımaktadır. AB’nin ilk büyüme sürecinden sonraki büyümelerde Birliğe katılan ülkelerin gelir ortalaması genellikle Birliğin gelir ortalamasından daha küçük olmuştur. Birlik yüksek gelirli bir çekirdeğin etrafına düşük gelirli bir çevrenin eklenmesiyle büyüme geçirmektedir. Birliğe katılan ülkeler o tarihe kadar AB müktesebatını (acquis communautaire) benimsemek durumundadır. Bu müktesebat gün geçtikçe artmaktadır. Dolayısıyla Birliğe daha sonraki tarihte katılanlar, daha önce katılanlardan hem daha az gelirlidir, hem de daha radikal uyumlar yapmak durumundadırlar. Son büyüme kararından önce bu husus tartışılmış ve bu zorluğa çözüm bulmak için iki geometrili ya da iki vitesli bir AB yapısına gidilmesi konusunda öneriler yapılmıştır. Birliğin içindeki eşitsizliklere duyarlı olduğu ve bu nedenle Birliğin daha düşük gelirli ülkelerine kaynak aktardığı da düşünülürse bu kararın aynı zamanda AB’nin gelişmiş çekirdeğinde bulunan ülkeler için pahalı olduğu ortaya çıkar. Anglo-Sakson pragmatizmi içinde kabul görebilecek iki ya da çok vitesli birlik yaklaşımı AB’de kabul edilmemiş ve Birliğin tekli yapısının sürdürülmesi yoluna gidilmiştir. Bu da kuşkusuz kıta Avrupasının düşünsel ve siyasal gelenekleriyle tutarlı bir yaklaşım olmuştur.

AB’nin böyle bir büyüme sürecine karar vermesini sadece düşünsel ve siyasal geleneklerle açıklamak yetersiz olabilir. Böyle bir kararın ekonomik rasyonelinin ne olduğu sorgulanmadan geçilemez. AB’nin büyüme kararı ulusların oybirliği ile kabul etmesi gereken kararlardandır. Bu durumda büyümeyi kabul eden ülkeler açısından bu kararın muhasebesinin nasıl yapıldığını anlamak gerekir. Böyle bir değerlendirmeyi yapan ülkelerin iki farklı yaklaşımı olabilir, bunlardan birincisi AB projesine katkı açısından değerlendirme, ikincisi ise ulus-devletin çıkarı açısından bir değerlendirmedir. Eğer AB erekli bir proje olsaydı ve AB kimliği ulusal kimliklere baskın hale gelseydi birinci yaklaşım ağır basabilirdi. Oysa her iki varsayım da tam olarak geçerli değildir, ama yine de geleceği tam belirli olmasa da AB projesi bazı bakımlardan değerlendirme ölçütleri verebilir. Yeni katılımların AB’nin gelişmesinin bir engeli haline gelmemesi örneğinde olduğu gibi. İkinci yaklaşım özellikle Birliğin gelişmiş ve diğer kesimine net kaynak aktaran ülkeleri açısından önem kazanacaktır. Büyüyen bir sistemin maliyetini taşıyan bu ülkeler de bu büyümenin kendi ülkeleri açısından pozitif ekonomik sonuçlar doğuracağını algılayabilmelidir. Bu ekonomik muhasebeyi olumluya çeviren pazar büyümesinin ve AB kanalıyla uluslararası ilişkilerde yaratılan denetimin sağladığı dışsallıklardır. Ya da bir başka deyişle AB’de oyunun sıfır toplamlı olmaktan çıkmış olmasıdır. Bu dışsallıkların yapılan kaynak aktarımından daha büyük olacağı konusunda bir kanı oluşmuşsa büyüme için bir engel kalmayacaktır.

AB’nin oluşum sürecine ilişkin olarak buraya kadar yaptığımız çözümlemeler bize oluşumun nasıl geliştiğini anlatıyor. Ama bu anlatı daha çok AB’nin çevresindeki ülkeleri nasıl içine alarak dönüştürdüğü ve onları dönüştürürken kendisinin de nasıl dönüştüğünü anlatıyor. AB olgusunu dış bağlamı içine oturtmuyor. Oysa 1970’li yıllarda ekonomik krizler yaşıyan bir dünya vardır. 1980’li yıllarda ve sonrasında ise yeniden yapılanan ve küreselleşen bir dünya ekonomisi bulunmaktadır. Bu ekonomi içinde AB bir yandan geri kalmamak, öte yandan ABD’nin hegemonik konumu karşında bir dengeleyici güç olarak konumunu güçlendirmek arayışı içindedir. Bu dış koşullar bilinmeden AB’nin öyküsünü yeterli olarak kavramak olanağı bulunamaz. Bu biçimde dış bağlamına oturtmadan AB’nin gelişmesinin başarısını değerlendirmek için de bir ölçüte sahip olunamaz. 1980’li yıllarda AT ekonomisi büyük hacmine rağmen önemli sorunlarla karşı karşıyaydı. Teknoloji alanında ABD ve Japonya’ya göre geri kalıyordu. İstihdam yaratmakta büyük güçlüklerle karşılaşıyordu. 1999’da AB’nin her iki konuda da sorunlarını aştığı görülmektedir.[24] Tek pazarın gerçekleştirilmesinin ve Maastiricht sonrasında siyasal birliğin gerçekleştirilmesi için atılan adımların başarılı olduğu küreselleşen dünyada AB’nin belli bir başarı gösterdiği görülmektedir. Ama AB’nin liberalist küreselleşmenin yarattığı eşitsizliklerden, dışlanmalardan hoşnut olmadığı görülmektedir. Nitekim AB içinde toplumsal olarak sorumlu bir küreselleşmeden söz edilmeye başlanmıştır.[25]

III. AB Projesi Karşısında Türkiye’nin Yeniden Biçimlenen Savunma Stratejileri

Roma Antlaşmasıyla AvrupaEkonomik Topluluğu kurulup altı ülke arasında Ortak Pazar oluşmaya başladığında Avrupa gerçeğinde önemli bir değişiklik meydana getiriyordu. Ama bu pazarı oluşturan altı ülkeyle Türkiye’nin doğrudan sınırları yoktu. Henüz Türkiye’nin bu oluşumdan doğabilecek bir olumsuzluk algılaması bulunmuyordu, bu nedenle AET ile ilişki kurmakta, bu ilişki konusunda bir strateji geliştirmesi için acele etmesi gerekmiyordu. Ama bu durumu Yunanistan’ın AET’yi bir fırsat olarak algılaması önemli ölçüde değiştirdi. AET’ye ortaklık için Yunanistan 15 Temmuz 1959’da başvurusunu yaptı. Yunanistan’ın ortaklık anlaşmasının Türkiye aleyhine gelişebileceğinin farkında olan Türkiye de 16 gün gibi çok kısa bir süre sonra ortaklık için başvurdu.[26] Türkiye tehdidi AET’de değil Yunanistan’da görüyordu. Bu durumda da savunmasını AET ile benzer bir ilişki kurmaya dayandırıyordu.

Bu yıllarda gerek Yunanistan’ın, gerek Türkiye’nin ortaklık başvuruları Ortak Pazar ülkeleri için çok önemliydi. Ortak Pazar’a katılmayan kuzey Avrupa ülkeleri İngiltere’nin başını çektiği bir Avrupa Serbest Ticaret Alanı (EFTA) oluşturmuşlardı. Bu iki bölgesel birlik bir yarışma içinde bulunuyordu. Türkiye ve Yunanistan’ın başvuruları adeta bu yarışmada uzun vadede hangisinin başarılı olacağının bir göstergesi gibiydi. Nitekim zaman içinde Avrupa Serbest Ticaret Alanı çözüldü bu ülkeler de AT içinde yer aldılar.

AET ile Yunanistan ve Türkiye arasındaki ortaklık müzakereleri başladığında bu iki ülkenin farklı hedefleri olduğu görüldü. Müzakereler gümrük birliğini amaçlıyordu. Yunanistan 12 yılda bu hedefe hazırdı, Türkiye ise gümrük korumasının hiç olmazsa bazı sektörlerde 22-24 yıla kadar uzanabileceği bir perspektifi ön görüyordu.[27] Yunanistanla müzakereler hızla ilerliyordu. Türkiye bundan rahatsızdı. Türkiye AET’yi bu konuda uyardı. AET de iki ülke arasında bir ayrım doğmamasına özen gösteriyordu.

Türkiye müzakerelerde 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi dolayısıyla bazı zorluklarla karşılaştıysa da yeni bir Anayasanın kabulü ve demokratik rejime dönüş üzerine bu zorluklar aşıldı. 12 Eylül 1963’te İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Ankara Anlaşması imzalandı ve 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girdi. Türkiye ortak üye (associate member) statüsü kazandı. Bu statü belli bir hazırlık ve geçiş süreci sonrasında Türkiye’nin tam üyeliğine açık bulunuyordu.[28]

AET’yle ortak üyelik ilişkisi kurduğu 1963 yılında Türkiye’nin Ortak Pazar’a girmesi konusunda kamu oyunda önemli bir destek bulunmuyordu. Hatta aydın kesimin büyük ölçüde bu projenin karşısında olduğu söylenebilir. Siyasal platformlarda “onlar ortak biz pazar” sloganı çok sık olarak kullanılmaktadır. Bu olumsuz havanın arkasında 1960’lı yılların kalkınmacı ekonomik politikalarına duyulan inanç yatmaktadır. O yıllarda sanayileşmenin Türkiye’nin mutlaka gerçekleştirmesi gereken bir kurtuluş yolu olduğu konusunda geniş bir oydaşma bulunmaktadır. Bu sanayileşmenin gerçekleştirilmesi yolu olarak da korunmuş bir iç pazarda ithal ikamesi yolu benimsenmişti. Bu kapalı ekonomi popülist uygulamalara da olanak verdiği için Türkiye’de siyasetçiler tarafından da sıcak karşılanıyordu. Kurtuluş yolunun bu türde bir sanayileşme olduğuna inanılan bir ortamda Ortak Pazar’a katılmanın kurulmuş sanayii yok edeceği kaygısı ağır basıyordu. Bu nedenle de AT’ye karşı aydın kesim arasında yaygın bir direnç bulunuyordu.

Yunanistan’da 21 Nisan 1967’de Albaylar Juntasının yönetime elkoyması üzerine, Yunanistan’ın AET ile ilişkisi donduruldu. Artık Türkiye AET ile ilişkilerinde Yunanistanın ilişkilerinin hızlı gelişmesinin baskısını duymuyordu. Bu durumda ekonomisini AET’ye hazırlamak için gerekli çalışmaları yapabilmek için zaman kazanmıştı. Ama Demirel Hükümeti bu zamanı kullanmadan AET’ye giriş için acele ediyordu. 16 Mayıs 1967’de Bruxelles’teki Karma Parlamento Komisyonu toplantısında Türkiye geçiş döneminin başlatılması için talepte bulundu. AET ise Türkiye’nin henüz bu döneme hazır olmadığını düşünüyordu.[29] Türkiye’de de özellikle Planlama bürokrasisi bu ilişkinin geliştirilmesinin hızlandırılmasına karşıydı. Geçiş dönemini başlatacak olan Katma Protokol Müzakereleri bu ortam içinde gelişti. Hazırlanan Katma Protokol 23 Kasım 1970’de imzalandı.[30] Bu protokol 1 Eylül 1971’de uygulamaya girecekti. Bu tarihte Türkiye gümrük oranlarını yüzde 120 artırdı. Katma Protokol’un öngördüğü gümrük indirimleri bu oranlar üzerinden yapılacaktı.[31] Tabii ki bu tutum AET tarafından “kötü niyet göstergesi” olarak kabul edildi. Bu davranış Türkiye’nin hem AET içinde alma isteğini hem de güçlü savunma güdüsünü göstermektedir.

Türkiye AET ilişkilerinin 1971 yılında karşılaştığı tek zorluk bu değildi. 12 Mart 1971’de ki askeri müdahale sonrasında TBMM açık kalmasına karşın AET Türkiye arasındaki ilişkiler de gerilimler yaşanmaya başlamıştı. 12 Mart Döneminin anti demokratik uygulamaları ilişkileri özellikle Avrupa Parlamentosu cephesinde gerginleştiriyordu. Askeri müdahale sonrasında Türkiye’de Üçüncü Beş Yıllık Plan Türkiye’nin Gümrük Birliğine sanayileşmesini önemli ölçüde geliştirmiş olarak katılması perspektifiyle hazırlanmaya başlamıştı. Bu da Türkiye’nin hazırlanan Katma Protokolun değiştirilmesi talebinde bulunmasına yol açtı.

Siyasal ilişkilerin de gergin olduğu bir dönemde AET bu değişiklikleri uygun bulmuyordu. Ama AET’ye İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nin katılımı dolayısıyla Türkiye ile AET arasında hazırlanması gereken Tamamlayıcı Protokolda sağlanacak bazı esnekliklerle Türkiye’nin istekleri karşılanmaya çalışıldı. 30 Haziran 1973’te Tamamlayıcı Protokol imzalandı,[32] Türkiye’de 22 yıllık geçiş dönemine girmiş oldu.

1974 yılında özellikle Kıbrıs’taki gelişmeler Türkiye’nin AET ile ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına neden oldu. Yunanistan’daki Albaylar Juntasının Kıbrıs’ta Makarios’a bir darbe düzenliyerek ENOSİS’i gerçekleştirmek istemesi Türkiye’yi 20 Temmuz 1974’te Kıbrısa askeri müdahale yapmak zorunda bıraktı.

Türkiye’nin Ağustosta yaptığı ikinci hareketttan sonra Yunanistanda Albaylar Juntası düştü. Yunanistanda Karamanlis Hükümeti kuruldu. Yunanistanın demokrasiye dönüşü AET’te Yunanistan lehine olumlu bir hava yarattı. Ekim 1974’deki Paris Zirvesi’nde Topluluk üyeleri Kıbrıs Harekatı nedeniyle Türkiye’yi kınayan bir karar aldılar. 1975 Haziranında Kıbrıs Rum kesimiyle AET Ortaklık Konseyi toplantısı yaptı. 12 Haziran 1975’te de Yunanistan Topluluğu tam üyelik için başvurdu. Bu başvuruyla Türkiye bir kez daha Yunanistan’dan geri kalmak tehtidiyle karşı karşıya kaldı.

Yunanistan bu başvuruyu yaptığında Türkiye’nin AET ile ilişkileri gerginliğini koruyordu. Katma Protokol’dan sonra AET ile Türkiye arasındaki dış ticaret dengeleri sürekli Türkiye aleyhine açık verir hale gelmişti. Buna ilk petrol şokunun sonuçları da eklenince Türkiye’nin ekonomik sorunları artıyordu. Bunu azaltmak için yaptığı Katma Protokol’daki revizyon önerileri AET tarafından sürekli red ediliyordu. Ayrıca Katma Protokolda Türki İşçilerinin serbest dolaşımı ile ilgili maddenin uygulanmasının ertelenmesi için Almanya’nın yaptığı girişimlere Türkiye’nin direnmesi AET-Türkiye ilişkilerinin gerginleşmesine yol açıyordu. Türkiye Protokolun 60’ıncı maddesindeki hükümlerine dayanarak yükümlülüklerini 1 Ocak 1978’den itibaren bir yıl süreyle ertelediğini açıkladı.[33]

Karamanlis AT’ye tam üyelik için başvurduğunda Brüksel eurokratları Yunanistan’ın gelişmişlik düzeyini tam üyelik için yeterli görmüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’ye de tam üyelik için başvurmasını telkin ettiler. Bu telkinin nedeni Türkiye ve Yunanistan’ın girişinin birlikte red edilmesini sağlamak içindi. Ama Türkiye kararlı olmayan koalisyon hükümetleriyle AET ilişkilerinin bu kadar gergin olduğu bir dönemde böyle bir başvuruyu yapamamıştır.[34] Yunanistan’da özellikle Fransa’nın gayretleri sonucunda 25 Mayıs 1979’da Yunanistan ile AET arasında Katılım Anlaşması imzalanmıştır. Yunanistanın tam üyeliği 1981 yılında gerçekleşmiştir. Bir başka deyişle Türkiye 1959’dan beri karşılaşmaktan çekindiği sorunla karşı karşıya kalmıştır.

Türkiye’de aydın kesimin AT’ye bakış açısı 1980 sonrasında önemli ölçüde değişme göstermiştir. Toplumun büyük kesimi AB üyesi olmaya olumlu olarak yaklaşmaya başlamıştır. Bunun iki önemli nedeninin olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi ekonomik politikada yaşanan değişmedir. 24 Ocak 1980 kararlarından sonra Türkiye ekonomisi dışa açılmış, ithal ikamesiyle gelişme stratejisi yerine ihracat yoluyla gelişen bir ekonomik politika izlenmeye başlamıştır. Türkiye bu gelişmeler sonucunda sanayisini gümrük duvarlarıyla koruma yaklaşımından büyük ölçüde vazgeçmiştir. Bu deneyim Türkiye sanayisinin rekabetçi ortamda yıkılmadığını, varlığını sürdürebildiğini ortaya koymuştur. Bu da AT’ye katılmaya karşı, sanayii yıkacağı korkusuyla varolan, direnci önemli ölçüde kadırmıştır. Kendisine daha çok güvenmeye başlayan Türkiye AT içinde yer almayı daha kararlılık içinde ister hale gelmiştir. İkinci önemli neden 12 Eylül 1980 askeri müdahalesidir. Bu müdahale sonrasında yaşananlar sonrasında AT Türkiye’de demokrasinin güvencesi olarak görülmeye başlanmıştır. Kuşkusuz bu çok önemli bir dönüşümdür. Türkiye AT’yi artık bir ekonomik proje olarak değil, siyasal bir proje olarak algılamaya başlamıştır.

Bu gelişmelere Yunanistan’ın AT üyesi olması da eklenince, Türkiye 1987 yılında AT’ye tam üyelik için başvurdu.[35] AT Komisyonu bu konuda 1989’da hazırladığı Görüşte (Avis) Türkiye’nin başvurusunun askıya alınmasını önerdi.[36] AT Türkiye’yi kendi coğrafik Avrupa tanımı içinde görse’de onu bu dönemde kabul etmeye hazır değildir. Dünyanın yeniden yapılanmasında AT’nin ekonomik performansı henüz başarılı olamamıştır. Çözümü tek pazara geçmekte aramaktadır. Böyle bir ortamda yeni bir ülkenin Topluluk üyesi olma başvurusunun değerlendirilmesinde bu üyenin AB’nin daha derinden bütünleşmesinin yaratabileceği itici gücü azaltmaması beklenmektedir. Oysa Türkiye’in büyük ve hızlı artan nüfusu, kişi başına GSMH’sının düşüklüğü, yüksek enflasyon düzeyi, büyük tarımsal kapasitesi, vb. pek çok neden onu bu ölçütü karşılamaktan uzak tutmaktadır. Böyle bir ortamda beklenilebileceği gibi Türkiye’nin başvurusu askıya alınmıştır.

Bu başvurudan sonuç alınmamasına karşın Türkiye AT’ye üye olmak konusunda israrcı olmayı sürdürmüştür. AT üzerinde bir tür baskı yaratabilmek için Türkiye gümrük birliğine dahil olmak için tek taraflı olarak bir başvuru yaptı. Bu gerçekte AT tarihinde daha önce ve daha sonra görülmemiş bir durumdu. Bir ülke tam üye olmadan gümrük birliğine katılmak istiyordu. Kuşkusuz bu Türkiye açısından çok önemli bir fedakarlıktı. 1989’da hazırlanan Görüşte ön görülen İşbirliği Programı hazırlanarak 6 Haziran 1990’da AT Bakanlar Konseyine sunuldu. “Matutes Paketi” olarak da bilinen bu programda 1995 yılı sonunda gümrük birliğinin gerçekleştirilmesi, ekonomik entegrasyonla ilgili bazı alanlarda işbirliğinin artırılması ön görülüyordu. Bu programda tam üyelikten hiç söz edilmiyor, sadece gümrük birliğinin gerçekleştirilmesi ve ortaklık ilişkisinin derinleştirilmesi ön görülmüştür. Buna karşın Matutes Paketi Türkiye tarafından belli bir iyimserlikle karşılandı.[37] Ama bu İşbirliği Programının yürürlüğe girebilmesi için Konsey tarafından onaylanması gerekiyordu. Buna ise Yunanistan’ın Vetosu engel oluşturuyordu. Bu durumda hem AT Komisyonu, hem de Türkiye İşbirliği Programının uygulanabilmesi için Ankara Antlaşması’nın gümrük birliğine ilişkin maddelerine başvurarak Yunanistan’ın vetosunun çalışmasını engellediler. AT Komisyonu Başkan Yardımcısı Bangemann Komisyon’a ve Türkiye’ye sunduğu Çalışma Programı taraflarca 21 Ocak 1992’de imzalanarak uygulamaya konuldu.[38]

Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesini ve bazı konularda işbirliğini öngören bu program yeni bir siyasal kararın alınmasına gerek bırakmıyordu. Bu dönemde Türkiye’de iktidara gelen Demirel’in Başbakan olduğu DYP-SHP Koalisyonu Hükümeti de Özal döneminde olduğu gibi her ne pahasına olursa olsun AT tam üyelik konusunda israrcı olmuyordu. Gümrük birliğinin gerçekleştirilmesiyle yetiniyordu. Gümrük birliği müzakereleri temelde ekonomik olmasına karşın esas zorluklar siyasal alanda ortaya çıktı. 1994 yılı Aralık ayında 9 DEP milletvekilinin mahkum olması gümrük birliğinin Avrupa Parlamentosuna takılma olasılığını artırdı. Bu konudaki duyarlılıkların aşılması için 6 Mart 1995’teki Türkiye-AT Ortaklık Konseyi’nin toplantısını beklemek gerekti. Bu toplantıda alınan gümrük birliği kararı 13 Aralık 1995 tarihindeki Avrupa Parlamentosunda onaylanarak 1996 yılı başından itibaren uygulamaya konuldu.[39]

Parlamento aynı tarihte Türkiye’deki demokratikleşme ve insan hakları duyarlılığını ifade eden ve bu konularda Türkiye’nin Parlamentoya rapor sunmasını öngören bir karar aldı. Türkiye’nin topluluktan tek taraflı olarak açıklanan çok sınırlı bir mali desteğe karşın gümrük birliğini uygulamaya koyması ve Yunanistanın vetosu dolayısıyla bu sınırlı desteğin de verilmemesine karşın, Gümrük Birliği’ndeki yükümlülüklerini yerine getirmesi Türkiye açısından önemli bir fedakarlıktı.[40] Ama bu fedakarlık tam üyeliğe giden yolun açılmasını hızlandırmadı.

Daha önce üzerinde durduğumuz. Maastricht Antlaşması ile AT’nin nitelik değiştirerek siyasal birliğe doğru yol alan AB haline gelmesi Türkiye’nin tam üye olmasını zorlaştıran bir gelişme olmuştu. Tabii ki siyasal birliğe girmek için yerine getirilmesi gereken koşullar artacak, tam üyelik müzakereleri daha zorlaşacaktı. Ayrıca Maastricht Anltlaşması’nda Roma Antlaşması’nın üyeliğe kabul maddesinin değiştirilerek, üyelik için Avrupa Parlamentosu’nun onayı gerekli görülmüştü. Türkiye’nin 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında yaşadığı çok sayıdaki insan hakları sorunu Türkiye’yle Avrupa Parlamentosu arasındaki ilişkilerinin çok gergin kalmasına neden olmuştu. Parlamentonun onayı koşulu Ankara’da kaygı yaratıyordu.

AB’nin yeni bir genişleme safhasına girerek Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye entegrasyonunu gerçekleştirmek yolunda attığı en önemli adımlardan biri olan 1993’deki Kopenhag Zirvesinde AB üyeliği için aranan kriterlerin saptanması oluşturmuştu. Bu Zirvenin sonuç bildirisinde Türkiye ile ilişkilerin gümrük birliği temelinde yürütüleceği açıkça belirtiliyordu. Bu yeni genişlemede Türkiye’nin tam üyelik düşünülmediğinin açık bir ifadesiydi. Bir anlamda 1959 yılından beri AB’nin kapısında bekletilen Türkiye’nin beklemesi sürecekti.

Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesinden hemen sonra yaşanan Kardak Krizi Türkiye Yunanistan ilişkilerini ciddi biçimde bozarken, Yunanistanın girişimleriyle AB Bakanlar Konseyi 24 Temmuz 1996’da krizin sorumlusunun Türkiye olduğuna, sorunun çözümü için Uluslararası (Lahey) Adalet Divanı’na gidilmesi gerektiğini öneren bir karar aldı. Yunanistan da AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesini engelleyen tutumunu yoğunlaştırdı. 1997 yılı AB’nin yeni genişleme sürecinin hangi ülkeleri kapsayacağı ve bu ülkelerin AB’ye katılma takvimlerinin belirlenmesi bakımından kritik bir öneme sahipti. Yıl sonundaki Lüksemburg Zirvesi’nde bu kararlara kesinlik kazandırılacaktı. Türkiye bu toplantıda Türkiye’ye tam adaylı yolunun açılması için ısrarlı girişimlerde bulunmaya başladı. Yılın başında 29 Ocak 1997’de Roma’da Türkiye ile Almanya, İtalya, Fransa ve İspanya başbakanları arasında yapılan toplantıda Çiller Gümrük Birliği’nin işlemeye başlamasından sonra sıranın tam üyeliğe geldiği konusunda ısrarcı oldu ve tam üyeliğin takviminin belirlenmesini istedi. AB üyesi bu ülkelerin başbakanları Türkiye’ye ümit vermediler, ilişkilerin gümrük birliği temelli yürümesinde kararlı olduklarını gösterdiler. 4 Mart 1997’de Brüxelles’de toplanan AB ülkeleri Hıristiyan Demokrat Partileri Zirvesi’nde Belçika Başbakanı Martens Türkiye’nin kültürünün farklı olduğu üzerinde durarak AB gibi bir Avrupa Uygarlığı Projesi içinde Türkiye’nin yeri olmayacağını açıkladı. Bu düşünce biçimine Avrupanın demokrat çevrelerinde önemli tepkiler gelmesine karşın, yine de AB kamuoyunda Türkiye lehine bir hava olmadığı açıkça anlaşıldı.[41]

16-17 Haziran 1997’de Amsterdam’da toplanan zirvede genişlemenin kurucu anlaşmada gerekli kıldığı değişiklikler onaylandı. AB Komisyonu 16 Temmuz 1997’de (Daha Kuvvetli ve Daha Geniş Bir Birlik İçin) Gündem 2000 raporunu açıkladı.[42] Bu rapor AB’nin yeni genişleme sürecinde tam üyeliğe kabul edilecek ülkeler için bir yol haritası veriliyordu. Başvuruda bulunan ülkelerin iki dalga halinde AB’ye katılması öngörülüyordu. Türkiye’ye ikinci dalga içinde bile yer verilmemişti. Bu belgede Türkiye’nin AB’ye katılmaya ehil olduğu ve Gümrük Birliği’ni gerçekleştirebildiği belirtilmesine karşın, makro ekonomik istikrarsızlığı ve insan hakları, demokratikleşme ve Güneydoğu sorunu dolayısıyla yetersiz görülüyordu. Rapor’da AB’nin Türkiye’nin katılımı konusunda daha önceki belgelerde ifade edilen görüşü değişmemişti. Belki de tek ilerleme Gündem 2000’de düzenlenmesi öngörülen Avrupa Konferansı’na diğer adaylarla eşit statüde katılmasıydı.

Gündem 2000’de önerilen genişleme stratejisi 12-13 Aralık 1997’de düzenlenen Lüxemburg Zirvesinde karar haline geldi. Zirvenin nihai bildirisinde Türkiye’nin AB ile ilişkisinin geliştirilmesi 4 konuda gösterilecek ilerlemelere bağlanıyordu. Bunlar, a) insan hakları alanındaki norm ve uygulamaların AB’yle uyumlaştırılması, b) azınlıkların korunması ve saygı gösterilmesi, c) Yunanistan ve Türkiye arasında istikrarlı ilişkiler oluşturulması ve anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı’nca çözümlenmesi, d) Kıbrıs’a siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM’nin korunması altında yürütülen müzakerelere destek verilmesi olarak sıralanmıştı.

Lüksemburg Zirvesi kararları Türkiye’de büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Ankara AB ile siyasi diyaloğunu askıya aldı. 14 Aralık 1997 tarihli açıklamasında AB’nin Türkiye konusundaki ayrım yapan tutumu kınanıyor, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefini koruduğu, AB ile ortaklık ilişkilerini sürdüreceği bildiriliyor, Lüksemburg Zirvesi nihai bildiride Türkiye’ye ilişkin olarak sıralanan dört konuda AB ile siyasi diyaloğa girmeyeceği belirtiliyordu. Bu tepkiler karşısında daha sonraki Zirvelerde Türkiye ile ilişkileri yumuşatacak olan bazı kararlar alınmasına karşın bunlar AB’nin temel tutumunu değiştirmiyordu. Türkiye’de tepkisini Avrupa Konferanslarına katılmayarak gösteriyordu.[43] 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesinde Türkiye oybirliğiyle AB’ye aday ülke olarak kabul edildi. Karara göre Türkiye diğer aday ülkelerle eşit konumda olacaktır. Bu zirevenin sonuç bildirgesi aynı zamanda bir Katılım Ortaklığı belgesi hazırlanmasını öngörüyordu. AB Komisyonu Türk mevzuatının AB müktesebatıyla uyumlaştırılması için gerekli araştırma sürecinin hazırlanmasıyla görevlendirildi. Böylece AB’nin bu aşamadaki genişlemesinde AB’ye katılacak ülke sayısı 13’e yükselmiş oluyordu. Zirvede Türkiye’ye katılım yolu açılmıştı ama sonuç bildirisinde Kıbrıs ve Ege sorunlarıyla ilgili olarak yer alan ibareler Türkiye’de tereddüt yaratıyordu. Bu tereddütleri aşmak için AB Dönem Başkanı Fillandiya Başbakanı Lipponen Başbakan Ecevite açıklayıcı bir mektup yazdı. AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu Komiseri Gunther Verheugen 10 Aralık gecesi Ankara’ya gelerek Türkiye’yi adaylık statüsünü kabüle ikna etmeye çalıştı. O gece toplanan Bakanlar kurulu adaylık statüsünü kabül kararını verdi. Ertesi gün Başbakan Ecevit Helsinki’deki çalışma yemeğine ve “Avrupa Aile Fotografına” katıldı.[44]

Helsinki Zirvesi kararlarının uygulamaya konulmasında ilk adım olarak 29 Nisan 2000 tarihinde Luxembourg’da Türkiye-Avrupa Topluluk Konseyi toplandı. Bu toplantıda Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesinin hazırlanması için yapılacak çalışmalar örgütlendi. AB Komisyonunca hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi 4 Aralık 2000 tarihinde Konseyce kabul edildi.[45] Bu belge Türkiye’nin AB’ye adaylık sürecinin işleyişinin koşulları takvimi ve AB’nin sağlayacağı mali ve teknik desteğin çerçevesini çiziyordu. Bu belge AB tarafının konumunu saptıyordu. Buna karşılık olarak Kopenhag Kriterlerini gözönünde tutarak Türkiye kendi yapacaklarını saptayan Ulusal Programını hazırlayacaktı.

2000 yılı sonunda 7-8 Aralıkta Nice’de yapılan Zirve toplantısında varılan Antlaşmanın “AB’nin Genişlemesi Hakkında Bildiri” adlı ekinde 2010 yılına kadar AB organlarındaki gelişmelerin projeksiyonu veriliyordu. Bu belge AB’nin 27 üyesi olacağı varsayımına göre hazırlanmıştı. Türkiye’nin dışta bırakılması AB tarafından henüz Türkiye ile katılıma müzakerelerinin başlamamış olmasıyla açıklanıyor, bunun Türkiye’nin katılımının 2010 sonrasına bırakıldığı anlamı taşımadığı belirtiliyordu.[46]

Türkiye’nin Ulusal Programı 24 Mart 2001’de Resmi Gazete’de yayınlandı. Ama henüz tam üyelik müzakereleri başlatılamadı. Yaşanan olaylar gözlendiğinde her iki tarafın da tam üyelik sürecini hızlandırmak konusunda özel bir gayret gösterdiklerini söylemek zordur.

IV. Sonuç

Gerek AB’nin oluşum öyküsü, gerek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin gelişim öyküsü gözden geçirildiğinde bu öykülerin her ikisinin üst anlatılarında savunma güdüsünün merkezi bir konum kazandığı görülmektedir. AB küreselleşen dünyada savunma güdüsünü projesinin niteliğini geliştirmekte, yarışma kapasitesini artırmakta bulmaktadır. Türkiye ise savunma güdüsünün bir bölümünü AB’ile ilişkisini düzenlemede görmektedir.

Küreselleşmenin henüz yeterince gelişmemiş olduğu ve ulus-devletlerin hakim olduğu bir dünyada bir bölgesel ekonomik birlik oluştu mu, onun çevresinde ki ülkeler için ciddi bir ikilem yaratmaktadır. Bu birliğin yarattığı ticaret saptırıcı etkiler dışta kalan ülkenin kayıplarına yol açabilecektir. Ayrıca bütünleşmiş pazarın yaratacağı dışsallıklardan yararlanamayacaktır. Ama buna karşılık eğer bu ülkenin sanayileşmesi yeterince gelişmiş bir düzeyde değil ise büyük bir pazar içinde ortaya çıkacak eşitsiz büyüme olgusunun kaybeden kesimi olacaktır. Bu birliğe girse de girmese de kaybetme riski bulunmaktadır. Olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerin muhasebesinin nihai sonucu konusunda bir kestirimde bulunmak kolay değildir. AET’nin kurulmasıyla Türkiye de böyle bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin AET’nin kurulmasından sonra bu oluşum karşısında izlediği savunma stratejisinin üç aşamadan geçtiği görülmektedir.

Birinci aşama Yunanistan’ın AET’ ye ortaklık için başvurusuyla yaşanmaya başlamıştır. Türkiye 1959 yılında ortaklık için başvurusunu yaparken, AET içinde yer almanın ekonomik muhasebesini yapmaktan çok, Yunanistan’ın sağlayabileceği üstünlükleri ortadan kaldırma hesabı içindedir. Türkiye’nin AET’ye başvurma konusundaki tereddütlerini Yunanistan ortadan kaldırmışlardır. Bu aşama da AET’ye karşı değil Yunanistan’a karşı bir savunma güdüsü ağır basmaktadır.

İkinci aşama savunma güdüsünün AT’yle Katma Protokol Müzakerelerinin yapılmaya başladığı 1967 yılında belirginlik kazandığı ve 1979’da Yunanistan’ın tam üyeliğe kabulünün kesinleşmesine kadar sürdüğü söylenebilir. Türkiye Ankara Anlaşmasıyla AET’yle ilişki kurmuş bulunuyor ve Yunanistan’a karşı savunma için istediği konumu elde etmiş bulunuyordu. Ama bu konum ile Türkiye’nin ekonomik gelişmesi için seçtiği strateji ve bunun dayandığı kalkınma kuramı arasında bir tutarsızlık bulunuyordu.

Türkiye 1963 yılında Beş Yıllık Bir Kalkınma Planı kabul etmişti. Bu plan temelde ithal ikameci bir yöntemle sanayileşme stratejisini benimsemişti. Başka bir deyişle ülkenin korumacılığı sürdürmesi ve bu sırada sanayileşmesini ileri bir aşamaya vardırdıktan sonra AET içinde yeralması öngörülüyordu. Ülke yöneticilerinin ve girişimcilerinin uluslararası piyasalarda yarışabilme konusunda henüz kendilerine güveni yoktu. Böyle bir ortamda ulus-devlet en çok şey bekleniyordu. Öyle olunca da AET’ye tam üye olmak konusunda bir girişimde bulunulmuştu ama AET’ye girmenin getireceği sonuçlar konusunda toplumda yaygın bir kaygı bulunuyor demekti.

Bu bakışın gerisinde ekonomik gelişme ya da sanayileşmeyle ulus-devletin varlığı arasında araçsal bir özdeşleşmenin kurulması bulunmaktadır. Bu dönemde hakim olan kalkınma kuramı böyle bir özdeşlik kurulmasının dayanağını oluşturmaktadır. Ulus-devletin denetim yetkilerinin aşınması bir gelişme fırsatının kaybolması, hatta gelişmemiş bir toplum olmaya mahkum olunması olarak yorumlanmaktadır. Böyle bir yorum ulus-devletin kendisini korumasının meşru görülmesinin ancak onun gelişmeyi sağlamakta araçsal işlevini yerine getirmesine bağlı kaldığına açıklık kazandırmaktadır.

Bu durumda Türkiye için en iyi savunma stratejisi AET’yle ilişkiyi sürdürmek ama gümrük birliğine girmeyi mümkün olduğu kadar geciktirmek olduğu söylenebilir. Albaylar darbesi dolayısıyla Yunanistan’ın AT’yle ilişkilerinin dondurulduğu dönemde Türkiye bu stratejinin uygulanmasında zorlukla karşılaşmamıştır. Ama Yunanistan’ın AT’ye dönüşü ve diğer gelişmeler bu savunma stratejisinin uygulanmasına olanak bırakmamıştır.

Üçüncü aşama 1987’de Türkiye’nin AT’ye tam ortaklık için başvurusuyla başlamıştır.

1980 yılları ise Türkiye’nin ekonomik gelişme konusunda ulus-devletten beklenen araçsal işlevin değişmesine neden oldu. 1980’li yıllarda alınan ekonomik önlemler Türkiye’nin gelişme stratejisinin niteliğini değiştirdi. Türkiye korumacı ekonomik politikalarını terkederek, dünya sistemine eklemlenirken, daha açık bir ekonomik politika izlemeye başladı. Başka bir deyişle Türkiye gelişme yolunu küreselleşme sürecinin bir parçası olmada aramaya başlıyordu. Bu Türkiye’nin ekonomik gelişmeye ilişkin kuramsal yaklaşımını değştirmesi demekti. Yaşam deneyimi korumacılığa dayanan bir gelişme kuramının yerini, dünyaya açılmaya dayanan bir kurama bırakmasına neden olduğunda, ulus-devlet de kendisinin korumasını küreselleşmekte görüyor. Aslında küreselleşme sürecinde ülkenin gelişmesi bakımından böyle bir araçsal işlevsellik görülmeye başlayınca, Türkiye’nin AT’ye katılması konusunda kaygı duymaya neden kalmamaktadır. Türkiye açısından AT üyeliğini geciktirmek için önemli bir neden kalmamaktadır.Nitekim Türkiye 1987 yılında AT tam üyelik için başvurmuştur.

Gün geçtikçe Türkiye küreselleşen dünya ya daha çok eklemlenmiş, girişimcilerin yeni dünya koşullarında yarışabilecekleri ve gelişmelerini hızlandıracakları konusunda kendilerine güvenleri gelişmiştir. Bundan daha önemlisi Türkiye’nin AT projesini sadece ekonomik bakımdan değerlerdirme eğilimi ortadan kalmış, projenin bütününü değerlendirir hale gelmiştir. Türkiyenin 1980 askeri müdahalesinden sonra yaşadığı olaylar, AT’nin ekonomik bir proje olması kadar bir demokrasi projesi de olmasının önemini artırmıştır. Türkiye yaşadıklarına bağlı olarak AT’nin bu yönünü de algılamaya başlamıştır. Ülke içindeki siyasal süreçlerin üretmekte zorlandığı insan hakları ve demokrasi standartlarına ulaşmada, Türkiye Halkının gözünde, AT yeni bir araçsal işlevsellik kazanmıştır. Bu aşamada Türkiye küreselleşen dünyada savunmasını bu dünyada tek başına bir ulus devlet olarak yer almaktan çok, AB’yle bütünleşerek yer almakta görmektedir.

Türkiye AB ilişkilerinin kırk yıllık tarihi önemli ölçüde gerilimler taşıyarak gelişmesine karşın, iki tarafın da bu ilişkiyi sonuçlandıramadığını ve sürdürdüğünü göstermektedir.

Bu nedenle belli bir süre sonra Türkiye AB içinde yer alacaktır. O zaman da Türkiye’nin AB’yle ilişki kurma biçiminde yeni bir aşamaya geçilmiş olacaktır.

Prof. Dr. İlhan TEKELİ – Selim İLKİN

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 184-196


Dipnotlar :
[1] Jaques Pelkmans: “The Assignment of Public Function in Economic Integration”, Journal of Common Market Studies, Vol. XXI, No. 1-2, Sep-Dec. 1982, ss. 98-99.
Emile Noel: Avrupa Topluluğu Organları Nasıl Çalışır, Avrupa Topluluğu Enformasyon Bürosu, Ankara, 1980.
[2] A. H. Robertson: European Institutions, A. Praeger Publishers, New York, 1958, s. 4.
Paula Scalingi: The European Parliament, Greenwoods Press, Westport, Connecticut, 1980, s. 4.
[3] Howard Bliss: The Political Development of the European Community, Blaisdell Publishing Company, Massachusetts, 1970, s. 6-7.
[4] David Coombes: Politics and Bureaucracy in the European Community, sage Publications Inc., Beverly Hills, California, 1970, s. 17.
[5] J. J. Servan Schreiber: Amerika Meydan Okuyor, Sander Kitabevi, İstanbul, 1968.
[6] Hans von der Groeben: The European Community the Formative Years, The European Perspectives Series, Brussells, 1985.
Pierre Gerbet: “Crises and Confrontation”, Europe Dream-Adventure-Reality, Elsevier, Brussels, 1987, s. 135-141.
[7] Roland Bieber, Jean Paul Jacque, Joseph H. H. Weiller; An Ever Closer Union, European Perspectives Series, Brussells, 1985, s. 8.
[8] The Single Act (A New Frontier for Europe), Bulletin of the European Communities, Supplement 1/87, European Documentation, Luxembourg, 1987.
[9] Dennis Swann: European Economic Integration, Common Market, Uuropean Union and Beyond, Edward Elgar, Cheltenham, 1996.
[10] Anna Michalski, Helen Wallace: The European Community: The Challenge of Enlargement, Royal Institute of International Affairs, London, 1992.
[11] Barry Eichengreen: ’’European Monetary Union”, Journal of Economic Literature, Vol. XXXI, No. 3, September 1993, ss. 1321-1357. Alfons Verplaetse: ’From Currency Crisis to Single Currency”, Paul Temperton (editor): The Euro, John Wiley, 1997, ss. 22-37.
[12] Peter Coffey: The Future of Europe, Edward Elgar, Aldershot, 1995, s. 59.
[13] Selda Yerlikaya: The Regional Policies of the European Union and the Possible Implications on Turkey After the Membership, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi ODTÜ, Mart 2001.
[14] Neill Nugent: “the Deepening and Widening of the European Community: recent Evolution, Maastricht, and Beyond”Journal of Common Market Studies, Vol. XXX, No. 3, Sept. 1992, s. 319.
[15] Ernst-J. Mestmacker: ”The New Germany in the New Europe”, Williams James Adams (editor): Singular Europe, The University of Michigan Press, Ann Arbor, 1993. ss. 43-53.
[16] Sanem Baykal: ’’Kopenhag Antlaşması”, Baskın Oran (Editör): Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, İletişim Yayınları, İstanbul. 2001, s. 332.
[17] Sanem Baykal: ’’Amsterdam Antlaşması”, Baskın Oran (Editör): Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, İletişim Yayınları, İstanbul. 2001, s. 345.
[18] Sanem Baykal: ”Nice Antlaşması”, Baskın Oran (Editör): Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, İletişim Yayınları, İstanbul. 2001, s. 361.
[19] İlhan Tekeli Selim İlkin: Türkiye ve Avrupa Birliği, (cilt. III), Ümit Yayıncılık, Ankara, 2000, ss. 554-575.
[20] Joseph H. H. Weiler: “After Maastricht: Community Legitimacy in Post-1992 Europe”, Williams James Adams (editor): Singular Europe, The University of Michigan Press, Ann Arbor, 1993. ss. 11-41.
[21] Wolfgang Hager: ”Little Europe, Wider Europe and Western Economic Cooperation”, Journal of Common Market Studies, Vo. XXI, No. 1-2. Sep-Dec., 1982.
[22] Bulletin of the European Union, Supplement 2/95.
[23] Felipe Gonzales, Stanley Hoffmann: “European Union and Globalization”, Foreign Policy, Washington, Summer 1999.
[24] Brigid Gavin: The European Union and Globalization, Edward Elgar, Cheltenham, UK, 2001, ss. 1-23.
[25] Socially Responsible Globalization, (report), Ministry of Social Affairs and Health, EU, 24, 11, 1999.
[26] İlhan Tekeli, Selim İlkin: Türkiye ve Avrupa Topluluğu (cilt. I), Ümit Yayıncılık, Ankara, 1993, s. 127.
[27] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 141.
[28] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 194-197.
[29] İlhan Tekeli, Selim İlkin: Türkiye ve Avrupa Topluluğu (cilt. II), Ümit Yayıncılık, Ankara, s. 31-34.
[30] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 67-124.
[31] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 141.
[32] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 162.
[33] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 215.
[34] İlhan Tekeli, Selim İlkin: a.g.e, s. 225.
[35] İlhan Tekeli Selim İlkin: Türkiye ve Avrupa Birliği, (cilt. III), Ümit Yayıncılık, Ankara, 2000, ss. 71-106.
[36] DPT: Türkiye’nin Topluluğa Tam Üyelik Başvurusu Konusunda Komisyon Görüşü, Brüxells, 18 Aralık 1989. (Teksir).
[37] İlhan Tekeli Selim İlkin: a.e.g, ss. 208-212.
[38] İlhan Tekeli Selim İlkin: a.g.e, s. 246.
[39] İlhan Tekeli Selim İlkin: Türkiye ve Avrupa Birliği, (cilt. III), Ümit Yayıncılık, Ankara, 2000, ss. 399-511.
[40] Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılımı, Friedrich Ebert Vakfı, İstanbul, 1994.
[41] Sanem Baykal Tuğrul Arat: ”AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (Editör): Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, İletişim Yayınları, İstanbul. 2001, s. 345-348.
[42] European Commission: Agenda 2000 For a Stronger and Wider Union, Bulletin of the European Union Suplement 5/97, Luxembourg, 1997.
[43] Task Force Briefing: No. 18: The European Conference and The Enlargement of The European Union, European Parliament, 24 February 2000. Luxembourg.
[44] Sanem Baykal Tuğrul Arat: a.g.e s. 351-355.
[45] 2000 Yılı Genişleme Stratejisi, Avrupa Birliği Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, Ankara, 2000.
[46] Sanem Baykal Tuğrul Arat: a.g.e., s. 361-362.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.