Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Köy Enstitülü Öğretmen Olmak Onurumdur

0 11.805

Zülal KAYA

Sene 1947.

Onyedi yaşımda Ladik Akpınar Köy Enstitüsünü bitirdim.

Tahta bavulumu elime alıp, tayin olduğum köye gitmek için yola koyulmak üzereyken heyecanım sonsuzdu.

Dış kapının önüne sıralanmış ailemin ellerini büyükten küçüğe doğru öptüğümde, hiç kimsenin beni yolcu ederken ağladığını görmedim. Yalnız, içlerinde benim bir küçüğüm olan kız kardeşimin yanaklarını öptüğümde dudaklarımı gözyaşları ıslattı. Başını yere eğerken babama bakarak usulca konuşmaya başladı.

“Güle güle ağabim, ilk maaşınla bana kırmızı güllü basma entarilik, bir de başıma yazma alır mısın?”

“Elbette alırım bacım, sen merak etme” dedim ama ben de babamın yüzüne baktım.

Yoksul ve Bulgaristan göçmeni bir ailenin oğlu olarak okuyup öğretmen olmuştum. Ailemin haklı olarak şimdi benden para yardımı beklentileri vardı.

Çorum Çıkrık Köyü’nün alt başından geçen şose yola kadar babam ve ağabeyim benimle geldiler. Biraz bekledikten sonra karşıdan bir kamyon göründü. Babam el kaldırıp taş yüklü kamyonu durdurdu. Elimdeki bavulu kamyonun kasasına atıp şoför mahalline bindim. Babam kamyonun önünden dolanıp şoföre elli kuruş verdi.

Kamyon hareket edince babam ve ağabeyime el salladım. Arkamdan bağırdı babam.

“Müslüm, maaşını alınca şarçur etme sakın.”  

Şoför maaş lafını işitince merakla sordu.

“Ne o delikanlı, bir yere kâtip mi oldun?”

Gururla, Köy Enstitüsünü bitirip öğretmen olduğumu söyledim.

Köyümüze yakın olan Mecitözü Nahiyesine gelince kamyondan indim. Öğretmen olarak tayin olduğum Kışlacık Köyünü sordum etraftaki insanlara. Yanıma gelip, adının Hüseyin olduğunu söyleyen orta yaşlı birisiyle köye kadar konuşarak elimde bavul bir saati aşkın yürüdük.

Hüseyin Emmi beni köy Muhtarının yanına götürdü. Bir sınıfı ve yanında bir odası bulunan köy okulunun boş odasına yerleşmem için bana yardım etmeye başladılar.

Gece olunca, Muhtarın getirdiği yer yatağına yatmadan idare lambasını üfleyerek söndürdüm.

Okul hayatım boyunca yüzlerce kitap okumuştum ama yatağa uzandığım zaman, mutluluğumu, sevincimi kendime anlatmak için tek bir kelime bile bulamadım.

Bu genç yaşımda, ben Türkiye Cumhuriyetinin onurlu bir öğretmeni olmuştum.

Beni öğretmen olarak yetiştiren öğretmenlerimin, okulumun bana verdikleri bilgiyi, bu köydeki insanlara öğreterek hizmet etmek boynumun borcuydu. Devletime, Milletime hizmet etmek en büyük emelimdi. Çok sevinçliydim.              

Uyandığımda güneş doğmaya yeni başlamıştı. Az sonra kapım tıklandı. Açtığım zaman, bakır tepsi içine yerleştirilmiş bakır tas ile çorba, yufka ekmeği getiren Hüseyin Emmi’yi karşımda gördüm.

“Sen meraklanma Öğretmen Efendi, biz seni Allahın izniyle bu köyde aç koymayız.” Dedi.

Aradan geçen günler içinde köylü ile kaynaştım. Bize verilen talimat gereği, onaltı ve sekiz yaş içinde olan çocukların kayıtlarını yapmaya başladım.

Bazı köylüler onaltı yaşına gelmiş kızlarını okula göndermek istemediler. Bu yaştaki kızların babalarını akşamları köy odasında ikna etmek için dil döküyordum, adını bilmediğim iri yarı, üzerindeki elbiseden köyün zenginlerinden olduğu anlaşılan birisi ayağa kalkıp bağırmaya başladı.

“Sen ne diyon Öğretmen Efendi. Benim oğlum onüç yaşındaki Sümbül ile nişanlı. Ben şimdi, delikanlı kız olmuş, başını örtmüş gelinimi senin okuluna mı göndereceğim?”

Okul benim değil, ikinci Dünya Harbinden çıkmış zorluklarla mücadele eden devletin okuluydu. Halka hizmet için binbir güçlüklerle açılmış köy okullarıydı. Bunu, bu köydeki insanlara sabırla anlatmam gerektiğini anladım. Bu gece köylüleri dinlemek istiyordum.

Köy odasındaki yer minderinde oturan bir başkası da az önce zenginin tepkisinden güç almış gibi o da sesini yükselterek konuştu.

“Benim oğlumda nişanlı, ben de gelinimi okula göndermem. Kız kısmı okuyupta katip mi olacak?”

Kendilerine göre onların dertleri aynıydı. 

Ne yapacağımı şaşırdım. Onlara cevap veremedim o gece ama biz, okulumuza gelen kız arkadaşlarımızla birlikte okuduğumuz için çok üzülmeye başladım.

Bana öğretilenlere göre, bu köyde, kız, erkek ayrımı olmadan mutlaka herkes okuryazar olmalıydı.

Birkaç gün sonra, gelinlerini okula göndermek istemeyen köylülerin evine gittim. Onlara gelinlerini okula göndermelerini aynı yaşta olana nişanlılarıyla birlikte oturtturacağımı ve başlarına da eşarp örterek gelmelerini rica ettim. İlk konuşmam da akılları yatmadı. Ama ben yılmadım, tekrar tekrar konuşarak bu insanları ikna etmeyi başardım sonunda.

Nişanlıları yan yana oturtarak benden önce gelen öğretmenin bıraktığı yerden yeni ders yılına başladım. Tek derslikte beş sınıfı birlikte okutuyordum.

Bizler Köy Enstitüsünden mezun olurken öğrendiğimiz, tarım, demircilik, marangozluk derslerini köylülerle beraber öğrencilerimize öğretmeye çalışıyordum.

Bir sınıfı ve bir de benim yatıp kalktığım bir odalı okulun çok büyük bahçesi vardı. Tahtalardan, büyükçe dört köşe kasnaklar yapar, içine ilk önce hayvan gübresi kor, sonra da toprakla ağzına kadar doldurarak ıslatıp bir gün sonra sıcak yastık dediğimiz bu usulle sebzeleri ekerdik. Sıcak yastık usulüyle ektiğimiz sebzelerden kısa sürede verim alırdık.

Bütün bildiklerimi köylülere anlatırdım. Geceleri köy odasında kitap okumama alışmışlardı. Ben, köy odasına gitmediğim gecelerde, “Bu gece gelmedin Öğretmenim” diye sitem ederlerdi.

Köy Enstitü mezunu bir öğretmendim. Köylünün, habercisi, kütüphanesi, doktoru, iğnecisi, anası, babasıydım. Dertlerinin ilk dermanları bendim.

Bahar geldiği zaman öğrenci sayısı azalırdı. Ben erken kalkıp hayvan gütmeye giden öğrencilerimi yoldan çevirip okula alırdım. Kız babalarına hemen haber gönderip kızları okula çağırırdım.

Ders yılı içinde birçok kitap okumuş olurlardı.

Ben bu ülkenin yetiştirdiği bir öğretmendim.

Bizlere insana saygıyı, okumanın önemini, bilginin bu ülkeyi yücelteceğini öğretmişlerdi.

Yerlerde bulduğum kireç parçalarıyla okulumuzun duvarına Atatürk’ün sözü “HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR” yazısını kocaman harflerle yazdım.

Bazen karşısına dikelip çocuklarla birlikte bu yazıyı yüksek sesle okuyorduk.

Çocuklar gibi, 23 Nisan Çocuk Bayramını heyecanla beklerdim. Çuval ve yumurta yarışları yapardık. Şiirler okur, türküler söylerdik değer verdiğim öğrencilerimle birlikte.

Ladik Akpınar Köy Enstitüsünden mezun olurken Okul Müdürümüz bizlere, “Her başınız dara düşünce bizler sizin yanınızdayız. Okullarımız köylünün kalkınması için var. Bizden yardım istemeye çekinmeyin” diye tembihlemişti.   

Yardıma ihtiyacımız olduğu zaman hemen bir mektupla mezun olduğum okula bildiriyordum. Duvar örülecekse, birkaç öğrenci geliyor, hemen duvarımızı örüyorlar, demirciye, marangozcuya, olan ihtiyacımıza Hızır gibi yetişip bizi zorda bırakmıyorlardı. Kitap gerekiyorsa gönderiyorlar, her isteğimiz yerine getiriliyorlardı.

Okulumuzla olan irtibatım bir müddet sonra kaymakamlığın kulağına gitmiş. “Biz dururken isteklerinizi neden Köy Enstitülerine bildiriyorsunuz” diye tepki gösterdiler. İrtibatımı kestiler. Bu durma o kadar çok içerledim ki birkaç gece ağladım.

Onsekiz yaşına gelinceye kadar maaş alamadım. Onsekiz yaşım dolduğu zaman birikmiş olan maaşının tamamını verdiler.

Maaşımı alınca, bir fırsatını bulup Çorum’un yolunu tuttum. Kız kardeşimin istediklerin aldım. Evdeki büyüklerime de hediyeler alıp Çıkrık Köyüne gittim.

Zor durumda olan babama maaşımın kalanını verdiğim zaman başını yere eğse de içinden sevindiğimi biliyordum.      

İlk yılımda ailemin de isteği ile o köyden bir kızla evlendim. Artık köyün öğretmen eniştesi olmuştum. Benim eğitimim için çaba harcayan babamın büyük emeklerini düşünerek, zor günlerimize birlikte katlanmamız için ailemi yanıma aldım. Bu durumun verdiği güvenle benim ise bir yıl içinde, elli üç kız, kırk sekiz erkek öğrencim olmuştu. Başarımı kız öğrencilerimin çokluğuyla ölçtüğüm zaman mutluluğum katmerleniyordu.    

Askerlik zamanım gelince Yedek Subay olarak İstanbul’a gittim.

Hayat bana çok kolay geliyordu. Askerde de her verilen vazifeyi yerine dikkat ederek getiriyordum. Askerliğim bitimine bir ay kalmıştı ki Komutanımın beni odasına çağırdığını söylediler.

Komutanımın odasına gittiğimde bana, “Müslüm, ben senin çalışkanlığını takdir ediyorum. Senin askerde teskere bırakmanı istiyorum.  Bütün evraklarını ben yaptıracağım bu konuda endişen olmasın” dedi.

İçime bir sıkıntı geldi. Gözlerim doldu. “Komutanım, öğretmenlerim beni bu vatana öğretmen olarak yetiştirdiler. Sizin haberiniz yok ama ben cemselerle bir köy okulunun yanından geçerken durup, koşarak o okuldaki bir sınıfa giriyorum. Ve o sınıftaki çocuklara, günaydın çocuklar diyor, onlar da bana günaydın dedikten sonra koşarak vazifemin başına geliyorum. Ben bir öğretmenim. Bu ülkenin çocuklarına ilim ve irfanı bizler, öğretip kalkındıracağız. Bizleri yetiştirirken paranın önemini hiç anlatmadılar fedakâr öğretmenlerimiz. Elime geçecek para çok olabilir ama ben köy çocuklarını özledim. Sağol komutanım, ben asker olarak kalamam” dedim.

Askerde teskere bırakamazdım.

Ben bir Köy Enstitüsü mezunu Cumhuriyet Öğretmeniydim.

Biz Köy Enstitüler, asla öğretmenlik hizmetimizden geri kalamazdık.

Zülal KAYA

Alıntı Kaynağı: http://www.egitisim.gen.tr

Not: Köy Enstitü Mezunu Öğretmen, Müslüm Tunaboylu’nun anılarını birkaç gün önce dinleyerek “Eğitişim Dergisi” için yazdım.

Saygılarımla…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.