Konuşmalar – I
Bütün dünya ile birlikte Türkiye de büyük ve düşündürücü bir değişiklik içindedir. Çünkü bu değişiklik daha çok olumsuz yönlere doğrudur.
Türkiye, çağdaş devlet olmaktan çıkmıştır.
Devlet tarifi nedir? Bir vatandaş teşkilatlanmış bağımsız bir millet, değil mi? Türkiye bu tarife uymuyor.
Bir kere bu vatandaki millet teşkilatlanmış değildir. Teşkilatlanmış demek bazı ana ilkeleri kabullenip benimsemiş, o ilkeler içinde disiplinli, değer hükümleri belli topluluk demektir.
Bu vatandaki millet hangi ana ilkeleri kabullenip benimsemiştir? Hiç!…. Cumhuriyetçilik, Kemalizm, lâiklik, Müslümanlık, nurculuk, sosyalizm, komünizm, Türkçülük, Anadoluculuk, demokrasi, faşizm ve daha ne varsa bu millet bunlardan bir tekinin çevresinde bile toplanmış değildir.
Ya değer hükümleri? O da öyle… Ahlâk nedir? Ahlâksızlık nedir? Hürriyet nedir? Zevk nedir? Belli değil…
Bundan dolayıdır ki Türkiye bir karnaval manzarası göstermektedir. Herkes kendi ilkesine ve değer yargısına göre davranınca da ortada disiplin diye bir şey kalmamaktadır. Disiplinsiz bir toplum ilkel bir topluluktur. Zenci oymağı veya Avustralya yerlileri gibi.
Bu görünüş büyük bir hastalığın belirtisidir. Bütün büyük hastalıklarda olduğu gibi türlü türlü âraz göze çarpmaktadır. Teşhis doğru konmazsa tedavi fayda değil, zarar verir. Galiba Türkiye bu durumdadır.
Türkiye’nin illetlerinden birisi bir takım azınlıkların bulunması ve bunların bugünkü aşırı hürriyetten ve dış desteklerden faydalanarak kendi milliyetçiliklerini kendi çaplarında yürütmesidir. 8 Ocak 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir haber bu bakımdan çok dikkat çekicidir. Haber aynen şöyledir:
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve beraberindekiler dün Gaziantep’e gelmişlerdir. Yol boyunca halk Cumhurbaşkanına büyük ilgi göstermiş ve tezahürat yapmıştır. Ankara – Reyhanlı yolu üzerinde İsmail Barak isimli işçi, Cumhurbaşkanına hitaben “gelişinizi dört gözle bekliyorduk. Buradaki idareciler Araplara toprak dağıtıyor, Türkler’e vermiyor” demiştir. Bunun üzerine Sunay kendisine “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür. Türk, Arap diye bir şey yoktur. Türk olmayan varsa gidebilir” cevabını vermiştir. Cumhurbaşkanı daha sonra da Kilis’e uğramış, oradan da Gaziantep’e gelmiştir.
Devlet Başkanı bu cevabı ile Türkiye’deki halkın tek millet olduğunu belirtmek istemiş olsa gerektir. Fakat bu cevap gerçeğe uymadığı gibi Türkleri yani vatanın asıl sahiplerini kıracak ve Arapları şımartacak niteliktedir. “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” demekle iş bitseydi bunu tesbih çeker gibi milletçe her gün tekrarlar, dururduk, fakat gerçek şudur ki Türk topraklarında yaşayan herkes Türk değildir. Türk, Arap diye, hattâ Kürt, Zaza diye, şu ve bu diye 20 millet vardır ve bunlar Türk olmadıklarını bildikleri gibi Türklüğe mal olmamak için de kendi aralarında da dayanışma kurmuşlardır.
Cevdet Sunay’a dert yanan İsmail Barak, soyadına göre o bölgedeki Arap ırkından idarecilerin veya oy avcısı partizanların haksızlığına kurban giderek kendi devletinin başkanından derdine em istemiştir. Fakat em bulmak şöyle dursun, büyük bir ümit kırıklığı içinde şaşkına dönmüştür.
Nedense ırkçılıktan hiç hoşlanmayan ve bunu tanınmış siyasîlerden birine “ırkçılık başka ırktan olanları gücendirir” diye açıklayan Cevdet Sunay’dan biz başka türlü bir davranış beklerdik. İsmail Barak’ı sorguya çekerek Araplara toprak dağıtan idarecileri tesbit etmesini ve haklarında kovuşturma yapılması için hükümete direktif vermesini beklerdik.
Bu yapılmamıştır. Yapılmadığı için de o bölgedeki idarecilerin Türkler aleyhindeki işlemleri sürüp gidecektir.
Atatürk olsaydı o türlü idarecilerin külünü savururdu. Fakat yıllardır memlekette zorla estirilen ırkçılık düşmanlığı, kafalara o türlü işlemiştir ki Türk’le Türk olmayan arasında bir anlaşmazlık çıktı mı, en doğru çözüm yolu Türk olmayanı tutmakla bulunuyor.
Cevdet Sunay’ın “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” demesi Türk milletinin asla kabul edemeyeceği bir düşüncedir ve bir çok haklarından vazgeçmiş, bir çok gerçekleri kavrayamamış olmasına rağmen onun çok duygulu bir yönünü incitecek bir sözdür. Bilindiği gibi Türk topraklarında birçok Çingene vardır. Ve bunların şehirleşmiş olanları kendi dillerini unutup Türkçe konuşur olmuşlardır. Böyle olduğu halde Türk milleti, Çingeneleri daima aşağı görmüş, onlarla karışmaktan korku derecesinde çekingenlik göstermiştir.
Anayasanın hükümleri ne olursa olsun, modern millet tarifi için ne uydurulursa uydurulsun, Türk milletinin vicdanına Çingenelerin Türk olduğu inancı kabul ettirilemez. Burada Yassıada duruşmalarının bir safhasını hatırlatacağım:
Adalet Divanı Başkanı Salim Başol, Demokrat Parti’nin sanıklarını sorguya çekiyordu. Bunlar, İsmet Paşa İstanbul’a gelirken onu zorbalıkla döndürmek, belki de öldürmek istemekten sanıktılar. Demokratlardan biri kendi semtindeki Çingeneleri de bu komploya sokmuştu. Salim Başol sordu: “Hem de Çingeneleri işe karıştırmışsın. Onlar da vatandaş ama Çingene… Buna utanmadın mı?”. Yani bir kanun adamı bile Çingeneyi gayet aşağı bulmaktan kendini alamıyordu. Çünkü bu düşünce, bu inanç yüzyılların ürünüdür. Kanunla, nizamla, demeçle beyinlerden ve gönüllerden silinmez.
Demokrasi sayesinde şimdi bu Çingeneler de birinci sınıf vatandaş olmuştur. Gerçi onların memleketteki işi hırsızlık ve yankesicilikten ibarettir ama kanun karşısında vatandaşlarla eşittir ve devletimiz sosyal bir devlettir. Bir değişiklik yapılmadığı takdirde, önümüzdeki yüzyılda Çingenelerden en yüksek kademelere kadar yükselecek kimselerin çıkması elbette mümkündür.
Bir süre önce İstanbul’da Milliyetçiler Kurultayı diye toplanan ve birçok yobazlarla Anadolucuların da katıldığı bir curcunada yontma taş çağından kalma bir yobaz, sözde Müslümancılık yaparak “ben hilalî bir Çingene ile de yükseltebilirim” demişti. Millî haysiyetsizliğin böylesi görülüp işitilmiş değildir. Türkçüler, Çingeneyi Türk’le eşit tutan bir İslamiyet’i reddettikleri gibi böyle bir demokrasiyi de tanımazlar.
Bu Çingeneler, toplum ahlâkını bozacak hangi işler varsa onda ustadırlar. İstanbul polisinin başına bela olan Hacı Hüsrev Mahallesi bunlarla doludur. Bunların kadın ve kızları profesyonel yankesicilerden mürekkeptir. Yedi yaşındaki kızların resimleri defalarca gazetelere geçmiştir. Yedi yaşındaki çocuğa ceza verilemediği için küstahlıklarının sonu yoktur. Ceza ehliyeti olan büyükleri ise bu işi daima gebe iken yaparlar. Gebe kadın da tutuklanamaz. Böylelikle İstanbul’da bir Çingene saltanatıdır gider.
İşin daha kötüsü bunların gebe takımından çocuk hırsızlığı cinayetidir. Bu hırsızlıktan kaç tanesi gazetelere geçmiştir. Son olay da 5 Mart 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer almıştır. Ankara’da Hacı Bayram Camisi civarında 4 yaşındaki Şükrü’yü kaçıran Çingeneler yakalanmıştır. Heriflerdeki hukuk ve kanun bilgisi yamandır. Kaçırmadık, hoşumuza gittiği için sevmek istedik, korktu, bağırdı diyeceklerdir. Dört yaşındaki çocuk, maksadını iyice anlatamayacağı, tam görgü tanığı bulunmadığı için bu Çingeneler beraat edecek ve tabiî bu kararı “yaşasın Türk adaleti” diye bağırarak karşılayacaklardır. Şükrü böylelikle kurtulmuş olacaktır ama birkaç yıl önce kaybolan zavallı Ayla’dan ses seda çıkmamıştır.
Bir görüşümü de ben anlatayım: Her yaz olduğu gibi geçen yaz da Anadolu yakası banliyösünün türlü yerlerinde gözüken Çingeneler arasında, Küçükyalı istasyonunda gördüğüm 15-16 yaşlarındaki bir kız şiddetle dikkatimi çekti. Çünkü bu kız sapsarı saçları, masmavi gözleri ve bembeyaz teni ile “ben Çingene değilim, kaçırılmış bir kızım” diyordu. Ama ne yazık ki artık Çingene olmuştu.
Şimdi Türkiye’nin düzenini ve ahlakını bozan bu Çingeneler için bir teklif yapsam da: “Bunların hepsi anayurtları olan Hindistan’a sürülsünler, Hindistan kabul etmezse Hakkari vilayetine sürülüp yapabilecekleri işlerle uğraşmaya mecbur tutulsalar, yolları sayılı olan o dağlık bölgeden kaçmaları mümkün olmadığı için eğitim ve disiplinle adam edilseler” desem tabiî derhal kıyametler kopar ve “insan hakları”, “anayasa hukuku”, “özgürlük”, “demokrasi”, “cumhuriyet”, “vatandaşlık” gibi tekerlemelerle faşistliğimiz ve ırkçılığımız tekrar yüzümüze çarpılır, anayasa bilginleri olarak İstanbul’da Ali Fuat Başgil ve Tarık Zafer Tunaya, Ankara’da Bülent Esen bir hamaset heykeli gibi karşımıza dikilir.
Oysa ki ancak 50.000 geri Kürdün yaşadığı ve Barzanî’ye silah kaçakçılığı yaptığı o geniş bölgeye Çingeneleri yerleştirip kaynaştırsak gelecek yüzyılda kim bilir ne insan güzeli vatandaşlar kazanırdık. Irkçılık düşmanları bu insan güzelleriyle evlenerek Hilâli yükseltirlerdi.
Tabiî bu bir fantezidir. Fakat fantezi olarak kaldığı için Çingeneler, yurdu her bakımdan bozmakta devam edecekler ve meselâ Batı Anadolu’nun bir şehrindeki hapishanenin 49 mahpusundan 48 tanesinin Çingene olması gibi karakteristik olaylar eksik olmayacaktır.
Fakat Türkiye’deki azınlıklar yalnız Araplarla Çingeneler değildir. Bir de Kürt vatandaşlarımız vardır ki sayı bakımından hepsinden üstün ve dışarıdan desteklenmesi bakımından hepsinden talihli olduğu için üstünde durulmaya değer.
Şimdiye kadar gelip geçen hükümetler gibi avcı görmüş devekuşu rolüne girmemek ve göremeyenlerle işitemeyenleri ve uyuyanları uyarmak niyetinde olduğum için gerçekleri açıklamakta pervam olmayacaktır.
Kürtler, Türk veya Turanlı değildir. Buz gibi İranlıdır. Konuştukları dil bozuk, ilkel bir Farsçadır. Tipleri de öyle. Aralarına karışmış az sayıda Türkler’in bulunması veya dillerindeki kelimelerin çoğunun Türkçe olması bu gerçeği değiştirmez. İngilizcedeki kelimelerden çoğunun Norman istilası hâtırası olarak Fransızca olması nasıl İngilizleri Fransız yapmıyorsa, dokuz yüzyıllık Türk hâkimiyetinin Kürtçeye doldurduğu Türkçe kelimeler de onları Türk yapmaz. Dilin hangi aileden olduğu kelimeleriyle değil, yapısıyla ölçülür. Bu bakımdan Kürtler batı dağlarında kalmış bir takım Farslardır. Zaten birbirince anlaşamayan dört beş ağızla konuşan ve kendilerini Kırmanç ve Zaza diye iki grupa ayıran bu toplulukları “Kürt” diye birleştiren bizleriz.
İstatistiklerimiz Kürtleri bir buçuk milyon olarak gösteriyor. Gerçekte biraz daha fazladırlar. Çünkü istatistiklerimiz ırkları anadillerine göre ayırmakta olup İstanbul gibi batı şehirlerimizde oturup anadilini unutan veya Kürt olmaktan utandığı için kendisini “Türk” diye yazdıranlar da hesaba katıldığı takdirde iki milyon Kürt olduğu kabul edilebilir.
Cevdet Sunay’ın “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” demesine göre bu dağlı vatandaşlarımızın da Türk olması gerekir. Değildir. Ama, haydi kendimizi zorlayarak Türk’tür diye kabul edelim. Bir tarih öğretmeninin bıkıp usanmadan söylediği ve yazdığı uydurmaları kabullenerek dağlı vatandaşlarımız da Türk’tür diyelim. Diyelim ama neyleyelim ki onlar bunu kabul etmiyorlar.
Kabul etmediklerine tanık ararsanız: Biri Kürtçülük dolayısıyla tutuklanıp mahkemeye verilenler ve kanunun yetersizliği yüzünden beraat edenler; biri İstanbul’daki Site Talebe Yurdundaki olaylar, biri de 1966’nın Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım aylarında 4 sayı çıkıp kapatılan “Yeni Akış” dergisi. Daha da var ama onlara lüzum yok.
Ben “Yeni Akış” dergisi üzerinde duracağım.
Yeni Akış dergisi, bugünkü kanunlarımızın yetersizliğinden ve 27 Mayıs ak devriminin getirdiği aşırı özgürlük havasından faydalanarak Kürtçülük yapan bir dergidir. Kürt davasını Kürt kurnazlığı ile Türkiye’nin doğu illeri davası haline sürüyor ve birçok akılsız Türk’ü de böylece avlamasını biliyordu. Kendilerini haklı gösterecek kozları vardı: Doğu ihmal olmuştu. Fakat bunun kasıttan değil, imkansızlıklardan doğduğunu bilmemezlikten geliyordu. Bütün Türkiye ihmal olmuştu. Kalkınma; tarihi, coğrafi ve iktisadi sebeplerle batı illerden başlıyor, doğuya doğru yayılıyordu. Bunda devletin hiçbir ardniyeti yoktu. Ovadaki “Aydın” ili ile dağdaki “Tunceli” iline kültür ve medeniyet eşit çabukluk ve yoğunlukla götürülemezdi. Bundan başka “Türk” en azından 23 yüzyıllık bir kültürün, teşkilatın, bağımsız devletin mirasçısı idi. “Kürt” neydi? Daha ortak bir dilleri bile olmayan bu devletsiz, kültürsüz, mazisiz kalabalık, cihan devleti kurmuş Türk’le aşık mı atacaktı? Evet, Yeni Akış dergisini çıkaran Türk tebaası Kürt milliyetçileri bunu istiyorlardı. Dergilerinin ilk iki sayısında biraz ihtiyatlı davrandıktan sonra Türk hükümetinin müsamahalı durumunu görerek üçüncü sayıda baklayı ağızlarından çıkardılar. Kürtçe yayın istediler. Hatta Kurtuluş Savaşının zaferle bitmesini ve cumhuriyetin kuruluşunu belirtmek için anayasayı zorlamaya başladılar. Ekim 1966 tarihli olan bu üçüncü sayısının son kapak sayfasında iki tane Kürtçe manzume(!) yayınladılar. Bunlardan birini yazan Kemal Badıllı bugün mebustur. Partisine uğurlu olsun.
1966 Kasımında çıkan 4. Sayıda ise Kürtçe şiirler artık derginin içine girdi ve radyonun da Kürtçe yayın yapmasını istendi. Son kapak sayfasında ise bu sefer notalı bir Kürtçe manzume bulunuyordu. Makaleler solların ağzı ve taktiği ile yazılıyor, Türkiye’deki “halklara” eşitlik isteniyordu. Yazamadıkları, fakat şurda burda söyledikleri, bize kadar gelen düşünceleri şuydu: Türkiye’de 11 milyon Kürt vardır. Kürt’ten her meslekte mühim adamlar yetişmiştir. Bu şartlar altında neden devletimiz olmasın?
Kürt devleti olamazdı. Çünkü Kürtler bir millet değildi. Farsların dağlı ve ilkel bir kolu idi. Türkler’e göre Yörükler ne ise, Farslara göre de Kürtler o idi. Şu farkla ki Yörükler sosyal seviye bakımından Kürtlerle ölçüşemeyecek kadar üstündüler. Yörüklerden “Yörük Ali Efe”, “Demirci Efe” çıkmıştı. Daha önce de “Çakırcalı Efe” çıktığı gibi… Bunlar birer kahramandı. İlk ikisi Yunan’a karşı, daha eski olan üçüncüsü hükümet hizmetinde olan Arnavutlara karşı savaşmıştı. Ya Kürt’ten kim çıkmıştır? Koçero, Hamido, Hakimo veya Tilki Selim. Yani düpedüz adi eşkıyalar, katiller ve hırsızlar…
Netekim Farslarında da Kürtler hakkındaki düşüncesi pek olumsuzdur. Farsça-Türkçe bir sözlük olan Burhân-Kaatı tercümesinde (481. Sayfa) Kürtler hakkında şu beyti vardır:
Kesâfettâ-yi âlem gird kerdend
En anha mîsiriştend, Kürd kerdend
Bunun Türkçesi şudur: “Dünyanın kalabalıklarını topladılar; karıştırarak onlardan Kürt yaptılar”. Bunun altında da Türkçe olarak şu ibare: “Vâkıa, bizim semtlerde mem’iyyetleri olmağla dâire-i insânîden hariç kavimlerdir”. Bu ibarenin, müellif olan Ali Bin Half’e mi, yoksa mütercim olan Ahmed Âsım’a mı ait olduğu belli değildir.
Arslan hükümetimiz Yemliha uykusundan uyanıp bu dergiyi kapatmasaydı arkadan Kürdistan haritaları, bayrakları, millî marşları ve anayasalarının geleceği muhakkaktı.
Şimdi, bu manzara karşısında Türk Devleti Başkanının “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” demesi boşuna bir iyimserlik olarak kalmıyor mu idi? Orası öyle idi ama son cümlesi de çok güzel ve yerinde idi: “Türk olmayan varsa gidebilir”.
Evet… Kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidaî dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcülerin, Ermenilerin, Rumların kökünü kazıyarak aldık, yine oluk gibi kan dökerek Haçlıların savaşçı şövalyelerine karşı savunduk. Kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana’dan Yemen’e kadar her yerde Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. İran’la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran’la birleşip onu vurmaktan geri kalmadılar. Birinci Cihan Savaşı’nda bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan Kürtler bu kırgından kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunlukta oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam edeceklerdi. Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde devlet kurmak hayalleri, hayal olarak kalacaktır. Yunanlıların Bizans, Ermenilerin Büyük Ermenistan kurmak hayalleri gibi… Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletlere başvurup Afrika’da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulmadığını, ırkdaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin.
Şimdilik bu kadar…
Bu vatanda yaşayan milletin hangi ana ilkeler çevresinde birleştiği belli değildir demiştim. Eskiden, Osmanlı adı ile anıldığımız zamanda “din ve devlet” ilkeleriyle kaynaşmıştık. Din manevî tarafımızı, devlet ve onun sembolü olan padişah maddî tarafımızı teşkil ediyordu. Ülkemizde şahıs ve zümre çıkarları yüzünden türlü kavgalar ve cinayetler olduğu halde iki ana prensip dolayısıyla sağlam bir toplum durumunda idik. Netekim Batının bizi iyice geçtiği 17. Yüzyılda bile Türkiye’yi tek başına yenecek bir devlet yoktu.
Bugün ise bizi birbirimize bağlayan tek bir düşüncemiz bile yoktur.
Cumhuriyetçilik gönüllerde değil, sözlerdedir. Cumhuriyet nihayet bir rejim yani bir manevî elbise olduğu için bunun çevresinde birleşmek yürütücü ve yaşatıcı bir ana düşünceye sarılmak sayılmaz. 1923-1967 arasındaki 44 yıldan ne kadarının cumhuriyetle geçtiği de ayrı bir sorudur.
Lâiklik de böyledir. Şeriat üstüne devlet kurulması ve resmi dilin Arapça olmasını isteyenler arasında bir Fen Doçentinin bulunması akıllara durgunluk verecek bir nesnedir. Bu curcunaya, milleti en azından iki düşman yığın durumuna getiren partileri de eklerseniz manzara tamamlanır. O partiler sayesindedir ki kahvehaneler ve camilerden sonra mezarlıklar da ayrılmıştır.
Türkiye’nin çöküşü yıllarında tabu bir kelime vardı: Şeriat. Cahil bir kalabalık şeriat isteriz diye ayaklandı mı, artık onlara karış konamazdı. Şeriat diye istedikleri şey çok defa şeriat ile ilgisi olmayan ıvır zıvır şeylerdi. Mesela yeni usul askerî talimleri şeriata aykırı diye istemezlerdi. İkinci Mahmud, Avrupaî başlık diye “fes”i kabul edince onu da şeriata aykırı bulmuşlardı. Daha sonra aynı geri kafalılar şapkaya karşı fesi tutmakla ne kadar gülünç olduklarının farkında değildiler.
Bugünün tabu kelimesi demokrasidir. Demokrasi, demokratik, demokratlık ve başkaları… O kadar ki demokrasiyi tenkit etmek bile hoş karşılanmıyor. Dinî inancın doruğunda bulunduğu çağlarda dine sövmek nasıl karşılanmışsa demokrasi aleyhtarlığı da öyle görülüyor.
Demokrasiyi son çağ Osmanlıları “Hükümet-i avam” diye tercüme etmişlerdi. Avam hakimiyeti, daha Türkçesi “ayak takımı hakimiyeti” demektir. Demokrasinin geliştiği ülkelerde bu ayak takımını yine aydın bir zümre yönetir. Bundan başka gerçek demokrasilerdeki demokrasi uzun bir gelişme ve olgunlaşma çağından geçerek bugünkü noktaya yükselmiştir.
Demokrasinin bir çok nimetleri olduğu söz götürmez bir gerçektir. Fakat demokrasi için edebi rejimdir denilirse budalaca bir söz edilmiş olur. Çünkü demokrasi artık milletlere zarar vermeye başlamıştır. Çünkü artık fikir hürriyeti olmaktan çıkmış, kötü fikirlerin de hürriyeti olmaya başlamıştır.
İsveç belki de dünyanın en ileri topluluğudur. Demokratlığına da diyecek yoktur. Doğru insanlardır. Yalan ve küfür bilmezler. Hattâ sakal bırakıp Nur risalesi okumaya başlasalar bizim Nurculara göre en iyi Müslümanlar onlar olur. Fakat demokrasi yani davranış hürriyeti, cinsî ilişkilerde tam bir hürriyet haline gelmiştir. Amerika’da öğrenim ve staj görmüş bir dostumdan şu olayı dinledim:
Bir Amerikalı, görevle İsveç’e gelince kızını bir İsveç lisesine kaydettirmek için başvurur. Fakat bir de okulun bahçesinde ne görsün? Öğrenciler için asılmış şöyle bir ilan: Bahçede gebe kız arkadaşlarınızla oynarken dikkatli davranın”.
Yani çarpıp falan çocuk düşmesine sebep olmayın. Amerikalı kaç yılın Amerikalısı olduğu halde gözleri fal taşı gibi açılır ve bu hürriyetten korkarak kızını okula vermekten cayıp döner.
İsveç’in hürriyeti burada bitmiyor. Homoseksüel dernekler de kurulmuştur. Bu yüzdendir ki Fin –Rus savaşı sırasında 7000 gönüllü ile Finlere yardım ederek onların büyük sevgisini kazanan İsveçliler bugün Finlilerin gözünde bayağı yaratıklar olmuşlardır. Dövülüp sövülen haysiyetsiz yaratıklar.
İsveç, hürriyetin kötüye kullanıldığı tek ülke değildir. Daha geçenlerde İngiltere’de iki tarafın rızası ile homoseksüel münasebetleri kabul eden bir kanun (buna kanun değil, dümbelek bile denemez ya) kabul olundu. Bu kadar muhafazakâr ve demokrasinin anayurdu olan Majeste Kraliçenin memleketinde bu rezalet yapıldıktan sonra artık bu dünyada:
“Olmaz, olmaz deme, olmaz olmaz”
düsturu bütün sertliğiyle söz yürütecek demektir. Netekim harikalar diyarı Amerika yine bir rekor kırmıştır. 4 Nisan 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sayfasından aynen aldığım şu habere bakın:
Amerikalı Gençler Vietnam’a Gitmekten Nasıl Kurtuluyor?
Newyork (A.A.) – Vietnam Savaşı, Amerika’da 150 yıldan beri görülmemiş bir duruma, yani Amerikalıların Kanada’ya gitgide artan bir şekilde göç etmelerine yol açmıştır.
CİA’nın yerli ve yabancı pek çok teşekkülle para yardımı skandalını ortaya çıkaran “Ramparts” dergisinin bildirdiğine göre, “1812 yılından beri hiçbir zaman bu kadar çok sayıda Amerikan vatandaşı Kanada’ya hicret etmemiştir”
Dergiye nazaran, sadece 1966 yılında 17.514 Amerikalı Kanada’ya hicret etmiştir. Bu rakam 1965’te hicret edenlerin sayısına nazaran yüzde 16 nispetinde bir artışı göstermektedir. Bu muhacirlerin birçoğunu, Vietnam’daki savaşa gitmek istemeyenler teşkil etmektedir. Kanada, memleketinde askere gitmek istemediği için hicret edenlere kapılarını açık tutmaktadır. “Ramparts” dergisine göre, Amerika’da kalan ve askere gitmek istemeyen gençler için ise askere çağrılmadan önce ihtiyat olarak kaydını yaptırmak, yahut polis, FBİ, CİA’ya girmek için başka yollar da vardır. Geçen yıl 3.000.000 genç, psikiyatrların “şimdiye kadar birini öldürmek veya birine tecavüz etmek arzusunu duydunuz mu” sorularına “evet” cevabını vererek askerlikten kurtulmuştur. Vietnam’a gitmek istemeyen diğer bazıları ise cinsî sapık olduklarıyla övünmekte ve muayene komisyonu önünde bunu ispat edecek şekilde davranmayı tercih etmektedirler. Dergiye nazaran, dantel iç çamaşırları giymek ve muayene heyetine dahil olanları öpmek de iyi sonuç vermektedir.
İşte bütün bu rezaletler demokrasinin ürünleridir. Çünkü insanlarda itidal yoktur. Güzel şeyleri aşırılıkla yozlaştırırlar. Sınırları keskin olarak çizilmeyince aşılır ve vicdan, düşünce hürriyeti olarak başlayan demokrasi hayvanî seks hürriyetinde karar kılar. Seks özgürlüğü başladı mı, utanma damarları çatlar. Kamuoyunun temsilcisi olduğunu iddia eden gazeteler cihanın ünlü fahişelerini seks ilâhesi diye ortaya koymaya başlayınca ve savcılar kanunî işlem yapacakları yerde bu resimler estetik düşünceler ile seyretmeye koyulunca artık yol açılmıştır; o halktan hayır gelmeyecek demektir. Riyakârlık ayyuka çıkmış demektir. Dışarıdan kamuoyunu temsil, özgürlük, demokrasi, anayasa, basın hürriyeti… İçerden hangi fahişenin resmi daha çok satış yapar kaygısı…
Şu yukarıdaki Amerikan haberine göre Amerika’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben kendi düşüncemi söyleyim: Zaten millet haline gelememiş olan bu çok zengin, tekniği çok ileri topluluk, önümüzdeki beş on yıl içinde bir silkiniş yaparak kendine gelmezse içerden Zenciler, dışarıdan Japonlar veya Ruslar tarafından yok edilecektir. Ahlâksızlığın, tembelliğin, korkaklığın, hamakatın, seks rezaletinin sonu budur. Roma, Abbasi İmparatorluğu ve Bizans da kendi zamanlarının Amerikası idiler. Tarih yapraklarında kaldılar.
Şimdi kehaneti bırakıp bugünkü durumumuza gelelim: Türkiye, Tanrı’ya havale olunmuş bir devlettir. Devletliliği de yalnız adındadır. Çünkü devlet vasıfları bulunmayan devletimsi bir topluluktur. Hükümet milletle değil, büyük işlerle, hayallerle uğraşmaktadır. Halk Partisi, Demokrat Parti ve Adalet Partisi komünizm aleyhinde gözüktükleri, Türk milletini yükseltmeyi sözde amaç edindikleri halde bunun baş şartı olan eğitimde hiçbir millî hamle yapamamıştır. Halk Partisi Köy Enstitülerini kurup milleti beş on yılda kalkındırmayı tasarlamış, fakat bu işin başına komünist Tonguç Baba’yı getirmiştir. Neticede bu okullar komünist yuvası haline getirilmiş ve Türklüğü kalkındıracak olan bu okullardan birinde Türk bayrağı lağıma atılmıştır. Bu olay ve Müfettiş İsfendiyaroğlu’nun komünizm faaliyetleri hakkındaki raporları kaç kere açıklandığı halde bu memlekette hâla Köy Enstitülerinin yine kurulmasından söz edilir.
Bunlar ya gafil, ya haindir. Üçüncü şık yoktur.
Türkiye’de bugün kanunlar yürürlükte değil. Nizamlar da öyle. Alabildiğine bir sokak hürriyeti vardır. Bu memlekette halkın birinci vazifesi, Türk istiklâlini veya Türk cumhuriyetini korumak değil, birbirini rahatsız etmektir. Birkaç örnek vereyim:
İstasyonlarda bisikletle gezmek, vapur ve trenlerin bazı yerlerinde sigara içmek, sinemalara küçük çocuk getirmek yasaktır. Bu yasaklar her gün herkes tarafından bozulur. Sigara içmeyenlere mahsus bir vagonda bir gün bu yasağı bozan birisini memura göstererek sigara içirmemesini istedim. “Ben zabıtai Belediye Memuru değilim” diye cevap verdi. Kalabalık vagonlarda pilli radyosunu iyice açarak İngilizce miyavlama dinleyen hödükler günden güne çoğalmakta, memurlar bunlara ses çıkarmamakta, velhasıl demokrasi tam anlamı ile “ayak takımı hakimiyeti” halini almaktadır.
Demokrasi taraftarları diyecekler ki: “Demokrasinin ne günahı var? Demokrasi bu değildir. Suç onu anlamayanlardadır” doğru. Vitamin de çok iyi faydalı, hatta hayati bir şeydir. Fakat insanlar aptallaşıp da sağlık kazanalım diye avuç avuç vitamin yutmaya kalkarlarsa, doktorlar da ahlâksızlaşıp onlara bol bol vitamin reçetesi yazmaya başlarlarsa yapılacak tek şey, insanların vitaminden ölmelerini durdurmak için vitamini piyasadan kaldırmak olur. Demokrasi bu duruma gelmek üzeredir. Eskişehir gibi Türkiye’de cinayetlerin en az işlendiği, halkının başka illerden daha iyi olduğu bir yerde lise kızları bir gazeteye toplu bir mektup yazarak ne istediler biliyor musunuz? Mini etek giymek hürriyeti. Osmanlı tarihinde bir “söz ayağa düşmek” deyimi vardır. Bugün tam o durumdayız. Sözün ayağa düşmesi, her kafadan bir ses çıkması, yalnız çıkarların düşünülmesi toplum için kötü belirtilerdir. Bunlar ölümcül bir hastalığın görünüşleridir. Kesin bir müdahale olmazsa sonuç acıklı olacaktır.
Türkler acayip bir millet oldu. Kendisine yapılan fenalıkları unutuyor. Kendisinden başka kimseye düşmanlık gütmüyor. Evet, Türkler kendilerine düşman bir millet oldular. Kendilerini yok edebilecek ne varsa ona sarılıyor, kendisini yükseltebilecek ne varsa onu tepiyor. Nurcu oluyor, Arapçı oluyor, Moskofçu oluyor, fakat Türkçü olmuyor. Bütün dünyanın birleşeceğini kabul ediliyor da bütün Türklerin birleşeceğini kabul etmiyor. Yeni bir şeye ihtiyacı oldu mu gözünü hemen dışarıya çeviriyor. Bu, acaba bende de var mı diye bir an bile düşünmüyor.
1965 Nisanında Magna-Charta’nın bilmem kaç yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla bizim radyolarımızda da konuşmalar yapıldı, profesörler demeç verdi. 1 Nisan 1965’te saat 1940’ta bir İngiliz’in şu sözü bütün törenin en anlamlı özetiydi. Şöyle demişti: “Bir milletin anayasası tarihî efsanelerle süslenmedikçe kupkuru bir şeydir”. Bu ne güzel, ne doğru sözdü. Anayasa bir milletin temel düzeniydi. Yüzyıllardan beri gelen geleneklerin, göreneklerin bir özü olmak, milletin ruhunda yaşamak zorunda idi.
Bizim anayasamızda böyle bir unsur var mı? Anayasayı hazırlayan profesörler bunu düşünmüş, düşünebilmiş miydi? Türkler tarihini, millî efsanelerini biliyorlar mıydı? Şüphesiz, onlar bu şartlardan hiçbirini haiz değillerdi. Onlar sadece okuyup öğrendikleri başka millet anayasalarından bir terkip yapmışlar, hepsinin en iyisini seçmeye çalışarak en iyi örneği bulduklarına inanmışlardı. Yaptıkları bir tercüme, bir iktibas, adaptasyon veya intihaldi. İstediği kadar mükemmel olsun, Türk değildi. Edebiyat dehası Goethe’nin Faust’u Türkçe’ye çevirmekle Türk eseri olmakla kalıyorsa başka anayasalardan aparılan ve aktarılan bu anayasa da öylece milli olamıyordu. Prof.lardan hangisinin aklına bir de Türk anayasası olduğu gelmişti? Ve nihayet bir anayasa sadece bir hukuk işi miydi? Aynı zamanda tarihi gelişmenin sonucu değil miydi? öyleyse bu anayasa hazırlanırken neden tarihçilerin düşüncesi sorulmamıştı? Sorulmalıydı. Çünkü hukukçularımızın cihan piyasasındaki mevkii ancak sıra adamı olmaktan ibaretken tarihçilerimizin uluslar arası ünü ve yeri vardı. Bu yapılmadı. Yapılamadığı için Türk devletinin “sosyal” devlet olduğu kaydolundu. “Türkçü” devlet olduğu kaydolunmadı. Onun için ben bu anayasaya “hayır” dedim.
Demokrasiler gitgide avam hakimiyeti haline geldikçe zekadan da yoksun bir durum arz ediyor. Zeka kıtlığının en büyük tanıklarından biri Amerika’nın davranışıdır. Afrika’da kurulan Yamyam cumhuriyetlerine yardım etmek için Amerika buralarda seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin kurulmasını şart koşuyor. Birkaç milyonluk nüfusları arasında okuyup yazan ancak bir iki bin kişinin bulunduğu, yüksek öğrenim yapmamışların beş altı kişiden ibaret bulunduğunu bu devletlerde seçimle gelen hükümet meşru hükümet mi olacaktır? Yamyamlar seçimden ne anlar?
Suudi Arabistan’da seçimle gelmiş bir hükümet yok. Fakat aklı başında bir tek adam, şimdiki Kral Faysal bu iptidai ülkeyi gayet güzel yönetmekte ve kalkındırmaktadır. Kalkınmanın demokrasiyle, cumhuriyetle ilgisi yoktur. Kalkınma aklı başında insanların disiplinle yöneteceği bir iştir. Almanya ve Japonya bugünkü seviyelerine demokrasi ve cumhuriyetle değil, kırallıkla ve mutlakıyetle gelmişlerdir. Almanya ve Japonya’daki Millet Meclisleri bir demokratik organ değildi. Atatürk ve İnönü zamanındaki bizim Meclisler gibi destekleme organlarıydı.
Türkiye’yi devlet olmaktan çıkaran sebeplerin birisi de bizdeki Moskofçulardır. İnsan kötü niyetli olduktan sonra kanunların zayıf taraflarını bularak istediği gibi faydalanır. Millet haklarını savunur gözüküp sınıf düşmanlığı yaratır. Lâiklik diye manevî değerler baltalanır. Hürriyet diye anarşi öne sürülür. Her türlü kargaşalık yapılır.
Üniversitelilerin bir takımı bunlara kapılıverir. Çünkü bu çocuklar liselerden sağlam bir millî terbiye alarak gelmiş değillerdir. Liselerde millî olarak ne vardır? Edebiyat mı? Tarih mi? Müzik mi? Hiçbiri…
Öğretmenler büyük çoğunlukla kupkuru insanlardır. Okumazlar. Düşünmezler. Yalnız alacakları maaşı, tatil günlerini, intibak kanunlarını bilirler. Çekingendirler. Çoğu hastalıklıdır. Büyük bölümü geçim sıkıntısı içindedir. Aralarında milliyetçi olanları da Bakanlık tutmaz. Bunlar solcularla sürülürler. Okullarda disiplin olmadığı için sinirleri bozuktur. Tedaviye muhtaç insanların ders vermesi toplum yapısında gedikler açmaktadır. Bu gediklerin yarın farkına varılacaktır.
Öğrenciler de ayrı bir trajedidir. Çünkü bu çocuklara gazete, dergi, sinema, tiyatro, sokak, plaj, radyo ve her şey kötü örnekler vermektedir. Üzüm üzüme baka baka kararır. Kişiye kırk gün deli deseler deli olur. Ben her gün tiren, vapur ve otobüsle işime gidip geldiğim için öğrencileri görüyorum, görünüşü korkunçtur. Eğitim reformu yapılmazsa, çok sert disiplin uygulanmazsa Türkiye’nin geleceği karanlıktır. Bir millet baraj ve fabrika ile değil, daha önce milli ruh ve ülkü ile kalkınır. Manen çökmüş bir millete endüstri tesisleri yapmak, ölüye balo elbisesi giydirmeye benzer.
Türkiye’de öğrenci vasfına lâyık topluluk bir dereceye kadar İmam-Hatip Okullarında var. Dinî inançla birlikte eski bir Türk terbiyesini sakladıkları için bu çocuklarda bir üstünlük derhal göze çarpıyor. Bunlar dinî bilgilerle birlikte çağdaş bilimleri de öğrenerek yetiştikten ve halka hitap etmeye başladıktan sonra Türkiye’nin manzarası değişecektir. Eski hocalar “milimetre”nin ve “Venezuela”nın ne olduğunu bilmeyecek kadar cahildiler. Arapçayı da bilmiyorlardı. İmam-Hatip Okulları öğrencileri seçkin ve millî şuurlu öğretmenler elinde yetişirse yurt için büyük kazanç olur. Atatürk medrese ve tekkeleri kapattığı zaman bir yüksek İslam Enstitüsü açsaydı şimdiye kadar yetişmiş olacak olan birkaç bin aydın din adamı Diyanet İşlerinin başında ve sıra görevlerinde bulunur, “radyonun içinde melekler vardır; konuşan onlardır” diyen Kürt Sait gibi kara cahil yobazların ardından binlerce gafil Türk gitmezdi.
Ötüken, 1967, Sayı: 40