Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Klasik Dönemde Osmanlı’da Madencilik

0 16.418

Mustafa ALTUNBAY

Gerek ülkemizde gerekse yurt dışında Osmanlı İktisat Tarihi’nin önemli bir parçasını teşkil eden madencilik sektörüne dayalı çalışmalar oldukça sınırlıdır. Son dönemlerde yapılan çalışmalar bir yana bırakılacak olursa, mevcut olanların madencilikle ilgili belge neşrine dayanmakta[1] geri kalanlar ise Osmanlı Maden Hukuku alanında yoğunlaşmaktadır.[2] Hukukî alandaki çalışmalar, genellikle madenlerin işletilme esaslarını düzenleyen hukukî altyapıya açıklık kazandırmakla birlikte; madenlerin nitelikleri, madencilikte istihdam edilen reayanın statüsü, madenlerin bir bölgenin ekonomisi üzerindeki etkileri ile devletin askerî ve sosyo-ekonomik politikasını ne derece etkilediği gibi birtakım konulara açıklık getirmekten uzaktır. Halbuki, bu alanda son yıllarda yapılan çalışmalar ivme kazanmış ve Osmanlı madenciliğinin anlaşılmasına yönelik, oldukça nitelikli eserler ortaya çıkarılmıştır.[3] Fakat bu çalışmalar, birkaç maden veya maden bölgesi ile sınırlı olduğu için genelde Osmanlı madenciliğinin anlaşılmasında yetersiz kalmaktadır. Bunun yanı sıra Osmanlı iktisat tarihine yönelik bazı eserlerde, madenciliğe dair kısımlar olsa da Osmanlı madenciliğinin tam olarak yansıtılmasına uzaktır.[4]

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren, sistemli bir yayılma politikası sayesinde Anadolu ve Balkanlar’da kısa süre içerisinde büyük bir güç olarak sivrilmiştir. Özellikle Fatih dönemi sonunda Anadolu ve Balkanlar’daki maden ocaklarının bulunduğu yöreler tümüyle sınırlara dahil edilmişti. Bu durum maden rezervlerinin bolluğuna, tür açısından da çeşitliliğe neden olmuştur. Devlet, eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirerek, mali ve askeri açıdan kendi kendine yeterlilik politikasını sürdürmedeki kararlılığına yön vermede en önemli etkendir.

Osmanlılar, madenlerin işletilmesinde göstermiş olduğu itinayı, bu sektörde istihdam edilen reayanın belirlenmesinde de göstermiş ve yükümlü oldukları hizmeti yerine getirebilmek için gerekli düzenlemeleri yaparak uygulamışlardır. Devletin uygulamış olduğu bu hassas politikayı, Balkanlar’ın fethinden sonra, özellikle 15. yüzyıldan sonra maden ocaklarında üretimin aksamadan sürdürülmesi için periyodik biçimde yayınladığı özel maden kanunnamelerinde görebilmekteyiz.

Madenlerin Hukukî Statüsü

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin resmi mezhebinin Hanefi mezhebi olması nedeniyle, diğer bütün kurumlarında olduğu gibi maden mülkiyeti hususunda da bu mezhebe uygun hükümler söz konusudur. Ancak toprak sisteminde zamanla meydana gelen değişiklikler, temelde olmasa da detayda Osmanlı maden hukukunu farklılaştırmıştır. Osmanlı toprak sistemi bölgeler arasında da farklılık gösterebilmekteydi. Bu nedenle, Osmanlı hukukunda madenler konusu toprak sistemi içerisinde değerlendirilmelidir.

Şer’i Hukuka göre araziler mülki, miri, metruk, mevad ve mevkuf arazi şeklinde tasnif edilerek konumları belirginleştirilmiştir. Bunun için madenler farklı bölgeler ve arazilerde bulunduğundan, arazilerin hukukî konumlarına göre mülkî tespiti önem kazanmıştır. Devletin toprak üzerinde yüksek mülkiyet ve murakabe hakkına sahip olmasıyla, toprak devletin malı sayılmakta, böylelikle de madenlerin mülkiyeti esas olarak devlete ait olmaktaydı.[5]

Bu şekilde maden bölgelerinin büyük bir kısmının devletin kontrolü altında bulunması, Osmanlı Devleti’nin madenlerin denetim ve işletme esaslarını, kanunnamelerle tespit etmesini zorunlu kılmıştı. Maden işletme usullerinin tespitinde, madenlerin Osmanlı öncesi işleyişinde mevcut olan eski nizamların korunduğu, hatta şer’i hukuka aykırı olmayan örf ve adetlerin yürürlükte bırakılmasının uygun görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumun en güzel örnekleri Balkanlar ve Anadolu’da fethedilen maden yörelerine ait eski nizamnameler, yeni uyarlanan kanunnamelerde hemen hemen aynen kalırken, diğer maden ocakları için hazırlanan kanunlara birer örnek teşkil etmiştir.[6]

Çoğunluğu Fatih Sultan Mehmet döneminde yayınlanan maden kanunnameleri, ocaklarda çalışanların sosyal yaşantılarını, yükümlülüklerini, devletle ilişkilerini, maden cevherinin çıkarılma, ayrıştırılma, vezn olunup çeşitli kurumlara gönderilmesine kadar ki tüm aşamalara değinen hükümleri içermektedir. Kanunnamelere göre yine madenci reayasına yönelik birtakım iktisadî muafiyetler tanımış ve onları direkt atamış olduğu emin vasıtasıyla idare etmiştir. Kanun gereği bu gruplara askeri ve sivil idarecilerin müdahale etmesine imkan tanımamıştır.[7] Yine devlet, madencilerin görevlerini irsen varislerine aktarmalarına hoşgörüyle yaklaşarak süreklilik tanımıştır. Maden kanunnamelerinin büyük çoğunluğu, ocakların açılması, cevherin çıkarılması ve ayrıştırma işlemleri ile vezn ve taksim konularına yöneliktir. Ayrıca ocaklar arası sınırların belirlenmesi de kanunnamelere yansımıştır.[8]

Tespitlere göre, Osmanlı maden kanunnamelerinin özünü Sakson madencilik kanunları teşkil etmektedir. 11. yüzyıl sonrası Orta Almanya’dan Sırbistan ve Bosna’ya göç eden madenci Saksonlar, mevcut ocakları ıslah ederek teknik ve hukukî açıdan Almanya ve Bohemya modeline göre uyarladılar. Bu nedenle, Osmanlı kanunnamelerinde geçen teknik ve hukuki terimlerin birçoğu Almanca kaynaklı olup, Sırpça-Hırvatça gibi yerel diller vasıtasıyla Osmanlı’ya aktarılmıştır.[9]

Maden Ocaklarının Korunması

Osmanlı Devleti, tıpkı devletin hayat damarlarından biri olarak nitelenen kurumlarında olduğu gibi madenlere de büyük önem vermiş, maden üretiminde olduğu kadar madenlerin muhafazasında da hassas davranmıştır. Askerî ve malî açıdan madenlere bağımlı olan devlet, bu sektörde çalışanların güvenliğinin sağlanmasının, üretimin geleceğini etkileyeceğinden ötürü oldukça dikkatli olmuştur. Çünkü, genellikle anayollardan uzak dağlık ve ormanlık gibi ıssız arazilerde bulunan maden ocaklarının rahatça saldırıya uğrama tehlikesinin varlığı, takviye önlemlerin alınmasını gerekli kılıyordu.

Madenlerdeki olağanüstü durumlar karşısında devletin almış olduğu tedbirlere yönelik sayısız vesika mevcuttur. Bu vesikalar, ocakların ve çalışanlarının karşı karşıya kaldığı olumsuzluklar ve bunların doğurmuş olduğu sonuçlarla ve devletin ortaya çıkan sorunları giderme çabalarına yöneliktir.

Devlet böyle bir olumsuzluğu yaşamamak için maden ocaklarına muhafızlar atamış, ayrıca bunların yetersiz kalmaları durumunda derbentçiler, martoloslar,[10] yayalar,[11] yörükler[12] gibi ordunun geri hizmetlerine bakan grupları da memur etmiştir. Özellikle Balkanlar’da, madenlerin sık sık dağlı eşkıyasının baskınına uğraması sonucunda martoloslar düzenli biçimde görevlendirilmişlerdir.[13]

Anadolu’da ise durum Balkanlar’dan farklı değildi. Özellikle 16 ve 18. yüzyıllarda ülke içinde yaşanan çalkantılı dönemlerde, ocaklar saldırıların ana hedeflerinden biri durumuna gelmiştir. Bu durum madenlerde ağır hasarları beraberinde getirerek, üretimin belirli bir süre durmasına, çalışanların yağmalanmasına hatta katledilmelerine veya dağılmalarına da yol açmaktaydı. Küre,[14] Bozkır, Bereketli,[15] Gümüşhane ve Espiye madenleri bu tür olumsuzlukların yaşandığı ocakların başında gelmekteydi. Bu nedenle maden idarecileri merkeze gönderdikleri arzlarda, manzaranın ciddiyetini yansıtmaya özen göstermekteydiler.

Özellikle, 17 ve 18. yüzyıllarda konar göçerlerin madenlere karşı artan saldırıları sonucu, devletin ekonomik açıdan büyük maddi zararlara uğradığı anlaşılmaktadır. Örneğin, Maraş civarındaki Elbistan bakır madeni Türkmen ve Kürt göçerlerin saldırısına hedef olurken,[16] Espiye madenleri de Doğu Karadeniz Dağlarında meskun ve “…öteden berü fesad ve şekavet ile maruf…” olarak nitelenen Çepni eşkıyasının baskı ve yağmasıyla karşılaşmaktaydı.[17] Hareketli bir yaşam tarzına alışkın olan bu grupların saldırıları uzun süre devam etmiş,[18] yakalananlar da devlet tarafından sürgüne tabi tutularak,[19] madenlerin sıhhatli biçimde işletilmesine zemin hazırlanmıştır.

Madenlerin Organizasyonu ve İstihdam

Maden İşletme Tarzları

Osmanlı Devleti’nde, genellikle özel teşebbüs tarafından işletilen ticarî, sinaî ve diğer gelir getiren işletmeler mukataalar şeklinde belirlenmiştir. Bu grubun içine giren maden ocakları da aynı biçimde işletilen ve dirlik olarak devlet görevlilerine terk edilmeyen, direkt hazine için ayrılmış en önemli gelir kaynaklarındandı. 15 ve 18. yüzyıllar arasında oluşturulan maden mukataaları üretim düzeyleri ve gelir giderlerine uygun olarak devletin öngördüğü şartlar altında emanet, iltizam-malikâne ve ihale sistemleri olmak üzere başlıca üç tarzda işletilmişlerdir.[20]

Bu tarzlardan “emanet” usulü, en yaygın biçimde kullanılan maden işletme uygulamasıydı. İşletmenin başında direkt devletçe atanan ve belirli bir ücret karşılığı vazifesini yürüten emin bulunmaktaydı. En önemli görevi, sorumlu bulunduğu madende gelir-giderlerin kontrol edilmesi ve harcamaların koordineli biçimde yapılarak çalışanların huzurunun sağlanması hususunda dikkatli davranmasıydı.[21] Sözü geçen dönemde Gümüşhane, Keban ve Ergani gibi önemli maden ocakları bu usule göre idare edilmişlerdir.

Maden işletmelerinde karşılaşılan yaygın işletme tarzlarından ikincisi “iltizam” ve onun uzantısı olan “malikâne” usulüydü. İltizam sistemi, maden ocakları gibi düzenli biçimde gelir getiren işletmelerin, maliye tarafından tespit edilen yıllık gelirinin asgari ve azami değerleri de düşünülerek açık artırma usulüyle ve peşin olarak alınan belli bir meblağ karşılığı mültezimlere devredilmesiydi. Devlet bu devir işini yaparken, doğal olarak belirli hükümleri göz önünde bulundurmakta ve verilen taahhütlerin yerine getirilip getirilmediğini sıkıca kontrol etmekteydi.[22]

Maden işletmelerinde, tüm mukataalarda olduğu gibi, mültezim tek kişi olabileceği gibi, birkaç kişiden oluşan bir ortaklık şeklinde de işletilebilmekteydi. Örneğin, 1748-1777 yıllarını kapsayan Kastamonu Küre-i Nühas Madeni mukataasının ortaklık hisselerini gösteren deftere göre, mukataanın dört kişilik bir ortaklık vasıtasıyla iltizama verildiği anlaşılmaktadır.[23]

Maden ocaklarını iltizam eden kişi, çalışanların ücretlerini ve diğer masraflarını kendi malından karşılamak zorundaydı. Nitekim, 1673 tarihli bir belgeden, 4500 batman saf bakır karşılığında Küre-i Nühas madenini iltizam eden mültezimin madende çalışan “…hüddamların ve in’amhan ve duagûy ve abkeşân ve hakkeşân ve kâtibân ve aşcıyân ve mesarif-i sairesini…” kendi kazancından karşılaması şart koşulmuştu.[24] Devlet, ortaya çıkabilecek haksız uygulamaların önünü alabilmek için oldukça hassas davranmış ve yolsuzlukları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.

1695’lere gelindiğinde, devlet ekonomisinde görülen bunalım dolayısıyla, müzayede sonucu iltizam hakkını elde edenlere mukataalar bu kez kayd-ı hayat şartı ile verilmeye başlandı. Malikâne adı verilen bu usul, maden işletmelerinde iltizamın uzantısı olarak kaldırıldığı ana kadar uygulandı. Bu sistemin uygulandığı en önemli merkez Selânik yakınlarındaki Sidrekapsi Madeni’ydi. 18. yüzyılın başında mukataayı malikane olarak elde eden Çavuşzade ailesi, yüzyılın son çeyreğine kadar yıllık 55.000 kuruşluk ödeme ile idare ettiler.[25] Fakat madende çalışan reayaya karşı kötü tutumları ve keyfi uygulamaları nedeniyle Çavuşzadelerin sonuncusu, gayrimüslim madencilerin protestoları karşısında 1775 yılında azledilmiş ve malikane başkasına devredilmiştir.[26]

Osmanlı Devleti’nde maden işletme usullerinin sonuncusu olan ihale sistemi 18. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlık kazanmış ve sonraki yüzyılda da varlığına devam etmiştir. Kısaca, maden şirketleri veya ruhsat verilen kişilerce maden araştırmaları için devlet topraklarının uzun dönemlik imtiyazla kiraya verilmesidir. Bu sistem, kırsal kesimdeki topraklarda madenleri araştırmayı teşvik etmekteydi.[27]

Madenci Taifesinin Tayini

Osmanlılar idarelerindeki reayayı, bulunduğu yörenin sosyo-ekonomik şartlarına göre tasnif ederek çeşitli alanlarda istihdam etmişlerdir. Bu amaçla onlara yönelik bir muafiyet sistemi geliştirerek, devlet kontrolü altında muhtelif hizmetleri yerine getirmekle mükellef kılmıştır. Bu durum madencilik sektöründe de kendini göstermiş, çalışanlar özenle seçilmiştir. “Madenciyan Taifesi” olarak belirlenen reayanın seçiminde öncelikle onların kadimden beri bu işle uğraşmaları ve sektöre yatkın olmaları en önemli tercihti. Ayrıca devlet, tayin edilen madencilerin vazifelerini irsen varislerine aktarmaları hususunda esnek davranmış ve kanun dairesine alarak yürürlükte bırakmıştır. Madencilerin Müslüman olup olmamaları da devlet nazarında farklılık teşkil etmemiş, önemli olan reayanın devlete karşı yükümlülüğünün yerine getirilmesine imkân tanınmıştır.

Madenlerde çalışanlar genellikle ocakların çevresinden seçilip istihdam edilmekte, fakat cevherin oldukça nemalı olması karşısında daha geniş mahallerden de madenci tayin edilmesine sık sık gidilmiştir. Arşiv belgelerine göre örneğin, Niğde Sancağı’na bağlı ve 18. yüzyıldan itibaren üretime başlanılan Bereketli madenine önce Niğde, Bor, Yahyalı ve Şücaeddin kazaları köyleri ile birlikte ilhak edilmiş,[28] ardından madenin gayet verimli ve madencilerin yetersiz kalması dolayısıyla Çamardı Kazası da madene dahil edilmiştir.[29] Aynı durum 1787 yılında Konya’nın güneyindeki Bozkır madeninde de gözlenmiş ve Bozkır, Belviran ve Seydişehir kazaları yine köyleri ile birlikte madene bağlanmıştır.[30]

Kazaların köyleri ile birlikte madene rapt edilmesinde bölge halkının, sadece maden çıkarmak, arıtmak veya kuyu inşa ve tesislerdeki onarımlarla ilgilenmek değil, arıtım için gerekli odun ve odun kömürünün tedariki, madencilere yönelik zahirenin temini, gerektiğinde hayvanları ile madenin nakline memur olmak gibi birtakım iş bölümlerine ayrılması kast edilmektedir. Ayrıca bu bölgede yaşayan bütün halkı da kapsamamakta, sadece belirli bir kesimine yönelik bir uygulama olması oldukça dikkat çekicidir.

Aynı durum, Balkanlar’da madencilik sektörünün en yoğun olduğu Makedonya’da da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Kratova madenlerinde çalıştırılmak için Kratova, İvranye, İştib ve Eğridere kazalarından 945 madenci temin edilip istihdam edilmiştir.[31] Halbuki adı geçen yörelerde veya yakınlarında faal maden ocakları mevcuttu. Bu durum, bölgede madencilikle uğraşan reayanın hayli kalabalık olduğu ve fazlalıkların hizmet için değişik maden ocaklarına yerleştirildiğine işaret etmektedir. Daha çarpıcı bir örnek ise Selanik yakınlarındaki Sidrekapsi Madeni’ne aittir. 1726 tarihinde, Selanik, Serez, Drama, Zihne ve Timurhisarı kazalarına bağlı toplam 152 karyeden yaklaşık 5.500 madenci seçilerek Sidrekapsi’de istihdam edilmişlerdir.[32]

Tayin edilen madenci taifelerinin muafiyetlerine gelince; madenci reaya normal reayadan ayrı tutularak idaresi ile birlikte ortaya çıkan tüm sorunların çözümü gibi işlemler, devletçe atanan maden emini tarafından yürütülmesi öngörülmüş, diğer sivil ve askeri görevlilerin adı geçen reayaya karışması kanunen yasaklanmıştır.[33] Madencilikle uğraşan reaya, normal reayanın yerine getirmekle mükellef olduğu avarız-ı divaniye türünden örfi vergileri ödemekten muaf tutulmuşlardır.[34] Fakat, maden ocağında cevherin tükenmesi veya gelir-gider dengesinin olumsuz yönde etkilenmesi durumunda statüleri normal reaya statüsüne döndürülebilir ve adı geçen vergileri ödemek zorunda bırakılabilirdi.[35] Öte yandan, madenlerde çalışanların haklarının korunması için de düzenlemeler yapılmış, idarecilerin keyfi davranışlarına izin vermeyen şartlar titizlikle yürürlüğe konulmuştur.

Madenciler her çeşit sosyo-kültürel münasebetlerinde serbest bırakılmış, onları rencide edici hareketler hoş karşılanmayıp tespit edilenler cezalandırılmıştır.[36]

Maden Ocaklarında İstihdam

Tümüyle Darphane Nezareti’ne bağlı olup, merkezden idare edilen maden ocaklarında, yapılan bütün işlerden sorumlu tutulan ve devlet tarafından atanan resmî görevliler mevcuttu. Bu görevliler vasıtasıyla devlet, adı geçen mıntıkalarda yapılan muamelelerden haberdar olmakta, geliştirdiği stratejileri tatbik ettirmekte denetimi sağlamakta kolaylık görmekteydi. Bu görevlilerin en rütbelisi maden eminiydi ve emrinde farklı sorumluluklar üstlenen çeşitli memurlar vardı. Maden ocağının büyüklüğüne ve cevherin zenginliğine göre bunların sayısında değişiklik görülmekteydi. Bu memurlar arasında yine devletçe atanan katipler, mutemetler, vezzanlar bulunmaktaydı. Katipler, madenle merkez arasında yapılan her türlü yazışmalardan, hazine adına tutulan hesaplardan ve maden için gerekli her türlü tedarik ve zahirelerden sorumluydular. Mutemetler, tedarikin yerine ulaştırılmasından, ocaklardaki onarım ve donanımdan, nakliyat işlemleri ile işçilerin denetimi ve yoklamalarından sorumlu idiler. Vezzanlar ise üretilen ve merkeze gönderilen cevherin miktarının belirlenmesinden mesuldüler.[37]

Maden ocaklarında devlet tarafından atanan memurların yanında, cevherin çıkarılıp ayrıştırılması gibi birtakım ihtisas alanlarına ayrılan teknik personeli oluşturan usta ve işçiler sınıfı oldukça kalabalıktı. Teknik kadroyu oluşturan personel, statüsüne göre ustalar ve işçiler olarak tasnif edilmişti. Ustalar grubunu teşkil eden görevliler urbararlar (maden mühendisi veya kuyucu başı), işçilere nezaret eden hutmanlar, maden ustaları olan şafaranlar, kuyu inşaatlarını yürüten lemşadniçiler, prustadlar, arıtım işlerinden sorumlu ifrazcı ve kalcılar, haddadlar, marangozlar ve tamirlerden sorumlu meremmetciler olup[38] nezaretlerinde yapılan işlerden ve emrindeki işçilerin bilgi ve becerilerinin artırılıp yetiştirilmelerinden sorumluydular. Maden ustalarının anıldıkları ünvanların hemen hepsi Alman veya Slav dillerinden Osmanlıca geçtiği ve uzun süre kullanıldığı bilinmektedir. Aynı şekilde ocaklarda çalışan işçiler de tıpkı ustalarda olduğu gibi, ihtisas alanlarına ayrılmışlar, kimisi yer altında cevher çıkarımı ile uğraşırken, kimisi de yüzeydeki tesislerde çalışmaktaydılar.[39]

Dikkate değer bir nokta da cevherin çıkarılmasında diğer işçilerle birlikte savaş esirlerinin kullanılmasıdır. Esirlerin ocaklarda istihdam edildiğine dair resmî kayıtlar daha çok Küre-i Mamure’ye aittir.[40] Belgelere göre, Asitane-i Saadet’ten gönderilen esirlerin belirli süreler içerisinde[41] ve muhafız gözetimi altında ocaklarda cevherin çıkarılması ile uğraştıkları,[42] süresi dolan üsera taifesinin, yine kontrol altında İstanbul’a iade edildiği anlaşılmaktadır.[43]

Madenlerde çalışan bir başka grup ise orduda geri hizmetlere memur olup, gerektiğinde devlet tarafından geçici bir süre madenlerde çalışmaya sevk edilen, Anadolu’da yayalar, müsellemler ve mütekait sipahiler ve Balkanlar’da Yörükler ve Tatarlardır. Bu gruplar, devletçe öngörülen nöbet sistemine göre madencilerin üretimde yetersiz kalmaları veya yaklaşan bir seferberlik anında ocakların tam kapasite ile çalıştırılıp, ordu tedarikinin karşılanması için altışar aylık[44] bir çalışma programlarına tâbiiydiler. Madenlerde çalışan bu grupların sayısı bazen oldukça kalabalık olabilmekteydi. Belirli bir disiplin içersinde hangi tarihler arasında ve hangi madende görevlendirilecekleri bulundukları bölge kadılarına hükümle bildirilir ve göreve ertelenmeden gidilmesi önemle belirtilirdi.[45]

Osmanlı Devleti’nde madencilik sektöründe sık görülen bir olay da yeni açılan veya verim artışının gözlendiği ocaklara yönelik işçi ve usta transferidir. Özellikle 18. yüzyılda yoğun bir şekilde transfer edilen işçi ve ustaların bağlı bulundukları maden ocağı olarak Gümüşhane göze çarpmaktadır. Bu durum, Gümüşhane’nin eski önemini kaybetmeye başladığını ve yetişmiş elemanların Anadolu ve Balkanlar’daki ocaklarda istihdam edildiklerini ortaya çıkarmaktadır. Nitekim, Bozkır, Bereketli, Keban, Ergani ve Sidrekapsi maden ocaklarına Gümüşhane’den gereken sayıda prustad, kalcı, feteci ve baltacı intikal ettirilmiştir.[46]

Madenlerde faaliyetin sürekliğini sağlamak için sadece madenciyan taifesinin çalışmaları yeterli değildi. Çalışanların günlük gereksinimlerinin karşılanması ve çıkarılan cevherin ayrıştırılması için odun kömürü, odun ve tomruk gibi tedarikin sağlanmasına sürekli ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu tip tedarikin yapılabilmesi için genellikle madenlere komşu civar karye ve kazalar halkının bir kısmı örfi vergilerden muaf tutulmak şartıyla görevlendirilmekteydi.[47] 16. yüzyılda madenlerde çalışan reaya veya muayyen aralıklarla hizmet için tayin edilen yardımcı gruplara yapılan zahire tedariki karşılığında, bunları temin edenlere narh üzere belirli bir ödeme yapılmaktaydı.[48] Fakat bu durumun, sadece sözü geçen devire ait bir uygulama olup olmadığı, ilerleyen dönemde de aynı uygulamanın devam edip etmediği belirlenememiştir.

Tıpkı, madenci reaya gibi muafiyet karşılığı bulundukları yörelerden odun kömürü ve tomruk tedariki için belirli gruplar görevlendirilmişti. Bunların bir yıl içerisinde ne oranda tedarik sağlayacağı defterlerde kayıtlıydı. Bu tür hizmeti yerine getirenler genelde ormanlık sahalara yakın alanlardan seçilmiştir. Bazen de yerel aşiretler ağır gelen olağanüstü vergilerden muaf olmak için Der Saadet’e başvurarak çevrelerindeki maden ocaklarına kömürcü tayin olunmalarını önermişlerdir.[49]

Engebeli araziden temin edilen tedarikin ocaklara nakli de başlı başına bir sorun teşkil etmekteydi. Bu sorun Keban ve Ergani madenlerinde odun ve kömürün Fırat Nehri vasıtasıyla taşınması ile çözülmüştür. Nehir üzerinden tedarikat, bölgede kesimi yapılan büyük ve küçükbaş hayvanların tulumlarından yapılan kelekler aracılığı ile yerine getirilmiştir. Bu amaçla, Diyarbakır, Harput ve Palu’da kesilen hayvanların tulumları sık sık bedel karşılığında satın alınmaktaydı.[50]

Maden Çıkarım ve Arıtım Teknikleri

Osmanlı Devleti’nde madencilik sektörü, 15 ve 16. yüzyıllarda fetih hareketleriyle paralel olarak gelişmeye yüz tutmuştur. Gerek Balkanlar’da ve gerekse Anadolu’da gerçekleştirilen fetihler, maden rezervleri açısından oldukça zengin olan bölgelerin sınırlar dahiline alınmasına neden olmuştur. Bu yörelerdeki maden ocaklarının büyük bir kısmı Osmanlı fethi öncesinde de faal durumdaydı. Örneğin, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerindeki madenler Akkoyunlular ve Candaroğulları; Balkanlar’dakiler ise Bizans ve Sırp Prensliği gibi yerel devletlerce yoğun biçimde tasarruf altına alınmıştı.

Maden teknolojisinin Osmanlı’ya girişinde mevcut ocaklardaki faaliyetlerin büyük rolü olmuştu. Çünkü, özellikle Balkanlar’daki faal ocaklarda dönemin modern teknikleri kullanılıyordu. Bu tekniklerin menşei 10. yüzyılda bölgeye gelen Almanlar tarafından geliştirilen metalürji endüstrisinin temellerine dayanmaktaydı. Geliştirilen tüm teknik terimlerin kökeninin Almanca olmasının doğal nedeni, Almanların yeni açılan ocakların açılmasına ve varolanların ıslah edilmesine öncülük etmesidir.[51] Balkanlara yerleşen Almanların hemen tümü yerel Slavlarla karışarak erimiş, fakat teknik terimler ve geliştirdikleri teknoloji Osmanlı egemenliği ile birlikte devlet desteği ile tekrar ıslah edilerek yürürlüğe konulacaktır.

Almanlarca Balkanlar’a taşınan teknoloji, 15. yüzyılda Osmanlılarla birlikte yeniden belirli bir program dahilinde yapılanarak gerekli hukukî düzenlemeler tanzim edilmiş ve madencilik sektörüne yeni bir yön verilmiştir. 16. yüzyılda Osmanlı maden teknolojisi batıyla yarışır düzeyde olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Çünkü, ocakları ziyaret eden seyyahların gözlemlerine bakılacak olursa benzer teknolojinin aktif biçimde tatbik edildiği görülmektedir.[52]

Küçük farklılıklar bir tarafa, maden çıkarımında kullanılan teknik, ocak içindeki suyun tahliye metotları, havalandırma sistemleri, cevherin ayrıştırılmasında yapılan işlemler ve su gücüyle çalışan çarkların tümü, metot ve çalışma tarzı olarak 15 ve 16. yüzyıllarda Avrupa ile büyük benzerlikler göstermektedir.[53] İlerleyen dönemlerde maden teknolojisi yeteri kadar geliştirilememiş, zamanla gerileyerek belli bir seviyeye ulaşamamıştır. 18. yüzyılda gerileyen teknoloji, izleyen yüzyılda Avrupaî tarzda nizamnameler ve tekniklerin kullanılması ve modern tesislerin inşa edilmesi için çalışmalar yoğunlaştırılmaya başlanmıştır.[54]

Madenlerin Bölgesel Dağılımı

Anadolu ve Balkanlar üzerinde büyük bir güç olarak sivrilen Osmanlı Devleti, sistemli bir yayılma politikası sayesinde stratejik mevkiler, verimli tarım arazileri, ticaret merkezleri, tuzlalar[55] olduğu kadar, iktisadî hayatın can damarlarından sayılan zengin maden rezervlerine sahip bölgeleri de sınırlarına dahil etmede geç kalmadı. Bunun en güzel örneği, özellikle Balkanlar’daki fetih öncesinden beri faal olan maden ocaklarının, devlet kontrolüne alınarak gerekli hukukî düzenlemeler sonrasında değerlendirme yoluna gidilmesidir.

Osmanlı Devleti’nin geniş alanlara sahip olması, zengin maden rezervleri ve maden türleri açısından çeşitliliğe neden olarak, kendi kendine yeterlilik politikası sürdüren devlete büyük avantajlar sağlamıştır. Madenler acısından çeşitlilik gösteren bu geniş bölgelerde başta gümüş, bakır, demir, kurşun, şap, altın, güherçile ve kükürt gibi cevherler çıkarılıp, arıtım işlemlerinden sonra askeri, mali, mimari, zirai, vs. alanlarda kullanılmıştır. Kısaca, Osmanlı Devleti her türlü tedarikini komşu devletlere muhtaç olmadan kendi arazisinden karşılamayı ilke edinmiş, bunun yanında kalay gibi topraklarında bulunmayan bazı madenleri dışarıdan temin etme yoluna gitmiştir.[56]

XV ve XVIII. yüzyıllarda maden çıkarımının yoğunluk kazandığı havzalar Bilecik, Kastamonu, Harşit Vadisi (Gümüşhane-Espiye),[57] Orta Fırat (Keban-Ergani), Bosna (Srebrenica, Sas, Kamengrad, Fojnica, Vareş),[58] Sırbistan (Novo Brdo, Rudnik, Zaplana, Trepçe), Üsküb,[59] Samakov ve Sidrekapsi şeklinde sıralanabilir. Bu maden havzalarında Küre, Gümüşhane, Bilecik, Novo Brdo, Srebrenica, Samakov ve Sidrekapsi gibi bazı yerleşim birimleri de kurulan tesisler ve atölyeler sayesinde gelişerek birer maden kenti olarak sivrilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nde üretilen başlıca madenler ve bunların çıkarıldıkları yöreler şöyle sıralanmaktadır:

Genellikle belgelerde “ahen-i ham” olarak anılan demir madeni, Anadolu ve Balkanlar’da yeterli oranda bulunan cevherlerin başında gelmektedir. Anadolu’daki demir madeni alanları başta Bilecik olmak üzere Kiği, Keban, Divriği, Maraş ve Develi’dir. Balkanlardaki alanlar ise Bosna, Sırbistan, Makedonya ve Bulgaristan’da toplanmıştır. Bosna’da Kamengrad, Fojnica, Kreşova ve Vareş; Sırbistan’da Rudnik ve Kopaonik Dağlık Arazisi, Makedonya’da Eğridere ve Pravişte, Sofya yakınlarındaki Dubnice, Tatarpazarı ve Osmanlı Devleti genelinde en yoğun demir üretim merkezi olarak bilinen Samakov şeklinde sıralanmaktadır.[60]

Bakır madeni ise Anadolu’da Küre dışında, Gümüşhane, Espiye, Ergani, Keban, Elbistan, Ardanuç, Kağızman, Üsküfçü ve Milas; Balkanlar’da ise daha çok Üsküb yakınlarındaki Kratova ve Majdenak’ta, Bosna’da Kamengrad ve Sofya yakınlarındaki Berkofça yörelerinde üretilmekteydi.[61]

Osmanlı Devleti’nde gereksinim duyulan ve para politikasını direkt olarak etkileyen gümüş madeni ise Anadolu’da Canca olarak bilinen Gümüşhane, Gerger, İnegöl, Nif, Keban, Ergani, Akdağ, Espiye, Bozkır, Bereketli, Gümüşhacıköy, Şirvan ve Balya; Balkanlarda ise Novo Brdo, Trepçe, Morevik, Rudnik ve Zaplana (Sırbistan); Srebrenica ve Sas (Bosna); Üsküb, Zirniçe, Koçana, Kratova ve Sidrekapsi (Makedonya); Pravişte, Taşöz, Hasköy, Demirhisar ve Birin (Trakya); Lofça, Berkofça ve Şehirköy (Bulgaristan); Alasonya ve İnebahtı (Teselya) yörelerinde çıkartılmaktaydı.[62]

Gümüş, demir ve bakır cevherlerinin ayrıştırılması sonucu üretilen kurşun, Anadolu’da Gümüşhane, Nif, Bozkır, Keban, Ergani; Balkanlar’da ise Srebrenica, Olova, Novo Brdo, Rudnik, Koçana, Kratova ve Sidrekapsi’den elde edilmekteydi.[63]

Barutun hammaddesi olan güherçile ise Osmanlı toprakları dahilinde oldukça bol miktarda üretilmekteydi. Önemli üretim alanları ise Mısır, Suriye, Irak, Anadolu (Niğde, Malatya, Karaman, İçel, Erciş, Van, Kayseri, Maraş, Zamantı, Aksaray, Aydın, Kıbrıs ve Diyarbakır) ve Balkanlar (Temeşvar, Üsküb, Selanik, Koçana, Şehirköy, Çenad ve Sisam Adası) olarak belirlenmiştir.[64]

Barutun bir diğer hammaddesi olan kükürdün nerelerden temin edildiğine dair bilgiler kısıtlı olmasına rağmen, bazı kayıtlardan Van Gölü civarındaki Ahlat, Erciş ve Hakkâri, Ege Denizi’ndeki Melos Adası, Kastamonu Küre Ocakları[65] ve Selanik Baruthanesinin kükürt ihtiyacını karşılayan Ohri’de[66] üretildiği anlaşılmaktadır.

Osmanlı Devleti’nde sistemli biçimde üretimine ve pazarlanmasına önem verilen şap, Anadolu’da Gediz başta olmak üzere Şebinkarahisar, Uluabad, Foça ve Trakya’da Gümülcine yakınlarındaki Maroniye’den karşılanmaktaydı.[67]

Diğer madenlere gelince, ekonomik değeri yüksek olan altın, Filibe, Sidrekapsi, Kratova, Koçana, Novo Brdo, Srebrenica, Gümüşhane, Espiye, Ergani, Bozkır ve Bereketli ocaklarında; neft ise Kerkük civarından; çinko ise Arnavutluk’tan temin edilmekteydi.[68]

Madenlerin Değerlendirilmesi

Harp Malzemesinin Tedariki

Madenlere dayalı askeri tedarikin sağlanmasında Osmanlılar, uyguladıkları kendi kendine yeterlilik politikasında oldukça başarılı olmuşlardır. Bu durum devletin 15. yüzyıldan itibaren askeri endüstriye ait kurumları kurma ve geliştirme yönünde etkisini hemen göstermiştir. Osmanlı ordusunun donanımını yürüten tophane, tersane, cebehane ve baruthaneler, bu amaç doğrultusunda büyük roller üstlenmişlerdir. Askeri endüstriye ait kurumlar, başta İstanbul olmak üzere, bazı maden merkezlerinde ve sınırlara yakın stratejik mevkilerde tesis edilerek, ordunun ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.

Balkanlar’da Samakov, Sidrekapsi, Rudnik ve Kratova; Anadolu’da Küre, Bilecik, Kiği, Keban ve Ergani gibi madenler, askeri tedarikin büyük ölçüde temin edildiği alanlardı. Özellikle seferberlik anlarında maden ocaklarında halka yönelik imalat sınırlandırılmakta, bu konuda ısrar edenler de şiddetle cezalandırılmaktaydı.[69] Maden ocaklarında orduya yönelik imalat sadece gülle, mermi gibi mühimmatlar değil, her çeşit çivi imali, kuşatmalarda kullanılan kürek, kazma, çekiç örs, küski, vs. aletler de üretilmiştir.[70]

En önemlisi İstanbul’da kurulan tophanelerde, çeşitli çaplarda imal edilen topların hammaddeleri tümüyle ülke içinden karşılanmaktaydı.[71] Değerlendirilen belgelerden anlaşıldığı gibi ülke üretiminin büyük kısmını karşılayan İstanbul’daki Tophane-i Amire’ye yönelik tedarik her dönem büyük boyutlarda gerçekleştirilmekteydi.[72] Tophane’nin demir ve bakır ihtiyacı Küre, Gümüşhane, Keban, Ergani ve Samakov madenlerinden karşılanmaktaydı. Bu nedenle, her dönem yüksek oranlarda demir ve bakır kara ve denizyoluyla merkeze gönderilmekteydi.[73] Tıpkı top imalinde olduğu gibi, çeşitli çaplarda üretilen top yuvalakları (gülle) ve tüfeng fındıklarının (mermi) üretimi de aynı şekilde madenlere dayalı idi.[74]

Tersanelerde de gemi inşa ve donanımı için kullanılacak ham demir, çivi, lenger, kurşun gibi madeni tedarik, olabildiğince yakın mahallerden temin edilmekteydi. Örneğin en büyüğü İstanbul’da bulunan Tersane-i Amire’nin tedariki Samakov ve Üsküb havzası madenlerinden sağlanmaktaydı.[75] Özellikle, olağanüstü hallerde maden ocaklarındaki üretimin yetersiz kalması durumunda ham demir bu kez tüccardan satın alınmaktaydı.[76]

Merkezi İstanbul’da kurulan cebehaneler, ordunun ihtiyaç duyduğu mermi, gülle, barut gibi askeri mühimmatlarla birlikte seferlerde ve kuşatmalarda kullanılan kazma, kürek, balta, çeşitli türlerde çiviler, varya, küski gibi aletlerin üretildiği ve muhafaza altına alındığı merkezlerdi. Bunların üretimi için Cebehane-i Amire’ye sürekli bakır, kurşun ve demir gerek saf olarak gerekse mamul halde gönderilmekteydi.[77] Aynı biçimde, ordu ve donanmanın barut ihtiyacını karşılamak için İstanbul, Budin, Selânik, Gelibolu, Bağdat, Kahire, İzmir, Belgrad, Temeşvar gibi çeşitli merkezlerde baruthaneler kurulmuştu.[78] Birbiriyle ilişkili birçok atölyeden oluşan baruthanelerde Anadolu ve Balkanlar’daki ocaklardan tedarik edilen güherçile ve kükürt değişik işlemlerden geçirildikten sonra barut haline getirilmekteydi.

Malî ve Toplumsal Alanda Tedarik

Osmanlı Devleti, 15 ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın en önemli gümüş rezervlerine sahip devletlerinden biri konumundaydı. Bu nedenle, sınırları içerisinde bulunan gümüş ocaklarını itina ile işleterek en iyi şekilde değerlendirme yoluna gitmiştir. Anadolu ve Balkanlar’ın muhtelif yörelerinde bulunan gümüş madenleri devletin para politikasını direkt olarak etkilemekteydi. Bu durum gümüş madeni açısından sıkı kontrolleri de beraberinde getirmiş, işlenmiş veya külçe halinde harice çıkarılması yasaklanmıştı.

Ülke içinde üretilen gümüşten sultan adına para basmak amacıyla çeşitli merkezlerde darphaneler kurulmuştu. Fakat, kısa bir süre sonra önce Batı Avrupa’yı, sonra da Osmanlı ile birlikte bütün Avrupa’yı etkisi altına alan ucuz Amerikan gümüşünün piyasaya sürülmesi, Avrupa’da “fiyat devrimi” denen aşırı devalüasyonlara yol açmış, doğal olarak da pahalılığı beraberinde getirmiştir.[79] Bu durum karşısında Osmanlı Devleti, mevcut para sisteminde tağşiş işlemine girişmek zorunda kalmış, böylece, piyasaya daha fazla oranda para sürülürken, sikkenin içerdiği değerli cevher oranı düşürülmüştür.[80]

Askeri ve malî alanda olduğu kadar, toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasında madenlere sürekli gereksinim duyulmaktaydı. Özellikle cami, medrese, saray, ikametgâh, köprü, vs. gibi inşaatların yapımında, ev, zirai ve hayvancılık alanında kullanılan araçların imalinde bakır, demir ve kurşun madenleri ön plandadır. İnşaat sektöründe demir ve kurşuna sürekli ihtiyaç duyulduğu belgelerce sabittir. Demir ve kurşun, devletin belirlediği fiyat üzerinden satın alınarak temin edilmekle birlikte, bu fiyatlar doğal olarak dönemin ekonomik durumuna göre değişim göstermekteydi.[81]

Osmanlılar her yıl binlerce hacının uğradığı kutsal Mekke ve Medine şehirlerinde altyapı inşaatı veya onarımına büyük önem vererek, her türlü tedarikin sağlanmasına dikkat etmişlerdir. Bunun için tedarik edilen malzemeler İstanbul’dan denizyolu ile Mısır’a ve oradan da Mekke’nin kapısı konumundaki Cidde Limanı’na ulaştırılmaktaydı. Örneğin, 1568 tarihli bir hükümde, Mekke’deki su yollarının tamiratı için İstanbul’dan gereği kadar ham demir ve çelik tedarik olunarak, denizyoluyla Mısır ve Kızıldeniz üzerinden yerine ulaştırılması önemle vurgulanmaktaydı.[82]

Topluma yönelik tedarikin bir diğer boyutu da bakır ve demirden yapılan ev ve mutfak araçları, tarım ve hayvancılıkta kullanılan araçların imalatıdır. Osmanlı Devleti’nde bakıra dayalı mutfak eşyasının imalinde bazı kentler önem kazanmıştı. Örneğin bu kentler arasında Tokat, iç ve dış pazarlarda aranılan bakır eşyanın imalatında büyük rol oynar. Kentte bulunan oldukça faal bir kalhanenin varlığı, bakır eşya üretimindeki boyutu gözler önüne sermektedir.[83]

Yine başlıca endüstri hammaddeleri arasında yer alan şap madeninin ülke içindeki tüketimi de belli kurallar dairesinde gerçekleştirilmekteydi. Gediz, Karahisar-ı Şarkî ve Maroniye gibi merkezlerde üretilen şap, devlet tarafından kendi aralarında tüketim alanı olarak sınırlandırılmak suretiyle birtakım örülere ayrılmıştı. Buna göre; Karahisar-i Şarki şapı, Tokat ve Halep’in doğusunda kalan bölgede;[84] Gediz şapı, İç ve Batı Anadolu,[85] Ege Adaları ve Mora’da;[86] Maroniye şapının ise İstanbul, Balkanlar[87] ve Akdeniz sahasında[88] tüketilmesine imkân tanınmış, aksi hareketlerin önlenmesi için gereken tedbirler alınmıştır.

Madenlerde İhracatın Boyutu

Osmanlı Devleti, her dönemde sınırları içinde üretilen madenleri ve madenî mamulâtı uyguladığı kararlı iktisadî politika ile harice çıkarılmasını önlemeye çalışmıştır. Bunun en önemli nedeni, mali, askeri iktisadi gereksinimlerin karşılanmasında, ülke içinde çıkabilecek darlığın ortadan kaldırılmasıdır. Karşılaşılan belgelerde, özellikle sınır boyları, maden bölgeleri ve gümrüklerde cevher veya mamul haldeki madenin ihracatının yasak olduğu vurgulanarak yetkililer tarafından buna izin verilmeyip, tüccarların sıkı bir kontrol altında denetlenmesi önemle belirtilmektedir.

Yukarıdaki yasaklamalar, Osmanlı ile ticaret yapan bütün yabancı devletleri ilgilendirmekle birlikte, en etkili olanları sürekli ihtilâf halinde bulunulan İran ve Avusturya’ya karşı yapılan uygulamalardı. Belgelerde daha çok “Diyar-ı Acem”, “Yukarı Canib” veya “Öte Yaka” olarak tanımlanan İran’a karşı tatbik edilen yasaklamalar, devamlı savaş halinde olunduğu için bir tür ambargo niteliği taşımaktaydı. Özellikle, askeri ve mali açıdan değer taşıyan bakır, demir, gümüş ve güherçile gibi cevherlerin ve bunlardan üretilen her türlü silah ve metaların İran’a gönderilmemesi bu yasakların özünü oluşturmaktaydı.

16. yüzyılda yoğun olmak üzere, çeşitli dönemlerde Doğu Anadolu ve Irak’taki ümera, gümrük memurları ve kadılara gönderilen fermanlarda sözü geçen madenleri harice çıkaranların, yakalandıklarında mallarının müsadere olunması emredilmekteydi.[89] Örneğin, 1568 tarihli bir hükümde, İran’a giderken yakalanan 82 yük ve 8 külçe bakırın yerel kazancılara satılarak, elde edilen gelirin miriye devredildiği anlaşılmaktadır.[90]

Tüm yasaklamalara rağmen, devletin maden ve madenî mamulâtın ihracını tümüyle önleyemediği, bu defa gayr-i meşru yollarla madenlerin İran’a gönderilmesi söz konusu olmaya başladığı anlaşılmaktadır. Kaçakçılığın önüne geçilmesi için maden ocaklarından cevher satın alan tüccar ve madeni imalatla uğraşan esnafa yönelik yeni bir uygulama tatbik edilmeye başlandı. 16. yüzyıldan itibaren görülen bu uygulamaya göre, özellikle Küre Madeni’nde üretilen bakırın düzenli biçimde sarf edilmesi ve harice çıkarılmasının önlenmesi için madenden bakır satın almak isteyenlerin meskûn olduğu bölge kadısından ve Küre Madeni yetkililerinden, ne miktarda bakıra ihtiyacı olduğuna ve ne kadar bakır verildiğini belirten birer temessük almaları şart koşulmuştu.[91] Bununla da hem yerli bakırcıların çektiği cevher sıkıntısının ortadan kaldırılmasına, hem de yerli tüccarın gereğinden fazla bakır satın alarak bir kısmını yüksek fiyatla İranlı tüccarlara satmalarına engel olunmasının planlandığı kuvvetli bir ihtimaldir.

İran dışında, Avrupalı ülkelere özellikle de 16. yüzyıl ortalarında Hint Okyanusu’nda etkinliklerini artıran Portekizlilere karşı da bu tür ambargonun uygulandığı belgelerle sabittir.[92] Öte yandan, aynı dönemlerde Suriye, Anadolu ve Rumeli limanlarından Akdeniz Avrupası, Eflak-Boğdan’dan Lehistan, Kırım’dan Rusya, Macaristan üzerinden Orta Avrupa, Bosna ve Dubrovnik’ten İtalya istikametlerinde canlı ticaret bağları kurulmuştu. Bu nedenle, gerek gümrüklerde ve gerekse hudut boylarında giriş çıkışların denetim altına alınması zorunluydu. Kanunnamelerde bile denetimin gerekliliği zaman zaman belirtilmekteydi. Meselâ, 1475 tarihli Kratova Madeni Yasaknamesi ve Gümrük Yasağı’nın yedinci hükmüne göre, Dubrovnik yönüne giden yolcuların yüklerinin kontrol edilmesi ve kimde gümüş bulunursa yakalanıp sancak beyi ve kadı marifetiyle tutuklanarak ele geçen gümüşün darphaneye teslim edilmesi karara bağlanmıştı.[93]

Madenlerde Nakliyat

Osmanlı Devleti’nde ulaşım, uluslararası yolların topraklarından geçmesi nedeniyle, kara ve denizyollarından oldukça yoğun biçimde sağlanmaktaydı. İç bölgelerde kurulan önemli merkezler mutlaka en yakın limanla bağlantılı durumdaydı. Bu durum, hem İstanbul’un iaşesinin daha ucuza ve kısa süre içerisinde nakledilmesine, hem de diğer devletlerle ticaret için büyük imkanlar yaratmaktaydı. Ayrıca, denizyolu ulaşımı karayoluna nazaran daha kolay ve ekonomikti.

Arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre, Osmanlı Devleti’nde maden naklinde kara ve denizyolları yoğun biçimde kullanılmıştır. Maden ocaklarının anayollardan uzak mahallerde ve genellikle engebeli arazilerde yer alması nakliyatın ilk evresinde büyük sorun teşkil etse de, ana yollara veya iskelelere ulaşıldığında bu sorun biraz olsun giderilmekteydi.

Karayolu nakliyatı gerçekleştirilirken birtakım önlemlerin alınmış olduğu belgelerce sabittir. Buna göre, öncelikle nakledilecek madenin oranı, nakil için gerekli vasıta ve hayvanların miktarı, bunların temin edileceği sahalar, yol istikameti ve nakliyatın tarihi tespit edilmekteydi. Ayrıca, nakliyata memur olan mekkârilere ödenecek ücret, gerekli güvenlik ve iaşe önlemleri yine devlet tarafından karşılanmaktaydı.

Konvoy halinde yapılan karayolu nakliyatı, arazinin durumuna ve alt yapıya bağlı olarak değişim göstermekteydi. Örneğin, Rumeli ve Batı Anadolu’da hayvanların çektiği kira arabaları kullanılırken;[94] İç, Doğu ve Kuzey Anadolu’da daha çok kira hayvanları olarak bilinen at, katır ve develer aracılığı ile nakliyat gerçekleştirmekteydi. Kira hayvanları, maden ocakları yakınlarındaki alanlardan temin edilirken, sahiplerine mutlaka belirli bir ücret ödenmekteydi.[95] Aynı durum, kira arabalarında da söz konusu idi.

Devlet, nakledilen maden ve mühimmatın taşıyıcılarına karşı olabilecek herhangi bir suiistimali önlemek için, nakliyat konvoyunun geçeceği yol üzerindeki kadılıklara sık sık hükümler göndererek uyarılarda bulunmuş ve nakliyat esnasında çıkabilecek olumsuzluklardan sorumlu tutmuştur.[96]

Maden naklinde kullanılan başlıca karayolu istikametlerine baktığımızda çok büyük bir kısmının iskelelere yöneldiğini görmekteyiz. Buna göre Anadolu’daki başlıca güzergahlar; I- Van Havzası- Erzurum-Gümüşhane-Trabzon İskelesi. II- Keban/Ergani-Sivas-Tokat, IIa- Tokat-Amasya-Samsun İskelesi, IIb- Tokat-Merzifon-Osmancık-Çankırı-Bolu-İzmit İskelesi. IIIa- Bereketli-Toros Dağları- Tarsus İskelesi, IlIb- Bereketli-Aksaray-Ankara-Bolu-İzmit İskelesi. IV- Küre-İnebolu İskelesi. V- Gediz-Manisa-İzmir İskelesi. VI- Bilecik-Karamürsel İskelesi. Balkanlar’daki güzergâhlar ise şu şekildeydi; I-Üsküb Havzası-Köstendil-Sofya-Filibe-Edirne-Tekirdağ İskelesi. IIa- Samakov-Cuma-i Bâlâ-Serez-Selânik İskelesi, IIb- Samakov-Filibe-Edirne-Tekirdağ İskelesi, IIc -Samakov-Filibe-Ahyolu İskelesi.[97]

Denizyoluyla nakliyatta gemiler, taşıtılacak yük üzerinden hesaplanıp kararlaştırılan ücret karşılığı kiralanması söz konusudur. Ücretlerin devlet tarafından ödendiği bu sistemde, nakliyat için tayin edilen gemi sahiplerinin özürlerine aldırılmadığı anlaşılmaktadır. “Sefine İsticarı” olarak geçen kiralama usulüne sık sık başvurulmaktaydı.[98] Çoğunlukla Osmanlı tebaasına ait gemilerin bu amaçla kiralandığı, bunun yanında bazen de yabancı ülkelere ait gemilerin kiralandığı belgelerden tespit edilmektedir.[99]

Bir takım şartlar dahilinde yapılan kiralama işleminde, belirlenen süre içerisinde (belgelerde “mevsim-i derya-i güzer” yani deniz mevsiminde) külçe veya mamul haldeki madenin İstanbul’a sevki hedeflenmiştir. Gemi sahiplerine, taşıtılacak yük oranında belirli miktarda ödeme yapılmaktaydı. Navlun adı verilen bu ödeme, bazen iskelelerde peşinen, bazense yolculuğun sona erdiği İstanbul’da hak sahibine teslim edilmekteydi. Ayrıca, yüklenen madenin miktarı, gemi reislerinin ve bunlara kefil olanların isim ve şöhretleri hüccet-i şer’iyyeye kaydı işlem gereği idi. Anadolu ve Balkanlar’dan İstanbul’daki kurumlara yönelik maden nakliyatının yoğunluk kazandığı başlıca limanlar Trabzon, Samsun, İnebolu, Ahyolu, İzmit, Tekirdağ, Selanik ve Alanya şeklinde sıralanabilir.[100]

Sonuç

Osmanlı Devleti’nde madenler ve maden bölgelerine kuruluşundan itibaren sürekli önem verilmiş, rakiplerine karşı üstünlük sağlamak amacıyla bu yörelerin ele geçirilmesi gerekli görülmüştür.

Ele geçirilen yerler ise fetih siyasetinin gereği olarak “istimalet politikası” çerçevesinde değerlendirilmiştir. Buna göre, Osmanlıların madenleri İslam Hukukundan ayrılmamaya özen göstererek yönettikleri ve değerlendirdikleri; ancak iktisadi açıdan zarara uğramamak için özellikle Balkanlar’da fetih öncesi uygulamalara da tamamen sırt çevirmedikleri anlaşılmaktadır. Devlet eski uygulamaları zamanla kendi bünyesine adapte ederek uzun süre geçerli kılmak siyasetini asla terk etmemiş olduğu gözlenmektedir.

Madencilik sektöründe istihdam edilen gruplar, devletin öngördüğü şartlar altında, normal reayadan ayrı tutularak, birtakım ayrıcalıklar da verilmek suretiyle “Madenciyan Taifesinin” olarak isimlendirilerek tayin edilmiştir.

Ayrıcalıklarından ötürü, sorumlu amirleri dışında her hangi bir görevlinin müdahale etmesi şiddetle yasaklanmıştır. Bazı olağanüstü hallerde bu gruplara yardımcı olmak için ordunun geri hizmetlerine mensup gruplarda memur edilerek üretime yön verilmeye çalışılmıştır.

Madenlere dayalı askeri, mali ve toplumsal tedarikte kendi kendine yeterlilik politikası gütmüş ve başarılı olmuştur. Madenlerin saf veya mamul halde ihracı şiddetle yasaklanarak rakiplerine karşı bir nevi ambargo uygulamaktan da geri kalmamıştır. Tıpkı çıkarımı ve arıtılmasında olduğu gibi, madenlerin naklinde de dikkatlice davranarak, kara ve denizyolları aracılığı ile merkeze gönderilmesini sıkı biçimde takip etmiştir. Fakat ilerleyen yüzyıllarda, gerek sermaye yoksunluğu, gerekse teknolojinin geliştirilememesi madencilik sektörünün giderek geri kalmasına neden olmuştur.

Mustafa ALTUNBAY

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 791-801


Dipnotlar :
[1] Ahmed Refik, Osmanlılar Devrinde Türkiye Madenleri (967-1200), İstanbul, 1989; A. Şerif Beygu, “Köprülüler DevrindeKiği Madenlerinden Yapılan Top Güllelerinin Avrupa Seferleri İçin Erzurum’dan Gönderilmesine Dair Üç Vesika”, Tarih Vesikaları, C. II, 1943, s. 335-337; T. Mümtaz Yaman, “Küre Bakır Madenine Dair Vesikalar”, Tarih Vesikaları, C. IV, 1941, s. 266-282; Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Maden Hukuk ve İktisadiyatı Hakkında Vesikalar”, Tarih Vesikaları, C. X, 1943, s. 275-283; devamı, C. XII, 1943, s. 415-423; Aynı yazar, “Sidrekapsa Madenleri Hakkında Vesika”, Yıllık Araştırmalar Dergisi 1940-41, AÜ, DTCF. Yay., 1944, s. 265-289; Ragıp Önen, “Osmanlı Devrinde Bor’da Barut Fabrikaları”, Türk Etnografya Dergisi, C. V, 1962, s. 21-23.
[2] Nicoara Beldiceanu, “Actes de Suleyman Le Legislateur Concernant Les Mines de Srebrenica et Sase”, Südost Forschungen, XXVI, 1967, s. 1-21; Nicoara-İrene Beldiceanu, “Un Reglement Minier Ottoman du Regne de Suleyman Le Legislateur”, Südost Forschungen, XXI, 1962, s. 144-167; Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Maden İşletme Hukuku”, AÜ, DTCF. Dergisi, C. II, 1943, s. 117-126; Adem Handzic, “Rudnici u Bosni u Drugoj PolovineXV. Stoljeca”, Prilozi za Orijentalni Filologiju, XXVI, Sarajevo, 1976, s. 7-42. Ayrıca maden kanunnameleri için bkz. Robert Anhegger-Halil İnalcık, Kanunname-i Sultanî ber Muceb-i Örfi Osmanî, Ankara, 1956.
[3] Rhoads Murphey, “Silver Production in Rumelia According to an Official Report Circa 1600”, Südost Forschungen, XXXIX, 1980, s. 75-103; Vernon J. Parry, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kullanılan Harp Malzemesinin Kaynakları”, (Çev. Salih Özbaran), Tarih Enstitüsü Dergisi, C. III, 1972, s. 35-46; Suraiya Faroqhi, “Alum Production and Alum Trade in the Ottoman Empire (About 1560-1830), WZKM, LXX, 1979, s. 153-175; M. Bülent Varlık, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenlerde Çalışma Koşulları Üzerine Bir Deneme/Derleme”, Ekonomik Yaklaşım, C. II, 1981, s. 191-210; Fahrettin Tızlak, “Osmanlı Devleti’nde Ham Bakır İşleme Merkezleri Olarak Tokat ve Diyarbakır”, Belleten, S. 266, 1996, s. 643-659; Aynı yazar, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997; Hasan Yüksel, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Madenleri: 1776-1794 Tarihli Maden Emini Defteri, Sivas, 1997.
[4] Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (Çev. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul, 1993; Charles İssawi, The Economic History of Turkey: 1800-1914, Chicago, 1980; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 1995; Mehmet Genç, “17. ve 18. Yüzyıllarda Sanayi ve Ticaret Merkezi Olarak Tokat”, Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (2-6 Temmuz 1986), Ankara, 1987, s. 145-169.
[5] Çağatay, Maden İşletme, s. 120-121; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri, C. I, İstanbul, 1990, s. 157-158.
[6] Akgündüz, a.g.e., s. 163.
[7] Örneğin, Kratova Maden Yasaknamesinin 3. hükmünde, bu durum net olarak açıklanmıştır: “Ve madenlere ve yamaklarına amillerimden gayri kimesne karışmaya, karışanı kulum seğidüp hakkından gele”. Akgündüz, a.g.e., s. 459.
[8] Beldiceanu, a.g.m., s. 7-14.
[9] Milenko S. Filipovic, “Das Erbe der Mittelalterlichen Sachsischen Bergleute in den Südslawischen Landern”, Südost Forschungen, XXII, 1963, s. 193-224.
[10] Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbent Teşkilatı, İstanbul, 1990, s. 88.
[11] Ahmed Refik, a.g.e, s. 1.
[12] BA. MD. 19, Hüküm No: 688.
[13] BA. Cevdet-Darphane, No: 1135.
[14] 1603 tarihinde Küre-i Nühas Madeni Celali eşkıyasının saldırısına uğraması sonucu maden ocakları harap ve tüm lağımları su ile dolmuş olduğundan dolayı, cevher çıkarılamaz duruma gelmiştir. Hükümet yaptırdığı araştırma sonucu ocakların tamiratı için oldukça yüksek bir meblağ gerektiğini belirlemiş, ayrıca merkezden onarım için 4 usta ve 8 lağımcı göndermiştir. BA. İbnü’l-Emin, Maadin, No: 98.
[15] BA. Cevdet-Darphane, No: 1379.
[16] A. Refik, a.g.e., s. 37.
[17] Aynı eser, s. 34.
[18] Aynı eser, s. 32.
[19] Örneğin, 1778’de Bozkır Madenine saldıran Bozkır Şeyhi ve oğulları yakalanarak Kıbrıs Adasına sürgün edilmiştir. BA. Cevdet-Darphane, No: 2890.
[20] Rhoads Murphey, “Mineral Exploration in the Ottoman Empire”, Eİ, V, Leiden, 1986, s. 976.
[21] Tabakoğlu, a.g.e., s. 178.
[22] Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğunda Desantralizasyon”, Belleten, C. XXXVIII, 1974, s. 680.
[23] D. BŞM 17259, s. 11.
[24] Yaman, a.g.m., s. 268.
[25] N. Svoronos, “From 1430 to 1821: Administrative, Social and Economic Devolopments”, Greek Lands in History: Macedonia 4000 years of Greek History and Civilization, Ed. M. B. Sakellariou, Athenon, 1983, s. 373-374.
[26] Aynı eser, s. 374; BA. Cevdet-Darphane, No: 2895.
[27] Murphey, Mineral, s. 974-975.
[28] BA. Cevdet-Darphane, No: 233.
[29] BA. Cevdet-Darphane, No: 3244.
[30] BA. Cevdet-Darphane, No: 2636.
[31] BA. Cevdet-Darphane, No: 2331.
[32] MMD 22135, s. 1-16.
[33] Genellikle, madenci taifesine karşılık olumsuz bir durum söz konusu olduğunda, merkezden gönderilen belgelerde “… madenlere bağlu kazalar reayaları serbestiyet üzere maadin-i mezbur ümenası taraflarından zabt u rabt ve zuhur iden deavi ve nizaları ve ahz u habs ve te’dibleri vesair külli ve cüz’i umur ve hususları ber vech-i istiklal maden eminleri marifetiyle Şer’le görülüb karara bağlanması ve ehl-i örfden kimsenin bu duruma müdahale ederek bir takım taleplerde bulunmaması…” şeklinde açıklamalarda bulunulmaktadır. BA. Cevdet-Darphane, No: 2730.
[34] BA. Cevdet-Darphane, No: 177, 206, 1421, 2013, 2041, 2331 ve 3080.
[35] BA. Cevdet-Darphane, No: 3216.
[36] Ahmet Refik, Osmanlı İdaresinde Bulgaristan, İstanbul, 1989, s. 33.
[37] Çağatay, Maden İşletme, s. 126.
[38] Aynı Makale, s. 126.
[39] Aynı Makale, s. 126.
[40] BA. İbnü’l-Emin, Maadin, No: 71, 105.
[41] Kastamonu Küre-i Mamureye yönelik bir belgede esirlerin “mart ibtidasından ruz-ı kasıma kadar” çalıştırıldıkları kayıtlıdır. Yaman, a.g.m., s. 272.
[42] Aynı makale, s. 273.
[43] BA. Cevdet-Darphane, No: 1623.
[44] Ahmed Refik, Anadolu’da Türk Aşiretleri, (966-1200), İstanbul, 1989, s. 45.
[45] M. Tayyip Gökbilgin, Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, İstanbul, 1957, s. 169.
[46] Mustafa Altunbay, “XVIII. Yüzyılın İkinci yarısında Gümüşhane ve Yöresinde Madencilik Faaliyetleri”, Trabzon Tarihi Sempozyumu, (Trabzon, 6-8 Kasım 1998), Trabzon, 1999, s. 390-391.
[47] Gökbilgin, a.g.e., s. 41.
[48] Örneğin, 1571 yılına ait bir kayıtta, Anadolu Vilayetindeki güherçile kârhanelerine tayin olunan yaya ve müsellemlere gereken “… zad ü zahirenin akçasıyla…” tedarik edilmesine dair bilgiler mevcuttur. BA. MD 16, No: 495.
[49] Nitekim, 1735 yılında Maraş Bölgesinde yaşayan Sena Milli Aşireti, Maraş Beylerbeyine vermiş oldukları imdad-ı hazeriyenin kaldırılmasına karşılık, bölgedeki faal maden ocaklarına kömür tedarik edeceklerini taahhüt ettiklerinden dolayı, bu muafiyetin onlara tanınmasını arz etmişlerdir. A. Refik, Madenler, s. 39.
[50] BA, Cevdet-Darphane, No: 2860, 2912, 3082.
[51] Jean Gimpel, Ortaçağ’da Endüstri Devrimi, (Çev. Nazım Özüaydın), Ankara, 1996, s. 66-67.
[52] Rhoads Murphey, “The Ottoman Attitude Towards the Adaption of Western Technology: The Role of the Efrenci Technicians in Civil and Military Application”, Contributions a L’historie Economique et Sociale de L’Empire Ottoman, Louvain, 1980, s. 293-294.
[53] Murphey, a.g.m., s. 293-294; Gimpel, a.g.e., s. 64-65.
[54] 19. Yüzyılda Osmanlı Madenciliği için bkz. Charles issawi, The Economic History of Turkey, 1800-1914, Chicago, 1980.
[55] Geniş bilgi için bkz. Lütfi Güçer, “XV. -XVII. Asırlarda Osmanlı imparatorluğunda Tuz inhisarı ve Tuzlaların işletme Nizamı”, İÜ. iktisat Fakültesi Dergisi, C. XXIII, 1963, s. 97-143.
[56] Parry, a.g.m., s. 227.
[57] XVII. Yüzyılda ünlü seyyah Evliya Çelebi, Gümüşhane ve çevresinin zenginliğinden övgüyle söz ederek şu sözleri sarf etmiştir: “… Buradaki gümüş madeni hiçbir yerde yoktur. Şehre o zaman Gümüşhane denilmişse de Al-i Osman Defterhanesinde Canca olarak yazılmıştır. Bütün halkı her çeşit vergiden muaf olup, gümüş işletmekle görevlidirler. Şehir halen Osmanlılar elinde olup, yetmiş kadar kimi terk edilmiş, kimi işler gümüş maden ocakları vardır.”. Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Sadeleştiren, Tevfik Temelkuran-Necati Aktaş, C. II, istanbul, 1986, s. 645.
[58] Handzic, a.g.m., s. 12-17.
[59] Cevher açısından zengin Şar ve Osogavska Dağlarının çevrelediği Üsküb Havzası 1600’lü yıllarda Balkanlardaki gümüş üretiminde yaklaşık %25’lik bir paya sahipti. Geniş bilgi için bkz. Rhoads Murphey, “Silver Production in Rumelia According to an Official Ottoman Report Circa 1600”, Südost Forschungen, V. XXXIX, 1980, s. 86.
[60] Mustafa Altunbay, 15-18. Yüzyıllar Arasında Osmanlı Devleti’nde Madenler ve Madencilik, Yüksek Lisans Tezi, K. T. Ü., S. B. E., Trabzon, 1998, s. 52-53.
[61] Altunbay, a.g.t., s. 53
[62] Aynı tez, s. 54.
[63] Parry, a.g.m., s. 40.
[64] Aynı tez, s. 55.
[65] Aynı tez, s. 56.
[66] BA. Cevdet-Darphane, No: 2893.
[67] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara, 1988, s. 682.
[68] Altunbay, a.g.t., s. 56.
[69] A. Refik, Bulgaristan, s. 19.
[70] Parry, a.g.m., s. 35-36.
[71] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatından Kapıkulu Ocakları, C. II, Ankara, 1984, s. 45-46.
[72] BA. Cevdet-Darphane, No: 95.
[73] BA. Cevdet-Darphane, No: 2363, 1753, 1776; D. BŞM 17259, s. 3-10; BA. İbnü’l-Emin, Maadin, No: 192.
[74] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 73; Beygu, a.g.m., s. 336.
[75] Altunbay, a.g.t., s. 60-61.
[76] İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilatı: XVII. Yüzyılda Tersane-i Amire, Ankara, 1992, s. 126.
[77] D. BŞM 17259, s. 3-10.
[78] Semavi Eyice, “Baruthane”, DİA, C. V, İstanbul, 1992, s. 94.
[79] Geniş bilgi için bkz. Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, (Çev. M. Ali Kılıçbay), İstanbul, 1989.
[80] Ö. Lütfi Barkan, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, XXXIV, Ankara, 1970, s. 557-607.
[81] Suraiya Faroqhi, “Long-Term Change and the Ottoman Construction Site: A Study of Builders Wages and Iron Prices”, Journal of Turkish Studies, X, 1986, s. 125.
[82] BA. MD 7, Hüküm No: 690; BA. MD 23, Hüküm No: 88; Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar, 1557-1638, (Çev. Gül Ç. Güven), İstanbul, 1995, s. 103.
[83] Genç, a.g.m., s. 150-156.
[84] BA. Cevdet-Darphane, No: 3268.
[85] Faroqhi, Alum Trade, s. 165.
[86] BA. Cevdet-Darphane, No: 3053.
[87] Faroqhi, a.g.m., s. 165.
[88] BA. Cevdet-Darphane, No: 2491.
[89] BA. MD 5, Hüküm No: 610; BA. MD 7, Hüküm No: 2086.
[90] BA. MD 7, Hüküm No: 2168.
[91] BA. MD 7, Hüküm No: 2449.
[92] BA. MD 7, Hüküm No: 813.
[93] Anhegger-İnalcık, a.g.e., s. 15-16.
[94] Faroqhi, Kentler, s. 59-62; Bostan, a.g.e., s. 123-124.
[95] BA. Cevdet-Darphane, No: 2715, 3206, 2534, 2303, 263.
[96] A. Refik, Madenler, s. VII.
[97] Altunbay, a.g.t., s. 77.
[98] BA. Cevdet-Darphane, No: 190.
[99] BA. Cevdet-Darphane, No: 100.
[100] Altunbay, a.g.t., s. 78.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.