Klasik Dönem Osmanlı Toplumuna Genel Bir Bakış
Oğuzların Kayı boyuna mensup olan bu aşiret, genelde gaza düşüncesiyle hareket eden Müslüman Türklerden oluşuyordu. Bilindiği üzere, Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu konusundaki klasikleşmiş eserinde, XIV. yüzyıl başında Küçük Asya’nın batı ucunda bu yeni siyasî oluşumun doğuşuna imkân sağlayan siyasî, askerî, idarî, etnik ve dinî arkaplanı derinliğine tahlil etmiş; Osmanlı Devleti’ni kuran uc aşiretinin, Anadolu Gâzileri (Alp-erenleri), Ahileri, Bacıları ve Abdalları gibi askerî, dinî ve meslekî zümrelerden oluştuğunu ve bunların özelliklerini ana hatlarıyla göstermişti. Yeni bir devletin temelini atan bu insanlar, yeni bir toplumun oluşumuna da vesile oluyor, yeni bir kültür yaratıyorlardı. Devlet büyüdükçe onu yaratan toplum da yeniden biçimlenecekti.
***
Tarihin, diğer bir ifâdeyle kültürün yaratıcı öznesi olan insanlar, yeni toplum yapıları oluşturarak, ya da farklı yapılara dönüşerek bizzat kendileri de bir kültür unsuru olabilmektedirler. Şüphesiz, insan bir yanıyla tabiî bir varlıktır ama, diğer yanıyla da kültürel bir varlık. İnsan ferdîlikten kurtulup toplumsallaşmaya, diğer bir ifâdeyle toplum hâlinde yaşamaya başladığı andan itibaren artık kültürün bir unsuru olmuş demektir.
Toplumu kuran, oluşturan fertlerdir ama, toplum o fertlerin hususiyetleri ve potansiyelleri toplamından çok daha farklı bir varlıktır. İşte, özellikle bu varlık, yani toplum, bir kültür unsurudur. Zira her hangi bir toplumun oluşması, insanların düşünce, tasarım ve eylemlerinden kaynaklanır ve bu düşünce ve davranışlar sonucunda farklı farklı toplum biçimleri ortaya çıkar. Bu konu ilk çağlardan günümüze kadar tartışılagelen konulardan biridir. Meselâ bir Osmanlı düşünürü olan Kınalızâde Ali Çelebi, XVI. yüzyılda, bu konuda, “eğer şahısların biraraya toplanması, hayırlı işler, iyilikler yapılması ve rezillikler ile kötülüklerden kaçınılması ilkeleri üzerine kurulmuşsa, bu topluluk erdemli bir topluluktur” diyerek toplumun bir kültür unsuru olduğu görüşünü ifâde ediyordu.
Osmanlı toplumunun en önemli özelliklerinden birisi, böyle bir felsefeye sahip olmasıydı. Bu felsefeyi, daha onbirinci yüzyılın ilk yarısında, Medînetü’l-Fâdıla yani Erdemli Site adını taşıyan kitabında Türk filozofu Farabî sistemleştirmişti. İleride Osmanlı şehir halkı anlatılırken bu konuya tekrar dönülecektir.
Aynı kökten gelen, ortak bir tarihleri, kültürleri, gelenekleri olan, aynı dili konuşan ve aynı dini yaşayan bu aşiret topluluğu, yeni edindikleri küçük ülkelerini bir taraftan yeni fetihlerle Balkanlar’a doğru, diğer taraftan da öteki Türk Beyliklerini ilhak ederek Küçük Asya’ya doğru genişleterek dünyanın en güçlü ve uzun ömürlü imparatorluklardan birini oluşturmuştu. Ülkenin sınırları, XVI. yüzyıl içinde en geniş boyutlarına ulaşmıştı. Kanûnî Sultan Süleyman’ın ölümü sırasında, bugün dünya haritası üzerinde yer alan Türkiye, Kırım, Ukrayna, Moldavya, Romanya, Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, kısaca Basra’dan Viyana’ya, Kafkasya’dan Fas’a ve Kırım’dan Yemen’e kadar uzanan bütün ülkeler, Osmanlı coğrafyası içindeydi.
XVI. yüzyılda doğrudan doğruya Türk unsuru tarafından kurulan bu devletin, XV. yüzyılın ilk yarısından sonra yukarıda sayılan ülkelerin üzerinde oturduğu coğrafyayı kendi ülkesine katmak suretiyle büyümesine paralel olarak, bu coğrafya üzerinde yaşayan Türk ya da başka, Müslüman ya da gayrimüslim diğer birçok halk da Osmanlı toplumuna katıldı. Bu ülkelerden, Türkiye Selçukluları Devleti’nin yıkılışıyla ortaya çıkmış olan Türk beyliklerine ait bölgelerin halklarını çoğunlukla Türkler oluşturuyordu. Çünkü, Anadolu’nun daha 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’yla Türklere açılışını takip eden sekiz on yıl içinde ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile dolmuştu, bunlar yeni göç dalgalarıyla sürekli olarak beslenmişti. İkinci yoğun bir göç dalgası ise, XIII. yüzyılın ilk yarısında, 1200 yılından itibaren, Moğol saldırılarının önünden kaçan Türkmen kümelerinin, Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan kalkarak Anadolu’ya gelmeleriyle başlamıştı. XI ve XIV. yüzyıllar arasında bir birini takip eden yoğun göçler sayesinde bir Türkmen (Oğuz) ülkesi niteliğini kazanan Anadolu, Türkiye olmuştu. İşte Osmanlıların diğer Anadolu Türk beyliklerinden devraldığı halkın büyük bölümü, bu Türkmen gruplarından başkası değildi. Bu Türk göçü Osmanlı fetihlerine paralel olarak Balkanlar’a doğru da devam etmekle birlikte, yeni fethedilen topraklarda yaşayan değişik boy ve dinden insanların katılmasıyla, devletin kuruluş dönemlerinde daha çok Müslüman Türklerden oluşan toplum, zaman içinde insan unsuru bakımından daha karmaşık bir yapı kazandı. Farklı ırkî kökenlerden gelen ve muhtelif dinlerin farklı anlayış ve yorumlarını yaşayan insanlardan oluşan bir toplumdu bu. Farklı kültürlere mensup bu insanlar, Müslüman Türklerin yönetiminde, elbette tabiî kültür etkileşimlerine maruz kalarak, fakat kendi iradeleri dışında değişim ve dönüşümlere uğramaksızın, yüzyıllar boyunca barış içinde yaşamasını bilmişlerdir. Burada, Osmanlı toplumunun klasik dönemde kazanmış olduğu bu yapının muhtelif açılardan umumi bir tablosu çizilmeye çalışılacaktır.
Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ
Hacettepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye