Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam eden temel müesseselerden biri olan şeyhülislâmlık, devlet teşkilatında en yüksek dînî ve ilmî otoriteyi temsil etmekteydi. Müesseseye ismini veren “şeyhülislâm” tabiri hicrî IV/mîlâdî X. yüzyılın ikinci yarısında Horasan bölgesinde ortaya çıkmış ve fetvâ verme konusunda temâyüz eden ulemânın bir sıfatı şeklinde düşünülmüştür.[1] Bunun yanında meşhur müfessir ve kelâmcı Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209) ve çeşitli ilimlerde pek çok eser yazan İbn-i Teymiye (ö. 728/1328) de “şeyhülislâm” ünvânıyla tanınan âlimlerdir.[2] Horasan’da ortaya çıkan “şeyhülislâm” ünvanı Müslümanların yaşadığı bölgeler olan Mısır, İran, Hindistan ve Çin’e kadar yayılarak fıkıh sahasında otoritesini halka kabul ettiren ulemanın ortak sıfatı olarak telakki edilmiştir.[3] Böylece Osmanlı Devleti’ndeki şeyhülislâmlığın menşeinin Horasan’a kadar uzanan kadim bir geleneğe bağlı olduğu görülmektedir.
I. Şeyhülislâmlığın Kuruluşu ve Gelişimi
Osmanlı Devleti’nde şeyhülislâmlığın hangi tarihte kurulduğu kesinlik kazanmamakla beraber genellikle Sultan II. Murad devrinde (806-855/1404-1451) Bursa’da müftîlik görevini yürüten Molla Fenârî (ö. 834/1431) ile birlikte müessesenin başladığı kabul edilmektedir.[4] Ancak aynı dönemde yapılan 848/1444 târihli Varna Savaşı esnasında isyan ederek devleti güç duruma sokan Karamanoğlu İbrahim Bey’e verilecek ceza konusunda Molla Fenârî’ye başvurulmayıp Mısır ulemasından fetva istenmişti.[5] Bu durum gösteriyor ki Molla Fenârî’ye verilen “şeyhülislâm” sıfatı sadece bir şeref ünvânıdır ve en yüksek fetvâ makamını ifade etmemektedir.
Şeyhülislâmlığın kuruluşunun İstanbul’un fethinden sonra gerçekleştiği ve bu makâmın İstanbul Kadılığı’na ilave olarak Hızır Bey (ö. 863/1459)’e verildiği de ileri sürülmektedir.[6] Fakat kadılık görevi yanında fetvâ verme hizmetinin eskiden beri görülen bir uygulama olması Hızır Bey’e “şeyhülislâm” ünvânı verilmesinin doğru olmadığını göstermektedir. Bu konuda daha geç bir tarih olarak Yavuz Sultan Selim devrinde (918-926/1512-1520) İstanbul Müftîliği yapan Zenbilli Ali Efendi (ö. 932/1526) ile beraber Meşihat Makamı’nın kurulduğu yolunda bir görüş bulunmaktadır.[7] Zenbilli Ali Efendi’nin I. Selim nezdinde büyük bir itibar kazanarak gerektiğinde onunla tartışmaktan çekinmeyişi, o döneme kadar ilmiye teşkilatının başı olan kadıaskerlerin geride kalmasına yol açmıştı. Bu zâttan sonra müftîlik makâmına geçen İbn-i Kemâl (ö. 940/1533) ve Ebussu’ûd Efendi (ö. 982/1574)’nin yüksek ilmî şahsiyetleri ve görevlerindeki başarılarıyla şeyhülislâmlık ilmiye teşkîlâtının en yüksek makamı haline gelmişti.[8]
Böylelikle şeyhülislâmlığın kuruluşunu Molla Fenârî ile başlatmanın itibârî bir düşünce tarzı olduğu görülmekte, ilmiye teşkilâtının başı olarak şeyhülislâmlığın önem kazanmasının Kânûnî Sultan Süleyman devrinde (926-974/1520-1566) bu makâma gelen Ebussu’ûd Efendi zamanında gerçekleştiği kesinlik kazanmaktadır. Daha sonra Meşîhat Makâmı, devlet idaresinde giderek artan bir etkinliğe kavuşarak pâdişâhın bütün önemli mevzularda danıştığı bir yüksek müsteşâr sıfatını kazanmıştır. Bununla beraber Kânûnî dönemine rastlayan Receb 948/Ekim 1541’de Çivi-zâde Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 954/1547)’nin görevden alınmasıyla başlayan şeyhülislâm azillerininin giderek sıradan bir hal alması, Meşîhat Makâmı’nın itibarını zedeleyen bir unsur olmuştur. Ayrıca bir defa görevden alınan zâtın tekrar şeyhülislâmlığa getirilmesi uygulaması da Bostan-zâde Mehmed Efendi’nin (ö. 1006/1597) 12 Şevval 1001/11 Temmuz 1593’de ikinci kez Meşihat Makamı’na tayininden itibaren sıkça görülmeye başlanmıştı.[9] Yine bu dönemde Ebussu’ûd Efendi ayarında yüksek şahsiyetlerin nâdir bulunması, Meşihat Makâmı’na seleflerine nispeten zayıf sayılabilecek isimlerin gelmesine yol açmıştı. Ancak makâma geçen zevâtın karakteri ne olursa olsun devlet teşkilatında şeyhülislâmlığın önemi hep korunmuştu. IV. Murad’ın (1033-1050/1623-1640) sonsuz bir hürmet duyduğu Yahya Efendi (ö. 1053/1644), yazdığı fetvâ mecmuasıyla asırlarca Müslümanlara ışık tutan Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692), elde ettiği itibarla Pâdişâh II. Mustafa’yı (1107-1115/1695-1703) bile geride bırakan Seyyid Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703) ve matbaanın cevâzına dair verdiği fetvâyla ilim hayatının önünü açan Yenişehirli Abdullah Efendi (ö. 1155/1743) gibi mümtâz âlimler XIX. asır başlarına kadar şeyhülislâmlık yapan isimler arasındadır.
Klasik dönem olarak tavsif edebileceğimiz yaklaşık dört asır boyunca, şeyhülislâmlar kendi oturdukları konaklarda resmî muâmelâtı yürütürken Zilka’de 1241/Haziran 1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra merkezleri olan Ağa Kapısı Meşihat Makamı’na tahsis edilmiştir. Pâdişâh II. Mahmud (1223-1255/1808-1839) “Yeniçeri” kelimesini hatırlatan herşeyin unutturulması için Süleymaniye Câmii arkasındaki Ağa Kapısı’nın “Fetvâ Kapısı”na dönüşmesinin uygun olacağını Sadrazam Mehmed Selim Paşa (ö. 1248/1832)’ya hitâben sâdır olan hatt-ı hümâyûnda belirtmişti.[10] Böylece II. Mahmud döneminde başlatılan yenileşme çabalarından Meşihat Makamı da nasibini alarak “Bâb-ı Meşîhat” olarak anılan düzenli bir devlet dâiresi haline gelmiştir. Tanzimat döneminde giderek genişleyen teşkilat yapısıyla geniş bir bakanlık hüviyetine bürünen şeyhülislâmlık 11 Rebî’ü’l- evvel 1341/1 Kasım 1922’de Osmanlı saltanatının lağvına kadar mevcudiyetini devam ettirmiştir.
II. Şeyhülislâmlığın Devlet Teşrîfâtındaki Yeri
Devlet teşrîfâtında şeyhülislâmlığın yerinden ilk olarak bahseden resmî vesîka Fatih Sultan Mehmed (855-886/1451-1481)’in tedvin ettirdiği Kânunnâme-i Âl-i Osmân’dır. Burada şeyhülislâmın ulemânın reîsi olduğu ve pâdişâh hocasıyla beraber vezirlere takaddüm etmesi gerektiği zikredilmektedir.[11] Fakat aynı dönemde Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri’nin gerek aldıkları ücret gerekse yetkileri bakımından ilmiye teşkilâtının başı sayılmaları, şeyhülislâma verilen ulemânın reîsliği sıfatının bir şeref ünvânı şeklinde düşünülmesinin daha doğru olacağını göstermektedir.[12] Buna göre Kânunnâme-i Âl-i Osmân’da zikredilen ulemânın reisliği sıfatının ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısına rastlayan Ebussu’ûd Efendi döneminde gerçekleştiği teyid edilmektedir. Zira Ebussu’ûd Efendi aldığı maaş ve sahip olduğu yetkilerle Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri’ni geride bırakmıştır.
Devlet teşrifatında şeyhülislâmlığın yerini en veciz ifadelerle belirten diğer bir kânunnâmede ise Meşihat Makâmı’nın “rütbe-i vekâlet-i kübrâ” denilen vezîr-i a’zamlık ile eşit telakki edildiği, hatta devletin asıl dayanağı sayılan din sahasında otorite olmasından dolayı bazen üstün tutulduğuna dikkat çekilmektedir. Böylece devlet idaresine dâir işleri yüklenen sadrazam ile din işlerine nezâret eden şeyhülislâm pâdişâhın iki ayrı kanadını temsil etmektedir.[13]
Osmanlı Pâdişâhlarının sahip oldukları hilâfet sıfatı cihetinden şeyhülislâmlığın yerini değerlendiren Kavânîn-i Teşrîfât adlı diğer bir eserde ise, Meşîhat Makâmı’nın hilâfet dâhilindeki din mertebelerinin en yükseği olduğu zikredilmektedir. Bu şekilde müctehid imamların vârisi ve İmam-ı A‘zam Ebu Hanîfe’nin halefi olarak kabul edilen şeyhülislâmın vezîr-i a‘zam hâricindeki bütün devlet ricâlinin önüne geçeceği, pâdişâhın huzûruna çıktığında ayakta karşılandığı, ziyaretine gelen ilmiye ve seyfiye ricâli tarafından elinin öpüldüğü aynı kânunnâmede belirtilmektedir.[14]
Buraya kadar verdiğimiz izahlardan anlaşıldığına göre şeyhülislâmlık, devlet teşrîfâtında pâdişâh ve sadrazamdan sonra üçüncü sırada yer almasına rağmen bazen ikisini de geçerek devletin en yetkili otoritesi konumuna gelebilmektedir. Çünkü şeyhülislâmın verdiği fetvalar ile sadrazam ve pâdişâhın görevden alınması hatta katilleri mümkün olabilmektedir.
Ayrıca şeyhülislâm yeni pâdişâhın tahta cülûsu, kılıç kuşanması, Hırka-i Şerif ziyareti, Mevlid-i Şerif okunması gibi önemli merasimlerde mutlaka bulunurdu.[15] Bu durum devletin son zamanlarına kadar devam ederek resmî teşrîfâtta şeyhülislâmlığın ne kadar önemli bir mevkide bulunduğu vurgulanmıştır.
III. Şeyhülislâm Tayini ve Azli
Devlet teşkilatında pâdişâh ve sadrazamdan sonra gelen şeyhülislâmlığa tayin edilecek zevâtta tabii olarak belli şartların bulunmasına özen gösterilmiştir. Ebussu’ûd Efendi devrine kadar şeyhülislâmlığa getirilenler müderrislik, mevleviyet kadılığı ve kadıaskerlik yapanlar arasından seçildiği halde bu dönemden itibaren Rumeli Kadıaskerliği yaparak ma’zûl sayılan ulemâdan birinin tayini kânun şeklinde telakki edilmiştir.[16] Bu şekilde ilmiyenin en alt mertebesi olan müderrislikten Rumeli Kadıaskerliği’ne varıncaya kadar kazanılan tecrübelerin şeyhülislamlık makamının ağır yükünü kaldırma hususunda yardımcı olacağı hesaba katılmıştır. Osmanlı Devleti’nde din sahasında en yüksek otorite olan şeyhülislâmlığa tayin edilecek zevâtta bulunması gereken sıfatların vecîz bir şekilde sıralandığı bir eserde şöyle denilmektedir:
“Ulemânın a‘lem (en bilgili) ve efdali (en faziletli) ve etkâ (en çok takva sahibi) ve evra’ı (Allah) ve esenn (yaşça en büyüğü) ve eslahı şeyhülislâm olup ândan aşağı Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri bu tertib üzere istihkaklarına riâyet olunurdu.”[17] Buna göre şeyhülislâmlığa getirilecek zevâtın geniş bir ilmî dirâyete sahip olmaları yanında özel hayatlarında dini en güzel şekilde yaşamaları gerekmekteydi. Tabiîdir ki her zaman İbn-i Kemâl ve Ebussu’ûd Efendi gibi zirve şahsiyetler bulunamadığından bazen hasbe’l-kader bu makâma gelenlere de rastlanabilmiştir. Ancak müderrislikten Rumeli Kadıaskerliği’ne kadar uzanan yolun oldukça zor ve meşakkatli olduğu düşünüldüğünde sıradan kişilerin bu makama gelişinin nâdiren gerçekleştiği açıktır.
Şeyhülislâmlığa tayin işlemi sadrazamın konuyla ilgili telhisini padişaha sunulduktan sonra yazılı emri olan hatt-ı hümâyûn ile gerçekleşmekteydi. Telhiste belirtilen ismin seçilmesi tamamen padişahın takdirinde olan bir husus olup sadrazamla anlaşamadıkları da olurdu. Meselâ Pâdişâh III. Mehmed devrinde (1003-1012/1595-1603) 24 Şa’ban 1006/2 Nisan 1598’de Bostan-zâde Mehmed Efendi’nin vefatı üzerine Sadrazam Hadım Hasan Paşa (ö. 1006/1598), şeyhülislâmlığa Karaçelebi-zâde Hüseyin Efendi veya meşhur şâir Bâkî (ö. 1008/1600)’nin getirilmesine dair bir telhisi saraya sunmuştu. Fakat bu telhisteki isimleri beğenmeyen Pâdişâh III. Mehmed, eskiden beri büyük hürmet duyduğu Hoca Sa’deddin Efendi’nin bu makâma tayinini emreden bir hatt-ı hümâyûn ısdâr ettirmişti.[18] XVII. asır sonlarında pâdişâhlık yapan IV. Mehmed devrinde (1058-1099/1648-1687) ise, Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa (ö. 1087/1676)’nın uygun gördüğü Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692) damla hastalığına mübtelâ olan hocası Minkârî-zâde Yahya Efendi (ö. 1088/1677)’nin yerine şeyhülislâmlığa getirilmişti.[19] Aynı şekilde XVIII. asrın ilk yarısında hüküm süren Pâdişâh I. Mahmud (1143-1168/1730-1754), şeyhülislâmlığı tevcih etmek istediği Hekimbaşı Mehmed Emin Efendi (ö. 1160/1747) hakkında saraya çağırdığı Sadrazam Seyyid Hasan Paşa (ö. 1161/1748) ile istişâre ettikten sonra 13 Rebi‘ü’l-evvel 1159/5 Nisan 1746’da tayin işlemi tamamlanmıştı.[20]
Şeyhülislâmlığa tayin edilen zât saraya veya sadrazamlığın merkezi olan Paşa Kapısı’na davet edilir, daha sonra sadrazamla beraber pâdişâhın huzuruna girerlerdi. Pâdişâh bunları üç adım yürüyerek karşılar, ardından şeyhülislâm olan zât ferve-i beyzâ denilen beyaz çuhayla kaplı samur kürk, sadrazam da samur hil’at giyerdi. Bu şekilde tayin merasimi tamamlandıktan sonra sadrazamla şeyhülislâm at üzerinde Bâb-ı Âlî’ye giderek bir süre oturup sohbet ederlerdi.[21] Önceleri şeyhülislâmlığa tayin edilenler hayat boyu görevde kalırlarken Kânûnî devrinde Muhyiddin-i Arabî (ö. 638/1240) ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ö. 672/1273) hakkında ağır sözler sarfeden Şeyhülislâm Çivi-zâde Muhyiddin Mehmed Efendi Receb 948/Ekim 1541 tarihinde pâdişâh tarafından azledildi.[22] Böylece şeyhülislâmların azledilemezlik (lâ yen’azil) özellikleri kalktıktan sonra sık sık görevden alınmalar ortaya çıkmaya başladı. Bu konuda daha çok devlet idaresinde rakip istemeyen sadrazamların tesiri görülürdü. Mesela III. Mehmed devrinde Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa (ö. 1012/1603), kendisinin ordunun başına geçerek İstanbul’dan ayrılmasında ısrar eden Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi (ö. 1021/1612)’yi her türlü yola başvurup 2 Safer 1010/2 Ağustos 1601’de azlettirmişti.[23] IV. Murad’ın babası gibi hürmet ettiği Yahya Efendi de Sadrazam Kemankeş Ali Paşa (ö. 1033/1624) tarafından başka bir şehzâdeyi tahta geçirmek için çalışmakla itham edilerek 9 Zilhicce 1032/4 Ekim 1623’de haksız bir şekilde görevden alınmıştı.[24]
Şeyhülislâm azillerinde yaşlılık ve hastalık durumlarının görev yapmaya engel oluşu da önemli bir sebeptir. Nitekim III. Ahmed devri (1115-1143/1703-1730) şeyhülislâmlarından Mehmed Sâdık Efendi (ö. 1121/1709), çok yaşlandığı için fetvâ hizmetini sürdüremeyeceğini sık sık Sadrazam Çorlulu Ali Paşa (ö. 1122/1710)’nın yanında dile getirmiş; nihayet pâdişâhın kızlarından Hatice Sultan’ın cenaze namazında bayram namazında olduğu gibi her tekbirde ellerini kaldırması üzerine 2 Zilka’de 1119/25 Ocak 1708’de mecburen azledilmişti.[25] Aynı şekilde I. Mahmud devrinde Şeyhülislâm Ak Mahmud-zâde Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1164/1751) yüz yaşına erişmiş olduğundan artık vazife yapamayacağına kanaat getirilerek 24 Receb 1161/20 Temmuz 1748’de azledildi.[26] Aynı pâdişâh devrinde Paşmakçı-zâde Abdullah Efendi (ö. 1145/1733), İran ile yapılması düşünülen antlaşmaya muhalif olduğundan saraydaki meşveret sırasında pâdişâha karşı sert konuştuğundan 7 Şa’ban 1144/4 Şubat 1732’de görevden alınmıştı.[27] Bu da gösteriyor ki, sadrazamın aleyhteki faaliyetleri ile yaşlılık ve hastalık gibi tabiî sebepler yanında pâdişâhla anlaşamamak da azil gerekçeleri arasındadır.
Azledilen şeyhülislâmların İstanbul’da kalması uygun bulunmayarak gelirleri kendilerine “arpalık” olarak tahsis edilen kazâlara sürgün (nefiy) edilirlerdi. Meselâ 10 Cemâziye’l-evvel 1061/2 Mayıs 1651’de azledilen Şeyhülislâm Mehmed Bahâî Efendi (ö. 1064/1654), kısa bir müddet yalısında oturduktan sonra arpalığı olan Ege Denizi’ndeki Midilli Adası’na gönderilmişti.[28] III. Ahmed dönemi şeyhülislâmlarından Ebe-zâde Abdullah Efendi ise 16 Safer 1125/14 Mart 1713’te azledildikten sonra Trabzon’a gitmek üzere bindiği gemide boğularak can vermişti. Ayrıca Bursa şehri de bir sürgün merkezi olarak kullanılırdı. III. Selim dönemine âit bir arşiv vesikasından anlaşıldığına göre, görevinden azledilen Dürrî-zâde Mehmed Ârif Efendi’nin (ö. 1215/1800) Bursa’da mecbûrî ikamet etmesi yeni Şeyhülislâm Mustafa Âşir Efendi’nin (ö. 1219/1804) tezkeresi üzerine sâdır olan bir ferman vasıtasıyla bildirilmiştir.[29] Burada yeni tayin edilen şeyhülislâmın daha rahat hareket edebilmesi için selefinin sürgün edilmesi yoluna gidildiği düşünülebilir.
IV. Şeyhülislâma Bağlı Olan Görevliler
Klasik dönem Osmanlı Devleti teşkilatında şeyhülislâmlık için ayrı bir hükümet dairesi tahsis edilmediğinden, her şeyhülislâm kendi oturduğu konakta işlerini görmek zorunda kalırdı. Bâb-ı Âlî’ye yakın olması için genellikle Fatih, Süleymaniye ve Cağaloğlu civarında bulunan bu konakların harem kısmında şeyhülislâmın âilesi oturur, selâmlık bölümünde ise Fetvâ Emîni, Şeyhülislâm Kethüdâsı, Telhîsçi, Mektupçu ve hizmetine bakan diğer görevlilerden oluşan bir memur kadrosu bulunurdu. Bu görevliler içinde en yetkili merci olan Fetvâ Emîni, şeyhülislâmlığa gelen fetvâların hazırlanmasından sorumluydu. İlk olarak Zenbilli Ali Efendi’nin hastalığı sırasında Kânûnî tarafından fetvâ izni verilen Balıkesirli Mehmed Muhyiddin Efendi ile beraber fetvâ eminliğinin başladığı kabul edilmektedir.[30] Özellikle XVI. asırdan sonra şeyhülislâmların mesuliyetleri giderek arttığından fetvâ hazırlama işinde tamamen fetvâ emînleri söz sahibi olmuş ve şeyhülislâma sadece imzâ atma işi kalmıştır.[31] Bu şekilde Fetvâ Emini’nin maiyyetindeki müsevvid, mübeyyiz gibi memurlar ile ayrı bir daire şeklinde teşekkül etmeye başlayan Fetvâhâne, Tanzimat’tan sonra çıkarılan nizâmnâmelerle resmiyete kavuşarak şer‘î mahkemelerin bir temyiz makâmı mâhiyetini kazanmıştır.[32]
Meşihat Makamı’nın idâri ve mâlî işlerinden sorumlu olan Şeyhülislâm Kethüdâsı bugünkü bakanlık müsteşarlarına benzetilebilir. Bunlar da fetvâ emînleri gibi kadılık ve müderrislik yapan ilmiye mensupları arasından seçilirdi. I. Abdülhamid devrine rastlayan 20 Cemâziye’l-evvel 1199/31 Mart 1785 tarihinde şeyhülislâm olan İvaz Paşa-zâde İbrahim Beyefendi (ö. 1212/1798), Halep Kadılığı yapan Konevî İmam-zâde Efendi’yi kethüdâlık görevine getirmişti.[33] Şeyhülislâm Kethüdâsı’ndan sonra Meşihat Makamı’nın yazı işlerinden sorumlu olan mektupçu ve devlet dairelerine yazılan telhisleri Bâb-ı Âlî’ye götüren Telhisçi adlı memurları zikredebiliriz. Şeyhülislâma bağlı olan bir görevli de Sultan II. Bayezid’in 911/1505 senesinde İstanbul’da yaptırdığı medresede şeyhülislâm nâmına müderrislik yapan Ders Vekîli’dir. Burada şeyhülislâmların haftada bir gün müderrislik yapması, Bayezid külliyesinin vakfiyesi şartlarından biriydi. Ancak artan meşguliyetleri sebebiyle bu görevi yapamayan şeyhülislâmlar kendi yerlerine yüksek derecedeki müderrisler arasından birini “Ders Vekîli” olarak tayin etmişlerdir. Böylece şeyhülislâmlığın 1922’de kaldırılmasına kadar devam eden “Ders Vekâleti” adlı bir memuriyet doğmuştur.[34] Ayrıca Meşihat Makamı’nı temsilen medreselerde okutulan dersleri teftiş etmek ve müderrislik imtihanlarının yapılışında şeyhülislama yardım etmek de ders vekilinin görevleri arasındadır.[35]
Şeyhülislâm konağında aslî vazîfeleri gören memurlar yanında elbise ihtiyacını karşılayan çuhadar ile kapıcı, arabacı ve seyis gibi hademe sınıfından olan görevliler de vardır. Şeyhülislâm konağını ziyaret eden sadrazamın bütün bu görevlilere ihsanlarda bulunduğu, resmî merâsimlerin anlatıldığı bir teşrifât mecmuasında zikredilmektedir.[36] Klasik dönemde şeyhülislâmlığın kadrosu zikrettiğimiz görevlilerle sınırlı olduğu halde Ağa Kapısı’na taşınılmasından sonra memur sayısı hızla artarak geniş bir bakanlık teşkilatı hâlinde faaliyetleri devam ettirmiştir.
V. Şeyhülislâmın Vazifeleri
Osmanlı Devleti teşkilatında çok önemli bir yere sahip olan şeyhülislâmın vazifelerini hukûkî ve adlî saha, ilmiye ve eğitim sahası, din hizmetleri sahası ile idârî ve siyâsî işlerdeki sorumlulukları olmak üzere dört ana başlık altında toplayabiliriz.
A. Şeyhülislâmın Hukûkî ve Adlî Sahadaki Vazifeleri
Ebussu’ûd Efendi devrinden itibaren kadıaskerlerin önüne geçerek en yüksek hukûkî otorite haline gelen şeyhülislâmların asli vazifesi fetva vermektir. Bu sebeple şeyhülislâmlar, bütün insanların müftîsi manasına gelen “müfti’l-enâm” sıfatıyla anılmışlardır. Peygamberimizin yaşadığı Asr-ı Saâdet döneminden başlayarak müslümanlar arasında bilinen bir kavram olan fetvâ, İslâm Hukukunu iyi bilen bir fakîhin kendisine herhangi bir meselede yöneltilen soruya yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap şeklinde tanımlanmıştır.[37] Fetvâ kadının verdiği hüküm gibi kesinlik taşımaz, burada soru soran kişiyi bilgilendirme amacı gözetilir. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren müslümanların yaşadığı şehirlerde müftîlik görevini üstlenen ulemâya rastlanmıştır. Osmanlı Şeyhülislâmları da devletin merkezi olan İstanbul’da en yüksek fetvâ makamını temsil etmekteydiler. Önceleri fetvâ verme işleminin tüm safhalarında şeyhülislâm müessir olurken daha sonra fetvâların hazırlanması işi Zenbilli Ali Efendi’nin son zamanlarında ortaya çıkan fetvâ eminlerinin başkanlığı altındaki büroya havâle edildi. Buna göre fetvâ isteyen bir kişi önce sorusunu pusulaya yazarak “müsevvid” denilen kâtiplere teslim eder, ardından mübeyyiz verilecek cevabın taslağını hazırlayarak fetvâ eminine gönderirdi. Gerekli inceleme tamamlandıktan sonra şeyhülislâm imzâsını atar ve “müvezzi” denilen görevli tarafından fetvâlar dağıtılırdı. Fetvâ isteyen kişiden alınan yedi akça ücretin beşi mübeyyizlere ve geri kalan ikisi de müsevvidlere bırakılırdı.[38]
Genellikle uzun rulo kağıtlara ta’lîk hattıyla yazılan fetvâlar baş taraftaki duâ cümlesinden sonra soru, cevap ve imzâ kısımlarından oluşurdu. Fetvâ istenilen konular arasında ibadetlere dair basit bir meseleden, miras, evlilik ve ticaret hayatıyla ilgili sorulara; yabancı bir devlet ile yapılan antlaşmadan yüksek derecedeki bir memurun katline kadar çok farklı hususlar yer almaktaydı. Halktan birinin sorduğu meseleye dair verilen cevaba husûsî fetvâ, pâdişâh veya sadrazamın bizzat şeyhülislâmdan istediği fetvâlara da umûmî fetvâ denilirdi.[39] Bu iki kısım fetvâlara âit örnekler şeyhülislâmlar tarafından meydana getirilen fetvâ mecmualarında bulunmaktadır. Meselâ II. Selim devrine (974-982/1566-1574) rastlayan 979/1571 senesinde Şeyhülislâm Ebussu’ûd Efendi, Müslümanların hac yolu üzerinde bulunan Kıbrıs Adası’nın devletin güvenliği açısından mutlaka fethedilmesinin şart olduğunu söyleyen bir fetvâ kaleme almıştı.[40] III. Ahmed devrinde (1115-1143/1703-1730) uzun müddet şeyhülislâmlık yapan Yenişehirli Abdullah Efendi (ö. 1156/1743) ise, Müslüman bir devlet olan İran’a karşı savaşmanın câiz olduğunu belirten bir fetvâyı geniş bir ulemâ topluluğuyla beraber imzalamıştı. Buna gerekçe olarak da İranlıların sulhü bozarak sınır hudutlarına saldırdıkları ileri sürülmüştü.[41] I. Abdülhamid zamanında (1188-1203/1774-1789) Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan 3 Rebi‘ü’l-evvel 1193/21 Mart 1779 târihli Aynalıkavak Senedi de Şeyhülislâm Mehmed Şerif Efendi’nin fetvâsı ve diğer ulemânın da bunu uygun bulmasıyla yürürlüğe konmuştu.[42]
Umûmî fetvâlar içinde pâdişâhın tahttan indirilmesi ve bazen de katline dâir fetvâlar çok önemlidir. Zira bu fetvâlar ile şeyhülislamın gerektiğinde pâdişâhı aşan bir otoritesi olduğu teyid edilmektedir. Meselâ Sultan İbrahim’in (1049-1058/1640-1648) devlet memuriyetlerini ehline vermeyerek rüşvetle dağıttığı için “nizâm-ı âlemi” bozduğunu ileri süren Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi (ö. 1066/1656), pâdişâhın hal‘ ve izâlesinin (katlinin) câiz olduğunu belirten bir fetvâ vermişti.[43]
Fetvâ verme vazifesine ilaveten şeyhülislâmlar İslam Hukukunun kesin hüküm koymadığı alanlarda çıkarılan kânunnâmelerin şeriata uygunluğunu denetleyerek günümüz anlayışıyla Anayasa Mahkemesi’ne benzer bir fonksiyon üstlenmişlerdir. Bu hususta en çok gayreti görülen Ebussu’ûd Efendi, Kânûnî’ye danışmanlık yaparak örfe dayalı kânunlarda şeriata aykırı hükümlerin bulunmaması için büyük gayret göstermiştir. Böylece dînî usûl ve kâideleri milli irâdeyle birleştirerek belli bir nizâm ortaya koyduğu için Ebussu’ûd Efendi’nin “Ebû Hanife-i Sânî” ünvânını hakettiği ileri sürülmektedir.[44] Şeyhülislâmın bu yüksek mahkeme işlevi klasik dönemde devam etmiş, Tanzimat’tan sonra Adliye Nezâreti’nin kurulmasıyla eski yetkilerinde nispeten azalma olmuştu. Ancak şeyhülislâmlar devletin son zamanlarına kadar şer‘î hukuk sahasında en yüksek merci olma vasfını devam ettirmişlerdir.
Zenbilli Ali Efendi’den itibaren şeyhülislâmların bazı vakıflara nezâret etmesi de hukûkî sahadaki vazifeler arasına eklenebilir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi II. Bayezid İstanbul’da yaptırdığı külliyenin gelir kaynağı olan vakıflara Zenbilli Ali Efendi’nin nezâret etmesini istemiş, sonraları çoğunlukla ulemânın kurduğu vakıflar da şeyhülislâm nezâreti altına girmiştir.[45] Şeyhülislâmlar bizzat bu vakıfların kontrolünü yapamayacaklarından “şeyhülislâm müfettişi” adlı ilmiye sınıfından bir görevliye bu işi havâle etmişlerdi. Şeyhülislâm’ın nezâretindeki vakıflar II. Mahmud dönemine rastlayan 1250/1834 senesinde Haremeyn Nezâreti’ne nakledilmiştir.[46]
B. Şeyhülislâmın İlmiye ve Eğitim Sahasındaki Vazifeleri
Klasik dönem Osmanlı teşkilatında orta ve yüksek derecedeki eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü medreseler şeyhülislâmlığa bağlı bulunmaktaydı. Medreselerde görev yapan müderrislerin tayinlerinden 982/1574’e kadar tamamen sadrazam ve kadıasker sorumluyken, bu târihten itibaren yevmiyesi kırk akçadan yukarı olan müderrisliklerin ve yüz elli akçayı aşan mevleviyet kadılarının tayin için arz edilme görevi şeyhülislâmlara bırakılmıştı. Hatta bu görevin fetvâ meşgûliyeti yanında zor olacağını söyleyen Şeyhülislâm Ebussu’ûd Efendi, Sadrazam İbrahim Paşa’ya bir tezkire yazarak iş yükünün arttığını ifade etmişti.[47] Yine Ebussu’ûd Efendi’nin Rumeli Kadıaskerliği’nden başlayarak uygulanan usûle göre, medreseden mezun olanlar Rumeli veya Anadolu Kadıaskeri’nin defterine isimlerini yazdırarak “mülâzemet” dönemi denilen bir hazırlık safhasını geçirirlerdi.[48] Mülâzemet dönemi bittikten sonra yevmiyesi kırk akçayı geçen hâric müderrisliğinden en yüksek derece olan Süleymaniye Dârü’l-Hadis Medresesi’ne kadar tayini düşünülen zevâtın isimleri şeyhülislâmın telhisiyle sadrazama arz edilir, pâdişâhın onayıyla da resmî muâmele tamamlanmış olurdu.[49] IV. Mehmed dönemi şeyhülislâmlarından Çatalcalı Ali Efendi, hâric ellili Sayyâdbaşı Medresesi’nden Süleymaniye’ye kadar düzenlediği 1092/1681 târihli tayin telhisini Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (ö. 1095/1683) vasıtasıyla pâdişâha arz etmiş, “vech-i meşrûh üzere verdim” şeklindeki hatt-ı hümâyûn ile tayin onaylanmıştı.[50]
İlmiye teşkilatının diğer önemli kısmı olan kadılıklarda ise yevmiyesi 150 akçadan yukarı olan mevleviyet kadılarından Rumeli Kadıaskeri’ne kadar tayin edilecek isimlerin listesini hazırlayıp arz etmek şeyhülislâmın göreviydi. Mesela I. Mahmud dönemine âit bir sadrazam telhisinde; Mekke, Medine, Edirne, Şam ve Lefkoşa kadılıklarına getirilecek isimleri Şeyhülislâm Dürrî Mehmed Efendi’nin (ö. 1149/1737) belirlediği zikredilerek “işâretleri mûcibince amel oluna” şeklinde bir hatt-ı hümâyûn çıkarılması istenmektedir.[51] Bu şekilde kadılığa tayin edilenler bir sene görev yaptıktan sonra azledilmiş sayılır, belli bir bekleme dönemini müteakip üst derecedeki kadılığa geçerdi. En yüksek derece olan İstanbul Kadılığı’nda görev yapıp ma’zûl sayılan bir zât yine Şeyhülislâm tarafından sırasıyla Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği’ne tayin edilecek adaylar arasına girerdi. I. Abdülhamid’e âit 1190/1776 târihli bir hatt-ı hümâyûnda, Rumeli Kadıaskerliği’ne Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin uygun gördüğü, hâlen nakîbü’l-eşrâflık yapan Seyyid İbrahim Efendi’nin tayininin onaylandığı belirtilmektedir.[52] Burada ismi geçen nakîbü’l-eşraflar Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan seyyid ve şeriflere nezâret etmekle görevli olup, tayinleri hususu yine şeyhülislamın sorumluluğundadır. Ayrıca savaşa çıkıldığında askerlerin hukûkî meselelerini çözmekle görevli olan ordu kadılarının tayin için arz edilmesi görevi de şeyhülislâma âittir.
En düşük derecedeki müderris ve kadıdan Rumeli Kadıaskeri’ne kadar kusuru görülen ilmiye mensuplarının azli ve cezalandırılması yine şeyhülislâm tarafından yapılırdı. Şeyhülislâmın işaretiyle azledilip sürgün edilen müderris ve kadılara arşiv vesikalarında sıkça rastlamak mümkündür. Mesela III. Selim döneminde rüşvet almakla itham edilen Edirne Kadısı Feyzullah Efendi-zâde Mehmed Refi‘ Efendi, Şeyhülislâm Hamîdî-zâde Mustafa Efendi’nin (ö. 1208/1793) 7 Rebi‘ü’l-evvel 1204/25 Kasım 1789 tarihli takrîriyle Limni Adası’na sürülmüştü.[53]
C. Şeyhülislâmın Din Hizmetleri Sahasındaki Vazifeleri
Osmanlı Devleti’nde halkın dînî vecibelerini yerine getirmesinde yardımcı olan imam-hatib, müezzin, vâiz, kayyım gibi din görevlileri maaşlarını caminin vakfından aldıkları için bunların tayini İstanbul’da vakıf mütevellisi, taşrada kadı tarafından şeyhülislâma arz edilirdi.[54] Bu sebeple günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yürüttüğü din görevlilerinin tayini ve kontrolü meselesi geçmişte daha geniş yetkilerle şeyhülislâmlığa bırakılmıştı. Bunun yanında tasavvuf anlayışının canlı bir şekilde devamını sağlayan muhtelif tarikatlara âit tekke ve zâviyelere şeyh tayininde yine şeyhülislâmın onayı gerekirdi. I. Mahmud döneminde görev yapan ve kendisi de tarikat mensubu olan Şeyhülislâm Mirzâ-zâde Şeyh Mehmed Efendi (ö. 1147/1735), İstanbul’un Şehremini semtindeki Bayramiye tarikatına bağlı Şeyh Nâzım tekkesi şeyhliğini 1143/1730 senesinde Abdülhalim Efendi’ye tevcih ettirmişti.[55] Câmilerde hizmet veren görevlilerle beraber tekke ve zaviyelerden sorumlu şeyhlerin tayininde de şeyhülislâmın müessir olması, Meşihat makamının din konusunda en yetkili otorite sayıldığını açık bir şekilde göstermektedir.
D. Şeyhülislâmın İdârî ve Siyâsî İşlerdeki Vazifeleri
Şeyhülislâmlar hukuk, eğitim ve din hizmetleri sahasındaki aslî vazifeleri yanında devletin her türlü önemli meselesinde pâdişâhın başmüşâviri gibi hareket ederlerdi. Aslında şeyhülislâm, Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olmadığı halde savaş ve barış yapılması, sadrazam tayini, yeni para basılması gibi her türlü âcil devlet meselelerinde görüşünü bildirmesi için saraya çağrılırdı. Bu hususu Sultan İbrahim’e yazdığı arzlardan birinde dile getiren Koçi Bey (ö. 1059/1649), en azından haftada bir şeyhülislâmı huzûra çağırıp memleketin durumu hakkında sohbet etmesi gerektiğini pâdişâha tavsiye etmektedir.[56]
Sultan IV. Mehmed zamanına rastlayan 3 Ramazan 1090/8 Ekim 1679’da Kırım Hânı’ndan Rusların sınıra tecâvüz ettiklerini bildiren bir mektup gelince sarayda geniş katılımlı bir meşveret yapılmış, başta Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi olmak üzere bütün devlet ricâlinin desteklediği pâdişâh kumandasında bir sefer yapılması kararı kabul edilmişti.[57] III. Selim dönemi şeyhülislâmlarından Hamîdî-zâde Mustafa Efendi ise saraya gönderdiği arzda, ordunun savaşacak gücünün kalmadığı ve kendisiyle beraber bütün ulemânın antlaşma yapılmasına taraftar olduğu zikredilmişti. Bunun üzerine Rusya ile 15 Cemâziye’l-âhir 1206/10 Ocak 1792’de Yaş Antlaşması imzalanmıştı.[58]
Sadrazam tayiniyle ilgili olarak şeyhülislâmla istişâre edilmesi de sıkça rastlanan bir husustur. Mesela Sultan I. Ahmed devrinde (1012-1026/1603-1617) halka zulmettiği için azledilen Derviş Paşa’nın (ö. 1015/1606) yerine Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’nin tavsiye ettiği Belgrad Muhâfızı Murad Paşa (ö. 1020/1611), Şa’ban 1015/Aralık 1606’da sadrazamlığa tayin edilmişti.[59] Bu gibi önemli devlet meseleleri için özellikle XII/XVIII. yüzyıl içinde şeyhülislamın oturduğu konakta meşveret toplantısı yapılırdı. Böyle bir meşveret toplantısının yapıldığı Zilka’de 1182/Mart 1769 târihinde Şeyhülislâm Pîrî-zâde Osman Sâhib Efendi’nin (ö. 1183/1770) konağında biraraya gelen ulemâ Sadrazam Mehmed Emin Paşa kumandasındaki ordunun Lehistan’a girmesine karar verildiğini Pâdişâh III. Mustafa’ya bildirmişti.[60] Yine aynı pâdişâh devrinde Şeyhülislâm Dürrî-zâde Mustafa Efendi’nin (ö. 1188/1775) konağında toplanan ilmiye ricâli Ruslarla yapılacak barış antlaşmasının uygun olduğu konusunda görüş birliğine varmış ve ordunun başında bulunan Sadrazam Muhsin-zâde Mehmed Paşa’ya şartları belirleme yetkisi verilmişti.[61] Yapılan görüşmeler sonucunda Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığı arasında 12 Cemâziye’l-âhir 1188/21 Temmuz 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması imzalanmıştır.
Görüldüğü üzere şeyhülislâm konağı burada devlet meselelerinin görüşüldüğü bir toplantı merkezi özelliğini kazanmaktadır. Bu sebeple şeyhülislâmın dînî, hukûkî ve adlî sahadaki yetkileri yanında pâdişâhın her zaman fikir sorduğu müşâviri gibi hareket ettiği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle Osmanlı pâdişâhları devleti idare ederken tek başına karar vermeyerek her zaman şeyhülislâm, sadrazam gibi devlet ricâline danışmışlardır.
Sonuç
Klasik dönem Osmanlı Devleti teşkilatında şeyhülislâmlığın ne kadar önemli bir yere sahip bulunduğu açıkça görülmektedir. Menşei IV/X. yüzyıla kadar uzanan “Şeyhülislâm” ünvânı Osmanlı Devleti’nde en yüksek dînî ve ilmî otoritenin ismi olmuştur. II. Murad devrinde Molla Fenârî’den başlayarak Bursa, Edirne ve İstanbul gibi pâyitaht şehirlerinde müftîlik yapan zevâta “Şeyhülislâm” denilirdi. Ancak Zenbilli Ali Efendi, İbn-i Kemâl ve Ebussu‘ûd Efendi gibi üstün şahsiyetlerin bu makâma geçmesinden sonra şeyhülislâmlık Osmanlı ilmiye teşkilatında en yüksek dereceye ulaşmıştı. Bunun sonucunda yüksek derecedeki müderris ve kadı tayinleri şeyhülislâma bırakıldı. Asıl vazifeleri fetvâ vermek olan şeyhülislâmlar bir taraftan eğitim kurumları olan medreselerden sorumlu oldukları gibi mahkemelerde hüküm veren kadılara nezâret etmeleri dolayısıyla adliye sahasında da yetkili sayılmışlardı. Diğer yandan günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yerine getirdiği fonksiyonları daha fazla salahiyetler ile üzerlerine almışlardı. Bunun dışında pâdişâhlar yaptıkları işin dine uygunluğunu sağlamak amacıyla devletin bütün önemli meselelerinde mutlaka şeyhülislâmın görüşünü alırlardı.
Ayrıca pâdişâhların tahta çıkışından donanmanın denize açılmasına kadar devlet teşrifâtındaki bütün önemli merasimlerde mutlaka şeyhülislâm da hazır bulunurdu. Bazen şeyhülislamlar pâdişâhı bile gölgede bırakarak onların tahttan indirilmelerine ve gerekirse katillerine dair fetva verebilirlerdi. Bu şekilde Osmanlı pâdişâhları, Yavuz Sultan Selim’den itibaren kazandıkları hilâfet sıfatının siyâsî cihetini mutlak vekilleri olan sadrazamla beraber temsil ederlerken dînî ciheti şeyhülislâmlara bırakmışlardır.
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 847-854