Safevî Devleti’nin oluşumu için en önemli koşullardan birini oluşturan askeri potansiyel, -yalnızca bu değilse bile- Kızılbaş olarak adlandırılan unsurlardan meydana gelmiştir. Bu unsurların büyük çoğunluğu, Türkmen askerlerinden meydana geliyordu; onların kökenleri de çok az bilindiğinden dolayı, elli yıl kadar önce Richard Hartmann[1], Kızılbaşların kökenlerini ortaya koymayı, doğu araştırmalarının bir çalışma sahası olarak kabul etmişti. Bu arada, hatırı sayılır bir öneme sahip olan bu problemle ilgili olarak, hâlâ bazı sorular varlığını sürdürse de, genellikle bunları çözmeyi başaran pek çok yazar ortaya çıktı. Araştırma konusu, Türk tarihçi Faruk Sümer tarafından Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü isimli kitabında özetlenmiştir.[2]
Bu eser, Türkmen araştırmaları açısından oldukça verimli bir yıl olan 1976 yılında yayınlandı. Aynı yıl içinde ben, “Türkmen tiyatrosu”nun genel bir araştırması niteliğinde olan Walter Hinz Festschrift’e[3] katkı sağlarken; John Woods, Akkoyunlular üzerine hazırlamış olduğu tezini (The AqQoyunlu: Clan, Confederation and Empire) sundu.[4] Birkaç yıl önce de Robert D. McChesney, James J. Reid’e ait olan bir makale[5] üzerinde yapmış olduğu yorumlarında, merhum Il’ja Pavlovic Petrushevskii[6] (1949) ile Martin B. Dickson[7] (1958)’ın Kızılbaş tarihiyle ilgili daha önce ulaşmış oldukları sonuçları onaylamıştı.[8]
İşin doğrusu, sadece yeni olmayıp eski Kızılbaş hareketleriyle ilgili yayınlar bile, uzmanlarının bir çok dil bilen özellikleri ve dağınık yerlerde bulunan yayınlarından dolayı bir takım zorluklar taşımaktadırlar. Böylece yeni bir özet, ilgimizi çekebilir.
I

Kızılbaşlar, Oğuz göçleri esnasında geldikleri Anadolu, Ermenistan, Azerbaycan ve Suriye’de küçük ya da büyük birlik ve federasyonlar halinde yaşamakta olup, hayvancılıkla geçinen göçebe Türkmen boylarının torunlarıdır.[9] Türkmen aristokrasisinin temsilcilerini de içine alan bu kabîlevi oluşumlar, Moğol istilası sonrası Anadolu’da pek çok küçük devletin oluşum sürecinde olduğu gibi, Osmanlıların doğuş sürecinde de pek çok sıkıntıyla karşılaşmışlardır.[10] Onlar, daha sonraki süreçte Anadolu’da ve başka yerlerde hâkimiyetlerinin bozulması sebebiyle, varlıklarını bütünüyle kaybetmiş görünmektedirler, bu yüzden de yeni siyasi ve askeri oluşumların arayışı içine girmişlerdir. Söz konusu bu problem çözülmemekle birlikte[11], bu süreçte onlar, Karakoyunlu ve Akkoyunlu federasyonları tarafından oluşturulmuş olan büyük Türkmen prensliklerinin çöküşünün bir sonucu olarak bağımsız kalan güçlerin bakiyeleriyle temas kurmuşlardır. Tüm bu unsurlar, sadece etnik kökenleri ve müşterek dilleri ile değil[12], ayrıca yaşam tarzlarıyla da, yani onların büyük çoğunluğuna özgü olan göçebe özellikleriyle de birbirlerine bağlanmışlardır. Bunlarla birlikte; Şah İsmail, Safevi Devleti’ni kurmaya başladığı dönemde bu unsurlar, bir tür yarı göçebeliğe geçiş yapmışlardır. Elbette Dede Korkut kitabında sunulduğu gibi[13], ortak gelenek, onların dayanışmasını sağlayan bir rol oynamıştır.
Bu bağlamda, Türk ve Türkmenlerin[14] doğuya göçleri ile ilgilenen Vladimir Minorsky, Küçük Asya’dan, önce, Doğu Anadolu ve Kuzeybatı İran’a, sonra da İran platosuna olmak üzere üç önemli göç dalgasından söz etmektedir. Bunlardan, biri Karakoyunlu, diğeri Akkoyunlu göçü olup; sonuncusu ise Safevi göç dalgasıdır.[15]
II
Biz şu an, Safevî göç dalgasına katılan boyları, bu boyların topraklarından ayrılıp geldikleri yerleri ve o zamanki süreci, ayrıntısıyla olmasa bile ana hatlarıyla bilmekteyiz.
Şah İsmail’in yükselişi esnasında kaynaklarda sık sık zikredilen boylar arasında ilk anda akla gelenleri, Rumlu, Ustaclu,[16] Şamlu, Dulkadir,[17] Tekelu ve Kaçarlar idi.[18] Yine aynı şekilde daha az sözü edilenleri ise; Varsak, Turgutlu, Çepni, Bayburtlu ve Ispirlu gibi oymaklardı. Böylece ortaya çıkmaktadır ki, Türkmen, Afşar[19] gibi güçlü aşiretler ile Gündüzlü ya da Purnak gibi daha küçük aşiretler ya da cemaatleri eşit bir şekilde ilk dönem kaynaklarında bulmak zordur.[20]
Böylece Kızılbaşların ortaya çıkışı ve devlet kurmalarının öncelikle Türkmenler ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Safevî iktidarının liderlerinin (özellikle devlet kurucusu olup içlerinde en başarılısı olan Şah İsmail) Türkmen olup olmadığı noktasında bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır.[21] Onun dedelerinden birinin Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan olduğu düşünüldüğünde, sorun çözülebilir. Yine onun ailesinin Gilan’da[22] toprak sahibi oluşu da, daha sonra temas edilmesi gereken bir gerçektir. Böylece, Şah İsmail’in Türklüğü ya da Türkmen oluşu ile ilgili herhangi bir sorgulamaya gerek kalmamaktadır.
Bu durum, Kızılbaş hareketini her şeyden önce salt bir Türk fenomeni olarak karakterize etmeyi de gerektirmemektedir. Ne var ki, Türk soyundan gelen her bir kişi de, sadece bu sebeple Kızılbaş olamaz. Her şeyden önce bu adlandırma, Kızılbaş hareketine bağlı olduğu kabul edilen askerlere verilmiş olup, Türkmen kökenli insanlar için kabul edilen bir ayrıcalık olarak onlara kırmızı/kızıl başlık verme yoluyla, bir üye olarak kabul edilmelerini ifade eder. Yine Türk olmayan Kızılbaşlar da vardır (Örnek olarak, Şah İsmail’in ünlü vekili Necm-i Sânî ile Çigani kabîlesi gibi Kürtler). Bununla beraber genel olarak Türk olmayan Kızılbaşlar, azınlıkta olup nadir istisnaları da bulunmaktadır. [23]

III
Her şeyden önce Şah İsmail tarafından kurulan Safevî Devleti, bir Türkmen başarısıydı. Onun kurucusunun Uzun Hasan’ın soyundan gelişinden dolayı Safevî Devleti, otuz beş yıl önce bir başka Türkmen devleti olan Karakoyunlu Devleti’nin yerine geçmiş olan Akkoyunlu Devleti’nin doğrudan bir devamı olarak düşünülebilir. Kesin bir istikrarsızlıkla tanımlanan bu iki Türkmen devleti[24] ve onların çok kısa bir yaşam sürmelerine yol açan zayıf sistemleri, Moğol istilası sonrası Anadolu beylikleri ve yine İran coğrafyasında Timur sonrası devletler gibi başka pek çok Türk devleti ile pek çok ortak özelliğe sahiptir.[25] Safevî Devleti ise, bunlardan tamamen farklı idi: Zira iki yüzyıldan daha fazla bir süre yaşam sürmüş ve onun özelliklerinin büyük bir kısmını kabul edip sürdüren çeşitli devletler içinde bir yolunu bulup modern zamanlara kadar varlığını devam ettirmiştir. Bu durumda, Safevileri diğer Türk devletlerinin istikrarsızlık özelliğinden uzak tutan unsur nedir?
Kuşkusuz, Safevî Türkleri öncesi devletlerde görülen hızlı bozulma, Moğol istilası ve arkasından Timur’un saldırılarının sonucu olarak sosyo-ekonomik yaşamın zayıf olduğu XIII ve XV. yüzyıllarda ortaya çıkan “kronik rahatsızlık”[26] ile bağlantılı olabilir. Bununla birlikte Safevî İmparatorluğunun kendisi de, benzer problemlerle karşılaşmıştı. Bundan daha ileri bir benzerlik, devletin temel etnik unsurları olan Türkmen kabîlelerinin göçebe yapısından kaynaklanıyordu. Ancak burada, Şah İsmail döneminde meydana gelen Kızılbaş kabîlelerin göçebelikten yerleşikliğe doğru geçişleri önemli bir farklılık olarak ifade edilebilir.
Diğer sebepler, daha büyük bir öneme sahiptir. Bunların ilki olan ve Safevî devletine önemli bir istikrar düzeyi kazandıran, İranlıların devlet yönetimine katılımıdır. Böylece yerleşik nüfus, süreklilik arz edecek şekilde, bürokraside ve bazı dönemlerde askeri hiyerarşide hakim bir nüfuza sahip olmaktan hoşlanır hale gelmişti. Tabii ki bu gelişme, merkezi İran monarşileri ile Safevileri yakın ilişkiye götürmüştür.[27]
Ayrıca Şîîliğin[28] resmi bir mezhep olarak İran’a girişi, Safevî yönetiminin iyice yerleşmesine yardımcı olmuştur. Oysa o zamana kadar Şîa, İran’da bazen etkili olan bir güç idi. Safevî iktidarının politik ve askeri zaferleri sayesinde Şîîlik, özel bir çekiciliğe ve en azından geçici olarak ilginç bir ideolojinin gücüne sahip oldu.
Son, fakat aynı derecede önemli olan bir şey de; Safevîler yoluyla bir Şah’tan ötekine kabul edilebilir bir geçişi garanti altına alan bir düzenin İran’a girişidir. Bu sistem, her şeyden önce devlet gücünü ailenin mülkü olarak gören, bu yüzden de hükümdarın ölümü halinde, tıpkı bir miras paylaşımı gibi, hanedanda bölünmeye yol açan, oldukça tehlikeli mücadelelere ve iç savaşlara sebep olan eski Türk anlayışını değiştirmiştir.
IV
Askeri güç, farklı toplum kesimleri arasında geçici mutabakat ve yönetimde sürekliliği sağlayan mantıklı bir düzenin başlatılması, yalnızca Kızılbaşlar tarafından başarıldığı gibi, tüm bunlar, böylesi görülmedik zaferleri gerçekleştirmek için yeterli olan şeyler midir? Elbette ki hayır. Bunlara belirleyici iki faktör daha eklenebilir: Karizmatik bir lider ve heyecan verici bir anlayış. Her iki unsur, genç İsmail’in kişiliği ile yakından ilişkilidir.
İlk olarak, Şah İsmail’in ideolojik arka planını gözden geçirirsek, o zamana kadar bir Sünnî başkenti olan Tebriz’e girişinin hemen arkasından, 1501 yılının yaz mevsiminde resmi inanç olarak ilan ettiği Şîîliğe rastlarız. Onun henüz “Şîîlik” şeklinde anladığı şey, Şîî teologların prensiplerinden uzaktı. Zira onun şiirlerinin toplandığı divanında[29] geliştirdiği heterodox yaklaşımlar, iyi bilinmektedir. Onun yalnızca Ali ve diğer on bir imamı kabul etmesi değil, bunlarla birlikte Ali’nin yeniden bedenleşmiş şekli ve Tanrı’nın açık bir tezahürü oluşu inanışına bağlı olarak, Tanrı’nın insan formunda kendisini göstermesi (tecelli) ve reenkarnasyon (tenasüh) inanışını vurgulaması, bunun çarpıcı örnekleridir.[30]
Şimdi de Türkmenlerin dinî durumuna bir göz atalım. Türkmenlerin ataları olan Oğuzlar, Orta Asya’dan batıya doğru yola çıktıkları dönem olan X. yüzyılda İslam’ı kabul etmişlerdi. Bu, onlar için oldukça yüzeysel bir din değişikliği olmalıydı. Zira onların bir çoğu hâlâ, atalarından miras kalan Şamanist düşüncelere, üzerini İslamî düşünce cilası ile hafifçe kapatmış olsalar bile, bağlı idiler. Elbette ki, sonraki kuşaklarda da dinî durum, bundan çok farklı değildi.
Bu durum, Şah İsmail’in galip geldiği düşmanlarının kafatası ile niçin içki kadehi yaptığını ve yine Kızılbaşların, güçlerini yeniden elde edileceği umuduyla, düşmanlarının etini niçin fırında kızartıp yediklerini de açıklayabilir.[31] Hem Karakoyunlu, hem de Akkoyunluların dinî davranışlarını araştırırken Jean Aubin, onların Sünnîlik ve Şîîlik arasındaki kararsızlıklarının arka planında çarpıcı bir fırsatçılıkla karşılaşmıştır.[32] Doğu Anadolu ve Kuzey İran’daki modern İslam akımlarının dinî görüş ve geleneklerine atıfta bulunurken Irène Mélikoff, ilk Safevî liderlerinin egemenliği altında yaşayan Türkmen çevrelerinde açık bir şekilde uygulanan İslam dışı doktrinlerin bulunduğunu ileri sürmüştür. [33] Bu bağlamda biz, daha önce ifade edilen Tanrı’nın inkarnasyonu (tecelli) ve tenasüh inançları ile karşılaşmaktayız. Mélikoff, özellikle Türkmen oymaklarındaki bu dinî inanışların, Safevî propagandası ile önce sûfî, sonradan da Şîî bir karaktere büründüğünü düşünür. Mélikoff’un argümanları doğru olarak kabul edilirse, Şah İsmail’in Şîîlik propagandası yaptığı dönemde, taraftarlarının onun Şîî dogma ile uyuşmayan doktrininden haberdar oldukları sonucuna varmamız gerekir. Bu, imkansız olmamakla birlikte, çok muhtemel de değildir. Hatta Şah İsmail’in kendi öğretilerinin sapkın karakterinin bütünüyle bilincinde davrandığı iddiası bile, çok az ikna edici bir özelliğe sahiptir. İyi bir bakış tarzı, en azından böylesine heyecanlı bir genci göz ardı etmemelidir.

V
Aslında XV. yüzyıl, sadece Sünnîlik açısından değil, aynı zamanda Şîîlik bakış açısından da bütünüyle belirsiz bir ortodoksi imajı çizer. Biz, Moğollar tarafından güçleri yok edilmiş olan İslam düşünürlerinin, o dönemde eski nüfuzlarını yeniden canlandıramamış olduklarını hatırlarsak, böylesi aşırılıkları daha iyi anlarız ve gizemli halk dindarlığının nasıl her yerde filizlenişinin engellenmesine tanık olma durumunda kaldıklarını görürüz. Gerçek halk İslam’ı ise, mucizelere inanış, kâhinlik, düş bilim, evliyalarca kutsanma, popüler hac merkezleri ve değişik mistik pratikleri içine alan büyük tarikatlar gibi,[34] ortodoks bünyede daima bir diken olan tüm bu yönleri içine alarak ortaya çıkmıştır.[35]
İslam içinde sûfî tarikatlar nerede ortaya çıkmış olursa olsun, onların Sünnî ortodoksi ile ilgili şüpheleri uygun bir şekilde ele alınacaktır. Bu yaklaşımlar, tarikat liderlerinin çevresinin Türkmen müritlerle çevrili olduğu dönem olan XV. yüzyılın ikinci yarısı boyunca, özellikle Safevî tarikatı gibi bir çevrede ortaya konuyordu. Aslında Şeyh Cüneyt ve oğlu Şeyh Haydar döneminde tarikatın propagandası, yayılmacı olan örgütlü bir yapıya ulaşmıştı.[36] Bu çerçevede, özellikle İslam’la olan yüzeysel bağları ve Şamanist manevi dünya ile açık ilişkilerinden dolayı, Türkmen askerleri gibi kendi halinde olan sıradan insanlar, popüler dindarlık, halk İslamı ve sahte Şîî hareketleri için olağanüstü verimli bir malzeme olarak düşünülebilir. Böylece macera tutkusu ve ganimet arzusuna, onların genç sûfî önderlerinin girişim ve yiğitlik gayretleriyle beraber, çekicilikleri de eklenmiştir. Ancak -Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar ve Sultan Ali gibi- tümü mücadele ederken ölen bu üç önderin başarısızlığından sonra da gergin olan atmosfer değişmemiştir. Bunlara karşın, onlar Safevî ülküsü için şehit olmamışlar mıydı?
VI
Her halükârda bunlar, siyasî gücü elde etmek amacıyla yüzyılın başında (XVI. yüzyıl) genç İsmail ortaya çıktığında, ona ve taraftarlarına nasıl bir ortam sunulduğunu gösterir. Her ne kadar on üç yaşındaki bir liderin bazı Türkmen emirler[37] tarafından desteklendiğini gösteren pek çok işaret olsa da, -ki o liderin işlevsel düşünce ve kararları ile elde etmiş olduğu başarı ve zaferlerinin çoğu Türkmenlere aitti- kuşkusuz bu durum, böylece onun kişisel itibarını artırmıştı. O, Türkmen askerlerine nasıl fikir tohumları ekileceğini, kendisi için çaba sarf etmenin, mücadele etmek için nasıl gönüllü olmanın, ölümle yüz yüze gelmek için de yürekli olmanın, yine sınırsız bir sadakatin onlara nasıl kazandırılacağını bilen tek kişi idi. Böylece kitleleri çeken şey, genç Tanrı-kral İsmail’in kendisi idi. Coşkulu olması ve şarkı söylemesi, Türkmen askerlerini onunla birleşmeye itti[38] ve İsmail de, on seneden kısa bir süre içinde tüm İran coğrafyasına ayak basarak, onları zaferden zafere taşıdı. Böylesine görülmedik başarıların, Türkmenler arasında sıklıkla görülen yaygın mesiyanik inanışlar açısından da, İsmail’in karizmatik şahsiyetine daha çok itibar kazandırdığı söylenebilir.
Aslında İran’ın fethi ile birlikte, Peygamber Muhammed tarafından Medine’de kurulan devlete benzer bir şekilde, kutsal bir devletin inşası,[39] bir teokrasi gerçekleşmişti. Bu arada Şah İsmail, büyükbabası Uzun Hasan’ın mirası olan krallık iddiasından da vazgeçmedi. Yine bir şah olarak, yeni gelişmeye başlamış olan askeri Kızılbaş aristokrasisinden meydana gelen Safevî düzeninin de kurucusu olmaya devam etti. Bu süreçte Safevîler’in XV. yüzyılın ortalarından itibaren oluşturmuş olduğu çift boyutlu yapı içerisinde, askeri hususiyetler gittikçe farklılık kazanıyordu. Genç Şah’ın bu ikili pozisyonu, ilk varislerinin himayesi altında hâlâ etkili oluyordu. Böylece Ali’nin reenkarnasyonu ve Tanrı’nın tezahürü olarak Şah İsmail, öylesine güçlü bir konuma sahip olmuştu ki, niçin bunu Ali’nin soyundan geldiği iddiasıyla birlikte[40] desteklemeye çalıştığı sorusunu cevaplamak kolay değildir.
İranlılar, yeni teokrasi içerisinde önemli bir rol oynamışlardır. Onlar, askeri olmayan sivil mahkemelerin ve diğer devlet kurumlarının görevlileri olarak gittikçe artan bir öneme sahip olmuşlardır. Böylece, devlet bürokrasisinin üçüncü temel ayağını oluşturmuşlardır.
Kızılbaş emirleri, zamanla mahkeme ve vilâyetlerin askeri mevkilerini elde etmişlerdir. Onlar, vilâyet valisi olarak görev yapmışlar ve kendilerine tahsis edilen bölgelere[41] aşiretlerinin askeri gruplarının başında hareket etmişlerdi. Böylece kendine özgü Safevî feodal sistemi de oluşmaya başlamıştı. Bu şekilde onların elde ettiği politik ve ekonomik etki ile Şah’ın şahsi gücünü korumak ve desteklemek amacıyla ciddi bir şekilde çalışan özel bir muhafız birliğinin oluşumuna doğru da ilk adım atılmış oldu.
Şah İsmail, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlılar tarafından yenildiğinde (919/1514), karizmatik özelliği ile birlikte yenilmezlik ruhunu da kaybetti.[42] Böylece İranlı unsuru destekleyerek Kızılbaş emirlerin artan gücünü dengeleme ya da azaltma teşebbüsü, -zira başlangıçta Şah İsmail tarafından gerçekleştirilen sonra da I. Tahmasb tarafından tekrarlanan bir teşebbüstü- başarısızlıkla neticelenmiş oldu. Bu şekilde Şah’ın etkili hizmeti için ortaya çıkan beş İranlı adaydan üçü, hırslarını yaşamlarıyla ödemek durumunda kaldılar. [43]

Şahlık otoritesi ve derviş disiplininin sürekli gerilemesi neticesinde Kızılbaşlar, kabilevî taşkınlıklarına geri dönmüşler ve Şah İsmail’in 1524 tarihindeki ölümü üzerine de en büyük güç, sembolik olarak Tahmasb’a verilmişti; sonra bu güç, on yıl boyunca fiili olarak belli emirler tarafından uygulanmış, böylece kabîleci anlayış yeniden etkili hale gelmişti. Kızılbaş rekabet ve ittifakları, bir iç savaşa yol açmıştı ki, bunu da Şah Tahmasb, iktidarının onuncu yılında bastırabilmişti. Fakat devlet otoritesi, onun kişiliği ile öylesine özdeşleşmişti ki, kabîleler arasındaki çekişme, ancak kırk yıl sonra o ölmek üzere iken, tüm şiddetiyle yeniden patlak vermişti.
Bu çerçevede kabîleler arasında var olan kaos, yıllarca sürdü ve neredeyse Safevî Devleti’ni de çöküşün eşiğine getirdi. Tahmasb’ı izleyen iki hükümdar, Kızılbaş entrikalarına karşı zayıf kalmışlardı. Şahseven muhafız birliği[44] bile, bunlara karşı başarı sağlayamadı, sadece I. Şah Abbas, onlara isteğini kabul ettirebilmişti. Zira 1587 yılında hükümdarlığa geçtiği akşam, bir aşireti diğerine karşı kullanmak suretiyle,[45] aynı zamanda en tehlikeli hasımlarını da ağır bir şekilde ezerek, Kızılbaşları tasfiye etmek amacıyla bir isyanı bahane olarak kullandı. Bu şekilde onun büyük başarısı olan askeri reformlar, kalıcı başarıyı da beraberinde getirmişti.[46] Bunlar, esasen Türkmen gruplarından farklı etnik unsurlara dayalı yeni silah ve asker gruplarının oluşumundan ibaretti, böylece kendi kabîlesinin üyesi olması gerekliliği gibi tek ya da farklı bir kabîle birliğinin komutanlığında olduğu gibi, liderlik noktasında da Türkmenlerin geleneksel tekelleri kırılmış oldu. Hatta bu noktada Türkmenlere ait olan ayrıcalıklar kaldırılarak onların yerlerini başka sadık emirlerin korumalarına müsaade edildi. Böylece; orduya sadece Gürcü, Çerkez ve Ermeni subayların katılımı sağlanmış olmakla kalmadı, ayrıca bu süreçte tüm halk kesimlerinin katılımı da sağlanmış oldu. Zira onların çoğu da, İslam’a geçmiş olan eski savaş esirleri ya da onların İran’da yetişmiş olan çocuklarıydı.
Şah İsmail döneminde onun tüm taraftarları, Safevî düzeninin mensupları olmuş olsaydı, bu “özel birlik”, Şah Tahmasb döneminde zorunlu hale gelmezdi.[47] Artık böylece Safevî düzenine mensup olmayan Kızılbaşlar ile Kızılbaş olmayan düzen mensupları ortaya çıkmış oldu. Aslında bir sûfî önderi olarak Şah Abbas, bu pozisyonunda ısrar etmiş fakat bir yandan da hızla kan kaybetmekte olan sûfîlerin otoritesine saygı duymuştur. Bu durum, bu süreçte daha da güçlenmiş olan Şîî teologların[48] etkisi altında açık bir şekilde gerçekleşti. Zira artık onlar, sûfî tarikatlarının aşırılıklarını müsamaha ile karşılamaya istekli değillerdi. İşin doğrusu sûfîler, sonunda daha alt seviyede işlere atanmışlar ve nihayet başkentten çıkarılmışlardı.[49]
Safevî İmparatorluğunun Şah Abbas döneminde istikrara kavuşmasıyla birlikte, Kızılbaşların belirleyici rolü artık ortadan kalkmış oldu.[50] Böylece Kızılbaş Türkler, Safevî düzen ve devletiyle çok yakın olan dayanışmalarından daha güçlü bir durumda olan kabîlevî eğilimlerinin bir sonucu olarak, sonunda kendilerine ait çeşitli hedeflerin kurbanı oldular.
Albert-Ludwigs Üniversitesi
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.
Kaynak: Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Araştırma Dergisi, Sayı:38 Yıl: 2006
Kaynak: Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Araştırma Dergisi, Sayı:36 Yıl: 2006
Bu tarihli derginin tarihi doğru değil
Kaynak: Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Araştırma Dergisi, Sayı:36 Yıl: 2005 0lacak
Sn. Aldoğan,
İlgi ve katkınız için teşekkür ederiz. Üstadların deyimi ile bir mürettip hatası yapmışız özür dileriz. Ancak sizin verdiğiniz tarih de maalesef hatalı…
Doğrusu için:” http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php/TKHBVD/article/view/873 ” bağlantıya bakınız.
Batının gücü Doğu’nun iyice araştırmasındadır