Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kentsel Alana Kadının Katılımı: XVII. Yüzyıl İstanbulu’nda Kadın Vakıfları

0 9.143

Prof. Dr. Fariba Zarinebaf – SHAHR

İkinci Mehmed tarafından 1453’te fethedildiğinden beri, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti, çok büyük imar faaliyetlerinin ve sanatın Osmanlı toplumu ve yöneticileri tarafından egemen kılındığı bir bölge olmuştur. Vakıf kurumu (hayır kurumları ve dini kurumlar) 20. yüzyıla kadar, İstanbul’un ve diğer Osmanlı kentlerinin yeniden yapılanmasında ve kalkınmasında önemli bir rol oynamıştır.[1] İmparatorluk vakıfları da, Bizans başkentinin İslami bir Osmanlı kentine dönüşmesinde etkin olmuştur. Vakıflar ayrıca fethedilmiş toprakların ekonomik anlamda İmparatorlukla bütünleşmelerini sağlayarak, bu toprakların yeniden yapılanmasına ve gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. İstanbul’da ev ve ticarethane şeklindeki kent mülkiyetinin dörtte biri, vakıf olarak kullanılmaktaydı.[2] Devlet vakıfları ve özel vakıflar şehirde yaşayanlar için istihdam yaratmalarının yanı sıra, belediye hizmetleri, dini hizmetler, eğitim ve sağlık hizmetlerini de sağlamaktaydılar. Vakıflar, ayrıca fakirlerin, evsizlerin, yetimlerin ve hatta sokak kedilerinin ve kuşların doyurulmasını da sağlardı. Vakıf sebil ve çeşmeleri 18. yüzyılda İstanbul ve diğer Osmanlı şehirlerinin su ihtiyaçlarını karşılardı.[3]

Osmanlı saray kadınları, imparatorluk boyunca vakıfların ve hayır kurumlarının kurulmasında öncü bir rol üstlenmiştir. Saray vakıfları, yöneticilerin cömertliğinin sıradan bir göstergesi olmuş, halkın gözünde yöneticilerin prestijlerini ve meşruiyetlerini güçlendirmiştir.

İmparatorluk vakıflarının gelir kaynağı, kamu kaynakları değil, yöneticilerin özel malvarlıkları ve mülkiyetleriydi. Yöneticiler ve saray üyeleri, çocuklarının yetiştirilmesini sağlamak amacıyla kendi özel ve aile vakıflarını kurarlardı. Malvarlığıyla orantılı olarak hayır kurumları kurmak bir Müslümanın bireysel sorumluluğuydu. Vakıf senetleri ve defterleri ise bu kurumların nasıl yönetildiğini gösteren çok önemli kayıtlardır. Bu senetler, birçok araştırmacının genellikle önemsemediği ve umulmadık bazı özellikleri olan vakıf kaynaklarının dağılımı konusunda çok detaylı bilgileri içerirler. Örneğin, vakıfların aşevleri için tuttuğu defter kayıtları, fakirler için olduğu gibi, maaşlı ve ücretli çalışan işçilere de günlük sağlanan yiyeceğin çeşidi ve miktarı hakkında ayrıntılı bilgileri içerirdi. Bu defterler, ayrıca o yıllarda sağlanan yiyeceklerin listesini ve fiyatları hakkındaki bilgileri de kapsardı. Sorumluluk, bu kurumların önemli bir özelliği idi. Mütevelli ve kadı vakıflar üzerinde belli bir üstünlüğe sahipti. Vakfın kurucusu vakfın mülkiyetini kontrol eder ve vakıf senetlerinin bir suretini de elinde bulundururdu. Vakfa bağış yapanlar, bağışlarının nasıl harcanacağına karar verme yetkisine sahiptiler. Bu durum, özel girişimcinin kamu hizmeti sağlaması yolunda çok önemli bir teşvikti.

Aile vakıfları ve özel vakıflar ne dini cemiyet mülkiyetinin tam bir parçasıydılar, ne de bu yapının dışındaydılar. İslam dünyasında aile vakıfları özel vakıflardı ve kadınları da içeren kentli orta sınıf arasında mülkiyetin birikmesini sağlardı. Fakat zaman içinde kötü yönetimler ve vakıf malından zimmete para geçirmeler nedeniyle sosyal hayata katkısı azalan bazı vakıflar, bu yolsuzluklara bağlı olarak gerçek işlevlerini yitirdiler. Bir süre sonra devlet bu kurumları düzenlemek için bir müdahalede bulundu ve ekonomik sıkıntılar ve bütçe kısıtlamaları zamanında bu kurumları vergiye tâbi tuttu. Toplumun ekonomik sıkıntı yaşadığı zamanlarda, bağış sahiplerinin önemli finansal gereksinmeleri ve yüksek enflasyon, para vakfı gibi bazı vakıfları işlevsiz hale getirdi. Fakat, vakıfların halen vergiden muaf tutulmaları, bugün Türkiye’deki bazı özel üniversitelerin aile ve yardım vakıfları olmaları gibi, vakıfların eski yaygınlıklarını geri kazandırmıştır.

Osmanlı kadınları, 18. yüzyılda Anadolu’daki vakıfların yüzde 17.03’ünü kurmuştur.[4] Bu vakıfların birçoğu küçük aile üyelerinin ve kölelerin öncelikli olarak faydalanmalarını sağlayan aile vakıfları ve hayır kurumlarının bir birleşimiydi. Bu vakıflar, küçük aile üyelerine kalıcı bir ev ve bir gelir kaynağı sağlardı. Aile vakıfları ayrıca, vakıf mülkiyetinin sahibi veya yasal mirasçıları tarafından satılmasını ve parçalanmasını önlerdi. Burada sıradan Osmanlı kadınının küçük aile vakıflarının kurulmasındaki rolüne kısaca değinildikten sonra, bu makale esas olarak orta sınıftan ve hizmetkarlıktan gelen Osmanlı kadınının 18. yüzyıl boyunca İstanbul’daki küçük aile vakıflarının ve yardım vakıflarının kurulmasına olan katkısı üzerinde duracaktır

İslam’ın beş önemli şartından birisi, çok yoğun bir şekilde “sadaka” üzerine odaklanmış, fakat “zekat”ın toplanması ve işletilmesi için herhangi bir yöntem sağlamamıştır.[5] Vakıf kurumu da, zaman içinde muhtaç olanlara, yetimlere ve güçsüzlere yardım etme amacını taşıyan bu önemli bireysel ve sosyal dini zorunluluğun gerçekleştirilebilmesi için bir çerçeve sağlamıştır. 19. yüzyılın Tanzimat reformlarından önce Osmanlı İmparatorluğu’nda özel mülkiyet çok yaygın değildi. İmparatorluk’ta, evler, meyve bahçeleri ve üzüm bağları gibi şehirdeki mülkiyet genellikle sahiplerinin özel mülkiyeti sayılırken, işletilen tarımsal toprakların büyük bir kısmı devlete aitti. Şehrin ticari malvarlıklarından sağlanan gelir, camileri, okulları, kütüphaneleri, hastaneleri, aşevlerini… vb içeren vakıf kurumlarına bağışlanırdı. Vakıf, kamu malı ve özel mülkiyet arasındaki geleneksel bir bağ idi. Vakfa bağışlanan mülkiyet özel mülkiyet olmalıydı ve bağışlama sözleşmesi yapılmadan önce, devlet arazisini (miri) özel mülkiyete çevirmek normal kabul edilirdi. Özel mülkiyetin vakfa dönüştürülmesi, mülkiyeti devlet haczine karşı korur, söz konusu mülkiyet üzerine varlık vergisinin konulmasını ve mülkiyetin mirasçıları arasında satılmasını ve parçalanmasını önlerdi. İslami yasal çerçevede, vakıflar, özel mülkiyet sahibi (erkek ya da kadın) kişiler tarafından eğitim, yardım ve dini amaçlarla devamlı şekilde yapılan bağışlardan oluşmaktaydı. Vakıf kurucusu, vakıf binasının tedarik edilmesi, binanın kirasının, personelin ve çalışanların maaşlarının ödenmesi gibi görevlerinin yanı sıra, vakfın yönetilmesi ve hangi tür servislerin vakıf tarafından sağlanacağını açıklayan ayrıntılı bir program hazırlardı. Vakıf denetçileri (nazır ve mütevelli) genellikle vakıf kurucusunun torunları arasından seçilirdi. Ayrıca vakıf kurucuları, nakdi vakıflar, aile vakıfları ve yardım vakıflarından faydalanacakları da seçerlerdi. Bütün Osmanlı İmparatorluğu’nda imparatorluk vakıfları (kamu vakıfları) İstanbul’a ve diğer bütün il merkezlerine yoğun bir şekilde yayılmışlardı. Birçok küçük vakıf, kitaplar, kandiller, mobilya ve faiz karşılığı (%10-%20) borç verebilecek kadar bir miktar para gibi taşınabilen mülkiyete sahipti.

Nakdi vakıflar (para vakıfları), nakit para bağışlarının vakfın sermayesini oluşturduğu bir Osmanlı buluşuydu ve Anadolu’da ve Balkan illerinde yoğun bir şekilde uygulanmaktaydı.[6] Para vakıfları sistemi, sermaye birikimine ve başka bir türlüsü İslam tarafından yasaklanmış olan faiz uygulamasına (%10-%20) izin veriyordu. Temel olarak, bir özel ya da kamu kişisi elindeki sermayeyle bir vakıf kuruyor ve vakıf dışındaki kişilere verilen borçların faizinden de, kurulan vakıftan faydalanan kişilere belli bir ödeme yapılıyordu. Bu vakıflar, bankalar gibi işler ve borç verilen paraya yüzde 10-15’lik faiz uygularlardı.

Osmanlılar döneminde dahi, 15. yüzyıl boyunca nakdi vakıfların kurulması ulemanın bazı üyelerinden gelen ciddi eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Bunlar arasında, 1545’ten 1547’ye kadar Rumeli askeri hakimliğini yapmış olan Çivizade ve Alim Birgeri Efendi (1523-1573) bulunmaktadır. Diğer yandan, Molla Hüsrev (1460-1480), Şeyhülislam Ebu Su’ud Efendi (ö.1574) ve Halveti soyundan gelen Şeyh Bali Efendi (ö.1552) gibi ulemanın önde gelen diğer isimleri ise para vakıflarının uygulamasını meşru buluyorlar ve bu da onların daha tutucu dini çevreler tarafından tefecilerin yandaşı olarak görülmelerine yol açıyordu.[7] Bu büyük çelişkiye karşın, nakdi vakıflar 15. yüzyılın sonunda ve 16. yüzyılda Anadolu’da ve Balkanlar’da hızlı bir şekilde yayıldı. Barkan ve Ayverdi tarafından yayınlanan vakıf kayıtlarına göre, 1546’da nakdi vakıflar İstanbul’daki toplam vakıfların yüzde 46’sını oluşturuyordu.[8]

Vakıf kayıtlarının gösterdiği bir başka durum ise, kadınların nakdi vakıfların kurulmasına etkin bir şekilde katıldıkları ve 16. yüzyıl boyunca bu vakıflarda yıllık yüzde 10 (500 akçe) faiz uyguladıklarıdır. Bu uygulama, faizin bir kısmının (360 akçe) semt cami imamına maaş olarak ödendiğini ve geri kalanını da (140 akçe) vakfın kurucusunun elinde bulundurduğunu gösterir. Vakıf senetlerinde faiz ve imamın maaşı arasındaki fark özellikle belirtilmemiştir.

İstanbul’da Küçük Hacı Ahmet Cami semtinde yaşayan Hatice bin Hacı Ahmet, 1506 yılında vakıflara 5.000 akçe bağışlamıştır. Hatice bin Hacı Ahmet, bu paradan yıllık olarak alınacak 500 akçelik gelirin her gün bir akçe olmak üzere, öldükten sonra ruhunun rahmeti için her gün Kuran’dan bir bölüm okuyacak olan caminin imamına verilmesini şart koşmuştur. Vakfın yöneticisi genellikle vakıfta bulunmayan Sancakbeyidir.[9]

Topkapı Sarayı’nda bir cariye olan Raziye Hatun bin Abdullah, Bilal Ağa bin Abdullah adındaki vekilinin aracılığıyla 20.000 akçe değerinde bir nakdi vakıf (para vakfı) kurmuştur. Bu vakfın (2.000 akçe) yüzde[10] üzerinden yıllık faiz gelirinden (1.440 akçe yıllık) iki Kuran okuyucusunun her birine günlük ikişer akçe verilmesini istemiştir. Faizin geri kalan kısmı ise (560 akçe) gürz-topuzcu kethüdası Zülfikar bin Ağa ve sarayda bu görevi başarabilecek herhangi biri tarafından toplanacaktır. Raziye Hatun bin Abdullah, İdris bin Abdullah’ın nazır’ı olduğu Kızlar Ağası Vakfını kurdu.10 Köylüler ve kentliler nakdi vakıflardan genellikle borç para alırlardı, fakat bazen borçlarının faizlerini ödeyemezlerdi.[11] İstanbul’daki nakdi vakıflar, 18. yüzyılın ikinci yarısında yaklaşık yıllık yüzde 15’lik faiz oranını kabul ettiler. Nakdi vakıflar, 18. yüzyılda yüksek enflasyona (yüzde 100’lük) ve Osmanlı parasının değer kaybetmesine bağlı olarak eski popülerliklerini (yüzde 28) kaybettiler.[12] Diğer yandan, aile vakıfları, 17. ve 18. yüzyıl boyunca daha fazla yaygınlaştılar. Kadınlar ve azad edilmiş köleler küçük çaplı aile vakıflarının kurulmasında önemli bir rol oynamışlardır.

Aile vakıfları, çekirdek aile üyelerini desteklemiş ve büyük bir aileye miras bırakılan mal varlığının aile üyelerinin eline geçişini ve malvarlığının parçalanmasını önlemiştir. Bazı aile vakıfları, ayrıca dini hizmetler ve yardım hizmetleri de sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyıl boyunca kurulan vakıfların, sadece yüzde 7’si tamamıyla aile vakfı iken, yüzde 75’i aile vakfı ve yardım vakıflarının bir birleşimidir.[13] Diğer bir deyişle, aile vakfı kurucuları, kadın ve erkeği de içeren kendi seçtikleri çekirdek aile üyelerinin malvarlıklarına odaklanmayı amaçlarken, diğer yandan da azad ettikleri kölelerinin ve mirasçılarının gelecekte desteklenmesi için vakıf yoluyla onlara bir gelir bırakırlardı. İslam miras hukuku, kadın mirasçıların, erkek mirasçıların aldığı malın yarısı oranında miras almalarına izin veriyordu. Bu anlamda aile vakıfları, ailenin kadın ve erkek üyeleri arasında aile malvarlığının eşitlenmesi görevini görüyordu. Ayrıca bu vakıflar, vakıf sahibine vakıftan faydalanacakları belirleme konusunda da belli bir özgürlük tanıyordu. Vakıflar, vakfın kurucusu öldükten sonra, mirasçıların vakfın malvarlığını satmasını ve israf etmesini önlüyordu. Aile vakıfları, normalde mirasçı olmayanlar örneğin cariyeler, ummu veledler (annenin çocukları) ve azad edilmiş köleler için de, vakıf hizmeti sağlardı. Örneğin, Çıplak Hüseyin ve Ahmet her ikisinin de üçer karısına 125 akçelik günlük gelir ve ikisinin de ummu veled cariyelerine günlük 60’ar akçelik gelir sağlamak için bir aile vakfı kurmuşlardır.[14] Aile vakıfları, aile üyelerine iş imkanı sağlayan kurumsal dini bir çerçeve de oluştururlardı.

Osmanlı sultanlarından III. Mustafa (1757-1774) ve I. Abdülhamid (1774-1789) saray prenslerine ve prenseslerine aylık gelir sağlamak amacıyla aile vakıfları kurmuşlardır.[15] Buna ek olarak, kendi nesilleri yok olduktan sonra, vakfın geliri yerel camilere, aşevlerine ve Mekke ve Medine’de yaşayan fakirler için harcanırdı.[16] Aksi taktirde, vakıfların hayırseverliği ve dini yönlerinin olmaması halinde, sadece bir ikametgaha sahip olmalarına karşın, aile vakıflarının kuruluşunu meşrulaştırmak çok zor olurdu. Aile üyeleri tarafından yönetilen aile vakıflarının sayısı 18. yüzyılda aile vakıfları arasında yüzde 14’e yükseldi.[17]Aile vakıflarının yardım etme özelliği, bu vakıfların, bazı mirasçıları mirasın dışında tutması üzerinde yoğunlaşan araştırmacıların genellikle gözünden kaçmıştır.

Vakıf evi ve bahçeler şeklinde olan vakıf mülkünün, sahibi tarafından özel mülkiyet evleri ve dükkanlarla değiştirilmesi (istibdal) 18. yüzyılda çok yaygınlaşmıştır.[18] Bu gibi durumlarda, vakıf evi sahibi, vakfı değeri genellikle daha yüksek olan özel mülkiyetle değiştirmek için devlete bir dilekçe verirdi. Devlet de bu mülkiyeti incelemek için mimarları ve kadıyı görevlendirirdi ve eğer söz konusu özel mülkiyet iyi ve vakıfla karşılaştırıldığında, vakıfla eşit veya vakıftan üstün durumda ise mülkiyetin vakfa çevrilmesine izin verilirdi. Genellikle vakıf mülkiyeti sahipleri vakıf mülkünün yerini daha üstün bulurlar ve bu nedenle daha az değerli buldukları bir mülklerinin vakıf mülküyle değiştirilmesi için dilekçe verirlerdi.

Özel mülkiyet, yerel hakimin onayıyla, devletin dilekçeyi kabul etmesinden sonra vakıf mülkiyeti olurdu. İstibdal, belli bir süre sonra, hareketsizleşen vakıf kurumuna, vakıf mülkiyetinin özel mülkiyete dönüştükten sonra, vakıf arazisinin bozulup üzerine yeni binalar inşa edilmesine izin veren, yeni bir hareketlilik getirirdi. İstibdalin olmaması durumunda, vakıf senetleri, vakıf arazisinin yıkılmasına ve dönüşümüne izin vermezdi. Şüphesiz ki, devlet denetimine karşın, bu uygulamanın istismar edilmesi olasılığı her zaman mevcuttu. Araştırmacıların kullanabileceği zengin belgesel kaynaklara rağmen genelde bu önemli İslami kurum üzerindeki araştırmalar başlangıç düzeyinde kalmıştır.

Teoride, dini kurumlar ve hayır kurumları vergiden muaftırlar ve hükümet kontrolü ve haczine tâbi değillerdir. Batı dünyasında, yardım olarak verilen paranın bağışı yapanın denetiminden çıktığı düşünülür. İslam dünyasında ise, bağışı yapan kimse bağışladığı para ve arazi üzerinde büyük bir kontrole sahiptir. Bu da İslam dünyasında aile girişimlerinin kurulmasında ve yaygınlaşmasında önde gelen etkenlerden birisidir. Fakat, modern çağın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu uygulama sırasında, vakıfların faaliyetleri üzerinde kadı bostancıbaşı (polis şefi), kızlar ağası ve diğer resmi vakıf gözlemcileri (evkaf müfettişi) yoluyla belli bir miktar denetim uyguladı. Tanzimat reformları, daha ileri bir merkezileşmeye ve 1826 yılında dini kurumlar bakanlığının (Evkaf-ı Hümayun Nezareti) kurulmasına yol açtı.[19] Diğer bakanlıklar da eğitim, dini hizmetler ve adalet işlerinden sorumlu tutuldular. Belediye, kentin fiziksel kalkınmasından sorumlu oldu ve şehre gaz sağlanması, elektrik ışıkları, modern taşımacılık ve çöp toplama gibi yeni bir takım servisler sağlamaya başladı. 19. yüzyıl, merkezi kontrol ve devletin vergi uygulaması nedeniyle yeni vakıfların sayısında bir düşmeye tanık olmuştur. Diğer yandan, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında, kadınların dini kurumların kurulmasında rol oynadığı ise bir diğer önemli gerçektir.

Modern çağın başında, Osmanlı saray kadınları, İmparatorluk vakıflarının kurulmasında daha önemli bir rol üstlendiler fakat bu durum, tamamıyla Osmanlılara özgü değildir; Anadolu ve İslam dünyası bu konuda tarihsel bir önceliğe sahiptirler. Selçuklu ve II. Hanlık saray kadınları Orta Çağ boyunca, Anadolu’da ve Batı İran’da cami-medrese-türbe birleşimi yapıları kurdular.[20] Bu konudaki geniş çaplı belgesel kayıtların çoğunun açığa çıkmamış olmasına karşın, imparatorluk vakıfları yalnızca son zamanlarda araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Bunun yanı sıra, İstanbul, Kahire ve Halep gibi Osmanlı şehirlerinde Osmanlı halkı tarafından kurulan çeşitli küçük vakıfların sözleşmeleri, İslam dünyasında kentleşme tarihi hakkında çalışma yapan araştırmacıların son zamanlarda gündemine girmiştir. İstanbul (Başbakanlık Arşivleri) ve Ankara’daki (Vakıflar Genel Müdürlüğü) Osmanlı arşivleri, Osmanlı halkı ve yöneticiler tarafından kurulmuş olan vakıf senetlerinin binlerce kopyasını içermektedir. Buna ek olarak, İstanbul’daki mahkeme kayıtları (siciller) ve İstanbul Ahkam Defter’leri de bu vakıfların işleyişi hakkında bilgi sağlayan diğer kaynaklardır.[21] Osmanlı İmparatorluğu’nda çok uzun süre varolan bu önemli yardım kurumları, dini ve ekonomik kurumlar ve bunların dönüşümü bu makalenin konusu dışında kalan birçok başka çalışmaları haketmektedir.

Saray Kadınları ve Vakıf

Barkan ve Ayverdi, Peirce, Kozlowski, Petry, Marsot, Meriwether ve Fay tarafından yapılan güncel araştırmalar Osmanlı, Babür ve Memlük kadınlarının modern çağın başında, özel ve devlet vakıflarının kuruluşunda etkin bir rol oynadıklarını açıkça göstermektedir.[22] Son zamanlarda yapılan bir çalışmaya göre, Safevi Devleti’ndeki kadın yöneticiler, 16. ve 17. yüzyıl boyunca köy ve kentteki mülk arazilerinin Erdebil’deki Şeyh Sait (ö. 1334) Türbesi’ne vakfedilmesinde önemli bir rol oynamışlardır.[23] Sosyal yapı içinde sufi düzeninin politik rolü toplum hayatına kadınların katkısını daha belirgin hale getirmiştir. Osmanlı kadının tarihi hakkındaki araştırmaların büyük bir bölümü dikkatlerini saray kadınlarının ve yöneticilerin yardım etkinliklerine yöneltmiştir. Bu durumun bir nedeni, 16. yüzyılın ikinci yarısından, 18. yüzyılın sonuna kadar gösterişli bir yapıya sahip külliyelerin, hasekiler, valide sultanlar ve Osmanlı prensesleri tarafından kurulmuş olmasıdır. Osmanlı saray kadını modern çağın başılarında, İstanbul ve Üsküdar’da, hayır kurumlarının kurulmasında ve desteklenmesinde aktif bir rol oynamaya devam etmiştir. Osmanlı prensesleri, İmparatorluğun her yerinde, camiler, okullar, hastaneler, kütüphaneler, aşevleri ve çeşmeler yaptırmışlardır.[24]

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı olan Mihrimah Sultan Üsküdar’da saray mimarı Mimar Sinan’a (ö. 1570’ler) bir cami yaptırmıştır. Mimar Sinan ayrıca, 1583’te, III. Murad’ın annesi Nur Banu için Üsküdar’ın en önemli manzarası olan Valide Atik Camisini inşa etmiştir. III. Mehmed’in (1595-1603) annesi Safiye Sultan 1597’de Eminönü’ne Yeni Cami’yi kurdurmuştur. IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultan (ö. 1683) ise 1663’te Yeni Cami’yi tamamlamış ve camiye bir okul, çeşme ve mısır çarşısı ekletmiştir. IV. Murad (1623-1640) ve I. İbrahim’in (1640-1648) annesi Gülnuş Sultan 18. yüzyılda Üsküdar’a Yeni Valide Camisi’ni yaptırmıştır.[25] Gülnuş Sultan, Edirne ve İstanbul’da iki oğlunun tahtı döneminde de önemli bir etkiye sahip olmuştur. Cidde Limanı’nda Kahire ve Bulak ile Suveyş Limanı’nda geniş vakıf mülkiyetine sahip bir aşevi ile hastane (Dar-ül şifa) kurdurmuştur.[26] Bu vakıf mülkleri Cidde’deki hastane ve Mekke’deki aşevi için nakit para ve limana yanaşan gemidekiler için yiyecek sağlarlardı. I. Abdülmecit’in (1839-1861) annesi Bezmialem ise 1853 yılında Dolmabahçe Camisi’ni yaptırdı.

Osmanlı prensesleri, 18. yüzyıl boyunca büyük bir malvarlığı biriktirmişlerdir. Bunun yanı sıra bu dönemde halkın önünde büyük bir özgürlük içinde hareket edebilmişlerdir. III. Mustafa’nın kızı Safiye Sultan (1696-1778),[27] bir konak, bir sarnıç, hamam ve İstanbul’da Defterdar Ahmet Çelebi semtinde bir bahçeyi, bunların yanı sıra Üsküdar’da deniz kıyısındaki bir konağı, Silivri ve Balkanlar’da bir çiftliği, İstanbul’da Lütfi Paşa Semti’nin çeşitli yerlerindeki çeşmelerin canlılığını korumak için on tane su mahzenini ve İstanbul’da Sultan II. Beyazıd, Sultan II. Mehmed ve Ayasofya Camilerindeki hocaların, imamların ve Kuran okuyanların maaşlarını ödemede kullanılacak parayı vakıflara bağışlamıştır. Bu vakıflar ayrıca Mekke’ye giden yıllık kervanların (Surre) devamını sağlamak için bu kervanlara bir gelir de sağlardı.[28] Safiye Sultan ayrıca İstanbul’da Hoca Hatun Semti’nde değeri 14.760 akçe olan arazisini ve vakıf evlerini de Ayasofya, Sultan Mehmed ve Sultan Beyazıd Camilerine vakfetmişti.[29] Safiye Sultan, erkek kardeşi I. Mahmud’u (1730-1754) vakıfta vekili olarak tayin etmiş ve bu statünün I. Mahmud’un ölümünden sonra onun mirasçılarına geçmesini istemişti, eğer I. Mahmud’un soyu tükenirse, azad edilmiş kölelerin en akıllı ve yeteneklisi ve onun mirasçıları vakıf yönetimini devralacaklardı. Bu soyun da tükenmesi durumunda ise, Mekke ve Medine’de vakfedilen toprakların hamisi vakfedilen mülkün yönetimini alacak ve vakfın gelirinden bu kutsal şehirlerde yaşayan fakirlere bir gelir sağlayacaktı.

III. Ahmed’in kızı ve Baş Vezir Damat İbrahim Paşa’nın karısı Fatma Sultan, 1720 ve 1730 yıllarında vakıflara bir cami ve bir dar-ül Hadis (İslami okul, Medrese) bağışlamıştır.[30] Baş Vezir Nevşehirli İbrahim Paşa, daha sonra adı Nevşehir olarak bilinen kendi köyü Muşkara’da camiler, medrese, ilkokul, kütüphane, hanlar, çeşmeler ve aşevlerini içeren bir vakıf kurmuştur.[31] Saray kadınlarının önemli dini ve manevi değerleri içeren bu yardım faaliyetleri, toplumun diğer kesimlerinin de takip ettiği bir hale gelmişti. Bu durum ayrıca, kadınların toplumsal etkinliklere katılmalarını meşrulaştırıyor ve Osmanlı toplumunun prestijini yükseltiyordu. Sıradan Osmanlı kadınının, sosyal ve ekonomik etkinliklere katılımı 18. yüzyıl boyunca önemli ölçüde artmıştır.[32] Yönetici sınıfı dışında kalan sıradan Osmanlı erkekleri ve kadınları tarafından kurulan vakıfların tam sayısı, bu vakıflara benzersiz bir özellik katmakta ve o dönemin sosyal ve ekonomik tarihi konusundaki araştırmalar için merkezi bir önem taşımaktadır. Ekonomik ve sosyal kriz zamanlarında, aşevleri, darülâcezeler ve aile vakıfları kentli orta sınıf ve fakirleri için belli bir miktar yardım sağlardı.

Mütevazı Kaynaklı Kadın Vakıfları

18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu için ekonomik ve sosyal bir kriz dönemiydi. 18. yüzyılda bir milyonu aşan nüfusu ile İstanbul, İslam dünyasının en büyük ve en karmaşık şehirlerinden biriydi. İstanbul, giderek artan fakir göçmenlere, geçici tüccar nüfusuna, askerlere ve savaştan kaçan mültecilere ev sahipliği yapıyordu. Rusya ile devam eden savaşın bir sonucu olarak bu döneme, ayrıca, artan sosyal istikrarsızlık ve karmaşa hakimdi. Yüksek enflasyon, kıtlık, işsizlik ve savaş harcamalarından kaynaklanan finansal yük gibi ekonomik zorluklar, özellikle İstanbul’daki orta ve alt sınıf tarafından ağır bir biçimde üstlenilmekteydi.[33]

Sıklıkla yaşanan depremler, yangınlar ve veba gibi doğal afetler de evsiz kalanların sayısını gün geçtikçe, düzenli olarak artırıyordu. Doğal afetlerden ve ekonomik sıkıntılardan en çok etkilenenler ise kadınlar ve çocuklardı. Devlet, kentli fakirlere ve mağdurlara çok fazla bir yardım sağlayamıyordu. Geleneksel Osmanlı toplumunda, felakete maruz kalanlara en büyük yardım, loncadan, toplumsal ve ailevi bağlardan gelirdi. Profesyonel bir loncanın bulunmaması gibi durumlarda ise, alt sosyal sınıf kadınları kendilerinin ve sonraki nesillerin geleceğini bir şekilde garanti altına almak amacıyla, küçük aile girişimlerini kurmuşlardı. Kırım Hanlığı’nın 1774’te Rusya’ya geçmesi, Osmanlı tarihinde ilk defa, fethedilmiş topraklardan Osmanlı topraklarına geri dönen bir mülteci akınına sebep oldu ve bu durum, İstanbul’un ve Anadolu’nun diğer büyük şehirlerinin sosyal haritasını değiştiren yeni bir durum yarattı. Savaştan kaçan mültecilerin, başıboş askerlerin ve köylülerin savaş cephelerinden Osmanlı başkentine göç etmeleri, İstanbul’da yeni bir sosyal gerilime sebep oldu.[34] I. Mahmud yönetimi (1730-1754) tarafından seyahate konulan bazı yasaklamalar, kadınların ve erkeklerin tıbbi tedavi, ticaret ve mahkemelere ve hükümete dilekçe vermeleri dışındaki amaçlarla İstanbul’a girişlerini önleme amacını taşıyordu.[35] Rus ve İran cephelerinde yakalanan savaş tutsakları, İstanbul’daki köle pazarlarında giderek artan bir şekilde satışa sunuluyordu.

Vakıf kurumu, savaş ve ekonomik sıkıntı boyunca, ekonomik ve sosyal bozuklukların olumsuz etkilerine maruz kalmıştır. Kendini dini, yardım, eğitim ve ekonomik amaçlara adamış bir özel veya devlet kurumu olarak, vakıflar üzerinde inceleme yapıyor olsaydık, sosyal ve ekonomik toplumsal değişiklikler üzerinde etkisi olan bu kurumun kendi içindeki değişikliklerini de yakından incelememiz gerekecekti.[36] Bir yandan, vakıfların sağladığı hizmetlerden hangi kadınların tarafından faydalanacağına karar vermek zorken, diğer yandan bir çok vakıf, kadınları vakıftan faydalanacak tek grup olarak belirlemiştir. Kadınlar, yardım vakıflarının, aile ve nakdi vakıfların hem kurucusu, hem de faydalananları olmuşlardır. Aile vakıfları ve nakdi vakıflar, öncelikli olarak, miras hukuku yasalarına, tefecilik ve faiz üzerindeki yasaklara bağlı kalmayı amaçlamış olmalarına rağmen, bu üç çeşit vakıf da dini hizmetler ve yardım hizmetleri sunmuşlardır.

Geniş bir bilgi arşivinin varlığına karşın, Barkan ve Ayverdi tarafından yayınlanan vakıf kayıtları haricinde, az sayıda bir kaç vakıf hakkında ciddi bir bilimsel araştırma yapılmıştır. Yayınlanmış vakıf kayıtları, 16. yüzyılda İstanbul’da kadın ve erkeklerin yaptıkları yardımları büyük ölçüde aydınlatmaktadır. Bu kayıtlar, İstanbul’da 953 (Rumî takvim)/1546 (Miladi takvim) yılı itibariyle 2.515 vakfı listelemektedir. Yerasimos tarafından araştırılan 1578-1590 ve 1596 arasındaki yıllara ait yayınlanmamış iki ek vakıf kayıtları 16. yüzyıl sonunda İstanbul’da İmparatorluk vakfı olmayan vakıfların toplam sayısını 4.031’e yükseltmektedir.[37] İnalcık’a göre, sadece 17. yüzyıl boyunca İstanbul’da 3100 vakıf bulunmaktaydı.[38]

Basılan 1546 yılına ait vakıf kayıtlarına göre, bu vakıfların yüzde 36’sı orta sınıftan gelen kadınlar tarafından kurulmuştu. Bu kadınların büyük bir çoğunluğu isimlerinden de anlaşılabileceği gibi (örneğin, Emine bin Abdullah) kölelik geçmişine sahiptiler. Bin Abdullah (Allah’ın kulunun kızı veya oğlu) adı, kadın veya erkek azad edilmiş kölelere verilen genel bir soyadıydı. Buna ek olarak, aynı kaynağa göre, 16. yüzyılda İstanbul’da kadınlar tarafından kurulan vakıfların büyük bir kısmı (%62’si) varlıkları 1.000 akçe ile 40.000 akçe arasında değişen nakdi vakıflardı.[39] Nakdi vakıflarının sayısı, 16. yüzyılın ilk yarısı boyunca önemli bir artış göstermişti. 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu için, ekonomik bir büyüme ve refah devri olmuştu. Fakat bu yüzyılın son çeyreği uzun süren savaşlar, değer kaybeden Osmanlı parası ve yüksek enflasyon nedeniyle Osmanlı’daki ekonomik karmaşanın ilk işaretlerini göstermeye başlamıştı. 16. yüzyılın başında, yüzde 10-20 faizle borç para veren nakdi vakıflar, bundan böyle karlı girişimler olmaktan çıkmışlardı. Bilici’ye göre, temel olarak enflasyon ve paranın değer kaybetmesi nedeniyle, nakdi vakıfların sayısında yüzyılın son çeyreğinde önemli bir düşüş olmuştur.[40] Yüzde 15’lik faiz oranından vakıflara sağlanan gelir, 18. yüzyılda Anadolu’daki vakıfların toplam gelirinin yüzde 31.7’sini oluşturuyordu.[41] İstanbul’da kadınlar tarafından kurulan nakdi vakıfların sayısı 17. yüzyılın ikinci yarısında ve 18. yüzyılda da azalmaya devam etti.[42] Bu azalma ise küçük Anadolu kasabalarında daha az gözlemleniyordu. Örneğin Çizakça, 1767 yılında,

Bursa’da 6.684 küçük çapta nakdi vakıf saptıyordu.[43] 18. yüzyılda İstanbul’daki nakdi vakıfların sayısına karar vermek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulsa da, yüksek enflasyon ve paranın değer kaybının nakdi vakıfların bu yüzyılda karlılığını ve popülaritesini azalttığı çok açıktır.[44] Ekonomik belirsizlik zamanı boyunca, aile vakıfları çekirdek aile üyelerini koruyacak bazı önlemleri sağlama açısından daha cazipti.

Yediyıldız’a göre, 18. yüzyılda Anadolu’daki vakıfların yüzde 82’si aile vakıflarıydı. Aile vakıfları, 16. ve 18. yüzyıl arasında, İstanbul’da vakıflara bağışlanmış mülkiyetin yarısına sahipti.[45]

Aile vakıflarının çoğu, aile üyelerini vakıftan öncelikli olarak faydalanacaklar olarak belirlemekteydi. Azad edilmiş köleler, Mekke ve Medine fakirleri ve yerel camilerde çalışanlar gibi aile dışındakiler ise, öncelikli grubun ortadan kalkmasından sonra, vakıftan ikincil olarak faydalanacaklar grubundaydılar. Vakıflara bağışlanmış olan dükkanlardan, hanlardan, kervansaraylardan, atölyelerden, hamamlardan, imalathanelerden ve çeşmelerden sağlanan gelir 18. yüzyılda Anadolu’daki vakıfların kentteki mülk gelirinin yüzde 30.44’ünü oluşturmaktaydı.[46] Çiftlikler, bahçeler, ağaçlıklar, zeytinlikler, üzüm bağları ve madenler gibi köydeki malvarlığı Anadolu’daki vakıf gelirinin yüzde 30.39’unu oluşturmaktaydı. Nakdi vakıflar ise Anadolu’daki vakıfların %31.77’sine tekabül ediyordu. Aynı zamanda, 18. yüzyılda Anadolu’daki vakıfların yüzde 6.28’i, vakıf evlerinden oluşmaktaydı. Aile vakıflarının sayısı, İstanbul gibi kent merkezlerinde ise çok daha yüksekti.

Başbakanlık arşivinde yaptığım ön araştırmalara göre, 17. ve 18. yüzyılda kadınlar İstanbul’da 1.301 küçük vakıf kurmuşlardır. Bu vakıfların büyük bir çoğunluğu, İstanbul, Galata ve Üsküdar’da yerleşmiş, tek bir merkezden oluşan aile ve yardım vakıflarıdır. Bu vakıflara bağışlananlar arasında, binalar, dükkanlar, imalathaneler, fırınlar ve diğer kent mülkiyetleri bulunmaktaydı. Vakıf hizmetlerinden faydalanacaklar listesinde ise, çocuklar ve daha önce köle olmuş veya azad edilmiş kadın ve erkekler vardı.

Vakıftan öncelikli olarak faydalanacak grubun ortadan kalkmasından sonra, vakfa bağışlanmış mülkiyetin kirasından elde edilen gelir yerel camilerin desteklenmesinde ve camide çalışanların maaşlarının ödenmesinde kullanılırdı. Bu gelirden arta kalan kısım ise, dini bayramlarda vakfın kurucusunun ruhunun rahmeti için Kuran okuyacak kişiye ödenmek üzere bir kenara ayrılırdı. Modern çağın başında, Anadolu’da ve Suriye’de de benzer bir uygulama vardı. Kadınlar, 1746 ve 1771’de Halep’teki vakıfların yüzde 36’sını kurdular.[47] 18. yüzyılda Halep’teki evler bu vakıfların yüzde 14’ünü oluşuyordu. 17. yüzyılda, Bursa’daki evlerin yüzde 24’ü de vakıf işlevi görüyordu.

İstanbul’da örnek olarak toplanan vakıf senetlerinin küçük bir bölümü, vakıf kurucusu kadınların önemli bir kısmının fakirlikten veya hizmetkarlıktan geldiklerini gösterir. Bu kadınların büyük çoğunluğu bekar kadınlar ve geniş aile bağlarından yoksun dul kadınlardı. Genellikle Galata’da Haliç’in kuzey kıyılarında Tophane Semti civarında ikamet ederlerdi. Bu kadınların, vakfa bağışladıkları evler, her katında iki odası, bir verandası, bir mutfağı ve bir gizli odası olan iki katlı binalardı. Bu evlerin birçoğunda ayrıca, bir su kuyusu ve küçük bir bahçe vardı. Bunlara ek olarak, bu kadınların bazıları hane halkının birer üyesi olarak azad edilmiş birkaç kadın ve erkek köleye sahiptiler.

Bazı aristokrat kadınlar, kendi isimlerinin yanına eklenmiş “yardımların ve iyi sözlerin sahibi” veya “mütevazı kadınların gururu” gibi şeref sıfatlarına sahiptiler. Yayınlanmış 16. yüzyıl vakıf kayıtlarından başka örnekler de, İstanbul’da yaşayanların kendi küçük evlerini aile vakfı olarak bağışlama geleneklerinin 16. yüzyıldan geldiğini göstermektedir. Diğer bir durum da, hizmetkarlıktan ve fakir bir çevreden gelen bir kadın olan Farahnaz Hatun bin Abdullah’ın aşevine sadece bir bakır kazan bağışladığını gösterir. Başbakanlık arşivindeki vakıf kayıtları koleksiyonundaki diğer örnekler de 18. yüzyılda küçük aile vakıfları hakkında çok daha fazla bilgi vermektedir.

Rukiye Hatun, kendi eski köşkünün yanındaki, Saman Viran Semti’ndeki evini vakfa bağışlamıştır. Vakıftan yararlanacaklar, azad ettiği kölesi Piri ve azad ettiği kadın köleleri Yasemin, Devlet, Şahnuvaz ve Zühre’dir. Rukiye Hatun, azad ettiği kölelerinin ölümünden sonra, Piri’nin torunlarının eve yerleşmesini istediğini vakıf sözleşmesinde açıkça belirtmiştir. Piri’nin soyunun tükenmesinden sonra ise, evin kirasından elde edilen gelir, semt caminin imamına verilecektir. Bunun için, imam her gün Kuran’dan bir bölüm hatmetmeliydi. Kiranın geri kalan kısmı ise, caminin onarımına harcanacaktı. Vakıf sahibi vakfın yöneticisi olacak ve onun ölümünden sonra imam vakfın yöneticiliğini üstlenecekti (Nisan 1531).[48]

Saman Viran sakinlerinden Farahnaz Hatun bin Abdullah, 1508 yılında Müslümanların kullanması için vakfa bir bakır kazan bağışlamıştır.[49]

Asillerin mabetlerinin (harem-el şerif) vakıf yöneticiliğini yapan Al-Hac Cafer Ağa, Galata mahkemesine, Ayşe Hatun bin Abdullah alehinde ve Mustafa Çavuş bin Mehmet ve Ömer Çelebi bin Mehmet’in tanıklık ettiği bir dava açmıştır. Ayşe, Belkız Hatun’un azad ettiği kölelerindendir ve azad edilmiş bir köle ve Medine fakiri olan kocası Mustafa Paşa’ya Belkız Hatun tarafından bağışlanan evi terk etmeyi reddetmektedir. Ayşe, kendisinin de vakıftan faydalanacaklardan biri olduğunu ve katibin vakıf senedine onun adını yazmayarak bir hata yaptığını iddia etmektedir. Fakat, herhangi bir kanıt gösteremediği için, mahkeme Ayşe’nin evden çıkmasına karar vermiştir (Şevval 1090/Kasım 1679).[50]

Ümmü Gülsüm bin Hasan ve Süleyman bin Abdullah’ın karısı, Galata’nın Kasımpaşa semtindeki evini bağışlamıştır: 1) bu evde ölünceye kadar kendisi yaşayacaktır; 2) onun ölümünden sonra azad ettiği kadın köleleri Gülistan, Günçe, Belkız ve onların torunları yaşayacaktır (Şaban 1090/Aralık 1702).[51]

Hayırlar sahibi, İstanbul İli ve İnebağ sakini Hacı Gülsüm bin Avaz Efendi, meyve bahçeliğini, içinde iki odası, bir mutfağı ve bir gizli odası olan bir evi, kira altındaki bir başka evi, dükkanlarını ve iki su kuyusunu vakfa bağışlamıştır. Vakıftan yararlanacaklar, evin sahibi ve vakfın yöneticisi olarak yaşadığı sürece kendisi ve kendi evinde yaşayan azad ettiği köleleri Usta Günce bin Abdullah ve Musella Şah Usta’ydı. Kurucunun ölümünden sonra, Günçe vakıf yöneticisi olacak ve azad ettiği erkek köleleri ve cariyeleri olan Nili ve Hanım vakıftan istifade edeceklerdi. Daha sonra, aralarından dürüst olan kişi vakıf yöneticisi olacaktı. Söz konusu kişilerin soyunun tükenmesinden sonra, vakıf gelirleri ve kira Medine fakirleri için harcanacaktı. Bu senedin kaydedilmesinden sonra, eğer Hacı Ümmü Gülsüm, Günce ile bir anlaşmazlığa düşerse, Hacı Ümmü Gülsüm vakfın kendine özel mülkiyet olarak geri dönmesini talep edebilecek ve sonra da kendi özel mülkiyetini tekrar vakfa çevirmeyi reddedebilecekti. Bu davranış, Ebu Yusuf Efendi’nin yönetim yasalarına ve yargıcın kurallarına göre doğru (sahih) ve gereklidir. (Tanık: İmam Mehmet Efendi, Molla Mehmet el- Müezzin…vb Ramazan 1155 / Ekim 1742).[52]

Bunlar ve diğer küçük örneklerden öğrendiğimiz gibi, orta sınıftan ve hizmetkarlıktan gelen kadınlar iki küçük ikamet binası ve dükkanlar halinde İstanbul’un her yerinde mülke sahiptiler. Bu mülkleri aile vakfı olarak bağışladıklarında, vakıftan faydalanacaklar büyük bir çoğunlukla vakfın sahipleri, vakıf sahibinin kadın ve erkek mirasçıları, azad ettikleri köleleri ve onların vakfedilen evde yaşayan mirasçılarıydı.

Bazı ayrıcalıklı kadınların hizmetkarlık geçmişi yoktu ve onlar “saraylı” sıfatlarının gösterdiği gibi doğrudan saraydan gelmekteydiler. Bu kadınların bazıları, paşalar ve yeniçeriler ile evliydiler ve orta büyüklükte bir eve (2 kiler ve 6 odalı) ve evin içinde birçok köleye sahiptiler. 1546 kayıtlarında bulunan 2.081 toplam kurucudan, 383 kadın (yüzde 18.4) ve 631 erkek (yüzde 30.3) hizmetkarlıktan gelmekteydi.[53] Bir zamanlar bu köleler, sahiplerinin evinde ikamet eden evin birer üyesiyken, azad edildikten sonra, birçoğu başka eve taşındı ve kendi evlerini kurdular. Önceden köle olan birçok kişi mülk sahibi oldu ve şehirdeki kendi küçük binalarını aile vakfına dönüştürmek için hazırlandılar.[54] Aralarından bazıları, kocalarından veya eski sahiplerinden mülkü hediye olarak almış, azad edilmiş köleler ve eski cariyelerdi. Bu vakıflar, sahibi yaşadığı sürece, sahibinin haklarını korumak ve sahibinin ölümünden sonra, miras hukukunun bir sonucu olarak mülkiyetin parçalanmasını önlemek amacıyla kurulurdu. Fakat bu durumdan daha önemlisi, bu vakıflar çocukların ve azad edilmiş kadın ve erkek kölelerin barınmasını sağlamak ve İslam’a göre vakfın sahibinin mirasçısı sayılabilecek son kişiye kadarkilerin yaşamlarını korumak amacıyla kurulurdu.

Kölelerin azad edilmesi Kuran’a göre dini bir görevdi. (24: 33,90: 13,8: 89). Peygamberin kendisi de kölelerini özgür bırakmıştı. Fakat Kuran’a göre Müslümanlar, sadece Dar-ül İslam’a karşı savaş halinde olan gayrimüslimleri köleleştirebilirlerdi. Savaşçı bir toplum olan Osmanlı İmparatorluğu, bütün cephelerde savaş tutsağı ele geçirebilecek durumdaydı; Tatarlar ve Berberiler tarafından yapılan akınlarda da kolaylıkla savaş tutsağı ele geçirebiliyorlardı ve bu tutsaklar daha sonra, İstanbul ve Kahire köle pazarlarında yüksek fiyatlarla satılıyorlardı. Modern çağın başında, saraylı ve orta sınıf ailelerin hane halkından olan köleler Osmanlı toplumunun önemli bir parçasını oluşturuyorlardı. Kahire ve İstanbul gibi şehirlerde köle ticareti önemli bir gelir kaynağıydı. İmparatorluğun başkenti çok fazla sayıdaki köleyi Afrika (Sudan ve Etiyopya) ve Kırım’dan satın almaktaydı. Bu dönemdeki beyaz kölelerin çoğu Rus savaş tutsaklarıydı. Şii kölelerin de Ebu Suud Efendi’nin fetvasıyla (ö.1574) meşru sayılmasından sonra, önemli sayıda köle de İran’dan gelmişti. Bu dönemin sicil kayıtları birçok kölenin azad edilişini ve satılmasını içerir.[55] Abdullah Çelebi, İstanbul’da 1108/1696 yılında Bulgar cariyesi Pelva’yı ismini Fatma olarak değiştirerek İslam dinine geçirmiş ve azad etmiştir.[56] Emine bin Abdullah, İstanbul’da 1108/1696’da cariyesini Ahmet Beşe bin Abdullah’a 155 kuruşa satmıştır.[57] Aynı yıl, Umhani Hatun cariyesini İbrahim Ağa’ya dört altın para karşılığında satmıştır.[58] İstanbul Hızır Bey semti sakini Fatma bin Ali, 27 Muharrem 1087/1676 yılında orta boylu, sarı saçlı, mavi gözlü Rus kölesini azad etmiştir.[59]

Şahbaz Bin Abdullah orta boylu, mavi gözlü Rus kölesi Belkız bin Abdullah’ı İstanbul’da 1133/1720 tarihinde azad etmiştir.[60] İstanbullu esnaf Al-Hacı Mustafa, Sefer ayının 25’inde 1280/1869’da ummu veledi zenci Servinaz bin Abdullah’ı özgür bırakmıştır.[61] Köle satışı, ekonomik durumu kötü olan birçok kadın için bir gelir kaynağı idi. Bazıları cariyelerini kocalarına dahi satıyorlardı. Rukiye bin Mustafa evini ve cariyesini Eğriboz (Euboea) valisi olan kocası Osman’a 1133/1720 yılında İstanbul’da 150 kuruşa sattı. Çocuğu olmayan birçok mal sahibi, malvarlıklarını azad ettikleri kölelerine bağışlarlardı.[62]

Köleler ve sahipleri arasında yakın bir patron-müşteri ilişkisi mevcuttu. Bazı köle sahipleri, köleleri dini ve yardım amacıyla azad ederken, bazıları köleleri köle pazarlarında satarlardı, bazıları ise kölelerini cariyeleri yapıp, onları hayat kadınları gibi kötüye kullanırdı. Diğer yandan birçok köle özgürlüklerini satın almış fakat önceki sahipleriyle iş arkadaşı olmaya devam ederek bu şekilde kendileri için önemli şanslar da yakalamışlardır.[63]

Buna ek olarak bazıları, önceki sahiplerinin kızlarıyla evlendiler, sahip oldukları mülkiyetleri sahiplerinden çeyiz olarak aldılar. Sahiplerinden çocuk sahibi olan cariyeler ise sahiplerinin ölümünden sonra özgürlüklerine kavuştular ve bu çocuklar babalarının yasal çocuğu ve mirasçısı olarak kabul edildi. Cariyeler ise ummu veled olarak yüksek yasal mertebelere ulaştılar ve edindikleri malvarlığını sahiplerinden hibe olarak aldılar. Bazıları ise, azad edildikten sonra sahiplerinin tam olarak yasal anlamda karıları oldular. Kadın ve erkek bir çok mal sahibi ise, evlerini, çocuklarına, ummu veled cariyelerine ve azad ettikleri kölelerine bağışladılar. Birçok akıllı eski cariye ise edindikleri malvarlıklarını ticari girişimlere yatırdı ve evlerini de aile vakıflarına bağışladılar. Bazıları İstanbul’da gerçek anlamda mülk sahibi oldular ve arazi satışlarına alıcı ve satıcı olarak katıldılar. Örneğin, Emine Hatun bin Abdullah 1179/1765 yılında İstanbul’da evini sattı.[64] Hanım bin Abdullah ise aynı yıl İstanbul’da evini 660 kuruşa sattı.[65]

Kiraların ödenmesi ve vakfedilmiş mülkiyetin durumu konusundaki uzlaşmazlıklar her gün mahkemelere gelmekteydi. Üsküdar’da 1132/1720 yılının Mart ayında, Ayşe Hatun eski kocası Ahmet Efendi alehinde bir dava açmıştır. Ahmet Efendi kendini vakfın kurucusu olarak tayin etmiş ve ölümünden sonra karısının ve torunlarının Adana’daki vakıf evinin ve hanın mütevellisi olarak belirlemiştir. Ahmet Efendi’nin ölümünden sonra, ölmüş ilk karısından olma küçük oğlunun velisi, evin ve hanın Mehmet Sadık’ın mirası olduğunu iddia etmiştir. Mahkeme de Müslüman tanıkların huzurunda bu iddiayı kabul etmiştir.[66]

Ümmü Gülsum bin Halil bin Abdullah, Mart 1767 tarihinde İstanbul’da dükkanını devrettiği Hasan’ın ölümünden sonra berber dükkanına tekrar sahip olabilmek için mahkemeye bir dilekçe sunmuştur.[67] Umhani bin Mustafa, al Hacı Mustafa bin al-Hacı Hüseyin hakkında baharat dükkanının (aktar dükkanı) 259 kuruşluk aylık kirasını ödemeyi reddettiği için Ocak 1767’de mahkemeye bir dilekçe vermiştir.[68] Mahmut Paşa Semti’nde yaşayan mütevelli Rahime Hatun, dükkanının ve odasının kiracısı Yahudi Yusuf’un sekiz aydır kayıp olduğu gerekçesiyle İstanbul’daki mahkemeye bir dilekçe vermiştir.[69] Sultan Selim Camisi yakınlarında Cebeci Başı Semti’nde yaşayan Nefise bin Abdi, vekili Kumnanos’un oğlu bakkal İstol aracılığıyla İsmail Efendi’den alacağı olduğu gerekçesiyle bir dilekçe vermiştir. İsmail Efendi evin Nefise bin Abdi’ye ait olan kısmını ayda 7.5 kuruş karşılığında kiralama anlaşmasını borcuna karşılık olarak Aralık 1768’de bozmuştur.[70]

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki akranları gibi, hizmetkarlıktan gelen Memlük kadınları da, köyde ve kentte büyük bir malvarlığına sahiptiler ve bunları 18. yüzyıl boyunca Kahire’deki aile vakıflarına yatırdılar.[71] Daha güncel bir çalışmada Fay, 18. yüzyıl boyunca Kahire’deki vakıfların yüzde 25’inin Memlük kadınları tarafından kurulduğu sonucuna varmaktadır.[72] Halep’te de kadınlar ve erkekler mülklerini vakfa dönüştürürler ve azad ettikleri köleleri vakıftan faydalanacaklar grubuna alırlardı. Azad edilmiş kölelerin büyük bir çoğunluğu, ikamet ettikleri vakıf evlerinden faydalananların yüzde 5’ini oluştururdu.[73]

Osmanlı ve Memlük kadın ve erkeklerinin vakıflara yaptıkları yatırım sadece 18. yüzyılın merkezileşmemiş siyasi yapısında mümkün olabilirdi. Diğer bir deyişle, merkezi olmayan politik yapı, devlet malının yasal olmayan yollardan özelleştirilmesine ve daha sonra da vakfa dönüştürülmesine izin verirdi.

Bu durum, Tanzimat Dönemi’nde ve Muhammed Ali’nin kontrolu altında 19. yüzyılda tam tersine çevrildi. Kadınlar ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Mısır’da 19. yüzyılda sahip oldukları mülkiyeti ve kurucusu oldukları vakıfları kaybettiler. Devlet, aile vakıfları ve yardım vakıfları tarafından sağlanan yardım ve kamu hizmetlerinin birçoğu üzerinde kontrolu eline aldı.

Bundan daha da önemlisi, çoğunlukla kamu vakıflarından sağlanan gelir, Evkaf-ı Humayun Nezareti adı altında devletin merkezi kontrolü altına alındı. Bu şartlar altında, aile vakıfları ve yardım vakıflarının kuruluşundaki özel girişim ve orta sınıf katılımı çok büyük ölçüde düşüş gösterdi.

Sonuç

Sıradan Osmanlı kadınlarının küçük aile vakıflarının kurulmasındaki rolü, kentleşme tarihi ve dini kurumlar çerçevesinde ele alınmalıdır. Vakıf senetleri üzerinde yapılan ayrıntılı incelemelere göre, orta sınıftan ve hizmetkarlıktan gelen kadınlar, şehirde ev ve dükkan şeklinde kendi malvarlıklarına sahiptiler ve bu malvarlığını çocukları ve azad ettikleri köleleri için kurulan aile vakıflarına bağışlarlardı. Böylelikle, aile vakıflarının sağladığı korumadan faydalanırlar ve özel mülkiyetlerini vakfa çevirerek mirasçılarının belli ve kalıcı bir eve sahip olmalarını garanti altına alırlardı. Ayrıca istibdal yoluyla vakıf malını devretmek ve satmak için çok daha fazla kolaylık sağlayan özel mülkiyete dönüştürme seçeneğine de sahiptiler. Osmanlı ve Memlük toplumunda kadınlar, kendi patron-müşteri ilişkilerini ve sosyal ağlarını vakıf kurumu aracılığıyla kurarlardı. Büyük aile bağlarından yoksun olma durumunda, kurulan bu sosyal ağlar, azad edilmiş kadınlar gibi sıradışı sosyal kadın gruplarının devamında önemli bir rol oynardı. Tanzimat reformları, devletin kamusal görevlerini ve toplum üzerindeki kontrolünü artırdı ve özel girişim ve orta sınıf girişimi olan aile vakıflarının zayıflamasına yol açtı. 19. yüzyılın sonlarında köleliğin kaldırılması, bütün köleleri bağlı oldukları evlerden özgür kıldı ve bu kölelerin çok azını devletin himayesi altına aldı. Geleneksel olarak özel vakıflar tarafından sağlanan, fakirlere yardım gibi yerel hizmetler, modern devlet tarafından üstlenilen bir kamu görevi haline geldi. Birçok örnekte olduğu gibi, bu durumu, Batı Avrupa’da yaşanan gelişime çok benzeyen bir şekilde, dilenciliğin yasaklanması ve serseriliğin cezalandırılması izledi.

Prof. Dr. Fariba Zarinebaf – SHAHR

Illınoıs Üniversitesi, Chıcago Tarih Bölümü / A.B.D.

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 15-24


Dipnotlar:
[1] Bu projenin araştırma maliyeti İnsanlık için Ulusal Bağış (National Endowment for the Humanities) ve Türkiye Amerikan Araştırma Enstitüsü (American Research Institute) tarafından karşılanmıştır. Bu makaleyi, göstermiş oldukları yakınlık, cömertlik ve sınırsız destekleri nedeniyle Prof. Dilek Barlas’ın ailesine ithaf ediyorum.
Halil İnalcık, “İstanbul,” EI (2nci baskı), vol. 4: 224-248; Ö. L. Barkan, ” Osmanlı İmparatorluğu’nda bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, Vakıflar Dergisi, 2 (1942), 279-386; Baheddin Yediyıldız, “Vakıf”, İslam Ansiklopedisi, vol. 13 (İstanbul, 1986), 160; Idem, “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü”, Vakıflar Dergisi 17 (1982), s. 1-13.
[2] Stephane Yerasimos, “Les Vakfs Dans l’amenagement Urbain d’İstanbul au XIX siècle”, in Le Vakf Dans Le Monde Musulman Contemporain (XIXe-XXe Siècles), der. Faruk Bilici, İstanbul, 1994, s. 43.
[3] İstanbul Ansiklopedisi (İstanbul, 1966), 85-102; Ahmet Kal’a, İstanbul Su Kulliyati: Vakif Su Defterleri, Hatt-i Humayun (1577-1804), 6 vols (İstanbul, 1997-98).
[4] Bahaeddin Yediyıldız, Institution de Waqf au XVIIIe Siecle en Turquie, Ankara, 1985, s. 163. Bu dönem boyunca Saray kadınları Türkiye’deki vakıfların %6. 69’unu kurmuşlardır. Bu oran 18. yüzyılda Anadolu’daki 330 vakıf temel alınarak saptanmıştır.
[5] Fazlur Rahman, Major Themes of the Qur’an (Minneapolis and Chicago: Bibliotheca Islamica, 1980), s. 40-42.
[6] Jon E. Mandaville, “Usurious piety: The cash vakf controversy in the Ottoman empire,” IJMES 10 (1979), s. 289.
[7] A.g.e., s. 295-304.
[8] Barkan ve Ayverdi, xxx-xxxi.
[9] Barkan ve Ayverdi, s. 64.
[10] Müftüluk Archives, Vakfiye 4/1, 162b-163 b. Bu vakfiyede tarih yoktur.
[11] Kal’a, 1, 133. Draca köyünden bazı Yunan köylüler Bostancı Hamlaci Mehmet’in Nakdi Vakfından 125 kuruş aldılar ve 17 kuruşluk faizini ödeyemediler, Zilkade 1162/Kasım 1749.
[12] Yediyıldız,1985, s. 117: tablo v.
[13] Yediyıldız, 1982, s. 9.
[14] A.g.e., s. 9. Bu cariyelerin gelirleri özgür yasal eşlerinin gelirlerinin yarısı kadardı.
[15] A.g.e., s. 10.
[16] Birçok Osmanlı vakfı Mekke ve Medine fakirlerini vakıflardan ikinci derecede faydalanacaklar olarak belirlemiştir. Bu vakıflardan gelen gelir, Kızlar Ağası ve Kutsal mabetlerin mütevellisi tarafından toplanır ve Surre-yi Humayun boyunca kutsal şehirlere verilirdi.
[17] Yediyıldız, s. 10.
[18] Kal’a, 1. Bu bölüm, İstanbul’un çeşitli semtlerinde, özel mülkiyetin vakıf mülkiyetine istibdali hakkında hakimlere verilen imparatorluk emirleriyle doludur.
[19] Yerasimos, s. 45-46; Nazif Öztürk, “Osmanlılarda vakıfların merkezi otoriteye bağlanması ve sonuçları,” in Le Vakf Dans Le Monde Musulman Contemprain (XIXe-XXe Siecles), der. Faruk Bilici, (İstanbul, 1994), 21-23; Yediyıldız, 1982, s. 9; Öztürk, 18. yüzyılın sonuna kadar devletin vakıfların idaresine müdahale etmediği görüşündedir.
[20] II. Hanlık ve Azerbaycan Safevileri için bkz. Fariba Zarinebaf-Shahr, “Economic Activities of Safavid Women in the Shrine City of Erdebil,” Iranian Studies 31 (Spring 1998), s. 247-261.
[21] Ahmet Kal’a, İstanbul Ahkam Defterleri: İstanbul Vakif Tarihi 1 (İstanbul, 1998); Haim Gerber, “The Waqf Institution in Early Ottoman Edirne”, Asian and African Studies 17 (1983), 29-45; William J. Griswold, “A sixteenth century Ottoman pious foundation,” JESHO 27 (1984), 175-198; D. S. Powers, “Revenues of Public Waqfs in Sixteenth Century Jerusalem”, Archivium Ottomanicum 9 (1984), s. 163-202.
[22] Bu konuda geniş bir çalışma olmamasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki kaynakların en iyisi Ankara’da yayaınlanan Vakıflar Dergisidir. Yayınlanmış diğer önemli kayıtlar için, bkz, Ömer Lütfi Barkan ve Ekrem Ayverdi, İstanbul Vakıfar Tahrir Defteri (953/1546 Tarihli), (İstanbul, 1970). Osmanlı saray kadınları ve prensesleri tarafından kurulan vakıf senedi örneği için, bkz, Tarihimizde Vakıf Kuran Kadınlar, Hanim Sultan Vakfıyeleri (İstanbul Araştırma Merkezi, 1990); İkincil kaynaklar için, bkz, Gabriel Baer, “Women and vakf: An analysis of the İstanbul Tahrir of 1546,” Journal of Asian and African Studies 7 (1983): s. 9-28; Ruth Roded, “The vakf and the social elite of Aleppo in the eighteenth and nineteenth centuries, “Turcica 20 (1988): s. 71-91; Idem “Quantitative analysis of vakf endowment deeds: A pilot project”, Journal of Ottoman Studies 9 (1989); R. D. McChesney, Vakf in Central Asia; Four Hundred Years in the History of A Muslim Shrine, 1480-1889, (Princeton: Princeton University Press, 1991); Carl Petry, “Class Solidarity Versus Gender Gain: Women as Custodians of Property in Later Mamluk Egypt,”, Women in Middle Eastern History, der. Beth Baron and Nikki Keddie (Yale University Press, 1991); R. Stephen Humphreys, “Women as Patrons of Religious Architecture in Ayyubid Damascus,” Muqarnas 11 (1994): s. 35-54; Leslie P. Peirce, The Imperial Harem (Oxford: Oxford University Press, 1993); Afaf Lutfi Al-sayyid Marsot, Women and Men in Late Eighteenth Century Egypt (Austin: University of Texas Press, 1995); Mary Ann Fay, “Women and Waqf: Property, Power, and the Domain of Gender in Eighteenth CenTury Egypt”, Women in the Ottoman Empire, Der. Madeline Zilfi (Leiden: E. J. Brill, 1997), s. 28-48; Margaret Meriwether, “Women and Vakf Revisited: The Case of Aleppo, 1770-1840”, Zilfi (der.), s. 128-153; George C. Koslowski, “Private Lives and Public Piety: Women and the Practice of Islam in Babür India”, Women in Medieval Islamic World: Power, Patronage, Piety, der. Gavin Hambly, (St. Martin’s Press, 1998); Fariba Zarinebaf-Shahr, “The Wealth of Ottoman Princesses During the Tulip Period”, The Great Ottoman-Turkish Civilization, der. Guler Eren, Vol. 2 (Ankara, 2000).
[23] Zarinebaf-Shahr, 1998.
[24] Zarinebaf-Shahr, 2000.
[25] Halil İnalcık, “İstanbul”, EI (2. baskı), 229-233; Ahmet Refik, İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul: 1988, s. 42.
[26] Bu vakıf senedinin bölümleri için, bkz, Tarihimizde Vakıf Kuran Kadınlar.
[27] Ali Paşa, Mirza Zade Mehmed Paşa ve Ebubekir Paşa ile düğünlerinde, bkz. Zarinebaf-Shahr, 2000, s. 699. Pul vergisi mukata’a’sına sahipti.
[28] A.g.e., s. 160-186.
[29] Kal’a, s. 329.
[30] Refik, 72, 97; Münir Aktepe, “Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya aid iki vakfiye”, Tarih Dergisi, 15 (1960): s. 149-160.
[31] Yediyıldız, s. 5.
[32] Fariba Zarinebaf-Shahr, “Women, Law, and imperial Justice in Ottoman İstanbul (late seventeenth century), Amira Sonbol tarafından derlenen, “Women, Family and Divorce Laws in islamic Society” eserindeki makalesi, Syracuse University Press. 1996.
[33] Münir Aktepe, “İstanbul’un Nüfus Mes’elesine Dair Bazı Vesikalar,” Tarih Dergisi, 13 (1958), s. 1-16.
[34] A.g.e., s. 16-27.
[35] Age; Refik, s. 121-123.
[36] Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü”, Vakıflar Dergisi 14 (1982), s. 1-27.
[37] Yerasimos, s. 43.
[38] İnalcık, s. 229. İstanbul dört semte bölünmüştü: İstanbul, Galata, Üsküdar, and Eyüp.
[39] A.g.e., xxxi.
[40] Faruk Bilici, “Les Vakfs Monetaires a la Fin de L’empire Ottoman et au Debut de L’epoque Republicaine en Turquie: Des casses de solidarite vers un systeme bancaire moderne”, Le Vakf Dans Le Monde Musulman Contemprain (XIXe-XXe Siecles), der. Faruk Bilici, İstanbul, 1994, s. 52.
[41] Yediyıldız, Institution Du Vaqf…, s. 96.
[42] A.g.e., s. 116-120; Bilici, s. 52.
[43] Murat Çizakça, A Comparative Evolution of Business Partnership: The Islamic World and Europe with Specific Reference to the Archives, Leiden: E. J. Brill, 1996, s. 131.
[44] Bkz. John E. Mandaville, “Usurious piety: The Cash Vakf Controversy in the Ottoman Empire”, IJMES 10 (1979): s. 289-308.
[45] Yerasimos, s. 45.
[46] Yediyıldız, Institution du Vaqf…, s. 95-96. Detaylı dağılım için bkz. Yediyıldız, tablo 3.
[47] Abraham Marcus, “Men, Women and Property: Dealers in Real Estate in Eighteenth Century Aleppo,” JESHO 26 (1982), 147; Idem, The Middle East on the Eve of Modernity, Aleppo in the Eighteenth Century, Columbia University Press, 1989, s. 210-211.
[48] Barkan ve Ayverdi, s. 96.
[49] A.g.e., s. 94.
[50] Başbakanlık Arşivleri (BBA), İstanbul, Vakfiye no. 4: 27.
[51] BBA, Vakfiye 3: 4.
[52] BBA Vakfiye, 3: 15.
[53] Barkan ve Ayverdi, xxvi.
[54] Osmanlı İmparatorluğu’nda erken modern dönemlerde kölelik konusunda geniş çaplı bir çalışma yoktur. Daha genel çaplı çalışmalar için bkz. R. Brunschvig, “Abd”, EI, 2inci baskı, vol. 1, s. 24-40; Metin Kunt, The Sultan’s Servants, the Transformation of Ottoman Provincial Government, 1550-1650, New York: Columbia University Press, 1983; Ronald C. Jennings, “Black slaves and Free Blacks in Ottoman Cyprus, 1590-1640,”JESHO 30 (1987): s. 286-302; Ehud Toledano, The Ottoman Slave Trade and Its Suppression, 1840-1890, Princeton; Princeton University Press, 1982; Hakan Erdem, Slavery in the Ottoman Empire and its Demise, 1800-1909, New York: St. Martin’s Press, 1996.
[55] Müftülük Arşivleri, Sicil 1/18, 14a
[56] Sicil 1/23, 2b.
[57] Sicil 1/23, 5b.
[58] Sicil 1/23, 46b.
[59] Sicil 1/18, 14a.
[60] Sicil 2/125, 10b.
[61] Sicil 2/459, 46a.
[62] Sicil 2/125, 2a.
[63] Marcus, 1982, s. 52-53.
[64] Sicil 1/27, 26b.
[65] Sicil 1/27, 25b.
[66] BBA, Şikayet Defteri vol. 85, 195: 3.
[67] Sicil 1/30, 24.
[68] Sicil 1/30, 24.
[69] Sicill 1/30, 15.
[70] Sicil 1/30, 89.
[71] Marsot.
[72] Zilfi’nin eserinde Fay’in kısmı, s. 34-36.
[73] Marcus, 1989, s. 210-212.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.