Kaynarca’dan (1774) Paris Barışı’na (1856) Kadar Şark Meselesi Perspektifinde Osmanlı-Rus Münasebetlerine Genel Bir Bakış
Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki ilk siyasi münâsebetler, 1475’te Kırım Hanlığı’nın Osmanlı hakimiyetine girmesiyle başlamıştır. Bu devirde Moskova Rusyası, Osmanlı Devleti ile dostça geçinmeyi bir zaruret olarak görürken, Osmanlı hükümeti nezdinde Rusya, Avrupaca siyasî mevkiî ve Osmanlı kudretine karşı gelecek bir iktidarı dahi haiz olmayan, Kafkasya ve Kırım bölgelerindeki Âl-i Cengiz hükümetlerinin harâc-güzârı küçük bir kuzey hükümeti olarak kabul ediliyordu.
16. yüzyıla kadar her bakımdan Avrupa devletlerinden farklı olan Rusya, 17. yüzyılda, birdenbire düşünüş, yaşayış, çalışma ve siyaset bakımından hatırı sayılır büyük bir Garp devleti manzarası almıştır. Bu durum, Çar I. Petro’nun gerçekleştirdiği büyük reformlarla gerçekleşmiştir.
I. Petro’dan itibaren Rusya, ileri bir toplum ve büyük bir devlet olmak yolunda asrın getirdiği yenilikleri alırken, Osmanlı Devleti ise aksine bir yola giriyordu. Bunun neticesinde de, Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki dengeler Rusya lehine gelişiyordu. Çarlık Rusyası’nın yükselişi uluslararası güç dengesi yönünde de büyük sonuçlar doğurdu. Nitekim Rusya’nın İsveçlileri Poltova’da insanı şaşkına çeviren bir yenilgiye uğratması (1709) diğer güçlere, o güne kadar uzak ve bir ölçüde barbar görünen Moskof Devleti’nin Avrupa kapsamında bir rol oynamaya kararlı olduğunu gösterdi. Aslında Rusya’nın yükselişi karşısında en büyük zararı görecek olanlar Polonyalılar ve Türklerdi.
18. yüzyılın başlarından itibaren, Boğazları ele geçirmeyi, Kafkaslar’a ve Balkanlar’a hakim olmayı, Ege Denizi’nden Akdeniz’e, Doğu Anadolu üzerinden de Basra Körfezi’ne sahip olmak suretiyle, büyük bir imparatorluk kurmayı kendilerine geleneksel bir politika haline getiren Rusya, bunu gerçekleştirmek için Osmanlı tebaası olan Hıristiyanları Müslümanlara karşı himâye ederek, Osmanlı Devleti’ni nüfuzu altına almayı amaçlamakta idi.
Siyasi emelleri uğruna kocası III. Petro’yu öldürten Alman asıllı II. Katerina (1762-1796), Büyük Petro’nun izinde yürüyerek, Rusya’yı hedefine ulaştırmak istiyordu. Lehistan’ın paylaşılmasında başrolü oynayan Kraliçe, bu paylaşmada en büyük payı Rusya’ya kazandırdı. Türkler, tampon devlet olarak gördükleri bir ülkede Rus askeri gücünün yayılmasından telâşa kapılmakla kalmayıp, Polonya ve Osmanlı Devleti’nin, Rus saldırganlığından aynı derece korkan geleneksel müttefiki Fransa tarafından da kışkırtılmaktaydılar. II. Katerina döneminde, Osmanlılara karşı yapılan ilk savaşta (1768-1774) Ruslar, başarılı oldular. 1770’te Kronstadt’tan yelken açan Rus donanması Avrupa’nın çevresinden dolaşıp Sakız Adası’nın karşı yakasındaki Çeşme açıklarında Türk donanmasını tahrip etti.
Bir deniz gücü olarak Rusya, çifte darbe indiriyordu; Sound’dan geçerek ve Cebelitarık’tan dolaşarak Avrupalılara gücünü gösteriyor, Akdeniz’deki varlığını ilan ediyordu; Türklere ise, Karadeniz ile Ege Denizi arasına sıkışmış İstanbul’a yönelik bir saldırı korkusu yaşatıyordu. II. Katerina, savaş sonunda yaptığı Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla (1774), Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların himaye hakkını alıp, 1914’e kadar sürecek olan “Şark Meselesi”nin başlamasına sebep oldu.
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi / Türkiye