Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kâtip Çelebi (1609-1657)

0 16.581

Eyüp BAŞ

A. Hayatı ve Yetişmesi

On yedinci yüzyıl Osmanlı bilim dünyasının en önemli simalarından biri olan Kâtip Çelebi hakkında günümüze kadar çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Şüphesiz bu birikim, onun hayatını ve ilmî kişiliğini ortaya koymak açısından son derece önemlidir. Ancak bir yazarın kendisi hakkında, eserlerinde verdiği bilgileri göz önünde bulundurmak daha sağlıklı kanaatler ortaya konulmasına yardımcı olduğundan, Kâtip Çelebi’yi öncelikli olarak Süllemü’l-Vusûl ve Mîzânü’l-Hakk adlı eserlerinde verdiği otobiyografisi ışığında incelemekte fayda vardır.

Kâtip Çelebi Süllemü’l-Vusûl’da kendisini şöyle takdim etmiştir: “Doğum ve neş’et mahalli İstanbul olan Abdullah oğlu Mustafayım. Mezheben Hanefî ve meşreben İşrâkiyim.[1] Beldemiz ulemâsı arasında Kâtip Çelebi, Divan mensuplarınca Hacı Halife diye anılırım”. Kâtip Çelebi bu takdimden sonra annesini kaynak göstererek Şubat 1609’da doğduğunu belirtmiştir. Devamla babasının Enderun’da silahdâr olduğunu ve dolayısıyla zaman zaman seferlere katıldığını, çok dürüst, dindar, ilme ve ilim adamlarına saygılı bir kişi olması nedeniyle de daha küçüklüğünden itibaren onun yetişmesi için büyük titizlik gösterdiğini, beş altı yaşlarındayken Kur’an ve tecvid öğretmesi için Kırımlı İmam İsa Halife’yi kendisine hoca tuttuğunu kaydetmiştir. Kâtip Çelebi kendi ifadelerine göre, daha sonra İmam İlyas Hoca’dan Arapçanın gramerini okumuş, Hattat Böğrü Ahmed Çelebi’den de hüsn-i hat (güzel yazı) dersleri almıştır. 1623 yılında babası aracılığıyla dîvan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine katip olmuş, burada hesap kurallarını ve siyâkat yazısını öğrenmiştir. 1624 yılında babası ile birlikte Abaza Mahmut isyanını bastırmak için düzenlenen Tercan Seferi’ne, daha sonra 1625’de yine babasıyla Bağdat Seferi’ne katılarak savaş ortamını gözlemleme imkanı bulmuştur. Bu sefer dönüşünde, hem babasını hem de amcasını kaybeden Kâtip Çelebi oldukça meşakkatli bir yolculuktan sonra önce Diyarbakır’a gelmiş, orada baba dostu Mehmed Halife’nin yardımlarıyla bir müddet yine maliye dairelerinde çalışmıştır.[2]

1628-1629’da İstanbul’a geçmiş olan Kâtip Çelebi, meşhur Kadızâde Mehmed Efendi (ö.1635)’nin derslerine devam etmeye başlamış, ancak fazla bir zaman geçmeden 1629’da tekrar Hüsrev Paşa ile Hemedân ve Bağdat seferlerine katılmıştır. Bu seferlerden İstanbul’a dönünce (1631) yine Kadızâde’nin derslerine devam etmiştir. Ondan Tefsir, İhyâ-ı Ulûm, Mevâkıf Şerhi, Dürer ve Tarikat-ı Muhammediye okumuştur. Hocasının derslerini sathî ve aklî ilimler semtine uğramamış olarak niteleyen Kâtip Çelebi, Kadızâde’nin tefsir okurken aklî ilimlerle ilgili yerlere geldikçe “Kâdî burada felsefîlik eylemiş” deyip:

“Kelâm-ı felsefe fülse değer mi?
Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi?
Mantıkîler ölür ise gam değil
Zira onlar ehl-i imandan değil”[3]

dediğini naklederek, hocasının mantık ve felsefeye olan karşıtlığını örneklendirmek istemiştir. Kâtip Çelebi bu nedenle kendisinin “Kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır” sözünü atasözü gibi kullandığını belirterek hocasının bu tavrını benimsemediğini dile getirmiştir.[4]

Bu vesile ile hocası hakkında kısaca bilgi veren Kâtip Çelebi’nin anlattıkları, dönemin düşünce hayatına ve kendi üzerindeki etkisine ışık tutması açısından önemlidir.

İfadelerine göre dinî hoşgörüsüzlüğüyle tanınan ve daha sonra kendi adıyla anılacak bir vaiz sınıfının ortaya çıkmasına neden olan hocası Kadızâde, o dönemde raks ve devir gibi bazı meseleleri tekrar gündeme getirerek Halvetîlerin, Mevlevîlerin ve mezarlık bekçilerinin düşmanlığını kazanmış, tasavvuf ve tarikatlara düşmanlığı nedeniyle zındıklıkla itham edilmiş, Regaip, Berat ve Kadir gecesi namazları gibi bazı konuları tartışmaya açmıştır. Ayrıca hocasının, “aykırı davran, tanınırsın” sözünü kendisine bir tarz olarak benimsemiş olduğunu, bu sayede padişahlarca da tanınarak herkese üstünlük kurduğunu ve işlerini kolayca hallettiğini belirtmiştir. Hocasının bu yapmacık tavrını bazı ahmakların ciddiye alarak ona uyduklarını, neticede insanların taassupla kuru kavgalara tutulduklarını anlatan Kâtip Çelebi, başta ilim adamları olmak üzere Müslüman Osmanlı halkına her fırsatta itidali tavsiye ettiğini kaydetmiştir.[5]

Söz konusu taassubun aklî ilimlerin kötülenip yalnız naklî ilimlere değer verilmesi sebebiyle ortaya çıktığını savunan Kâtip Çelebi, bu görüşünü “Uçmaya iki kanat lazımdır. Makûlât ve meşruât iki kanat yerindedir” gibi bir teşbihle ifade etmiştir. Taassub ile sağduyu arasında bir denge kurulması gerektiğine dikkat çekmiş[6] olan Kâtip Çelebi, bu tavrını eserlerinde güzel bir şekilde sergilemiştir.

Kâtip Çelebi, işte böyle bir tartışma ortamı ve bazı ilmî çalışmalar içerisinde olduğu bir sırada 1633’de Sadrazam Tabanı Yassı Mehmed Paşa kumandasında düzenlenen İran Seferi’ne katılmak üzere derslerine bir kez daha ara vermiştir. Sefer esnasında Halep’te kışlamakta olan ordudan ayrılarak Hicaz’a geçmiş ve hac vazifesini yerine getirmiştir. Halep’ten Diyarbakır’a dönüldüğünde, yörenin ilim adamlarıyla görüşme fırsatı bulmuş olan Kâtip Çelebi, buradayken 1634’de IV. Murad’ın Revan Seferi’ne katılma durumunda kalmıştır. 1635’de bu seferden İstanbul’a döndükten sonra ise kalan ömrünü ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçirmeye karar verdiğini “Küçük cihaddan büyük cihada döndük (yani savaştan bilgiye döndük)” sözüyle dile getirmiştir.[7]

Revan seferi dönüşü Halep’te sahaf dükkanlarını dolaşıp gördüğü kitapları kaydettiğini, İstanbul’a döndüğünde bir miras vesilesiyle elde ettiği paranın büyük kısmını kitaba harcadığını, daha sonra bunları okumaya koyulduğunu, özellikle de kişisel ilgi ve merakı nedeniyle tarih, tabakât ve vefeyât kitaplarıyla hayli meşgul olduğunu belirten Kâtip Çelebi, daha önce verdiği kararı sebebiyle IV. Murad’ın 1638’deki Bağdat Seferi’ne katılmamıştır. O sırada, ilmî birikim ve saygınlığıyla meşhur olmuş olan A’rec Mustafa Efendi’nin Beydâvî Tefsiri derslerine devam etmiştir. Daha önce aklî ve naklî ilimlere dair derslerine katıldığı âlimlere nispetle çok engin bir birikime sahip olduğu için A’rec Mustafa Efendi’yi kendisine üstat edindiğini belirtmiştir. Otobiyografisinde hem aklî hem de naklî ilimlerde kendisinden çok şey kazandığını belirten Kâtip Çelebi, onu ufkunu açan önemli bir kişi olarak zikretmiştir.[8]

Ayrıca Ayasofya dersiâmı Kürt Abdullah Efendi ve Süleymaniye dersiâmı Keçi Mehmed Efendi’nin derslerine katılmıştır (1639-1640). Kâtip Çelebi, naklî ilimlerde çok derinlikli olarak nitelendirdiği Keçi Mehmed Efendi’nin, derslerde zaman zaman felsefî meselelerle karşılaştıkça “bizim bildiğimiz değil, bilir varsa söylesin” dediğini belirterek insaf ettiğini, Kadızâde gibi bilmediğini zem ve reddetmediğini belirtmiştir. Daha sonra Vaiz Veli Efendi’den mantık, belâgat (meâni-beyan) ve hadis usûlü dersleri almıştır. 1645’deki Girit Seferi nedeniyle önceden beri var olduğunu belirttiği harita, hey’et, hesab ve hendese merakı nüksetmiş, bu alanda yazılmış eserlerin tamamını incelemiştir. Bu arada uzun müddet çalışmış olduğu dîvan kaleminde “halifelik” makamına yükselemediği için istifa ederek köşesine çekilmiş, başta coğrafya ve tarih alanlarında olmak üzere eserler kaleme almaya başlamış, bir yandan da öğrenci yetiştirmiştir. Aynı zamanda yine A’rec Mustafa Efendi’den Şerh-i Adûd, Şerhu Eşkâli’t-Te’sîs, Şerh-i Çağminî, Arûz-i Endülüsî ve Zîc-i Uluğ Bey’i (geometri ve astronomi) okumuştur.[9]

Kâtip Çelebi, 1648’de divan kaleminin ikinci halifeliğine atanmışsa da geçim kaygısıyla haftanın sadece bir iki günü buraya devam etmiş, vaktinin büyük bir kısmını eserlerini yazmakla geçirmiştir.[10]

Burada önemli olduğu için belirtmekte yarar gördüğümüz bir husus da Kâtip Çelebi’nin Batıda yapılan çalışmalara olan ilgisidir. Kanaatimizce bu ilgi, onun 1645 yılından sonra coğrafya ve kozmoğrofyada yoğunlaşmasının bir sonucudur.

Oldukça meraklı ve meraklarını gidermek için her imkanı değerlendiren yapısına uygun olarak Kâtip Çelebi, muhtemelen bu yoğunluğuyla daha dışa dönük bir ruh haline girmiş ve incelemelerini sadece Müslüman yazarların eserleriyle sınırlı tutmamıştır. Bir Fransız rahibi iken Müslüman olmuş olan Şeyh Mehmed İhlâsî’den yardım alarak Latince yazılmış Atlas Minor adlı coğrafya eserini okuyup incelemesi, daha sonra onu Levâmiu’n-Nûr fî Zulumât-i Atlas Minor adıyla Osmanlı Türkçesine kazandırmış olması[11] bahsetmeye çalıştığımız ruh halini örneklemesi bakımından son derece önemlidir. Eserlerini tanıtırken belirteceğimiz üzere bu çeviri, Kâtip Çelebi’nin doğu coğrafyacılığına ait bilgiler ile Batı coğrafyacılığına ait yeni bilgileri biraraya getirerek kaleme aldığı ünlü coğrafya eseri Cihannümâ’sının da alt yapısını oluşturmuştur.

XVII. yüzyılın bu büyük aydını, genel kabul görmüş olan 6 Ekim 1657 tarihinde[12] vefatına kadar yorucu ve aralıksız bir çalışma hayatı geçirmiş, sanki o kısacık ömrüne çok şeyler sığdırmaya çalışmıştır.

B. İlmî Kişiliği

XVI. yüzyıl ortalarından itibaren medrese programlarından matematik ve felsefe gibi derslerin çıkarılmış bulunması, bilim hayatının gerilemesine ve düşünce hayatının durgunlaşmasına yol açmıştı. Zamanın Müslümanları, daha ilk dönemlerden itibaren Helenistik Batı ve Doğudan, İran, Türkistan, Hindistan ve hatta Çin’den gelen kültürel akımlara ve etkilerine açık olmuş olan İslam medeniyetinin, artık kendi kendine yeterli bir hale gelmiş olduğuna inanır olmuşlardı. Onlara göre İslam’ın parlak dünyasının, barbarlık ve inançsızlık karanlığı içerisindeki Frenk Avrupası’ndan öğreneceği birşeyler olamazdı. Avrupalıların kayda değer başarıları sadece savaş sanatları alanındaydı ki, ele geçirilen silah ve gemilerin, esirlerin ve mühtedîlerin yardımıyla bunlar incelenebilir ve öğrenilebilirdi. Avrupa’nın lisan, edebiyat, sanat ve felsefelerinin kendileri için önemli veya uygun olabileceği fikri akıllarından bile geçmiyordu. Avrupalılara karşı zaferler kazanıldıkça kuvvetlenen bu görüş, Avrupa’nın Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle değişmiş, ilerlemiş ve kuvvetlenmiş olmasına rağmen aynen sürdürülmüştü. Dışa açık olmak bir tarafa Osmanlı aydını bu dönemde kendi içerisinde düşünce ve din alanındaki farklılıklara karşı dahî hoşgörüsüz ve tutucu bir görüntü sergiliyordu.[13]

İşte böyle bir ortamda yetişen Kâtip Çelebi, çağının taassubu içerisinden sıyrılıp çıkmış, iki gruba ayrılmış bazı çağdaşlarının toplumu birbirine düşürebilecek bir kavga haline getirdikleri konular üzerinde, her iki tarafın da hatalarını belirterek doğru yolu göstermeye çalışmış bir aydındır. İfrat ve tefrit noktalarında hocalarını ve devrinin halk tarafından otorite kabul edilmiş âlimlerini eleştirmekten kaçınmamıştır. Ayrıca devletin bozulan idaresi hakkında düşündüklerini, kimseden çekinmeksizin açık bir dille ifade etmiştir. Özellikle Düstûru’l-Amel ve Mîzânü’l-Hakk adlı eserlerinde hem gruplar arası çekişmeleri, toplumun yanlış anlama ve uygulamalarını hem de devlet idaresindeki bozuklukları büyük bir rahatlıkla eleştirdiği görülmektedir. Şüphesiz onun bu rahat tavrı, aydın bir kişi olarak sorumluluğunu yerine getirdiğine olan inancından kaynaklanmıştır.

Kâtip Çelebi’nin, çok istediği dîvan kalemi başhalifelik makamına ulaşamamış olmasına rağmen idareciler ve toplum nazarında bu derece itibar kazanması, dîvan kalemindeki görevi esnasında her fırsatı değerlendirmesi ile istifasından sonra on yıl kadar büyük bir azimle kendi kendini yetiştirmesinin bir sonucudur. Çünkü o, zamanın örgün öğretim kurumları olan medreselerde yetişme imkanı bulamamış, daha genç yaşta idarî bir görev alarak yoğun bir iş hayatı içerisine girmiştir. Ancak hiçbir şey onun öğrenme azmini kıramamıştır. Bu azim ve hevesini “on sene kadar zaman gece-gündüz (ilimle) iştigal edip, nice kitaplar görmek ve ekser fünûnu tetebbu etmek müyesser oldu. Gehî (bazen) bir kitabı görmeye şevk düşüp gurûb-i şemsden tulûa dek şem’a (mum) yanardı, kelal ve melal (usanç) gelmezdi” şeklinde ifade etmiştir.[14]

İşte bunun içindir ki Kâtip Çelebi’nin ilmî bir kariyer elde etmedeki çabası takdire şayandır. Hayatı ile ilgili bilgileri şöyle bir süzgeçten geçirdiğimizde görmekteyiz ki o, sürekli olarak bilmediklerini, merak ettiklerini öğrenme uğraşısında olmuş, yaşının hayli ilerlemiş olmasına rağmen zamanının bilim adamlarından dersler almaya çalışmış, katıldığı seferlerde ordunun konakladığı her yerde kitapçı dükkanlarını dolaşarak ilmî çalışmalardan haberdar olmaya özen göstermiş, yörenin âlimleriyle görüşüp bilgilerinden yararlanmaya gayret etmiştir. Eserlerinin altyapısını genel olarak işte bu ziyaretlerde elde ettiği bilgi, gözlem ve materyaller oluşturmuştur.

Kâtip Çelebi, Türkçe ve Arapça yazılmış eserleri kaynak olarak kullanmakla yetinmemiştir. Batı kaynaklarından da yararlanmak gibi zamanının ilim adamlarına nispetle sıra dışılık olarak nitelendirilebilecek bir ilmî tavır ve hür düşünceye sahip olmuştur. Öyle ki, Bernard Lewis bu yönüyle Kâtip Çelebi’yi XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa üzerine kalem oynatan Hezârfen Hüseyin (ö. 1103/1691) ve Müneccimbaşı Ahmed B. Lütfullah (ö. 1113/1702) ile birlikte başlıca üç Osmanlı yazarından biri olarak saymıştır.[15]

Kâtip Çelebi yararlandığı eserlerde kişilerin görüşlerinden ve ayrıntılardan ziyade bizzat olaylar ve fikrî temelleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu metodunu, ders verdiği öğrencilerine Yahya Efendi ile aralarında geçen bir görüşmeyi naklederek aşılamaya çalışmış olan Kâtip Çelebi, Mîzânu’l-Hakk’ta şu ifadeleri kullanmıştır: “Merhum Yahya Efendi ders der misiniz ve hâşiyeler mütâlaa eder misiniz? der idi. Fakir dahî, ‘ders okurlar (veririm) lâkin hâşiye iltizâmı nâdir olur’der idim. Zîra âdâb-ı fakîr her kesrete canib-i vahdetten dühûl ve ihâta-i külliyat ile zabt-ı usûl idi. Cüz’iyyatla takayyüd ve cerbeze semtine iltifat tadayyu-ı evkât olmak üzere karar verilmiş idi”.[16] Görüldüğü gibi meselelere küllî kaidelerden bakmayı (tümdengelimi) esas kabul edip, ayrıntılarla uğraşmayı vakit kaybı olarak değerlendiren Kâtip Çelebi, zannediyoruz bu anlayış ve metodu sayesinde çok sayıda ilim dalıyla ilgilenebilme imkanı bulmuştur. Çok yönlülüğünü ise “Yek fenle kanaate uluvv-i himmet rızâ vermedi” sözüyle dile getirmiş, biraz da gösterdiği gayretle övünmüştür.

Ancak şu var ki, Kâtip Çelebi’nin özellikle hikmet denilen felsefeye duyduğu ilgi onun ilmî kişiliğinin oluşmasında etkin rol oynamıştır. Bu nedenle Mîzânü’l-Hakk’ın daha giriş kısmında, aklî ilimlerin gerekli olduğu konusunu ele almıştır. Burada aklî ilimlerin dince yasak olduğunu söylemiş olan kişileri bilgisiz ve ahmak olmakla itham etmiştir. Doğruya ve gerçekleştirilmek istenen amaçlara ulaşmak için bütün ilim dallarının birer araç olduğunu belirterek oldukça pragmatist bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermiştir. Bu tutumunu hikmet ile şeriat ilimleri (aklî-naklî) arasında kurulması gereken dengeye işaret ederken daha da netleştirmiştir: “Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından merhum cennet mekân Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün kazanmışlardı. Ebulfeth Sultan Mehmed Han, Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrîd ile Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidâye kaldı ne de Ekmel. Bununla Rum’da ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu. Ekrâd diyarının (Doğu Anadolu) kıyısında köşesinde yer yer kanuna göre ders gören öğrencilerin mübtedîleri (daha başlangıçta olanları) Rum’a gelip büyük tafra satar oldular. Zamanımızda bazı kabiliyetliler onları görüp hikmet öğrenmek istediler. Hakir dahî müzâkere ve ders okutma sırasında yeteneği ve eğilimi olan öğrencileri, Sokrat’ın Eflatun’u heveslendirdiği gibi, varlıkların gerçeğini araştıran bilimi öğrenmeleri için heveslendirdim, bu risalede de hepsine nasihat olsun diye birkaç madde alıp söyledim. Tâki mutlak ilim namına olanı olabildiğince öğrenmeye çalışsınlar, elbette bir mahalde lazım olur. İlmin zararı olmaz. Kötüleyip inkar eylemeyeler. Zira bir şeyi inkar ol nesneden uzak ve yoksun kalmaya sebeptir.”[17]

Kâtip Çelebi’nin, yine eserinin sonundaki tenbihler içerisinde aklî ve naklî ilimleri bir kuşun iki kanadına benzeterek üzerinde durmuş olması, bu konu üzerinde hassas olduğunu gösteren bir diğer örnektir.

Ne var ki Kâtip Çelebi, sergilediği bütün bu makul tavrına, inanılmaz öğrenme azmine ve son derece önemli eserler vücuda getirmiş olmasına rağmen ilmiye sınıfından olmadığı için zamanının medrese mensuplarınca kıskanılmış, “ketebeden Mustafa Çelebi” (ilmiyeden değil Kâtiplerden anlamında) unvanından başka bir unvana layık görülmemiştir. O da maalesef birçok büyük beyin gibi ancak vefatından sonra değerlenebilmiştir.

Türk tarihiyle ilgilenen yerli yabancı bütün araştırmacıların ilk akıllarına gelen başlıca Osmanlı bilgin ve aydınlarından olan Kâtip Çelebi, kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir. Örneğin Osmanlı döneminin büyük tarihçilerinden Nâimâ (ö. 1716), eserinin birçok bölümünde ondan alıntılarda bulunmuş; Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö. 1787), Süllemü’l-Vusûl adlı biyografik eserine zeyl mahiyetinde meşhur eseri Mecelletü’n-Nisâb’ı kaleme almıştır. Bibliyografik eseri Keşfü’z-Zünûn’un, yazıldığından günümüze ilim aleminde gördüğü ilgi ise anlatılamayacak ölçüdedir.

Kâtip Çelebi farklı içerik ve türde kaleme aldığı eserlerinde, zamanının ağdalı anlatımını benimsemeyerek süs ve seciden uzak, yalın bir anlatımı tercih etmiştir. Bu açıdan onun, insanlar tarafından kolay anlaşılabilir ve eserlerinden azami ölçüde yararlanılabilir bir yazar olma kaygısı taşıdığını söylemek mümkündür. Bu üslubu Osmanlı toplumunun dili dışında Arapça ve Farsça yazmış olduğu birkaç eseri için de geçerlidir.

Esasında bu dillerle eser yazmış olması belirttiğimiz kaygısıyla çelişir gibi gözükmektedir. Hatta yabancı dilde yazması ilk bakışta kabul görmediği ilmiye sınıfına karşı bir isbat-ı rüşt ve onlara karşı prestij kazanma gayreti olarak da algılanabilir. Ancak Arapça yazmış olduğu Keşfü’z-Zünûn, Süllemü’l-Vusûl ve Fezleketü’t-Tevârih gibi eserlerin tarihî, biyografik ve bibliyografik malzemelerini büyük oranda Arapça kaynakların oluşturması, Kâtip Çelebi’nin böyle bir beklentiden ziyade şartlara uygun ilmî bir tercih yaptığının göstergesidir.

C. Eserleri

Kâtip Çelebi tarih, coğrafya, sosyoloji, atlas, felsefe, astronomi, matematik, hadis, fıkıh, tefsir gibi çok çeşitli ilim dallarıyla ilgilenmiş olması sebebiyle birçok konuda eser kaleme almıştır. Eserleri, her biri kendi devrinde olduğu gibi günümüzde de kaynak olma özelliğini korumaktadırlar.

Ona ait olduğu tespit edilmiş başlıca eserleri şunlardır:

  1. Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr Fî İlmi’t-Târih ve’l-Ahbâr

Târîh-i Kebîr adıyla da anılmış[18] olan eserden, Türkçe Fezleke’nin önsözünde Fezleketü’t- Tevârih olarak bahsedilmiştir.[19] Bu tarih kitabı, Kâtip Çelebi’nin kaleme almış olduğu ilk eseridir. İki cilt olarak tasarlanmış olan kitabın yazımı 1641 yılında tamamlanmıştır.[20]

Yaratılıştan yazarın yaşadığı zamana kadar gelen ve Arapça yazılmış olan eserde, Mustafa Cenâbî (ö. 1590)’nin eserinden özetle alınan seksen iki hükümdar sülalesi yüz elliye çıkarılmıştır.

Eser, bir mukaddime, üç bölüm ve bir hatimeden oluşmuştur. Kâtip Çelebi dört fasla ayırdığı mukaddimede sırasıyla eserinin içeriğini; tarih ilminin manası, konusu ve faydasını; yararlandığı kaynakları; tarihçinin bilmesi gereken kuralları belirtmiştir. Ne yazık ki, burada alfabetik olarak sıraladığı 1300 kadar eserin ismini içeren fasıl eserin günümüze ulaşan nüshasında eksiktir.

Eserin ilk bölümü yaratılışın başlangıcı, peygamberler, Hulefâ-i Râşidîn Dönemi, İslâm’dan önceki ve sonraki hükümdarlar, zorbalar, Hâricîler ve yalancı peygamberler konularını; ikinci bölümü yeryüzünün durumunu, iklimlerini, fersah, mil vb. ölçüleri, çeşitli kavimler ve Arap kabilelerini, isim, lakap, künye, nesep ve vefeyât kurallarını; üçüncü bölümü dehr, karn, asır, sene, ay, hafta, gün ve saat gibi zaman dilimlerini, Türkî, Kıbtî, Rûmî vb. tarihlerini, Farsî ve Celâlî takvimlerini, hicretin başlangıcından eserin yazılış tarihine kadar geçen olayların kronolojisini içermektedir.

Eserin Osmanlı tarihine ayrılmış olan 197a-250b varakları arasında ise kuruluştan 1641 yılına kadar meydana gelen olaylar sıralanmış, IV. Mehmed’e (1687) kadar padişahlar, vezîriâzamlar, şehyulislamlar, kazaskerler, İstanbul kadıları ile diğer vezirler, beylerbeyiler, padişahların hocaları, nâkibü’l-eşraflar ve diğer bazı yüksek rütbeli devlet adamlarının isimleri verilmiştir. Bu kısma ayrıca önemli olaylar için düşürülmüş manzum tarihlerle bazı vesika suretleri, derkenar olarak da bazı önemli olaylar eklenmiştir.[21]

Genel tarih eseri ve daha çok derleme bir çalışma olması nedeniyle yazarın dil kullanımı ve konuları işleyiş üslubu noktalarındaki özgünlüğünü tespit etmek hayli güçtür. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Kâtip Çelebi’nin eserde kullandığı Arapça oldukça sadedir. Bunu bilinçli olarak tercih etmiş olabileceği gibi yazarlarının çoğu Arap olan tarih kaynaklarından alıntı yapması da bunda etkili olmuştur denebilir. Çünkü bu kaynakların çoğunluğu edebî anlatımı ön plana çıkarmak yerine, aynı konuda ne kadar rivayet varsa gerek senetlerinde gerekse haberlerin içeriklerindeki farklılıklarıyla birlikte bunları aktarma amacı taşıyan eserlerdir. Arap tarzı tarihçilik olarak nitelenen bu tarz tarih yazımı, daha önce belirttiğimiz gibi rivayetlerin senetleri kısaltılarak ya da tamamen vazgeçilerek Osmanlı tarihçilerinden bazılarınca kullanılmıştır. Cenâbî bu tarz tarih yazımının ilk örneği olarak kabul edilmiş, onun tarih eseri el-Aylamu’z-Zâhir’i kullandığı belli başlı eserler arasında sayan Kâtip Çelebi de bir nevi takipçisi olarak yorumlanmıştır.[22]

Kâtip Çelebi tefsir, hadis ve diğer genel tarih eserlerinden de faydalanmakla birlikte, İranlı tarihçilerden Hamdullah el-Müstevfî (ö. 1350)’nin Tarih-i Güzîde’si ile Gaffârî (ö. 1567)’nin Cihânârâ’sına, Âlî (ö.1599)’nin Künhü’l-Ahbâr’ına ve Mirhond (ö. 1498)’un Ravzatu’s-Safâ fî Sireti’l- Enbiyâ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ’sına da sıkça başvurmuştur. Osmanlı Devleti’nin tarihi kısmında yine Cenâbî’yi esas almakla birlikte Neşrî (ö. 1520), Âşıkpaşazâde (ö. 1484’ten sonra) ve Hoca Sadeddin (ö. 1599)’den de istifade etmiş olduğu görülmektedir. Kâtip Çelebi Sultan III. Murad (1574-1595)’dan itibaren ise kaynak göstermemiştir. Ancak kendi zamanından önceki bu dönem için Mustafa Sâfî Efendi (ö. 1616) ve Peçevî (ö. 1650)’den istifade etmiş olabileceği üzerinde durulmaktadır.[23]

Fezleketü’t-Tevârih, bir tarih kaynağı olmaktan çok tarihin anlam ve mahiyetini, tarihçinin bilmesi gereken hususları içermesi ve bir bibliyografya denemesi olması bakımından son derece önemlidir.

Gerçekten bir tarihçinin bilmesi gereken kronoloji, etnoloji, takvim, biyografi, ensâb, tarihî coğrafya gibi yardımcı ilimler hakkında bilgi veren eser, bu alanda bir taslak görünümündedir. Nitekim Kâtip Çelebi’nin daha sonra tarihe ve tarihî coğrafyaya dair yazdığı eserlerin hep bu mihraktan hareketle kaleme alındığı görülmektedir.[24]

Bütün bu özelliklerine ve yazarın yaşadığı dönemler hakkında orijinal bilgiler sunmasına rağmen[25] eser, temel bir tarih kaynağı kimliği kazanamamış gözükmektedir. Şüphesiz bunda etkin faktör eserin dilinin Arapça oluşudur. Kâtip Çelebi bu durumu farketmiş olacak ki, Arapça Fezleketü’t- Tevârih’in bir zeyli niteliğinde olan Türkçe Fezlekesi’nin mukaddimesinde, eserini ana dili Türkçe olan Osmanlı halkının anlaması için Türkçe yazdığını belirtmiştir.[26]

Eserin müellif hattı olan tek nüshası Bayezid Kütüphanesi 10318 numarada kayıtlıdır.[27]

  1. Türkçe Fezleke

Arapça Fezleke’nin zeylidir. 1592 yılından başlamak üzere klasik İslam tarihi yazıcılığı geleneğine uyularak olaylar yıl sırasına göre anlatılmış ve her yılın sonunda vefat eden vezir, âlim, şeyh, şair ve ünlü kişilerin kısa kısa biyografilerine yer verilmiştir. Eser 1654 yılı başlarında sona ermektedir.[28] Günümüze birçok yazma nüshası ulaşmış olan eserin müellif nüshası Âtıf Efendi Kütüphanesi’ndedir (nr. 1914). Eser, İstanbul Cerîde-i Havâdis matbaasınca da 1286 ve 1287 yıllarında iki cilt halinde basılmıştır.

  1. Takvîmü’t-Tevârih

Arapça Fezleke’nin fihristi niteliğinde olan eser, iki ay içerisinde hazırlanmış 1648 sonlarında Şeyhülislam Abdurrahim Efendi aracılığıyla Sadrazam Koca Mehmed Paşa’ya sunulmuştur. Kâtip Çelebi bu kronolojik eserinin beğenilmesiyle divan kalemi ikinci halifeliğine yükseltilmiştir.[29]

Türk tarihinde ilk ve gerçek anlamda kronolojik bir eser olarak kabul edilen Takvîmü’t-Tevârih’in, Kâtip Çelebi’nin bıraktığı tarihten itibaren de Şeyhî Mehmed Efendi (1649-1731 yılları arası), İbrahim Müteferrika (1732-1733 yılları arası) ve Ali Suavi (1734-1860 yılları arası) tarafından zeyilleri yapılmıştır.[30]

  1. Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr (Deniz Seferlerinde Büyüklerin Armağanı)

Osmanlı denizcilik tarihi hakkında bilgi veren önemli eserlerdendir. Osmanlıların ilk devirlerinden itibaren 1656 yılı başlarına kadar düzenlenmiş deniz seferlerine değinen eserde, tersaneler, donanmalar ve derya halleri üzerinde durulmuş, birtakım hatalar nedeniyle maruz kalınan yenilgilerin sebepleri ve alınacak tedbirler belirtilmiş, öğütler verilmiştir. İlk olarak 1729’da İbrahim Müteferrika tarafından basılmış olan eser, Orhan Şaik Gökyay tarafından da sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1979).

  1. Cihannümâ (Dünya Aynası)

Osmanlı ülkelerinin ilk sistematik coğrafya kitabı olma özelliğini taşımaktadır. İslam kaynaklarında yer almayan Batı coğrafyacılığı ile ilgili bilgilerin, Doğu coğrafyacılığına ait bilgilerle birleştirilmesiyle oluşmuş genel coğrafya kitabıdır. Yazıldığı zamandan itibaren büyük ilgi görmüştür.

Günümüze ulaşan çeşitli nüshalarından anlaşıldığına göre Cihannümâ, kaynak niteliğindeki malzemesi ve planları itibarıyla değişik tarihlerde iki defa kaleme alınmış, ancak her ikisi de tamamlanamadan bırakılmıştır.[31] 1654 yılı sonlarında yazımına başlanılmış olan ikinci Cihannümâ, bir mukaddime ve iki bölümden meydana gelmektedir. Mukaddimesinde eserin yazımında yararlanılan kaynaklar verilmiş, coğrafyanın tanımı, kısımları, amacı ve yararları, yeryüzü, kutuplar, iklimler, mesafe ölçüleri, yönler, rüzgarlar, kara ve deniz haritaları ve bunların yapılmasında karşılaşılan zorluklar gibi hususlar üzerinde durulmuştur. Birinci bölümde sular bahsi (denizlerin oluşumu, derinlikleri, hareketleri, fırtına ve tayfunlar, tuzluluk ve deniz seferleri vs.), ikinci bölümde de karalar bahsi (kıtalar, ülkeler, idârî birimler, yönetim şekilleri, insan toplulukarının ahlak, âdet ve dinleri vs.) yer almaktadır.[32]

Kâtip Çelebi’nin şiddetli arzusuna rağmen eserini haritalarla yeterince zenginleştiremediği üzüntüsünü, bir asır sonra eseri basmaya kalkışan İbrahim Müteferrika, elli kadar harita ekleyerek gidermeye çalışmıştır. Ancak Müteferrika, eserin tamamını değil sadece Asya’yı anlatan bölümünü neşredebilmiştir (1732).

  1. Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütüb-i ve’l-Fünûn

(Kitap İsimleri ve İlimler Hakkındaki Şüphelerin Kaldırılması)

İslam dünyasında kendi dönemine kadar her konuda yazılmış eserler ve bu eserlerin yazarları hakkında kısa bilgiler veren büyük bir bibliyografya sözlüğü niteliğinde olan eser, Doğuda ve Batıda önemli bir başvuru kitabı olarak kabul görmüştür.

“Şark ilim hazinesinin anahtarı” olarak nitelenen esere çok sayıda zeyl yazılmıştır. Ancak kendisi de netice itibariyle Arap müellif İbn Nedim (ö. 1010) ve Osmanlı müellifi Taşköprülüzâde (ö. 1561)’nin bu nitelikte yazmış oldukları eserlerin bir nevî tamamlayıcısı sayılır. Kâtip Çelebi eserini kaleme alış gayesini ve metodunu Mîzânu’l-Hakk’ta şu ifadelerle belirtmiştir: “ve kitapların adları, bu zamana gelince görülüp okunmuş olan tarih ve tabakât kitapları yerlerine geçirildikten başka doğrudan elden geçen kitaphanelerin nice bin cilt kitabı ve yirmi yıldan beri sahafların akıtıp getirdiği kitapların hepsi yerlerine yazılıp Mevzûâtü’l-Ulûm kitaplarında yazılı olan üç yüzden ziyade ilim konusu da harf sırasıyla yerine geçirildikten sonra nice bahisler ve garip meseleler yazıldı ki bununla bütün ilimler ve kitaplar hakkında topluca bilgi edinilir. Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütüb-i ve’l-Fünûn adı konup eski müsveddesini gören bilginler beyaz etmemi istediler. Bundan dolayı “hâ” harfine varıncayadeğin birinci cilt beyaza çekilip zamanın bilginlerine sunulmuştu. Beğenip alkışladılar.”[33]

Kâtip Çelebi’nin ifadelerinden anlaşılacağı üzere Keşfü’z-Zünûn, Osmanlı dönemi tarih literatüründe eserleri müstakil olarak ele alan ve bunları alfabetik olarak sıralayan ilk bibliyografik çalışmadır. Daha önce, Taşkörülüzâde’nin Mevzûâtü’l-Ulûm adlı ilimler tarihi eseri gibi birtakım eserlerde kısmen bu tarz bir bibliyografya sunumu olmuştur. Ancak yıllar süren bir gayretle 15.000’e yakın eseri tek bir kitap halinde ortaya koyma orijini Osmanlı bilim tarihi içerisinde ilk kez Kâtip Çelebi’ye nasip olmuştur.

Eserin çeşitli bölümlere ayrılmış olan giriş kısmından, ilmin önemi, değeri, bölümlenmesi ve tarihi üzerinde durulmuş, sırası geldikçe bütün ilimlerin adları, tarifleri ve konuları verilmiştir.

Kâtip Çelebi bu eserini, içeriği gereği Arapça yazmıştır. Çünkü sıraladığı kitap isimlerinin ve bunların tayin ve tarifleri için başlarında irat olunan cümlelerin tamamına yakını Arapçadır.[34] Arapça oluşu yönüyle eser, Arap dünyası ilim çevrelerince daha çok tanınmakta ve kaynak olarak kullanılmaktadır. İlk olarak Alman şarkiyatçı Gustav Leberecht Flügel (1802-1870) tarafından 1835-1858 tarihlerinde Latince tercümesiyle birlikte neşredilmiş olan eser[35] ülkemizde ise ancak 1941 yılında basılmış olup[36] henüz Türkçe bir tercümesi bulunmamaktadır.

  1. Tarih-i Frengi Çevirisi

Johann Carion (1499-1537)’un Chronik adlı Latince vekâyinâmesinin çevirisi olan eserin bir kısmı 1862-1863 yılları arasında Tasvîr-i Efkâr gazetesinde dizi halinde yayımlanmıştır.

  1. Tarih-i Kostantıniyye ve Kayâsire (Ravnaku’s-Saltana)

Kâtip Çelebi’nin bir kitâb-ı kebîrden çeviri ve seçme yoluyla meydana getirdiği risâle olup, 1579 yılına kadar doğuda geçen olayları içermektedir.[37]

  1. İrşâdü’l-Hayârâ ilâ Tarihi’l-Yunan ve’r-Rûm ve’n-Nasârâ

İsmi “Şaşkınlar İçin Yunanlıların, Romalıların ve Hıristiyanların Tarihine Dair Kılavuz” anlamına gelen bu eser 1655 yılında tamamlanmıştır. Müslümanlarca daha önce yazılmış tarih kitaplarında, Avrupa ülkelerinin toplum ve devlet teşkilatları hakkında taassub sebebiyle verilen yalan yanlış bilgileri düzeltmek ve Müslümanları onlar hakkında doğru bir şekilde bilgilendirmek amacıyla yazılmıştır.

  1. Düstûru’l-Amel lilslâhi’l-Halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar)

Kâtip Çelebi’nin devlet felsefesine dair görüşlerinin bir özeti olan eser, düşünce hayatımız yönünden üzerinde önemle durulması gereken iki eserinden biridir. Osmanlı Devleti’nin bozulan maliyesinin düzeltilmesine çareler bulmak üzere oluşturulmuş kurulda yer almış olan yazar, görüşlerini bu eserde rapor etmiştir. Raporunun okunmayıp hasıraltı edileceğini önceden tahmin ettiğini belirtmiştir. Ancak o, bir aydın olarak görevinin her şeye rağmen devleti ve milleti için yararlı olanı çekinmeden söylemek olduğuna inanmıştır.[38]

Bir mukaddime, üç bölüm ve sonuç kısımlarından oluşan rapor niteliğindeki bu eserde, daha Kanunî zamanında başlayan malî ve siyasî bozulmaları düzeltmek için birtakım tedbir ve çözümler önermiş, bir siyaset bilimci ve sosyolog edasıyla kendine göre bir siyaset ve toplum teorisi ortaya koymuştur. Bu yönüyle Düstûru’l-Amel’in, tarihimizde yazılmış olan siyasetnameler ve ıslahat layıhaları arasında önemli bir yeri vardır.

Kâtip Çelebi’nin devletin içerisinde bulunduğu durumu sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ortaya koyması ve geçirdiği evreleri organizmacı bir yaklaşımla anlatması,[39] onun bir İbn Haldun (ö. 1406) takipçisi olduğunu gösterir. Ancak Kâtip Çelebi, devletlerin hayatını doğma, gelişme, duraklama, gerileme ve yıkılma evrelerine ayıran bu tarih felsefesini kabul etmekle beraber, yerinde ve zamanında alınacak önlemlerle beklenen sonun uzatılabileceğini, en azından bu evrelerin daha rahat ve uyumlu geçirilebileceğini savunmakla İbn Haldun’un mutlak kaderciliğinden ayrılmıştır.

Günümüze birçok nüshası ulaşmış olan Düstûru’l-Amel, ilk olarak 1863’te Tasvîr-i Efkâr’ın 122-127. sayılarında kısım kısım yayımlanmış, aynı yıl Ayn Ali Efendi’nin Kavânîn-i Âl-i Osman’ı ile birlikte basılmıştır. Orhan Şaik Gökyay tarafından sadeleştirilerek yayımlanmış olan eser (Ankara 1982), W.F.A. Behrnauer tarafından da Almancaya çevrilmiştir.

  1. Levâmiu’n-Nûr fî Zulumât-i Atlas Minor

Kâtip Çelebi’nin coğrafya alanındaki ikinci önemli eseri olarak kabul edilir. Latince yazılmış Atlas Minor’un çevirisidir. Daha önce de belirtildiği gibi eseri Şeyh Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla Osmanlı Türkçesine kazandırmış olan Kâtip Çelebi, Cihannümâ’sının özellikle Avrupa ile ilgili kısımlarında bu eseri esas almıştır. Zaten eserin Asya, Afrika ve Amerika bölümleri fazla ayrıntılı değildir.

Müellif nüshası, Nuruosmaniye Kütüphanesi 2998 numarada kayıtlıdır.

  1. İlhâmü’l-Mukaddes min Feyzi’l-Akdes

Heyet (Astronomi) ilmiyle meşgul olduğu sırada, zihnini kurcalayan üç meseleyi fıkhî bir problem haline dönüştürerek ele aldığı bir risaledir. Kaleme almasına etki eden bir diğer husus, gündüz ile gecenin süreleri arasında büyük fark olan memleketlerde namaz ve oruç vakitlerinin nasıl belirleneceği konusunda Şeyhülislam Bahâî Efendi’den istemiş olduğu fetvaya karşılık alamayışıdır.

Kâtip Çelebi’nin eserde ele aldığı diğer iki konu ise dünyanın bir noktasında güneşin aynı yönden doğup batmasının mümkün olup olmadığı ile Mekke’den başka her ne tarafa dönülse kıble olabilecek bir memleketin bulunup bulunmadığı konularıdır. Eserde ayrıca okuyucunun anlamasını kolaylaştırmak amacıyla gerekli gördüğü birtakım heyet terimlerini açıklamıştır.

Eserin günümüze ulaşmış birçok nüshası bulunmaktadır.

  1. Tuhfetü’l-Ahyâr fi’l-Hikem ve’l-Emsâl ve’l-Eş’âr

Türkçe, Arapça ve Farsça yazılmış çeşitli kitaplarda yer alan aile ve memleket idaresine dair menkıbelerden, kuşlar, hayvanlar ve otlara ilişkin merak uyandıran bilgilerden, hikaye, fıkra, atasözleri ve şiirlerden derlemiş olduğu bir eserdir.[40] Alfabetik olarak düzenlenmiş olan eser bir ansiklopedi niteliğindedir.

  1. Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire

Biyografik eserini meydana getirmek için vefeyât ve tabakât kitaplarını incelediği sırada, birbirleriyle ilgilerini düşünmeksizin, ilgisini çeken bazı konular hakkında kaleme aldığı bir mecmuadır.

  1. Recmu’r-Racîm bi’s-Sin ve’l-Cim (Soru Cevap Yoluyla Şeytan’ı Taşlama)

1653-54 yıllarında, Şeyhülislamların yazmalarından derlediği bir eserdir. Onların içinden çıkılması hayli güç birtakım fıkhî konular hakkında verdikleri fetvalarından derlenen[41] bu eser günümüze ulaşmamıştır.

  1. Muhammediye Şerhi

Ali Kuşçu’nun (ö. 1474) Fatih Sultan Mehmed’e ithaf ettiği er-Risâletü’l-Muhammediyye adlı aritmetik kitabının, cebir ve mukabele bölümüne kadar olan kısmının şerhidir. Kâtip Çelebi, talebesi Mevlâna Mahmud’un ricası üzerine başladığı bu şerhi, 1648 sıralarında onun vefatı üzerine belirttiğimiz bahiste bırakmış ve temize çekmemiştir. Hüsnü’l-Hediyye adını verdiği bu şerh günümüze ulaşmamıştır.[42]

  1. Câmiu’l-Mütûn min Celli’l-Fünûn

Çeşitli konulara ait okuduğu veya okuttuğu 27 eserin özet ve şerhlerinden meydana gelmiş bir kitaptır.

  1. Beyzâvî Tefsiri Şerhi

Bu şerh muhtemelen tamamlanmamış ve kaybolmuştur.

  1. Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl

Arapça olarak kaleme alınmış olan eser, alfabetik olarak düzenlenmiş bir biyografi kitabıdır. İki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde, kendi isimleriyle tanınmış meşhur kişiler; ikinci bölümde ise nesep, künye ve lakaplarıyla tanınan kişiler sıralanmıştır. Tarzı gereği oldukça sade bir anlatıma sahip olan eser, Keşfu’z-Zünûn’da adı geçen kitapların yazarlarına ait bir indeks görünümündedir. Yazarın otobiyografisinin yer alması onu önemli kılan başka bir husustur. Müsvedde halinde kalmış olan esere, Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö. 1787) tarafından 1762 tarihine kadar gelen bir zeyl yapılmıştır.[43]

Müellif hattı olan tek nüshası Şehit Ali Paşa Kütüphanesi 1877 numarada kayıtlıdır.

  1. Mizânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk

Kâtip Çelebi, “En Doğruyu Seçmede Hak Terazisi” anlamına gelen bu son eserini 1656’da kaleme almaya başladığını belirtmiştir. Yaşadığı dönemin âlimleri arasında şiddetli tartışma ve kavgalara neden olmuş birtakım konuları, uzlaştırmacı bir tavırla ele alarak toplumun huzurunu bozan bu hali sona erdirmek istemiştir. Tartışmalı konuları anlatırken sergilediği bilge tavrı, zamanının âlim kabul edilen kişilerine nispetle onun ne kadar kıvrak bir zeka ve ileri görüşlülüğe sahip olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Aklî ilimlerin gerekliliği hakkında bir mukaddime ile başlayan eser, raks, devir, tütün, afyon, kahve, tagannî, bidat, rüşvet, musâfaha, Yezid’e lanet okuma, Firavun’un imanı, baş eğerek selam verme gibi tartışmalara sebep olmuş birçok konuyu içermektedir. Eserde ağırlıklı olarak insanların farklı düşünce ve kanaatlere sahip olmasının normal olduğu vurgulanmaya çalışılmış, daima hoşgörülü olunması tavsiye edilmiştir.

Eser, Şinasi tarafından önce Tasvîr-i Efkâr’da kısım kısım yayımlandıktan sonra, 1864, 1869 ve 1888 yıllarında olmak üzere üç kez basılmıştır. Çok sayıda nüshası bulunmaktadır.[44]

Görüldüğü üzere Kâtip Çelebi, birçoğu özgün olmayıp derleme, çeviri veya şerh niteliğinde de olsa ilgilendiği hemen her ilim dalında bir eser bırakmıştır. Bütün eserlerini mensubu bulunduğu dinin ve devletin insanlarına hizmet amacıyla kaleme almış olduğu rahatlıkla anlaşılan Kâtip Çelebi, Osmanlı bilim tarihinin bilge kişiliklerinden biri olmuştur. Eserlerinde zaman zaman görülen bilgi hataları, inanılmaz çabasıyla ulaştığı bu kişiliğine gölge düşürecek nitelikte değillerdir.

Sonuç olarak Kâtip Çelebi hakkında, yaşının hayli ileri zamanlarında dersler almasına bakarak bilmediklerini öğrenmeye karşı doyumsuz; gelirinin ve elde ettiği mirasların çoğunu kitaplara harcamasına ve ikinci halifeliğe getirildikten sonra da bunun geliriyle yetinip başka bir şey talep etmemesine bakarak maddeye karşı gözü tok; her gittiği yerde ilim adamlarıyla görüşmeye çalışmasına, kitapçı kitapçı dolaşmasına bakarak araştırmacı ve günümüzün deyimiyle kitap kurdu; Osmanlı ulemasının o zamana kadar batıdaki çalışmalara ilgisiz olmalarına bakarak Batı kaynaklarından yararlanmayı düşünecek kadar ufku geniş ve hür düşünceli; zamanının kendi ilmî mantığına ve araştırmalarından edindiği kanaatlere uymayan meselelerini çekinmeden gündeme getirmesine bakarak her türlü taassuba karşı; hocası Kadızâde Mehmed Efendi’nin mantık ve felsefe karşıtlığını “kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır” sözüyle onaylamamasına bakarak cehalete karşı tahammülsüz; kendisine muhalif kişilerin memuriyetteki yükselişini engellemelerine ve sosyal çevresinde itibarını zedelemeye yönelik hilelerine aldırış etmeden mücadele etmesine bakarak haksızlığa tahammülü olmayan; ilmine güvenen, mücadeleci, vakur, seçkin ve gayretli bir Osmanlı aydını olduğunu söylemek gerekir.

Eyüp BAŞ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 80-89


Kaynaklar:
♦ Mahmut Kaya-Süleyman Uludağ, “Işrâkıyye”, DİA, İstanbul 2001, XXIII, 435-439.
♦ Kâtip Çelebi, Süllemü’l-Vüsûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1887.
♦ Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk, Ali Rıza Efendi Mat., İstanbul 1286/18692.
♦ Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1600-1839)”, Türkiye Tarihi, İstanbul 19954.
♦ Madeline C. Zilfi, “Kadızâdeliler: Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Dinde İhya Hareketleri”, çev. M. Hulusi Lekesiz, Türkiye Günlüğü, Kasım-Aralık1999, 65-79.
♦ Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiü’l-Fudalâ, nşr. Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989.
♦ Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333.
♦ Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Coşkun Üçok, Ankara 20003.
♦ Şemseddin Sâmi, Kâmûsu’l-A’lâm, I-VI, İstanbul 1314/1896.
♦ Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi (The Muslim Discovery of Europe), çev. İhsan Durdu, İstanbul 2000.
♦ Kâtip Çelebi, Fezleke, Nuruosmaniye Ktp, nr. 3153.
♦ Abdülkadir Özcan, “Fezleketü’t-Tevârih”, DİA, İstanbul 1995, XII, 542-544.
♦ Mehmet Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, Yayımlanmamış Doktora tezi, Ankara 1993.
♦ Mükrimin Halil Yinanç, “Fezeleket Ekvâl el-Ahyâr Hakkında”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 19913.
♦ Ali Şakir Ali, “Müellefâtü Hacı Halîfe et-Târihiyye Masdaran li Târihi’l-Irak el-Hadîs”, el- Mecelletü’t-Târihiyye el-Arabiyye li Dirâsât el-Osmâniyye, Ekim 1999, s. 19-20.
♦ Bekir Kütükoğlu, “Fezleke”, DİA, İstanbul 1995, XII, 541-542.
♦ Tayyib Gökbilgin, “Kâtip Çelebi’nin Kronolojik Eseri: Takvimüttevârih”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 19913.
♦ Orhan Şaik Gökyay, “Cihannümâ”, DİA, İstanbul 1993, VII, 541-542.
♦ Hamit Sami Selen, “Cihannümâ”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 19913.
♦ Şerafeddin Yaltkaya, Keşf el-Zünun (Mukaddime kısmı), İstanbul 19712.
♦ Orhan Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi, Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 19913.
♦ Kâtip Çelebi, Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel, İstanbul 1280.
♦ Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zünûn, neşr. M. Şerafeddin Yaltkaya, I-II, İstanbul 19712.
♦ Houria Yekhlef, Kâtip Çelebi ve Süllemü’l-Vusûl’ü, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1996.
Dipnotlar :
[1] İşrâkıyye, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin (ö. 587/1191) kurduğu mistik ve teosofik bir felsefe ekolüdür. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mahmut Kaya-Süleyman Uludağ, “İşrâkıyye”, DİA, İstanbul 2001, XXIII, 435-439.
[2] Kâtip Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1887, 271a.
[3] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk, Ali Rıza Efendi Mat., İstanbul 1286/18692, 124-125. (Bu eser yeni harflerle ve açıklamalarla yayımlanmıştır. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1980 ve S. Uludağ-M. Kara, İstanbul 1990; Eser G. L. Lewis tarafından da İngilizceye tercüme edilerek “The Balance of Truth” adıyla yayımlanmıştır (London 1957).
[4] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 125.
[5] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 126-127.
[6] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 139-140; Kadızâdeli hareketi hakkında geniş bilgi için bkz. Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1600-1839)”, Türkiye Tarihi, İstanbul 19954, III, 277-287; Madeline C. Zilfi, “Kadızâdeliler: Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Dinde İhya Hareketleri”, çev. M. Hulusi Lekesiz, Türkiye Günlüğü, Kasım-Aralık 1999, 65-79.
[7] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 127; Ayrıca bkz. Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiü’l-Fudalâ, nşr. Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989, 263.
[8] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 129.
[9] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 129-132; Şeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, 263.
[10] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 134; Şeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, 263.
[11] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 136; Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1600-1839)”, Türkiye Tarihi, III, 282.
[12] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, 124; Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Coşkun Üçok, Ankara 20003, 215; Şemseddin Sâmi, Kâmûsu’l-A’lâm, İstanbul 1314/1896, V, 3806. Şeyhî Mehmed Efendi ise vefatını 1068/1657 olarak vermiştir. Vekâyiü’l- Fudalâ, 263.
[13] Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1600-1839)”, Türkiye Tarihi, III, 276-277; Ayrıca bkz. Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi (The Muslim Discovery of Europe), çev. İhsan Durdu, İstanbul 2000, 189.
[14] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 131.
[15] Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, 189.
[16] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 131.
[17] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 8-9. (Bu alıntı kısmen sadeleştirilmiştir.).
[18] Şeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, 264.
[19] Kâtip Çelebi, Fezleke, Nuruosmaniye Ktp, nr. 3153, 1a.
[20] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 130; Abdülkadir Özcan, “Fezleketü’t-Tevârih”, DİA, İstanbul 1995, XII, 542.
[21] Abdülkadir Özcan, “Fezleketü’t-Tevârih”, DİA, XII, 543.
[22] Geniş bilgi için bkz. Mehmet Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1993, 108-115.
[23] Bkz. Mükrimin Halil Yinanç, “Fezeleket Ekvâl el-Ahyâr Hakkında”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, 99-100.
[24] Abdülkadir Özcan, “Fezleketü’t-Tevârih”, DİA, XII, 543.
[25] Örneğin Iraklı araştırmacı Ali Şakir Ali, Kâtip Çelebi’nin eserlerinin Irak tarihi açısından önemini incelediği makalesinde, Osmanlı Devleti tarafından özellikle Irak bölgesine düzenlenen seferlere katılmış biri olarak Kâtip Çelebi’nin dönemin Irak’ının idarî, iktisadî ve içtimaî tarihine dair verdiği bilgileri göz ardı etmenin mümkün olmayacağını dile getirmiştir, “Müellefâtü Hacı Halîfe et- Târihiyye Masdaran li Târihi’l-Irak el-Hadîs”, el-Mecelletü’t-Târihiyye el-Arabiyye li Dirâsât el- Osmâniyye, Ekim 1999, S. 19-20, 86. Bu örnekler çoğaltılabilir.
[26] Kâtip Çelebi, Fezleke, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3153, 1a.
[27] Babinger yazma nüshasını tespit edememiş olduğundan eserin kayıp olduğuna hükmetmiştir. Bkz. Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, 215-216.
[28] Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, 221; Bekir Kütükoğlu, “Fezleke”, DİA, İstanbul 1995, XII, 541-542.
[29] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 133-134.
[30] M. Tayyib Gökbilgin, “Kâtip Çelebi’nin Kronolojik Eseri: Takvimüttevârih”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 19913, 102, 110-111.
[31] Orhan Şaik Gökyay, “Cihannümâ”, DİA, İstanbul 1993, VII, 541.
[32] Hamit Sami Selen, “Cihannümâ”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, 126-127.
[33] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 135-136.
[34] M. Şerafeddin Yaltkaya, Keşf el-Zünun (Mukaddime kısmı), İstanbul 19712, I, 15.
[35] Lexicon Bibliographicum et Encyclopaedicum a Mustafa ben Abdallah Kâtip Jelebi dicto et nomine Haji Khalfa celebrato, I-VII, London 1835-1838. Bu yazarın mukaddimesinde verdiği bilgiye göre Keşfü’z-Zunûn daha 1703 yılında Petis de Croix tarafından da Fransızcaya tercüme edilmiştir. Bkz. M. Şerafeddin Yaltkaya, Keşf el-Zünun, I, 14-15, 31.
[36] Şerefettin Yaltkaya, bu neşrin Mısır baskısından kopye edilmiş olduğunu belirtmiş, kendi hazırladıkları neşirde, Flügel neşrinde ve İstanbul baskılarında görülen hataları gidermeye çalıştıklarını ifade etmiştir. Keşf el-Zunun, I, 14-15.
[37] O. Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi, Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, 56.
[38] Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1600-1839)”, Türkiye Tarihi, III, 283.
[39] Kâtip Çelebi, Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel, İstanbul 1280, 5-6.
[40] Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zünûn, I, 361; O. Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi, Hayatı-Şahsiyeti- Eserleri”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, 79-81.
[41] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 137.
[42] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, 133.
[43] Geniş bilgi için bkz. Houria Yekhlef, Kâtip Çelebi ve Süllemü’l-Vusûl’ü, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1996.
[44] Bkz. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, 222-223; O. Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi, Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, 89-90.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.