Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kafkasya’nın Bağımsızlık Mücadelesinde Tasavvuf Ve Tarikatların Rolü

0 15.579

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Necmeddin BARDAKÇI

Hz. Muhammed’in (s.a.a.) Kur’an’a dayalı ahlâkını, sevgi ve hoşgörüsünü kendilerine rehber edinen tasavvuf ve tarikatlar, kalp ve gönül dünyasını arındırıp ahlâklı insanlar yetiştirmeye çalışmışlardır. Orta Asya’da Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesinde ve Anadolu’nun Müslüman-Türk yurdu olmasında kolonizatör dervişlerin gayretleri ile Kuzey Afrika ve Endülüs’te halkın İslâmlaşmasında sûfîlerin çabaları bilinmektedir. Onlar İslâm dininin yayılması ve vatan müdafaasında aktif bir görev üstlenmişlerdir. Bu alperen geleneğinin en son yeşerdiği, İslâmiyet’in tasavvuf ve tarikatlar vasıtasıyla yayılıp kök saldığı bölgelerden birisi de, sert tabiatlı mert insanların yaşadığı Kafkasya’dır.

Kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılan Kafkasya, Karadeniz’in kuzeydoğusundaki Taman Yarımadası’ndan Hazar Denizi’nin batısındaki Apşeron Yarımadası’na kadar devam eden dağlık bölgedir. Kuzeyde Ukrayna ve Kalmukya, batıda Karadeniz, doğuda Hazar Denizi, güneyde İran ve Anadolu dağları ile çevrilidir. Yüzölçümü 470.000 kilometre karedir. Kafkasya sıradağlarının Elbruz (5633 m.) ve Kazbek (5647 m.) olmak üzere en yüksek iki tepesi vardır. Sıradağlar kuzeybatıda Novorossisk limanının bulunduğu Apşeron Yarımadası’nda sona erer. Kafkasya’nın güneyinde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Devletleri ile Türkiye’nin Doğu Anadolu’daki bazı şehirleri ve İran; sıradağların kuzey eteklerinde ise, Hazar Denizi’nden Karadeniz’e doğru Dağıstan, Çeçenistan, İnguşya, Kuzey Osetya, Kabarday-Malkar, Karaçay-Çerkez ve Abhazya bulunur.[1] Kafkasya’nın kuzeyinde aslen Türk olan Çerkez, Abaza, Lezgi, Çeçen ve Gürcülerin oluşturduğu Kafkas kavimleri; Ermeni, Osset, Svan, Rus, İran ve bazı Avrupa milletlerinden meydana gelen İndo-Avrupa Kavimleri ve Türkler, güneyinde ise Azerbaycan Türkleri yaşamaktadır.

Kafkasya, doğuyu batıya bağlayan önemli bir kavşak noktasında bulunmaktadır. Ticaret yollarının oradan geçmesi, zengin petrol ve doğal gaz yataklarının bulunması uluslararası arenada bölgenin önemini daha da artırmaktadır. Karmaşık bir etnik yapıya sahip olmasının yanı sıra zengin petrol yatakları ve Trans Kafkasya’nın (Kafkasya ötesi) kontrolü ile ticaret yollarının Kuzey Kafkasya’dan geçmesi, bölgeyi sürekli olarak dış güçlerin, özellikle de Rusların ilgi alanı içerisinde bulundurmaktadır. Bundan dolayı Kafkasya’da huzurlu ve sakin bir ortamdan söz etmek oldukça zordur.

I. Kafkasya’da İslâmiyet’in Yayılması

Hz. Peygamber döneminden itibaren İslâm’ın yayılmasında çok çeşitli metotlar uygulanmış, zamana ve bölgeye göre bazıları diğerlerine tercih edilmiştir. Fethedilen yerlerde cami ve medreseler yaparak buralarda halkı bilgilendirme, tekkeler ve ribatlarda sûfî ve dervişler tarafından farklı bir yol olan ferdî ve yaygın eğitimin benimsenmesi, Müslüman tüccarların gittikleri yerlerdeki faaliyetleri ve fethedilen bölgelerde yerli halkın kızlarıyla evlenerek akrabalık bağı kurmak, Müslümanlaştırmanın en etkili yolları arasındadır.

Kafkasya’da din, millî yapının bir unsuru oluncaya kadar uzun bir süreç geçirmiştir. Bölge, Hz. Ömer’in halifeliği döneminden itibaren Müslüman Arapların, Selçuklularla birlikte Müslüman Türklerin fetih hareketlerine ve İslâmiyet’i yayma faaliyetlerine sahne olmuştur. Kabilecilik ve dağlılık ruhu ile birlikte geleneklere katı bir şekilde bağlılığın yaygın olduğu bölgede birlik sağlamak çok güç olduğundan İslâmiyet’in yayılması için inşa edilen cami ve mescidler, her fetih hareketinden sonra yeni baştan yapılmıştır.

Kafkasya’nın kuzeyi, yeryüzündeki en karmaşık etnik yapıya sahip bölgelerden birisidir. Bölgede her biri farklı lehçeye sahip olan elli kadar kabile ve kavim yaşamaktadır.[2] Bölgede yaşayan kavimler arasında bitmek tükenmek bilmeyen kabile savaşları, onların bir arada yaşamasını güçleştirmektedir. Bu kavimlerin aralarını düzeltecek, birbirleriyle iyi ilişkiler kurmalarını sağlayacak tek güç, İslâmiyet’in herkesi kucaklayan geniş yelpazesidir. Kabileler arasındaki düşmanlıklar ya Türk valilerin yaptığı gibi müsamaha ve hoşgörü ile veya imamların yaptığı gibi sert bir şekilde İslâmiyet’in uygulanmasıyla,[3] karizmatik liderlerin etrafında toplanmaları ve kutsal cihad ile bilfiil meşgul olmalarıyla önlenebilir, kardeşlik anlayışı tesis edilebilirdi.

Nitekim İslâm dini bölgede “imamlar” adı verilen tasavvuf önderleri vasıtasıyla Dağıstan, Çeçenistan ve İnguşya’da; Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin Kafkasya valileriyle de Çerkez ve Abaza bölgesinde bu görevi üstlenerek, sayısız millet ve topluluk arasında birleştirici yegâne unsur olmuştur. Yüzyıllar boyunca Rusların sindirmeye ve izlerini yok etmeye çalıştığı İslâm dini, Kafkasya’nın millî kimliğinin temelini teşkil ederken aynı zamanda bilhassa Çeçenler ile ezelî düşmanları Ruslar arasında güçlü bir kültür bariyerini oluşturmuştur.[4]

Kafkasya, ikinci halife Hz. Ömer zamanında (22/643) Müslüman Arap ordularının İran ve Azerbaycan’ı geçerek Kafkas dağlarına ulaşmasıyla İslâmiyet’le tanıştı.[5] Hz. Osman’ın halife olmasından sonra Azerbaycan valisi olarak tayin ettiği Velid b. Ukbe, Azerbaycan ve Ermenistan’ı fethederek (25/646) yörede yaşayan kavimlerle anlaşma yaptı.[6] Emevîler Dönemi’nde ise bölgedeki konumun sağlamlaştırılması için yapılan akınlara devam edildi. Ancak bölgede fazla bir varlık gösteremeyen Müslümanlar, asıl yayılma ve hâkimiyetlerini Emevî Arap Genel Valisi Mervan b. Muhammed’in (736-738) zamanında Dağıstan ve Çeçenistan’a ulaşan Arap fatihler vasıtasıyla sağlamaya başladı.[7] Kafkas kabileleri, bu dönemlerde Müslüman olmalarına rağmen Arapların buralardan çekilmeleri ile tekrar eski âdet ve ananelerine döndüler.

Kafkasya, Selçuklular için büyük önem taşımıştır. Selçuklu Devleti’nin resmen tanınması sayılan Dandanakan Savaşı’ndan önce oraya geçip bölgede teşkilatlanılması düşünülmüş, Çağrı Bey’in karşı çıkmasıyla bu düşünce gerçekleşmemiştir.[8] Kafkaslar’a Türklerin ve İslâmiyet’in kalıcı olarak yerleşmesi XI. yüzyılın ortalarında başlamış, Kafkasya’nın güneyinde yer alan Azerbaycan bu dönemde tamamen bir Türk ülkesi haline gelmiş, İslâmiyet kuvvetli bir şekilde yerleşmiştir. Daha sonraki dönemlerde, bölge bu Müslüman Türk karakterini korumuştur.[9]

Türklerin Kafkasya ile münasebetleri, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Dönemi’ne kadar uzanır. Onun 446/1054’teki Kafkas seferi, Selçukluların Ön Asya’daki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir.[10] Sultan Alp Arslan’ın 456/1064 yılında Nahcivan, Azerbaycan ve Gürcistan’a yapılan seferde Gürcüleri yenip Ani kalesini fethetmesiyle yeni bir dönem başlamıştır. Fethedilen yerlerde geleneğe uygun olarak kiliseler camilere çevrilmiş,[11] bölge kavimlerinin İslâmlaşmasına zemin hazırlanmıştır. Daha sonra bölgede meydana gelen karışıklıklar Alp Arslan’ı tekrar Kafkasya seferine çıkmaya mecbur etmiştir. Bu sefer sırasında Nizamülmülk ve meşhur Kafkasya fatihi Sav-Tekin de Sultan’ın yanında yer almıştır. Sultan Alp Arslan yeni fethedilen kale ve şehirlerde camiler yaptırarak bölgede İslâmiyet’in yayılmasına hizmet etmiştir.[12] Alp Arslan’ın ölümünden sonra Melikşah da Kafkas fatihi Sav-Tekin’i Kafkasya umumi valisi olarak görevlendirerek Erran ile Şirvan’ı kendisine ikta olarak vermiştir.[13] Alp Arslan’ın Gürcüleri mağlup etmesiyle bölgede Türk iskan hareketine başlanmış, Melikşah Dönemi’nde de sürdürülmüştür. Kafkasya’nın yayla ve kışlakları, Orta Asya bozkırlarından gelen Türkmenlerin hoşuna gitmiş,[14] Sav-Tekin bölgeye onları yerleştirerek İslâmiyet’in ve Türk geleneğinin kabul görmesi için büyük gayretler göstermiş, birtakım hayır işleri yapmıştır.

Türklerin Kafkasya’ya yerleşmeleri 1076’dan itibaren hız kazanmış, Derbend ve Şirvan gibi yerleşim merkezleri de iskan edilen yerler arasına girmiştir.[15] Asıl gayeleri, hükümranlıkları gittikçe zayıflayan Abbasilerin ve Bizans’ın miraslarına konup Anadolu’yu Müslüman Türk yurdu yapmak olan Selçuklular, Kafkasya’nın kuzeyine gitmeyi fazla düşünmemişler, hakim oldukları Güney Kafkasya’yı bir üs olarak kullanıp batıya, Anadolu’ya yönelmişlerdir.

Kafkasya’da İslâmiyet’in genel kabul görmesi, XIII-XIV. yüzyıllarda Altınordu Hanlığı’nın etkisiyle başlamıştır. Osmanlılar döneminde 1475’te Kırım Hanlığı’nın İstanbul’a bağlanması ile Kafkas sıradağlarının kuzeyindeki bölge de Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in son yıllarında 1479’da Anapa, Taman ve Koba iskeleleri fethedilmiş, Taman’da bir mescid, Tarkhan (Temrük) yanında bir cuma mescidi yaptırılarak İslâmiyet’in yayılmasına çalışılmıştır.[16] XVI-XVIII. yüzyıllarda İslâmiyet peyderpey yayılmasını sürdürmüş, XIX. yüzyılda da bölgeye tamamen hakim olmuştur.[17]

XVI. yüzyıldan itibaren Rusların yayılmacı politikaları ve sıcak denizlere inmek istemeleri, ilişkilerin gerginleşmesine sebep olmuştur.[18] Rusların Çar Korkunç İvan zamanında Astrahan’ı almalarından sonra (1556) bölge Rus nüfûzunun etkisinde kalmıştır. Hatta bazı Çerkez ve Çeçen beyleri bizzat Moskova’ya gidip, özellikle Çeçenler, Kırım Hanları ve Osmanlılara karşı İvan’ın himayesini bile istemişlerdir. Kafkasya’daki bu nüfûz, XVI. yüzyıl sonlarından itibaren bariz bir şekilde kendisini hissettirmiştir.[19]

1568’de Rusların Dağıstan arazisinde bir kale yapıp bölgenin kontrolünü ele geçirerek yayılma gayretlerini pekiştirmeleri, Osmanlı Devleti’nin bu bölge meselelerine eğilmesini mecburiyet haline getirdi. Devlet-i Ali bir taraftan ticaret yollarının kontrolü, diğer taraftan Kırım Hanlığı’nı Rus tehlikesine karşı korumak, bir başka açıdan da Orta Asya ve Türkistan Müslümanlarının serbestçe Hac vazifelerini yapmalarını sağlayıp onlar üzerindeki nüfuzunu artırmak düşüncesiyle Kafkasya ile ilgilenmeye başladı. Bu düşünce ile Özdemiroğlu Osman Paşa’yı bölgeye Serdar olarak tayin etti.

Osmanlı vezir-i âzamlarından Özdemiroğlu Osman Paşa, Şirvan Serdarı iken (1578-1584) İran, Şirvan ve Kafkasya’da önemli başarılar sağladı. Bölgedeki İran destekli Kızılbaş hakimiyeti, onun etkili siyaseti ve savaş kudretiyle kısa zamanda giderildi.[20] Bir ara Dağıstan’da Osmanlı askerine yönelik taciz, yağma ve hırsızlık hareketleri artmış, fakat o, önce kendilerine sulh teklif etmiş, onlar buna yanaşmayınca da askeri güç kullanarak itaat etmelerini sağlamıştır.[21]

Osmanlı yöneticileri tarafından Vezir Osman Paşa’ya gönderilen hükümlerde, kazandığı başarılardan dolayı kendisine iltifat edilmekte, Kırım hanları ile iyi ilişkiler kurması,[22] emri altındaki askerlere iyi davranması, gaza ve cihad için onları hazırlıklı bulundurup, manevî duygularını coşturması istenerek[23] Kafkasya’nın hakimiyeti için gerekli adımlar atılmakta, Osmanlı Devleti’nin bölgeye verdiği önem belirtilmektedir.

Osman Paşa, Melik Burhaneddin’in kızı ile evlenip bölge halkı ile akrabalık kurarak,[24] itibarını artırmış, yöre halkı tarafından benimsenmiştir. Osman Paşa’nın ölümünden sonra 1582’de Rumeli Beylerbeyi Vezir Ferhad Paşa, Serdar tayin edilerek Revan vilâyetini fethe memur edilmiştir.[25] Ferhad Paşa Kafkasya ve İran bölgesindeki birçok yeri Osmanlı ülkesine katmış, fethedilen yerlerde camiler yaptırmak suretiyle İslâm mührünü vurmuştur.[26] Bütün bu başarılara rağmen Osmanlı hakimiyeti Kafkasya’nın batısı ile sınırlı kalmış olsa da,[27] kazanılan zaferler Kafkasya’nın Türkler vasıtasıyla İslâmiyet’i yeniden tanımalarına katkıda bulunmuştur. İslâmiyet’in bölgede kalıcı ve sürekli yerleşmesi ise, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru (1195/1780) Kafkasya’ya tayin edilen Soğucak Valisi Ferah Ali Paşa’nın gayretleri ile, Dağıstan ve Çeçenistan’daki tasavvuf önderi İmamların çabaları sonucu olmuştur.

Ferah Ali Paşa, iyi bir tahsil görerek kendisini yetiştirmiş, çeşitli memurluklarda bulunmuş, çalışmaları ile herkesin takdirini kazanmış, derviş tabiatlı, iyi halli, sağlam karakterli ve temkinli bir adamdır.[28] Bir yandan devlet işleriyle meşgul olurken diğer taraftan Takyeciler camiinde bulunan tekkede irşad faaliyetlerinde bulunan Tarikat-ı âliyye şeyhlerinden Şeyh Mahmud Efendi’ye intisab ederek tarikat neşvesini yaşamıştır.[29] Onun gönül adamı hüviyetiyle Kafkasya’da halka kendilerinden biri gibi davranması İslâmiyet’in bölgede yayılmasında ve kendisine saygı duyulmasında etkili olmuştur.

Soğucak’a vardığında yöre halkı hakkında bilgi toplayıp takip edeceği siyaseti tespit eden Paşa, ilk iş olarak cuma namazı, zikir ve tevhid mukabelesinin edâ edileceği bir cami ve medrese yaptırmıştır.[30] Rus zulmünden kaçıp dağlara sığınan Kırım ve Taman muhacirlerini toplayıp

Soğucak’a yerleştirmiş, Çerkezlerin Müslüman geleneklerine yakınlık duymasını sağlamış, civar kabilelere haber gönderip Müslümanlığı tebliğ etmiş, İslâmiyet’e girmelerini ve kendisine tabi olmalarını istemiştir.[31] Anapa iskelesini liman hâline getirip tahkim etmiş ve kaleyi yeniden yaptırmıştır.[32]

Fethedilen bölgelerde yerli halkı Müslümanlaştırmanın en etkili yollarından biri de onların kızlarıyla evlenerek akrabalık bağı kurmaktır. İnsanları doğru yola sokmak için, onlarla evlenmeyi göze almak başlı başına bir erdemdir.[33] İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.), İslâm’ı yayma konusunda evliliği bir yakınlaşma ve anlaşma vasıtası olarak bizzat kendisi uygulamıştır. O, bu metodu tatbik ederek birçok kabilenin Müslüman olmasını sağladığı gibi ashabına da aynı yolu tavsiye etmiştir.[34] Hz Peygamber’in vefatından sonra fethedilen Afrika’da, Endülüs’te, Anadolu ve Çin’de Müslümanların yerli kadınlarla evlenmeleri İslâm’ın yayılmasında önemli rol oynamıştır. Bu tutumlarıyla Müslümanlar, gittikleri yerlerde evlilikler yoluyla yerli halkla kaynaşmışlar ve İslâm’ın tabiî bir yolla benimsenmesini sağlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya valilerinden bazıları da bu geleneği sürdürerek İslâmiyet’in bölgede kök salmasında başarılı olmuşlardır.

Ferah Ali Paşa, yapacağı işlerin daha başarılı olması için bölgede kendisinden önce Özdemiroğlu’nun tesis ettiği geleneğe uyarak, dağlı tabiatta olan kabileleri dine davette kolaylık sağlaması için, kabileler arasında sadakat ve vatanseverliği ile temayüz eden Şapsığ (veya Sabsığ) kabilesi beylerinden Hacı Hasan Ağa’nın kızı ile evlenmiş ve yöreyle akrabalık bağı kurmuştur.[35] Paşa’nın düğün töreni sırasında ezan ve Kur’an okutulmuş, düğüne katılan halka ve düğün alayının geçtiği güzergahta bulunan kabilelere İslâmiyet’in üstünlükleri anlatılmış ve Türklerin iyi idaresi hissettirilmiştir. Böylece onların İslâm dinine yakınlık ve sevgi duymaları sağlanmıştır.

Ferah Ali Paşa, askerlerini de aynı ideal doğrultusunda yöre halkının kızları ile evlenmeye teşvik ederek Çerkez kabileleri arasında İslâmiyet’in tabiî bir yolla yayılmasına hizmet etmelerini sağlamıştır. Soğucak’a gelen civar kabile ve kavim mensupları minareden okunan ezanı duyunca Mevlânâ’nın da ifade ettiği gibi;[36] “her ne kadar ezanın manasını tafsilen bilmeseler de maksadı anlamakta” gecikmemişler ve bir vâkıa olarak karşılaştıkları yeni dini öğrenme yoluna gitmişlerdir. Kızlarını ziyarete gelen aileler, ezanın ne anlama geldiğini, kıldıkları namazın manasını kızlarına sormuşlar, onlar da kocalarından öğrendikleri kadarıyla akrabalarına anlatıp İslâmiyet’in yayılmasına gayret etmişlerdir.[37] Yapılan bu faaliyetler istenilen neticeyi vermiş; köylerden gelen kabileler kendilerine İslâm dinini öğretecek hocalar isteyerek bölgenin Müslümanlaşmasına önemli derecede katkıda bulunmuşlardır.[38]

Ferah Ali Paşa, başarılı bir devlet adamı olmanın yanında, tasavvuf neşvesini yaşayan “gönül ehli” ve “alperen” ruhlu oluşuyla da kabilelerin örf ve âdetlerine saygılı davranmış;[39] İslâmiyet’in yasaklamadığı geleneklere hoşgörü ile yaklaşmış, dini onlara sevdirmiştir. Bu şekilde bir siyaset takip etmesi onun bu karışık yapılı bölgedeki başarılarının temelini oluşturmuştur. Ferah Ali Paşa’nın İslâmiyet’i yaymak, kabileleri Osmanlı Devleti’ne bağlamak, şehir ve köyleri imar etmek gibi faaliyetleri, kendisinden yüklü para, köle ve cariye gibi hediyeler bekleyen devlet adamlarını pek memnun etmemiştir. O dönemde Osmanlı devlet adamları arasında birbirini çekememe, makam ve mansıb uğruna başkalarını karalama, yaygın bir hastalık hâlini aldığı için, onun aleyhinde dedikodular çıkarılarak zihinler bulandırılmıştır.[40]

Ferah Ali Paşa’nın devlet işlerinin yanı sıra, bazen halkı camide toplayıp onlara zikir yaptırdığı da olmuştur. Bu merasimler kabilelerin ruhlarını derinden etkilemiş, kalplerindeki kin ve nefret, yerini sevgi ve muhabbete bırakmıştır. Kafkasya’da bulunduğu sürece “halka hizmet Hakk’a hizmettir” anlayışını kendisine prensip edinen Paşa, mal varlığının tamamını din ve devlet uğrunda harcamıştır. Kabileler tarafından bir velî olarak kabul edilmiş, kerâmete yatkın olan dağlılar arasında onun birçok işi kerâmet olarak değerlendirilmiştir.[41]

II. Kafkasya’da Tasavvuf ve Tarikatlar

İslâm’ın insana verdiği değer ve kardeşlik anlayışı, tasavvuf ve tarikatlarda daha belirgindir. Sûfîlerin sade ve halk düzeyindeki çalışmaları, onların arasına katılarak davranışlarıyla tebliğ metotları, tekke ve dergâhların yaygın eğitim kurumları olarak faaliyet göstermeleri, İslâmiyet’in yayılmasında etkili olmuştur. Nitekim Orta Asya’daki Türk kabileleri arasında, Kafkasya’da, Afrika’da, Endülüs’te, Hindistan ve Endonezya’da İslâmiyet’in yayılmasında tasavvuf ve tarikatların rolü büyüktür.

İslâm dünyasının bazı bölgelerinde ise, İslâmiyet’in yayılma ve savunma vasıtası, özellikle sûfîlerin çabaları olmuştur. İslâmiyet, tarihte ilk defa XII. yüzyılda Moğol işgali ve Bizans Haçlı seferleri ile iki ateş arasında kalınca tasavvuf, İslâm’ı savunmayı üzerine almış ve halka ait bir kitle hareketi durumuna gelmiştir.[42] Dervişler, savaş zamanında iyi bir komutan; barış zamanında ise mükemmel bir mürşid olarak vazife yapmışlardır. Özellikle Türk tasavvuf geleneğinde bu anlayışın yaygın olduğu kanaati hakimdir.

Rusların Türkistan’ı işgali sırasında sûfî tarikatlar fazla bir varlık gösteremezken, Kafkasya’da Ruslara karşı kutsal cihadı onlar idare etmişlerdir. Birçok Müslüman ülkede iki ayrı akım ve birbirine âdeta düşman olan din ilimleri ile tasavvuf ilmi, Kafkasya’da birbiriyle iç içedir ve II/VIII. yüzyılda olduğu gibi, sûfi ile âlim aynı kişilerdir. Kökleri mazide olan din ilimleri toplumun entelektüel temelini; halkın gönlünden silinemeyen ve iyi bir yapıya sahip olan tasavvuf da onların disiplin, fedakârlık ve teşkilatını ortaya koymuştur.[43]

Kafkasya’da İslâm’ın bir din ve hayat tarzı olarak muzaffer bir şekilde varlığını sürdürmesi, tasavvuf önderlerinin sürekli ve sistemli faaliyetleri sayesinde mümkün olmuştur. Sovyetlerin dayattıkları ve kendi kontrolleri altındaki sözde Müslümanlık anlayışına karşı, tarikatlar gerçek İslâm’ı, hakikî Müslümanları temsil etmiş ve onlara gerçek dini öğretmişlerdir. Halk üzerinde güçlü nüfûza sahip olan bu tarikatlar, Kafkasya’da birlik ve beraberliği çok kısa zamanda sağlamışlar ve başlattıkları kutsal cihadı başarıyla sürdürmüşlerdir.[44]

Tasavvuf ve tarikatlar, askeri hedeflerin dışında, Kafkasya’nın Müslümanlaşmasını ve özellikle de asırlardır İran etkisiyle nüfûzlu bir durumda olan Kızılbaşlığa karşı sünniliğin güçlenmesini de gayeleri arasında görmüşlerdir. Diğer taraftan Rusların uyguladıkları baskılar da geri tepmiş, onları ortadan kaldırmak şöyle dursun, hareketlerine yeni bir hız vermiştir. Müridlerin şeyhlerinin peşi sıra sürgüne gönderilmeleri, Müslüman halk üzerinde tarikatların nüfûzunun artmasını sağlamıştır. Sürgün esnasında tarikatlar millî hayatın merkezi ve halkın ümit kaynağı olmuştur.[45]

Kafkasya, tarikatların en sağlam bir şekilde yerleştikleri, Müslüman toplumun sosyal ve siyasî hayatında en büyük rolü oynadığı bir bölgedir. Kafkasya’daki tarikatlar da XII. yüzyıldaki Moğol istilası sırasındaki Anadolu’daki tarikatlara benzemektedir. Zira onlar sadece zühd hayatıyla yetinip dünyayı bir kenara atmamakta, hayatla iç içe, bir nevi derviş-gâzi, alperen anlayışı sergilemişlerdir. “Müridizm” olarak da isimlendirilen bu harekette Şeyh; hem bir dinî otorite, hem komutan hem de devlet başkanıdır. Müridlerinin başında savaşa çıkarak zalimlere haddini bildiren, tebaasının hak ve hukukunu koruyan bir şahsiyettir. Karizmatik kişilikleriyle geniş halk kitlelerini peşlerinden sürüklerken, seçkin ve aristokrat tabakanın direncini tevâzu, erdem ve ihlâs gibi sûfi-meşrep yönleri ile aşmışlardır.

Kafkasya’da Kâdiriyye ve Nakşibendiye tarikatları yaygın olup, diğerleri bu ikisi içerisinde erimişlerdir. Bu iki tarikattan Nakşibendiyye, XVIII. yüzyılın sonunda bilhassa Dağıstan’la Çeçenistan’da, Kâdiriyye ise XIX. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Çeçen-İnguş Cumhuriyeti ile Kuzey Dağıstan’daki bazı küçük topluluklar arasında yaygındır. Bu iki tarikata Güney Kafkasya’da etkili olan ve tarikat anlayışının Kuzey Kafkasya’da yaygınlaşmasına köprü vazifesi gören Halvetiyye’yi de katmak mümkündür.

Kafkasya’da tarikatların kendilerine has bazı özellikleri vardır. Tarikatlar Çeçen, İnguş ve Dağıstan kavimlerinde çok iyi bir şekilde korunmuş olan millî geleneklerle, örf ve âdetlerle sıkı bir ilişki içindedirler. Kafkasya ile birlikte Rusya’nın hakimiyeti altındaki diğer bölgelerde dine karşı yapılan menfî propagandalar, ferdî ve kolektif dinî araştırmayı hızlandırmış ve güçlendirmiştir. Kültürel ve tarihî değerleri mahkum edilip, yabancı kültürlerin baş tacı edilerek takdim edildiği bir ortamda toplumlara kendi gelenekleri ve millî kültürleri daha çekici bir hâle gelmektedir. İşte bu duruma tepki olarak birçok kişi örf ve âdetlerinin korunma garantisi olarak gördükleri bir tarikata girerek sûfi olmuştur. Bir kısım insanlar da yasak meyve konumundaki tasavvufu merak ederek, ne olduğunu anlamak için bir tarikata girmişlerdir. Bu arada tasavvuf edebiyatının şaheserlerini keşfederek sûfi olanlar hiç de az değildir. Bazıları Rusların kontrolündeki sözde resmi İslâmî kuruluşun görevini hakkıyla yerine getirmekteki yetersizliği karşısında duyulan yoksunluk sebebiyle sûfi olurken, diğer bir kısmı da tasavvuftaki estetik görünümün etkisinde kalmışlardır. Tarikat mensuplarının çoğu aile çevresinde tasavvuf yolunu seçerken, bir kısmı da meslekî çevrelerde şahsi görüşmeler neticesinde tarikata girmişlerdir. Müntesipler ve bilhassa gençler için tarikat, hayatlarını tanzim etmede onlara yardımcı olan ve onları çevredeki düşmandan koruyan yepyeni bir aile ortamıdır. Gençler yaşlarının verdiği ruh hâli ve ataklığı sebebiyle, genellikle en radikal ve fanatik tarikatları benimsemişlerdir.[46]

Kafkasya’da tarikat mensuplarının Ruslara karşı yapılan direnişte milliyetçiliğin İslâm’la yoğrulmuş etkili gücü ile eş anlamlı olan tasavvufa girmeleri şaşırtıcı değildir. Bölgede millî geleneğin temsilcisi olarak görülen tarikatlar birçok kimse tarafından hayat tarzı olarak benimsenmektedir.

Kafkasya’ya XVIII. yüzyılın sonlarında Şeyh Mansur vasıtasıyla giren Nakşibendiyye tarikatı, Buhara yakınlarındaki Kasr-ı Arifan’da türbesi bulunan Şeyh Muhammed Bahaeddin Nakşibend’e (1318-1389) nispet edilir. Şeyh Mansur 1782’den 1791’e kadar kutsal cihadı yönetmiş, 1791’de Ruslar tarafından esir edilmiş ve 1793’te hapiste vefat etmiştir.

Şeyh Mansur’un vefatından sonra Nakşibendiyye, çeyrek yüzyıl Kafkasya’da etkisini kaybetmiş, bir süre sonra Doğu Trans Kafkasya’da tekrar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Kafkasya’da halkı irşad için çalışmalar yapan, vaazlar veren sûfilerin faaliyetleri; özellikle Nakşibendî şeyhlerinden Muhammed el-Mekkî Dağıstanî ve Şeyh İsmail Şirvanî’nin tesirleri anılmaya değer. Bölgede bu şeyhler vasıtasıyla yayılan Nakşibendiyye tarikatı, halk tarafından bir hayat tarzı olarak benimsenmiştir.[47]

Kafkasya’da Kürdemirli Şeyh İsmail Şirvanî’den sonra Nakşibendiyye şeyhleri olarak Şirvanlı Has Muhammed, Gazi Muhammed ve Şeyh Şamil’in mürşidi Muhammed Efendi, Gazi Kumuklu Seyyid Cemaleddin, Sogratlı Abdurrahman ve Abdurrahman’ın oğlu Hacı Muhammed’i görürüz. Şeyh Muhammed’in vefatından sonra Nakşibendiyye tarikatı Kafkasya’da çeşitli kollara ayrılmış, birçok yerde yeni şeyhler ortaya çıkmıştır.[48] Nitekim Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin halifelerinden biri olan ve Şeyh tarafından bölgede Nakşibendiyye’nin bir kolu olan Hâlidiyye tarikatını yaymakla görevlendirilen Zeynullah el-Kazanî bunlardan birisidir.[49]

Nakşibendiyye tarikatı, Dağıstan’ın dağlık kuzey kısmında, Çeçenistan’da ve Azerbaycan’ın kuzeyinde hakim durumdadır. Daha çok, aristokrat ve entelektüel tabakada etkili olup, irşad makamındaki şeyhleri Arapça bilen,[50] dini ilimleri tahsil etmiş âlimler olarak bilinmektedir.

Kâdiriyye tarikatı, Bağdat’ta medfun bulunan Şeyh Abdülkâdir Geylânî (1077-1166) tarafından kurulmuş ve İslâm dünyasında büyük bir yayılma sahası bulmuştur. Kafkasya’ya XIX. yüzyılın son yarısında Elishan Yurt köyünden Kunta Hacı Kişnev adlı bir Çeçen tarafından sokulmuştur.[51]

Kunta Hacı’nın halkı uyarmak ve bilinçlendirmek için yaptığı vaaz ve irşad faaliyetleri, Ruslar tarafından engellenmiş ve 1864’te de sürgün edilmiştir. 1867’de kurucusunun vefatı üzerine tarikat dört kola ayrılmıştır. Bunlar: Kunta Hacı ismini devam ettiren ana kol; Bammat Giray kolu; Batal Hacı kolu ve Çim Mirza kolu. Bu kollara XX. yüzyılda (1954) kurulan Veyis Hacı kolunu da ekleyebiliriz. Bu kol, tarikat içerisinde en popüler ve en katı, siyasî bakımdan da en radikal olanıdır. Müntesipleri zikir esnasında beyaz kalpak giydikleri için “Beyaz Kalpaklılar Tarikatı” olarak da anılır.[52]

Kâdiriyye tarikatı Kafkasya’da daha dinamik olup Çeçen-İnguş bölgesinde hakim durumdadır. Batı yönünde Osset, Kabarda ve Karaçayların yaşadıkları bölgelerle Azerbaycan’ın kuzeyinde oldukça nüfûzludur. Kâdiriyye, Nakşibendiyye’ye nazaran daha mistiktir. Kendisine intisap edenler de toplumun genelde fakir-fukara kesimi ve az kültürlü insanlarıdır.

Kafkasya’nın güneyinde ve Anadolu’da oldukça etkili olan ve kendi içinden kırka yakın tarîkat çıktığı için âdeta bir tarikat fabrikası sayılan Halvetiyye, soyu ve nesebi Şirvan’ın ünlü şeyh âilelerine ulaşan Şirvanlı Ömer Halveti’ye (ö. 800/1397-1398) nispet edilen bir tarikattır. Tebriz ve Hoy yöresinde irşad faaliyetlerinde bulunup Tebriz’de vefat eden Ömer Halvetî,[53] halvette bulunmayı, yalnız kalmayı tercih edip zamanının büyük bir kısmını halvette geçirdiği için halvetî lakabı ile anılmıştır.[54]

Halvetiyye, tarikatta ikinci Pîr sayılan Seyyid Yahya Şirvânî (ö. 868-869/1464) ile şöhretini bir kat daha artırmıştır. İyi bir dinî tahsil gördükten sonra tasavvuf neşvesini de yaşayan Seyyid Yahya Bakü’ye yerleşerek,[55] bölgede irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Birçok halifesini Kafkasya’nın güney bölgesine ve Anadolu’ya göndermiş, tasavvufun hoşgörüsü ile İslâmiyet’in halk tarafından benimsenmesine hizmet edenler kervanına katılmıştır. İmamlar döneminin ilk kıvılcımı Şirvan’da parlamış, ışığı Kafkasya’yı aydınlatmıştır.

III. Tasavvuf ve Tarikatların Bağımsızlık Mücadelesindeki Rolü

Kafkasya’da İslâmiyet’in yayılıp korunmasında ve Ruslara karşı yapılan mücadelede tarikatların rolü oldukça önemlidir. Onlar, Rusların bölgeyi işgali sırasında ve Ruslara karşı yapılan çeşitli şekillerdeki direniş hareketlerinde daima mücadelenin bayraktarlığını yapmışlar ve liderliğini üstlenmişlerdir. Kafkasya, insanoğlunun âdeta mertlik, yiğitlik, asalet ve kahramanlık müzesi olmakla beraber, Rusların uyguladıkları “böl, parçala, yut” politikası neticesinde kalıcı bir millî birliğin sağlanamadığı bir bölgedir. Yüzyıllar boyunca Ruslarla mücadele eden ve onların tahakkümü altında yaşayan Kafkasya kavimleri, 1783’te İmam Mansur’un önderliğinde Ruslara baş kaldırmış; böylece Kafkasya’da bağımsızlık ve hürriyet meşâlesi tutuşturulmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu dönemdeki belirgin zayıflığı bu kavimlere gerekli yardımın yapılmasını engellemiş, onlar da kendi kıt imkanlarıyla bu mücadelelerini sürdürmüşlerdir.[56] XVIII. yüzyılın sonlarından 1942-1943 ve en son olarak 1991 Çeçen Hürriyet mücadelesine kadar, Rus işgalcilerine karşı yapılan bütün silahlı direniş hareketleri tarikatlar tarafından yönetilmiş veya desteklenmiştir. Bu mücadeleleri, genellikle Nakşibendiyye tarikatının şeyhleri yönetmiş, Kâdirîler de aktif bir şekilde onlara katılmışlardır. Ancak 1928’deki Çeçen halk ayaklanmasını Kâdirîler üstlenmişler, Nakşibendîler de onlara destek vermişlerdir.[57]

Kafkasya’da İmam Şamil ve müridlerinin, Dağıstan’da Hotsölü Necmeddin ve Uzun Hacı ile Ruslarla savaşan tasavvuf önderlerinin tamamının Kafkasyalılar için dinî ve millî olmak üzere ikili bir anlamı vardır. Ruslarla savaşan ve Allah’ın yüce şanı, İlâyı kelimetullah için şehid düşen her bir sûfi liderin hatırası, hemen hemen herkes tarafından korunmakta ve kendilerine saygı ve minnet duyulmaktadır.[58]

Hz. Peygamber’in bir hadisinde “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek”[59] olarak ifadesini bulan ve Allah rızasına kavuşmayı hedefleyen İslâm tasavvufu ile din ve vatan düşmanlarıyla savaşı emreden cihad ruhu, Müslüman Kafkasya’nın Rus istilâsından korunmasını gaye edinen bir millî kurtuluş hareketini ortaya çıkarmıştır. Yakılan bu meşale, bağımsız Kafkasya ülküsünün temelini oluşturmuştur.

Kafkasya’daki bağımsızlık mücadelesi, gücünü tasavvufla cihadı birleştiren alperen geleneğinden almıştır. Bu gelenek; Osmanlı Devleti’nin temeline harç koyan derviş gâzilerin yoludur. Alperenler, tahta kılıçlarla kafirlere karşı savaşan, bir avuç mürid ile binlerce düşmanı ezen, kaleler fetheden, kılıç kuvveti ile iman gücünü birleştirip İslâmiyet’i tebliğ edip yayan mücahid Türk sûfileridir.[60] Sûfiliğin yabancı kültürlerden etkilenmeyen, millî geleneklere, örf ve âdetlere kuvvetle bağlı Türkmen zümreleri arasındaki yansıması diğer milletlerdeki görünümünden farklı olmuştur. Kafkasya’daki tasavvuf anlayışı da bundan pek farklı olmayıp, alperen geleneğinin yeni ve değişik bir görüntüsü olarak değerlendirilebilir.

XVIII. yüzyılın son çeyreğinde bölgede başlayan Rus yayılmacılığı beklemediği bir mukavemetle karşılaşmıştır. Bu kutsal cihadın komutasını bir Nakşibendiyye şeyhi olan İmam Mansur Uşurma üstlenmiştir. İmam Mansur 1722’de Çeçenistan’ın Alda köyünde doğmuş orta halli bir ailenin çocuğudur. Cevdet Paşa’nın ifadesine göre yetişme döneminde çobanlık yapan İmam Mansur’a, bir gün mânâ âleminde gördüğü Hazreti Peygamber kendisine halkı uyarma görevini verir. Mansur, kendisinin ilmi olmadığını, bu emri yerine getiremeyeceğini söyler. Bir süre sonra yine rüyasında Allah Rasulü’nü görür ve aynı emri alır. Bunun üzerine insanları İslâm dinine çağırmaya, farzları ve haramları açıklamaya başlar.[61] Yüksek tahsili olmamakla birlikte, ahlâk ve karakter yapısı ile vatan sevgisi, kendisinin halk tarafından sevilip sayılmasında çok etkili olmuştur.[62]

İmam Mansur, bölgede yaşayan kabilelere Rus düşmanlığını telkin eden ve halkı Ruslara karşı topyekun mücadeleye teşvik eden bir beyanname göndererek kendisine katılmaya çağırdı. Halk da bu çağrı üzerine onunla birlikte savaşmak için ayaklandı.[63] O, bu mücadelede tarikat şeyhliğiyle komutanlığı birlikte yürütüyor, kabileler üzerindeki otoritesini hissettiriyordu.

Ruslara büyük kayıplar verdiren İmam Mansur, hayatının son nefesine kadar bir civanmert ve derviş gazi olarak yaşamış; bölük pörçük olan Kuzey Kafkasya kavimlerini belli bir inanç ve ülkü etrafında birleştirmiştir.[64] Bu ideal, onların iki yüzyılı aşkın bir zaman sürecinde Rusların asimile ve sürgünlerine, zulüm ve işkencelerine rağmen ayakta kalmalarını sağlamıştır.

İmam Mansur’un vefatından sonra bir müddet pasif bir konuma geçen hareket, 1822-1823 yıllarında Molla Muhammed’in faaliyetleri ile yeniden hız kazanmıştır.[65] Onların özgürlük aşkı ile dini inançlarının ve coşkulu bir ruh halini temsil eden tasavvufun kaynaşması, bağımsız Kafkasya idealini sürekli canlı ve dinamik tutmuştur.

Molla Muhammed Kafkasya’daki sûfi harekete ilk defa politik bir karakter kazandırmış olmakla beraber, ilk imam, Şeyh Şamil’in yetişmesinde de emeği bulunan Gazi Muhammed’dir.[66] İmam Gazi Muhammed 1793’te Gimri’de doğmuş, Dağıstan medreselerindeki tahsilinin yanı sıra Said Hoca isminde bir âlimden yüksek seviyede İslâmî ilimleri tahsil etmiştir. Nakşibendiyye şeyhi Kürdemirli Şeyh İsmail Şirvanî’ye intisap ederek tarikata giren İmam, Şeyh Şamil’in kayınpederi olan Şeyh Cemaleddin Gazikumukî’den de istifade etmiştir. Din ve dünya ilimlerine vâkıf olmasından dolayı halk arasında iki kanatlı diye anılmıştır.[67]

1832 yılına kadar halkı irşad eden, müridleri vasıtasıyla Kafkasya kavimlerini kutsal cihada çağıran ve bu uğurda mücadele etmeye devam eden Gazi Muhammed’in bu kutsal dava uğruna Gimri’de şehid edilmesiyle yerine Hamzat Bey; onun da 1834’te Hunzah mescidinde şehid edilmesiyle, Kafkas Kartalı olarak isimlendirilen Şeyh Şamil ittifakla imamlık makamına seçilmiştir.

1795’te Dağıstan’ın Gimri avulunda doğan Şeyh Şamil, XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Kafkasya’da başlayan bağımsızlık mücadelesinin en önemli şahsiyetidir. Gençlik yıllarında Molla Muhammed’in vaazlarının tesirinde kalan Şamil, ilim tahsil etmek üzere Bağdat’a giderek Nakşibendî şeyhlerinin en önemli simalarından biri olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’den tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin yanında tasavvuf ilmini de öğrendi. Kendisinden hilâfet alarak Kafkasya’ya dönen Şeyh Şamil’in tasavvuf? açıdan yetişmesinde, kayınpederi ile birlikte İmam Gazi Muhammed ve Şeyh İsmail Şirvanî’nin de büyük payları vardır. 1834’te İmam seçildiği sırada 39 yaşında bulunan İmam Şamil, Rus işgal ve tahakkümünden kurtulmanın tek çıkar yolunun şeriat hükümlerine bağlı bir idare kurmakta olduğunu düşünüyordu. Bu hareket, dağınık bir halde yaşayan Kafkasya kavimlerini; kaynağını İslâmiyet’in ruhundan ve millî benliklerinden alan kutsal cihad bayrağı etrafında birleştirerek teşkilatlandırdı.[68]

İslâmiyet’i yaşamak ve yaymak, en kutsal görevleri arasında bulunan seçme bir muhafız birliğine sahip olan Şeyh Şamil, 1840’ta Avar Hanı Hacı Murad’ın kendi tarafına geçmesiyle gücüne güç katarken, Çerkezler ve Çeçenler de bu iltihakla büyük bir moral kazanmışlardır. Şamil kendisine itaaat eden bütün bölgelerde nâiblikler kurarak belli bir hiyerarşik düzen sağlamıştır. Nâiblerin görevi asker toplamak, hukûkî selâhiyetlerini kullanmak, şeriate uyulmasına nezaret etmekti.[69]

İmam Şamil’in 1843’te Ruslara karşı kazandığı başarıları, Dağıstan ve Hazar kıyılarında yaşayan Müslüman kabileleri de etkiledi. Gün geçtikçe artan bu tesir, genişleyerek bütün Kafkasya’yı Ruslara karşı ayaklandırmaya başladı.[70] İmam Şamil, Ruslarla yaptığı mücadelede hiç şaşmayan adaletiyle, toplumda uyguladığı şeriat hükümlerinin yanı sıra, örflere de saygılı davranmasıyla halkın derin hürmetini kazandı.

Uzun yıllar Ruslara kan kusturan İmam Şamil, kendisine tâbi olan kavimlerden bazılarının Ruslar tarafına geçmesiyle büyük bir darbe yedi. Ancak mücadelesine ve insanları kutsal cihada davete devam eden İmam Şamil’in bu savaşlarda en has yardımcıları, Kafkasya’nın en savaşçı ve en cesaretli kavmi olan Çeçenlerdi. İki yıl süren mücadeleden sonra Çeçenlerin kendilerinden çok üstün olan Rus kuvvetlerine yenilmesi ile İmam Şamil büyük güç kaybına uğradı. Yirmi beş yıl boyunca Ruslara karşı mücadele eden, Allah’ın dinini yaymaya çalışan İmam Şamil’in 1859’da zor şartlar altında Ruslara teslim olmak mecburiyetinde kalmasıyla, Kafkasya Rusların hakimiyeti altına girdi.[71]

İmam Şamil’le doruk noktasına ulaşan bu hareket, O’nun Ruslarla yaptığı akıllara durgunluk veren mücadelesinin sonunda teslim olmak zorunda kalmasıyla biraz zayıflamış, ancak hiçbir zaman yok edilememiştir. Bütün baskı ve sürgünlere rağmen sûfi hareket halkın gönlünde taht kurmuştur. Onları yok etmek için yapılan tehcir hareketleri ters tepki yaparak tarikatların yayılmasını teşvik etmiş, toplumun birbirleriyle kenetlenerek tek vücut olması sonucunu doğurmuştur. Kafkasya’da tarikatlar, sadece milliyetin sembolü olmakla kalmamış, aynı zamanda bir çeşit gizli, disiplinli, teşkilatlı ve toplum hayatının devamını temin eden bir yönetim haline gelmiştir.

1869’da Hac için kendisine izin verilince Hicaz’a giden ve Medine’ye yerleşen Şeyh Şamil, ömrünün sonuna kadar Kafkasya’nın bağımsızlığı için çalışanlara duaları ile yardım etmiş, 1871’in Mart ayında Medine’de vefat etmiştir.

Kafkasya kavimleri dar kabile anlayışını sürdürdükleri için, liderleri Ruslarla yapılan savaşlarda şehid edildiği veya sürgüne gönderildiği zaman tekrar eski hallerine, bölük pörçük durumlarına dönüyorlardı. Bu durum onların en zayıf taraflarıydı. Nitekim Soğucak Valisi Ferah Ali Paşa, Sadrazam Halil Hamid Paşa’ya gönderdiği bir dilekçesinde bu durumu özetleyerek, bölgedeki kabilecilik ruhunu anlatmaya çalışmış, onların memnun edilmesi için birtakım hediyeler gönderilmesini istemiştir.[72]

Kafkasya’nın bağımsızlığı için yapılan mücadele sırasında İmamlar ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler iyi bir seviyede değildir. Her iki taraf da birbirlerine güven duymamakta, takip ettikleri siyaset gereği karşı tarafın hareketlerinden faydalanma yoluna gitmektedirler. Bu arada bölgedeki kabileler de bağımsız hareket etmeye alışık oldukları için kendilerini Osmanlı Devleti’ne bağlı ve onun emrinde görmüyorlardı.

Osmanlı Devleti bu durumu bildiği için İmamların hareketlerini ancak Rusya’yı yıpratması bakımından benimsemiş görünüyordu. Bununla beraber İmam Mansur’un Abaza, Çerkez, ve Nogayları kendi saflarında toplamaya çalışması Osmanlı Devleti’ni kuşkulandırmış, hatta faaliyetleri hakkında bilgi toplamak üzere yanına adamlar gönderilmiştir.[73] İmam Şamil’in çeşitli tarihlerde Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunması, fakat bu isteklerin cevapsız kalması, onun bu durumu çeşitli vesilelerle dile getirip Ruslara karşı yardım etmedikleri için Osmanlı yöneticilerine sitem etmesi, bu siyasetin bir neticesi olabilir.

Kafkasya kavimlerinin yaklaşık üç yüz yıldan beri Ruslara karşı verdikleri mücadeleleri, 1917’de yeniden canlandı. Zira onlar hür ve bağımsız yaşamaya alışmışlar, bu yüzden de Rus esaret ve zulmüne dayanamıyorlar, her fırsatta bu ruh hallerini açığa çıkarıyorlardı. 1917 Mayısı’nda bütün Kuzey Kafkasyalıların katıldığı millî kurultayda millî bir devletin kurulması kararlaştırıldı ve bir yıl sonra 11 Mayıs 1918’de de Cumhuriyet kuruldu. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkması üzerine Türk ordusu bölgeden çekilmek zorunda kalınca, Kuzey Kafkasya da kendi mukadderatı ile baş başa kaldı. Türklerin Kafkasya’dan ayrılması üzerine Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti, Rusların yoğun baskılarına maruz kaldı ve 1920 yılında da Ruslar tarafından işgal edildi.[74]

Bütün bu baskı ve zulümlere rağmen Kafkasya’nın hürriyet aşkı kendisini besleyen tasavvuf kültürü ile devam etmiştir. Nitekim 1991’deki Çeçen bağımsızlık mücadelesinin dinamiği ve hürriyet meşalesini yükseltenler de tarikat mensuplarıdır. Çeçenleri birbirine yaklaştıran en önemli faktör, İslâm dinine ve millî geleneklerine bağlı kalmalarını sağlayan tarikatlardır. Onların şehirlerde yaşayan büyük bir çoğunluğu Nakşibendî, yukarı kesim denilen dağlık bölgelerde kalanları da Kâdirîdirler. Kâdirîlerin her hafta cuma namazından sonra camilerde yaptıkları ve toplum üzerinde geniş bir tesir bırakan, onların canlı ve dinamik bir hayat sürdürmelerini sağlayan toplu zikir merasimleri hâlen devam etmektedir.

Sonuç olarak; millî geleneklerine, örf ve âdetlerine son derece bağlı mert insanların otağ kurduğu Kafkasya, sahip olduğu zengin petrol yatakları ve jeopolitik konumu sebebiyle sürekli çekişme ve savaşlara sahne olmuştur. Hz. Ömer zamanında İslâmiyet’le tanışan bölge insanları, Selçuklu sultanları Alp Arslan ve Melikşah dönemlerinde Kafkas fatihi Sav-Tekin’in yörede yaptırdığı cami ve mescidlerde bu yeni dini öğrenmeye başlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin Anadolu ile Kırım Hanlığı arasında karadan irtibat kurma siyaseti neticesinde Kafkasya’ya tayin ettiği valilerden Özdemiroğlu Osman Paşa ve Ferah Ali Paşa’nın gayretleri neticesinde bu çaba hız kazanmıştır.

Kafkasya’da İslâmiyet’in yayılmasında en büyük pay, hiç şüphesiz “bir lokma bir hırka” anlayışından uzak, İslâm’ın hem düşmana hem de nefse karşı cihad emri ile kendi millî hasletlerini birleştirerek gerektiğinde dini ve vatanı için ölmesini bilen derviş gâzilerindir. Hür yaşamaya alışmış, esarete boyun eğmeyen, bu arada aralarında kan davası ve çapulculuğun eksik olmadığı bu kavimlerin arasını bulan, birlik ve beraberliği perçinleyerek bağımsızlık mücadelesini canlı tutan, İslâmiyet’in geniş yelpazesi altında tasavvuf ve tarikatların misyonu olmuştur.

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Necmeddin BARDAKÇI

Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 522-530


Dipnotlar :
[1] Tarık Cemal Kutlu, Çeçenya 95, İstanbul 1995, 7; Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyaseti, İstanbul 1979, 3.
[2] Paul B. Henze, “Kafkasya’da Çatışma, Geçmiş Sorunlar ve Gelecek için Öngörüler”, Avrasya Etüdleri, İlkbahar 1, 1994 Ankara, 68.
[3] Henze, 68-69; Bruno de Cordier, “İslâmiyet’in Kuzey Kafkasya’daki Etnik Milliyetçilik Üzerindeki Etkisi, Çeçenistan ve Dağıstan’ın Durumu”, Avrasya Etüdleri, İlkbahar 1, 1996 Ankara, 27.
[4] Cordier, 36.
[5] İbnü’l-Esir, El-Kâmil fi’t-Târih, I-X, Beyrut 1987, II, 429; A. Zeki Velidî Togan, “Azerbaycan”, İslâm Ansiklopedisi, II, 94.
[6] İbnü’l-Esir, II, 477-478.
[7] John f. Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şâmil, çeviren: Sedat Özden, İstanbul 1989, 2. bsk, 229; J. Süleyman Sultanoviç, “Çeçenistan”, DİA, VIII, 246; Barthold, “Dağıstan”, İslâm Ansiklopedisi, III, 452.
[8] Mükrimin H. Yınanç, “Çağrı Bey”, İslâm Ansiklopedisi, III, 325-326; Konuralp Ercilasun, “Selçukluların Kafkasya Politikası”, Türk Kültürü, sayı 387, Temmuz 1995, 429.
[9] Saray, 10.
[10] Ercilasun, 430.
[11] İbnu’l-Esir, VIII, 368-370; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul 1993, 4. bsk., 154-155; Hayati Bice, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, Ankara 1991, 5-6.
[12] Turan, 163-164.
[13] Turan, 202.
[14] A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, 3. bsk, 193.
[15] Togan, 198-199.
[16] Gökçe, 383; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas-Ellerini Fethi (1451-1590), Ankara 1976, 383.
[17] Ergünöz Akçora, “Rusya’nın Kafkasya Siyaseti ve Geçmişten Günümüze Çeçenler”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 100, Ankara, Şubat 1996, 309; Kutlu, 9; Cordier, 28-29, 40.
[18] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I-VIII, III. cilt, 2. kısım, Ankara 1977, 2. bsk, 150.
[19] Uzunçarşılı, III/II, 110; Muzaffer Ürekli, “Rus Yayılması Karşısında Kırım Hanlığı ve Kafkasya”, Kafkas Araştırmaları I, İstanbul 1988, 13-14.
[20] Uzunçarşılı, III/II, 344; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri I, 1578-1590, İstanbul 1962, 60-61.
[21] Kütükoğlu, 89.
[22] Mühimme Defteri 44, Yayınlayan, M. Ali Ünal, İzmir 1995, 7-8.
[23] Ünal, 29.
[24] Kütükoğlu, 67.
[25] Kırzıoğlu, 344.
[26] Kütükoğlu, 128-129; Uzunçarşılı, III/II, 347; Kırzıoğlu, 344.
[27] Uzunçarşılı, IV. cilt, 2. kısım, 125.
[28] Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, sadeleştiren: Dündar Günday, İstanbul 1972, III, 235.
[29] Cevdet Paşa, III, 324; Krş. Gökçe, 125 (Burada Şeyh Mehmed Efendi olarak geçer).
[30] Cevdet Paşa, III, 249, 318.
[31] Cevdet Paşa, III, 240-242; Gökçe, 45-52.
[32] Cevdet Paşa, III, 260-269.
[33] Ebulfazl İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, çeviren: Cahit Koytak, İstanbul 1984, 280¬281.
[34] Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Davet Metodu, Konya 1990, 232.
[35] Cevdet Paşa, 244.
[36] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fihi Ma Fih, çeviren: A. Avni Konuk, yayına hazırlayan: Selçuk Eraydın, İstanbul 1994, 68.
[37] Cevdet Paşa, III, 252-257.
[38] Gökçe, 55.
[39] Cevdet Paşa, 246; Gökçe, 53-54; Budak, 108; Bice, 11-13.
[40] Cevdet Paşa, III, 293-298, 316-317.
[41] Cevdet Paşa, III, 289, 293, 322, 326.
[42] Alexandre Bennigsen, Chantai Lemercier-Quelquejay, Sûfî ve Komiser, Rusya’da İslâm Tarikatları, çeviren: Osman Türer, Ankara 1988, 16.
[43] Bennigsen, 18, 20.
[44] Bennigsen, 93-94.
[45] Bennigsen, 106; Chantai Lemercier Quelquejay, “Kuzey Kafkasya’da Tarikatlar, ” çeviren: Osman Türer, AÜİFD, sayı: 11, Erzurum 1993, 233.
[46] Bennigsen, 143-151.
[47] İrfan Gündüz, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevî, Hayatı, Eserleri, Tarikat Anlayışı ve Halidiyye Tarikatı, İstanbul 1984, 246; Bice, 19; Quelquejay, 227.
[48] Bennigsen, 102; Quelquejay, 228; Barthold, İslâm Ansiklopedisi, III, 456.
[49] Gündüz, 157-158.
[50] Bennigsen, 101; Quelquejay, 230-231.
[51] Bennigsen, 97-98; Quelquejay, 228
[52] Bennigsen, 176; Quelquejay, 229.
[53] Mahmud Cemaleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez Lemezât-ı Ulviyye, hazırlayan: Mehmet Serhan Tayşî, İstanbul 1993, 345.
[54] Sadık Vicdânî, Tarikatlar ve Silsilileri (Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye), yayına hazırlayan: İrfan Gündüz, İstanbul 1995, 175.
[55] Hulvî, 395; Vicdânî, 178.
[56] Akçora, 311.
[57] Quelquejay, 230-232; Bennigsen, 100.
[58] Krş. Bennigsen, 209.
[59] Buhari, İman, 37-38; Müslim, İman, 5.
[60] Fuad Köprülü, “Anadolu’da İslâmiyet”, Daru’l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene II, sayı: IV, İstanbul 1922, 402.
[61] Cevdet Paşa, III, 307-311.
[62] Gökçe, 117; Krş. Abdullah Saydam, “Kuzey Kafkasya’daki Bağımsızlık Hareketleri, ” Avrasya Etüdleri, c. 2, sayı 1, İlkbahar 1995, 92.
[63] Gökçe, 121; Krş. Budak, 108-109.
[64] Bennigsen, 94; Quelquejay, 72.
[65] Quelquejay, 237.
[66] Quelquejay, 231.
[67] Gökçe, 196; Saydam, 95; Bice, 17-18. 67
[68] Gökçe, 197; Bice, 19-21.
[69] Fikret Işıltan, “Şeyh Şamil”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1979, 2. bsk. XI, 470.
[70] Quelquejay, 357.
[71] Barthold, “Dağıstan”, İslâm Ansiklopedisi, III, 456; krş. Saydam, 104.
[72] Cevdet Paşa, III, 302; Gökçe, 118-119.
[73] Cevdet Paşa, III, 299-301; Gökçe, 128, 172.
[74] Bkz. Mesut, Çapa, “Kuzey Kafkas Cumhuriyeti’nin Rus Egemenliğine Girmesi Üzerine Trabzon’a Gelen Devlet Erkânı”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 100, Şubat 1996, 285-288; Saydam, 106-110.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.