Sultan III. Ahmet’in XVIII. yüzyılın ilk yarısını kapsayan yirmi yedi yıllık saltanat dönemi, yeni bir yaşama zihniyetine geçişi simgelemesi ve kısa süreli de olsa bir barış döneminin ruhunu dile getirmesi açısından Osmanlı tarihine ve sanatına A. Refik Altınay’ın tanımlaması ile “Lâle Devri” olarak geçmiştir.[1] Kısa zaman süreci içinde saray ve çevresinin yaşama görüşünü değiştiren bu dönem, Osmanlı siyasi tarihçilerinin çoğu tarafından ve toplum katında zevk ve sefa yada lüks yaşam devri şeklinde yorumlandığı gibi[2] kültürel ve sanatsal açıdan da Avrupa ülkelerini örnek alarak yapılan yeniliklerin kısaca batılılaşma hareketlerinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.[3]
Sultan IV. Mehmet ile Gülnuş Emetullah Valide Sultan’ın oğlu olan III. Ahmet (1673-1736) saltanatı süresince (1703-1730) devlet yönetimini iyi yetişmiş, yetenekli vezirlerin eline bırakmış, ilk sadrazamı orduda, ekonomide, denizcilik ve eğitim alanında yaptığı yeniliklerle ilk gelenekçi reformcu olarak bilinen Çorlulu Ali Paşa (1670-1711) olmuştur. 1713’te Ruslarla yapılan barış antlaşmasında gösterdiği yararlılıklar nedeniyle sadrazamlığa getirilen Silahdar (Şehit) Ali Paşa kısa süren sadareti zamanında özellikle kitaba ve eğitime verdiği önemle tanınmıştı. 1717’de Çorlulu Ali Paşa’nın yerine sadrazam olan ve Avusturya ile devam eden anlaşmazlığın 1718’de Pasarofça Antlaşması ile sonuçlanması sırasında gücünü ilk kez gösteren Nevşehirli Damad İbrahim Paşa (1718-1730) ile yeni bir dönem başlamış, İbrahim Paşa’nın istekleri doğrultusunda yirmi beş yıl süreyle savaş yapılmamasına karar verilmiştir.[4]
Sultan III. Ahmet ve Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından izlenen bu kısa süreli barış politikası sürecinde öncelikle, imparatorluğun içinde bulunduğu kötüye giden durumun nedenleri ve çarelerinin aranması yolunda girişimlerde bulunulmuştur. Bu politika çerçevesinde Batı ile kayda değer ilk kültürel temaslar kurulmuş,[5] ilk Türk matbaası açılmış, çeviri ve basım aracılığı ile kapsamlı bir bilimsel hareketin başlatılması amaçlanmıştır. Aynı paralelde kısmen rahatlayan ekonomik durum başkent İstanbul’da Osmanlı mimarisinin kısa fakat özgün dönemlerinden birini ortaya çıkaracak etkin bir yapım faaliyetini de başlatmıştır. Pasarofça Antlaşması’nın (1718) imzalanması ile Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa’dan dönüşünü (1722) izleyen yıllar İstanbul’da inşa ve imar faaliyetleri açısından yoğun bir yapılanma dönemi olmuştur.[6]
1. Külliyeler
Dönemin geniş kapsamlı ilk büyük girişimi olan III. Ahmet’in annesi Gülnuş Emetullah Valide Sultan adına yaptırdığı Üsküdar Yeni Valide Külliyesi (1708-1710), klasik dönem külliyeleri ile karşılaştırabileceğimiz revaklı, avlulu, cami çevresinde gelişen külliye tipinin son uygulamalarından birini oluşturmaktadır. Külliyenin genel yerleşim düzeni (Çiz. 1) Osmanlı mimarisinin geleneksel formlarını korumakla beraber, dış avlu duvarının güneydoğu köşesine birbirine bitişik olarak yerleştirilen ve külliyenin sokağa bakan bu cephesinde hareketli bir görünüm kazandıran çeşme, sebil ve açık türbenin konumu bu dönemde görülmeye başlayan değişimlere atıf yapan bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır (Res. 1).
Yeni Valide Külliyesi dışında kalan Divanyolu’ndaki Çorlulu Ali Paşa (1708), Şehzadebaşı Damad İbrahim Paşa (1720), Üsküdar Ahmediye (1722) Beyazıt Kaptan İbrahim Paşa (1708) ve sonradan ilave edilen medresesi ile bu dönemin külliyeleri arasına dahil edebileceğimiz Çarşamba’daki İsmail Ağa (1724) Külliyesi anıtsal büyüklükteki bir cami çevresinde gelişen klasik dönem külliye tipi yerine cami ya da medreseyi merkez alarak türbe, sebil, çeşme, sıbyan mektebi ile bütünleşmiş küçük ölçekli vezir veya paşa külliyeleridir.
Asıl dikkat çekici özellik, külliye bünyesinde yer alan sebil ve çeşmelerin kavşak noktalarına yerleştirilmesinde görülmektedir. Üsküdar Ahmediye, Şehzadebaşı, Nevşehirli İbrahim Paşa ile Kaptan İbrahim Paşa külliyelerinde köşede, dışarı taşkın dairesel veya çokgen planlı sebil yapısı (Res. 2-3-4), gerek planı gerekse madeni şebekelerin üzerinde yer alan fistolu kemerleri ile ağırlığı hissedilen bir eleman durumundadır (Res. 3). Çeşme ve sebil ile birlikte hazire duvarlarının fonksiyonları dışında geniş, dilimli kemerli açıklıklarla süslü madeni şebekelerin ön plana çıkmaya başlaması bu döneme özgü bir yenilik olarak değerlendirilebilir (Res. 5).
2. Cami ve Mescidler
Dönemin cami ve mescid yapılarına baktığımızda, anıtsal boyuttaki tek örnek olan Yeni Valide Camii, XVI. yüzyılda Mimar Sinan tarafından geliştirilen sekiz destekli merkezi mekanlı cami planının XVIII. yüzyıl başındaki örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapının plan düzeyinde bir yenilik görülmemekle beraber dış görünüş ve kütlesel etki açısından da klasik dönemdeki piramidal görünüm kaybolmuştur. Yeni Valide Camii dışında kalan örnekler (Çorlulu Ali Paşa, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, Çarşamba İsmail Ağa, Üsküdar Ahmediye) kare planlı ve kubbeli küçük ölçekli camilerdir. Dönemin cami tipolojisi içinde üçüncü tipi, kagir duvarlı, ahçap çatılı mescidler oluşturmaktadır. Kare ya da dikdörtgen planlı basit mahalle mescidi görünümündeki bu yapılardan özgün biçimini koruyarak günümüze ulaşan mescid örneği yoktur.
3. Medreseler
III. Ahmet Dönemi’nde yapılan medreselere baktığımızda Çorlulu Ali Paşa, Şehzadebaşı Damad İbrahim Paşa, Üsküdar Ahmediye, Çarşamba İsmail Efendi medreseleri, küçük ölçekli bir cami ile aynı avluyu paylaşan ve külliye programları içinde yer alan örnekler olarak karşımıza çıkar. Günümüze ulaşmayan Şehzadebaşı’nda Abdülhalim Mehmet Efendi (1707), Vefa’da Hekimbaşı Ömer Efendi (1715) ile günümüze büyük bir bölümü yıkılmış olarak ulaşan Cağaloğlu Acı Musluk 1726 (Damad İbrahim Paşa) medreseleri ise tamamen bağımsız ele alınan uygulamalardır. Plan şeması, genelde klasik revaklı bir avlu çevresine sıralanan öğrenci odaları ile dershane mekanından oluşmaktadır. Bu şemanın dışında tutabileceğimiz Çorlulu Ali Paşa Medresesi, kendine ait girişi ve muntazam olmayan dikdörtgen planlı bir avlunun batı sınırına tek sıra halinde yerleştirilen öğrenci odaları ile avlunun güneydoğu köşesinde yer alan bağımsız dershane mekanı ile dikkati çekmektedir.
4. Kütüphaneler
XVIII. yüzyılın başında gerek külliye programları içinde gerekse bağımsız olarak önceki dönemlerde görülmeyen bir biçimde kütüphane yapılarının artış göstermesi basılı kitabın Türk kültür hayatına girmesi ile açıklanabilecek bir durumdur. Matbaanın kurulması ile kitaba, okumaya duyulan bu yeni ilgi kitabın saklanacağı, geniş çapta okuyucuya hizmet verebileceği mekanları da çoğaltmış kitabı, cami ve medrese gibi yapıların dolap bölmelerinden çıkararak özel yapılara taşınmasını sağlamıştır.
Bu dönemin kütüphane yapılarına baktığımızda, Divanyolu’nda Çorlulu Ali Paşa, Şehzadebaşı Damad İbrahim Paşa ile Üsküdar’da Ahmediye Kütüphanelerinin bağlı oldukları külliyeler dahilinde Vefa’da Şehit Ali Paşa (1715), Topkapı Sarayı III. Ahmet Kütüphanesi’nin bağımsız, Eminönü’nde Yeni Camii Kütüphanesi’nin ise Turhan Valide Sultan Türbesi’ne sonradan ilave edilerek oluşturulmuş tek mekanlı bir uygulama olduğunu görmekteyiz. Mimari açıdan ortak özellikleri, kitabın nemden korunması için yükseltilmiş bir bodrum katı üzerine oturtulmakta, girişte ise bir revağı bulunmaktadır.
İstanbul’un bağımsız bir binaya sahip ilk kütüphanesi olan Divanyolu’nda Köprülü Kütüphanesi’ni (1661) bu dönemde Vefa’da Şehit Ali Paşa Kütüphanesi izlemiştir. Kitaplara ve okumaya olan tutkusuyla tanınan ve günümüze ulaşan kütüphanenin bitişiğindeki duvar izleri ile doğu duvarı içindeki yuvarlak kemerli kapının varlığından Sadrazam Ali Paşa’nın konağına bitişik olarak yaptırdığı anlaşılan kütüphanesi, dönemin diğer kütüphane yapılarında olduğu gibi bir bodrum katı, zemin kat ve bunun üzerinde yükseltilmiş bir üst kattan oluşmaktadır (Res. 6).
Kütüphaneler içinde plan şeması açısından asıl yenilik Topkapı Sarayı III. Ahmet Kütüphanesi’nde görülür (Res. 7). Kubbeli kare mekan giriş yönü hariç üç yönde dikdörtgen biçimli tekne tonozla örtülü eyvan benzeri mekanlarla genişletilerek kubbeli mekan merkezi konuma getirilmiştir. III. Ahmet Kütüphanesi ile başlayan kubbeli mekanın eyvan şeklinde tonozlarla üç yönden genişletilmesi daha sonra önde ve köşelere birer küçük kubbe ilavesi ile Fatih Kütüphanesi’nde (1742) geliştirilerek devam etmiş ve bu plan tipi XVIII. yüzyıl kütüphaneleri için model oluşturmuştur.
Süsleme açısından, Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’nde ahşap, alçı, taş ve çini süslemenin iç mekanda uyumlu bir şekilde kullanımı dikkati çeker. Dönemin bir sultan tarafından yaptırılmış tek saray kütüphanesi olan III. Ahmet Kitaplığı, dıştan boydan boya mermer kaplı cephesiyle sade ve ağırbaşlı bir görüme sahiptir. İç mekanda ise duvarları kaplayan çinileri, alçı, kabartma tonoz bezemeleri, ahşap ve mermer süslemeleri ile dikkati çeker (Res. 8). Duvar ve pencere aralarını kaplayan XVI. yüzyıla ait çiniler, çeşitli yapılardan toplanarak buraya getirilmiş devşirme parçalardır.
5. Sıbyan Mektepleri
Eğitim yapılarının bir başka çeşidi olan sıbyan mektepleri de dönemin kütüphanelerinde olduğu gibi bağımsız yapılar olarak alt katında bir sebil veya çeşme ile birlikte tasarlanarak inşa edilmeye başlamış, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında artış gösteren bu örnekler Barok uslubun kendini en iyi ifade eden yapı tipleri arasında yer almıştır.
Günümüze ulaşmayan Beyazıt’taki Simkeşhane Mektebi (1716) alt katındaki sebil ile birlikte Şimkeşhane binasının köşesine yerleştirilmiş, dönemin özgün bir tasarımını ortaya koymaktaydı. Aksaray’da mevcut olan Süleyman Halife Mektebi (1728) alt katındaki sivri kemerli çeşmesi ile yakın çevresindeki Ebubekir Ağa Mektebi (1723) ise köşede sebil ve aynı cephe üzerinde yer alan çeşme ve hazire duvarı ile birlikte yapıların caddeye bakan cepheler üzerine yerleştirildiği, taş ve tuğla karışımı almaşık düzendeki malzeme seçimi, süsleme detaylarında fark edilen istiridye motifi gibi yenilik arayışları ile klasik usluptan ayrılan örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır (Res. 9).
6. Köşk-Kasır ve Sahilsaraylar
III. Ahmet Dönemi’ne asıl damgasını vuran yenilik, başta sultan ve sadrazam olmak üzere saray erkanı ve zengin kesimin Haliç ve çevresi ile Boğaz kıyılarında yaptırdığı özel konutların önceki dönemlere kıyasla artış göstermesinde karşımıza çıkmaktadır. Saltanatının daha ilk yıllarında eski Bostancıbaşı Ali Ağa ile bostancılar yazıcısı ve bir başmuhasebe katibinden oluşan bir heyete, İstanbul’da bulunan hasbahçeler ile bunların içinde kullanılır durumda bulunan köşk ve kasırların mefruşat ve evani defterini çıkartması Sultan III. Ahmet’in bu konuya verdiği önemi açıkça göstermektedir. İstanbul’da mevcut saray ve köşklerin durumunu tespite yönelik 1704 tarihli bu envanter kaydından, Topkapı Sarayı dahilinde dokuz köşk ve kasır ile saray dışında Haliç’te Karaağaç, Eyüp’te Valide Sultan, Bebek’te, Beşiktaş’ta, Fenerbahçe’de, Üsküdar’da, Kandilli’te, Çengelköy’de, Beykoz’dan Çatalca’ya kadar uzanan on yedi hasbahçe içinde eşyaları ile birlikte altmış adet köşk ve kasır bulunduğu tesbit edilebilmektedir.[7]
III. Ahmet Dönemi’nden günümüze ulaşan tek kasır, Topkapı Sarayı içinde bulunan III. Ahmet Yemiş Odası’dır (1705). Sultanın özel kullanımına ayrılmış olan bu küçük kasrın asıl cazibesini ve değerini artıran duvarların çini değilde ahşap üzerine lake tekniğinde vazolarda çiçek ve meyve kompozisyonlu motiflerle süslenmesidir (Res. 10). Asıl ilginç olan Yemiş Odası’ndan Hünkar Sofası’na açılan gizlenmiş ikinci bir kapı üzerindeki çiçek demetlerinin aynen Çengelköy’deki Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın (1699) divanhanesinde karşımıza çıkmasıdır. Köprülü Yalısının süslemeleri Yemiş Odası’na örnek olmuş ya da aynı sanatçı elinden çıkmış olmalıdır. Ahşap karkas malzeme ile yapılan Yemiş Odası’nın çerçeveler içine alınarak birer tablo gibi işlenmiş natürmortları asıl dönemin çeşme cephelerinde moda yaratmıştır.
Köşk ve kasır yapımı özellikle 1718 Pasarofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra sadrazamlığa getirilen Damad İbrahim Paşa ile birlikte hız kazanmaya başlamış, ancak başlangıçta yeni bir bina yapmaktan çok varolan yapıların yeniden düzenlenmesine yönelik saray inşaatlarına girişilmiş olduğu tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır.[8] Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı döneminde ahşap malzeme ile bazen haftalarla ölçülebilecek kadar kısa bir zaman süreci içinde inşa edildikleri bilinen saray ve kasırlardan hiçbiri günümüze ulaşmamış, İstavroz’da Şevkabad, Çengelköy ile Beylerbeyi arasında Ferahabad, Beşiktaş ile Ortaköy arasında Gülşenabad, Kanlıca’da Mihrabad, Tophane ile Kabataş arasında Emnabad, Bebek’te Hümayunabad, Ortaköy’de Neşetabad, Üsküdar’da Şerefabad, Kağıthane’de Sadabad örneklerinde olduğu gibi pek çoğunun bugün sadece ismi kalmıştır.
İstanbul’daki yoğun inşa faaliyeti, Fransa’ya elçilik görevi ile giden Çelebi Mehmet Efendi’nin dönüşünde saraya sunduğu raporun yankılanması, ardından inşasına başlanan ve iki ay gibi bir süre içinde tamamlanan Kağıthane’deki Sadabad Sarayı’nın (1722) düzenlenmesi ile zirveye ulaşmıştır.[9] Geniş bir alana yayılan ve bir sayfiye sarayı niteliğindeki Kağıthane saraylarının en büyük özelliği, Kağıthane deresinin muntazam bir mermer kanal içine alınarak suyun tam sarayın önünden mermer bir sed ile kesilerek mermer çanaklardan akıtılması idi. Kanal ile içinde ağzından su fışkırtan bir ejderhanın bulunduğu havuz bu yeni yerin bir başka özelliğini oluşturmaktaydı. Saray, mermerlerle döşenen kanalın üzerinde çıkıntılı cepheleriyle dikkati çeken yanyana haremlik ve selamlık bölümlerinden meydana gelmekteydi. Saray halkının önlerinden akan çağlayanları ve fıskiyeleri seyretmelerine imkan verecek şekilde direkler üzerine oturtularak yapılan planlamada arazi ve derenin konumu ön planda tutulmaktaydı (Res. 11). Harem dairesinin yakınında ve ondan ayrı olan dört çıkmalı ve otuz sütun üzerine oturtulmuş ortasındaki fıskiyeli havuzu ile anılan asıl köşk (Kasr-ı Neşad) Türk sivil mimarisinde yaygın olarak kullanılan dört eyvanlı divanhane şemasında yapılmıştır.
Saraydan çok bir sayfiye yeri karakteri taşıyan Sadabad düzenlenmesinde Batı etkisini gösteren asıl yenilik, Çelebi Mehmet Mehmet Efendi’nin anlattıkları ve daha sonra sipariş üzerine getirtilen bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan[10] kitap, resim ve desenlerin de etkisiyle, köşklerin bahçe, su kanalı ve havuz bağlantısının ön planda tutularak yapılar topluluğunun herkes tarafından görülebilecek şekilde düzenlenmesi, saray çevresinin sık sık bu mesire yerine gelerek gezinti ve eğlenceler tertip edilmesinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın kişisel gayretleri ile sürdürülen imar faaliyetleri Sadabad’ın tamamlanmasından sonra Boğaz’ın Anadolu ve Rumeli kıyılarının en güzel yerlerinin seçilmesiyle genişleyerek devam etmiştir. Sonlarına Farça “abad” terimi eklenerek Sadabad/ebedi mutluluk, Neşedabad/ebedi neşe, Feyzabad/ebedi iyilik anlamlarına gelen şiirsel isimler verilen ve çok büyük alanlar kapladığı anlaşılan genellikle iki, bazen tek katlı, pavyon ve köşklerden meydana gelen bu sahilsaraylarında hafif ve kısa zamanda yapılabilen ahşap konstrüksiyonlar kullanılmıştır.
Çubuklu’da Feyzabad (1722) adı verilen yerde bugünde görülebilen büyük bir havuz, çeşme ve günümüze ulaşmayan namazgah ve bir sahilsaray ile birlikte Çubuklu sahilinin düzenlenmesine yönelik inşa faaliyeti gerçekleştirilmiş, daha sonra Tophane ile Fındıklı arasındaki sahile denize doğru kazıklar çakılarak Emnabad (1724-25) sahilsarayının inşasına başlanmıştır. Aynı yıllarda III. Ahmet’in Akıntıburnu’ndan Hisar sınırındaki Kayalar köyüne kadar olan sahildeki yaklaşık kırk yalılık miri araziyi iskana açmasının ardından Bebek, Boğaziçi’nin en gözde semtlerinden biri olmuş ve Bebek Bahçesi içinde devrin modasına uygun olarak Hümayunabad (1725-1726) adı verilen ahşap bir kasır inşa edilmiştir. Kasrın esas bünyesi korunmak üzere kısmen değişikliğe uğramış halini gösteren Gouffeir’e ait gravürler ve 1740 tarihli plana göre, Hümayunabad Kasrı’nın iki katlı fevkani bir yapı olduğu görülmektedir. Ortada denize taşan büyük bir divanhane ile bunun sağında ve solunda diğer odalar ile birlikte ortadaki divanhanenin Amcazade Yalısı’nda olduğu gibi üç çıkmalı tipte ve ahşap kepenklerle kapatıldığı anlaşılmaktadır.
Aynı tarihlerde Kuruçeşme ile Ortaköy arasındaki Defterdarburnu sahilinde inşa edilen ve sonradan Hatice Sultan Sarayı adını alacak olan Neşetabad (1726) sahil sarayı hakkında Lady Montagu’nun anlatımından faydalanmaktayız.
Boğaziçi’nde aynı dönemde inşa edilen benzer örneklerde olduğu gibi saray, deniz kenarında ve divanhane kısmının ortasında yer alan büyük bir fıskiyeli havuzu, yaldızlı süslemelerle bezeli tavanları ve duvarlardaki zengin çinileri ile dikkat çekmekteydi. İstanbul’un Anadolu yakasında Üsküdar ve çevresi de yeni düzenlemelerin gerçekleştirildiği önemli merkezlerden biri olmuştur. Şemsi Paşa sahilinde inşa edilen Şerefabad Kasrı (1728-1729) denize bakan, dışa taşkın cephesi rıhtım duvarları üzerine oturtulmuş iki katlı, ahşap bir yapı olduğu kaynaklardan tespit edilebilmektedir.
XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı sultanlarının ilgisini çekmeye başlayan Haliç ve tersane çevresi, III. Ahmet Dönemi’nde de itibarlı yerini korumaya devam etmiş, Tersane Hasbahçesi ile saray en hareketli günlerini bu dönemde yaşamıştır. Sarayın hasbahçesinde, deniz kenarında kafesli bir köşk olarak yaptırılan Aynalı Kavak Kasrı, Surname-i Vehbi (1727-1728) adlı minyatürlü yazmada çeşitli yönlerden gerçekçi bir biçimde resmedilmiştir[11] (Res. 12).
1685 tarihli Gazneli Mahmut Mecmuası ile Surname’de yer alan betimlemelere göre, asıl köşk binası deniz kenarında ve beden duvarları doğrudan suyun üstüne oturtulmuş ve üç çıkmalı ahşap bir galeriyle çevrilmiştir. Bu dönemde Haliç ve Boğaziçi’nde yapılan pek çok köşk, kasır ve sahilsarayda Türk sivil mimarisinde yaygın olarak kullanılan Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın günümüze ulaşan divanhanesinde olduğu gibi, dört eyvanlı divanhane şeması ile bunun üç eyvanlı varyasyonları uygulanmış ve genellikle ana mekanın ortasına zemini mermer döşeli bir sofa ile fıskiyeli bir havuz oturtulmuştur. Divanhanelerin denize taşan kısımları ise Köprülü Yalısı’nda olduğu gibi kaide duvarından çıkan ahşap büyük payandalarla taşınmaktaydı. İç mekanda, panolar içinde natüralist tarzda çiçek demetlerinin vazolar içine yerleştirildiği ahşap panel kaplamalar Topkapı Sarayı III. Ahmet Yemiş Odası’ndan sonra Kağıthane’deki Sadabad Sarayı başta olmak üzere Boğaziçi’ndeki pek çok sahilsaray ve yapıda moda yaratmış, ahşap üzerine natüralist süslemelerin uygulanmış olabileceği ileri sürülebilir.
7. Su Yapıları / Çeşme ve Sebiller
III. Ahmet Dönemi’nde artan İstanbul nüfusunun su ihtiyacını karşılamak amacıyla su tesislerine ayrı bir önem verildiğini çeşme sayındaki artışla açıklamak mümkündür. İstanbul’da XVI. yüzyılda 60, XVII. yüzyılda 93 olan çeşme sayısı XVIII. yüzyılda üç katına çıkarak 349’a ulaşmıştır.[12] III. Ahmet Dönemi’nde inşa edilen çeşmelerin sayısı ise son yapılan araştırmalara göre günümüze ulaşamayanlarla birlikte 135 olarak tespit edilmiştir.[13] Bu sayı ile sultan III. Ahmet, XVIII. yüzyıl içinde en fazla çeşme yaptıran sultan unvanına sahip olmaktadır.
Bu çeşmelerin şehir içindeki dağılımlarına baktığımızda 3/2’sinin sur dışında kentin hızla yayıldığı alanlara doğru inşa edildiği, özellikle Boğaz’ın Anadolu (Kuleli, Kanlıca, Çubuklu Beykoz) ve Rumeli (Bebek, Ortaköy, Rumelihisarı) sahillerinde rağbet görmeye başlayan mesire yerlerindeki çeşme dağılımında dikkat çekici bir artış görülür. Şehir surları dışında kalan ve Boğaz’ın her iki kıyısında yapılan bu çeşmelerde ortaya çıkan en dikkat çekici yenilik, Kağıthane’deki III. Ahmet (1723) ile Çubuklu’da Damad İbrahim Paşa Çeşmesi’nde (1720-21) olduğu gibi açık alanlarda, caddelerin kesişme noktalarında, kırlarda ya da mesire yerlerinde bağımsız bir kütle halinde yapılmış olmalarıdır (Res. 13). Çok öncelerden beri Osmanlı şehir dokusu içinde önemli bir işlevsel ögeye sahip çeşme mimarisi, III. Ahmet Dönemi’nde başta Topkapı Sarayı önündeki Bab-ı Hümayun (1719) ile Üsküdar’daki III. Ahmet Çeşmesi (1728-1729) olmak üzere anıtsal bir niteliğe bürünerek meydan çeşmelerini ortaya çıkarmıştır. İncelenen dönemdeki çeşmelerin büyük bir çoğunluğunu klasik dönemdeki cephe tasarımını büyük bir değişikliğe uğratmadan devam ettiren örnekler oluşturmaktadır. Klasik uslupta yapılmış sivri kemerli bir nişten ibaret, tek çepheli, çoğu kesme taş malzemeli dıştan ince bir silme ile dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış sade bir bloktan oluşmaktadırlar. Aynı dönemden klasik üslupta tasarlanmalarına karşın bir grup çeşmenin ayna taşının içine simetrik olarak yerleştirilmiş lâle, karanfil veya selvi ağacı motifi işlenmiştir.
1715’li yıllardan itibaren klasik kuruluşlu çeşme tasarımı yerini yeni bir üslubun doğmasına yol açacak canlı motiflerle zenginleştirilmiş uygulamalara bırakmaya başlamıştır. İlk değişim. çeşmelerin yapım malzemesinde fark edilir. XVI. ve XVII. yüzyılın kesme taş cepheli çeşmeleri yerine bu dönemde kaliteli beyaz mermer kaplamalı çeşmeler yaygınlaşmıştır. Cephe düzeni, hızlı bir değişim göstermemekle beraber XVII. yüzyılın ortalarından itibaren sivri kemerli nişin yerine içi dilimlerle dolgunlaşmış, yuvarlak kemerli istiridye kabuğu şeklindeki derin nişli çeşmeler almaya başlar. Dilimli nişle birlikte iki yanda birer vazo içine yerleştirilmiş çiçek demetli kompozisyonlar karşımıza çıkar. Üsküdar’da Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi’nde (1708) yuvarlak niş, çevresi bir sıra mukarnasla çerçevelenmiş on dört dilimli gösterişli bir çeşme cephesi olarak karşımıza çıkar. Üsküdar’da Ahmediye Külliyesi’nin sokağa bakan cephesine yerleştirilmiş beyaz mermer kaplı çeşmede aynı hizadaki sebil ile birlikte içi istiridye nişle dolgunlaşmış benzer bir beğeni anlayışını yansıtır. Ortaköy Damad İbrahim Paşa (1723), Fatih Damad İbrahim Paşa ile Beykoz’da Kethüda Kadın Çeşmesi (1726) ortadaki kabaradan gelişen dilimli nişlerle taçlandırılmış örneklerden birkaçını oluşturmaktadır (Res. 14).
Çeşme kompozisyonlarında görülen bir başka özellik, ön cephenin dışa doğru taşırılarak iki yana yerleştirilen suluklarla üç üniteli bir cephe düzenlenmesinin yaygınlaşmasıdır. Mukarnaslı nişin iki yanına oturtulan sivri kemerli süs çeşmeleri ile bu tipin erken tarihli örneğini Topkapı Sarayı Kütüphanesi önündeki gösterişli üçgen alınlığı ile dikkati çeken çeşmede görüyoruz (Res. 15). Çubuklu’daki Damad İbrahim Paşa Çeşmesi’nde (1720-1721) dışa hafif taşkın orta bölüm iki yan üniteyle beraber üç bölümlü olarak tasarlanmış farklı olarak yanlara kitabe panoları oturtulmuştur.
III. Ahmet Dönemi’nin başlarında, Aynalıkavak’taki III. Ahmet, Kağıthane’deki Sadabad Çeşmesi’nde olduğu gibi küçük boyutlarda ve açık alanlarda inşa edilmeye başlayan meydan çeşmeleri 1720’li yıllardan sonra boyutları büyümeye, planda dikdörtgenin yerine kare prizma kullanılmaya başlamış, sivri kemerli çeşme nişleri yapının dört yüzüne de dağılmıştır. Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun önündeki III. Ahmet Meydan Çeşmesi’nde (1728-1729) her cephe ahenkli bir şekilde ortada sivri kemerli bir niş ile yanlarda mukarnaslı birer mihrap ve köşelerde birer sebil ile tasarlanmış, yapının bütünü geniş saçaklı, beş küçük kubbeli bir çatı altına alınmıştır (Res. 16). Abidevi boyutlardaki yapıda çeşme ve sebil işlevinin aynı bütünde yer alması bir yenilik olarak değerlendirilebilir. Üsküdar’daki III. Ahmet Çeşmesi’nde genel şema aynı olmakla beraber pahlanmış köşelere hareketlilik kazandıracak sebil yerine mukarnaslı sarkıtlar ile altlarına birer adet dilimli kurnanın yerleştirildiği istiridye nişlerle taçlandırılmış birer süs çeşmesi oturtulmuştur (Res. 17). Bu dönemin dört cepheli meydan çeşmesi geleneği Tophane’deki I. Mahmut (1732), Fındıklı Hekimoğlu Ali Paşa (1732), Azapkapı’da Saliha Sultan Çeşmesi (1732) ile devam ederek Türk Barok uslubunu en iyi ifade eden yapı tipleri arasında yer almıştır.
Beykoz Kethüda Kadın ile Fatih Damad İbrahim Paşa Çeşmesi’nin saçak altından dinlenme taşlarına kadar inen iki ayağın bordürleri de rumili kıvrımlarla bezenmiş diğer örneklerdir. Mimari ve süsleme özellikleri açısından görkemli bir yapı olan Üsküdar III. Ahmet Meydan Çeşmesi’nde dört cephenin ana eksenine yerleştirilen sivri kemerli nişlerin üçgen boşlukları ile aynalık kısımları benzer bir düzenleme içinde merkezden gelişen palmet ve rumili kıvrımlarla doldurulmuştur. Farklı olarak çeşmenin deniz cephesindeki küçük mihrap nişlerinin köşe üçgenleri kıvrık dallar üzerinde rumi ve soyut yapraklardan oluşan bir süslemeye sahiptir. Yoğun bir süsleme programının uygulandığı Topkapı Sarayı önündeki III. Ahmet Çeşmesi’nde klasik motiflerin yanı sıra değişimin en iyi göstergesini dolama dallar arası şakayık ve yıldız çiçekleri ile zenginleştirilmiş bordürlerde, girift çiçekli dolama dallar ile bir merkezden iki yana dağılan ve üzerlerinde asma yaprağına benzer yaprakların bulunduğu aşırı kıvrımlı dallarla dolgulanmış bitkisel kompozisyonlarda görmekteyiz. Çeşmenin süsleme açısından ayırıcı bir diğer özelliği antik kökenli bir motif olan akantusun saçak altında bir friz şeklinde ilk defa burada görülmesidir.
III. Ahmet Dönemi’nin en ilgi çeken ve XVIII. yüzyılın ortalarına dek çeşme cephelerinde yoğun bir biçimde sevilerek kullanılan vazolar içine oturtulmuş çiçek buketleri ile kase, sepet ya da çanaklar içine yerleştirilmiş meyva kompozisyonlarıdır (Res. 18-19). Dönemin sosyal ve kültürel yaşantısındaki değişimin bir göstergesi olan bu motifler, ziyafet sofrasındaki gibi yanyana değil her pano kemerli küçük nişlerle ayrılarak kendi çerçevesi içine yerleştirilmiş olarak gösterilmiştir. Osmanlı süsleme sanatında önceden beri bilinen bu motifler ilk kez bu dönemde naturalist formda ele alınmaya başlamış, Bab-ı Hümayun Çeşmesi’nde vazolar bir sehpa üzerine oturtularak kompozisyonda dönemin resim sanatında olduğu gibi perspektif ve mekan arayışlarına bir gidiş sezilmektedir.
Çiçek buketlerinden oluşan bu üslup, çiçek sevgisinin çok gelişmiş olduğu XVIII. yüzyılın ilk yarısında Lâle Devri’nde en parlak devrini yaşamıştır. Sultan III. Ahmet büyük bir çiçek düşkünü idi. Saraylarındaki bahçeler, ender türdeki çiçeklerle ve özellikle Lâlelerle doluydu. Damad İbrahim Paşa’da kentte çiçek kültürünün geliştirilmesi için bir akım başlatmıştı. Sultan ve sadrazamı örnek alan halk çiçek ve özellikle lâle yetiştirmekle meşgul olmaya başlamış, çiçek yetiştiriciliği konusunda yapılan yarışmalar da bu harekete büyük bir ivme kazandırmıştır. Çiçeklere olan bu düşkünlük çok geçmeden dekoratif sanatlara da yansımış, yetiştirilen çiçekler günün motifleri haline gelmiştir.
Meyva kompozisyonları da artık gerçek nesneler olarak gösterilmeye başlamış, dünya zenginliklerini temsil etmektedirler. III. Ahmet Yemiş Odası’ndaki ahşap panellerden sonra meyvalı natürtmortlar taşa işlenmiş olarak Üsküdar’da Yeni Valide Çeşmesi’nin ayna taşında görmekteyiz. Aynalığın iki yanına üçer adet düz ayaklı sehpa üzerine oturtulmuş, meyva sepetleri içinde incir, elma, armut, nar ve üzerine bıçak saplanmış kavun sepetinden oluşmaktadır. Çeşitli meyvaların biraraya getirilerek oluşturulduğu kompozisyonlarda, seçilen meyvaların dolgun ve etli biçimleriyle doğadaki gerçeğine uygun motifler elde etmeye olanak verecek türdendir. Kompozisyon genellikle bir kaseye veya çanağa ya da sepete simetrik olarak yerleştirilmiş aynı türden birçok meyvadan oluşmaktadır. Genellikle sapsız ve yapraksız olarak gösterilen meyvalar sanki servise hazırmış gibi bir tabağa ya da meyvalığa istiflenmiştir. Böylece bir süsleme ögesinden çok bir natürmort oluşturmaktadır.
Sonuç
Sultan III. Ahmet Dönemi ile özdeşleşen Lâle Devri’nde İstanbul’da yoğun bir inşa faaliyeti sürdürülmüş, bu faaliyetler içinde en dikkat çekici eğilim artan İstanbul nüfusunun ihtiyacına cevap verecek yapılaşmanın sur içinden sur dışına doğru dağılmasında ortaya çıkmıştır. Üsküdar, Haliç ve Boğaz sahillerindeki çeşme sayısındaki artış bu yayılmayı işaret etmektedir. Ahşap sahilsarayların inşası ile de Boğaz’ın şehir içinde kazandığı önem açıkça fark edilir olmuştur. Bu dönemde Osmanlı mimarisi geleneksel formlarını muhafaza ederken bir yandan da çağın değişen sanat beğenisini en iyi şekilde ifade edecek bezeme alanına yöneldiği görülmektedir. Az sayıdaki külliye örneğinde alışılagelen plan şemaları büyük bir değişikliğe uğramadan sürdürülmekle beraber, yeni bir kültür anlayışının göstergesi olan kütüphaneler, bu döneme özgü bir yenilik olarak külliyeler dahilinde veya bağımsız yapılar şeklinde inşa edilmeye başlamıştır. Klasikten Barok üsluba geçiş dönemi olarak değerlendirebileceğimiz III. Ahmet Dönemi, geleneksel kalıpları bozmadan yenilikleri bünyesinde sentezleyerek sunan, yeni bir sanat anlayışının Osmanlı mimari ve süsleme sanatlarına yansıdığı bir dönem olarak kendini göstermektedir.
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 334-343