İran Türkleri (II)
İran Türklerinden olduğu anlaşılan San’an Azer tarafından “İran Türkleri” adıyla 44 sayfalık bir kitap neşrolundu. Sekiz puntoluk harflerle dizilen ve resimlerle bezenen kitabın sonuna ayrıca iki tane de harita iliştirilmiştir. Bu haritalardan biri 1922’de Sovyetler tarafından İran Azerbaycan’ı haritası, ötekide İran Türklerinin yaşadıkları yerleri gösteren 1/400.000 ölçüsünde bir İran haritasıdır.
Kitabın önsözünde İran’daki beş milyon Türk adına, Türkiye münevverlerine hitaben söylenen dokunaklı sözlerden bugün Türkiye’de 37.000 İranlı Türk mültecisi olduğunu öğreniyoruz. İşte kitap, 37.000’den birisi tarafından yazılmış ve İran Türklerini Türkiye Türklerine tanıtmak ülküsüyle kaleme alınmıştır.
Kitap, İran’da hükümet süren Türklerin kısa tarihini anlatmakla başlıyor. Burada en çok dikkate çarpan cihet, şimdiye kadar “Samanlılar” adı ile tanınmış olan maruf hükümdar sülalesinin “Yasaman Kutay Oğulları‘’ diye anılmasıdır. Muharrir, hangi tarihi kaynağa dayanarak bu adı ileri sürdüğünü, maalesef bildirmiyor. Malumdur ki Saman Oğulları devletinin ordusu Türk olmakla beraber hükümdar ailesinin ırkı katî olarak tespit edilmiş değildi. Ekser tarihlerde Saman, bazen da Şaman şeklinde yazılan sülale atasının Türk veya Fars olması ihtimalleri aynı zamanda mevcuttu. Eğer bu şahsın adının Yasaman Kutay olduğu tarihî bir vakıa olarak ispat olunursa Saman Oğullarının da Türklüğü ortaya çıkmış olur.
Müellif İran Türklerinin esasen Fars olup sonradan zorla Türkleştirildiği hakkında Acemler tarafından ileri sürülen boş iddiaları reddettikten sonra İran Türklerinin yaşadığı yerlerdeki Türkçe coğrafi isimleri ele alıyor ve köy, dağ, ırmak adlarından birçoğunun Türkçe olduğunu göstererek buraların Türk ülkesi olduğunu ispat ediyor. Bir ülkedeki coğrafya isimlerinin, o ülkede yaşayan halkın milliyetini tayin hususunda ne kadar sağlam bir delil olduğu malumdur. Bu delillerden başka kitabın 16. sayfasında Tebrizli iki Türk çocuğunun resmi var ki, kıyafetleri ve yüzleri ile tamamıyla yuvarlak yüzlü ve topaç kılıklı Türkiye çocuklarına derhal kanı kaynamaktadır.
Yine kitabın 17. sayısından öğrendiğimize göre İran’daki Türkçe coğrafi isimler değiştirilmekte, yerlerine Farsçaları konmaktadır. Hatta Türk çocuklarına Türkçe isim koymanın yasak olduğunu da yine burada hayret ve ibretle okumaktayız. İşte bu küçük ve değerli kitabın 22 sayfası bu ibret ve hayret verici hadiselerle doldur.
Kitabın son yirmi sayfası (yani yarısı) ise İran’daki Türk şehirlerinden bahsetmektedir. Bu bölüm, S. Aran’ın yazılarından alınmıştır. bu yazıların bir takımı evvelce Tasvir Gazetesinde ve Çınaraltı’nda çıkmıştı. Buradaki Tebriz’e ait halk türkülerinde hiçbir yabancılık sezmedik. Küçük bir farkla bunlar Anadolu halk edebiyatı örneklerinin aynıdır. Bundan sonra Azerbaycan şairlerinden Hatâi (16.asır), Saib (17.asır), Kavsi (18. asır), Serraf, Halhâli, Nebatî, Şükûhî, Râcî, (beşi de 19.asır) ve bir de şimdi İran’da yaşayıp Türklüğe hizmet eden Türkçü bir şair olduğu için adı verilmeyip A. rumuzu ile gösterilen bir şairin şiirlerinden örnekler verilmektedir. Bu malumatın hemen hemen hepsi bizim için orijinaldir. Yalnız meşhur İran Türkleri hükümdarı Safevi Şah İsmail’in şiirdeki mahlası olan “Hatâi” kelimesi hakkında kitapta verilen malumata dair birkaç söz söyleyeceğiz. Çünkü Hatay kelimesi hakkında revaçta olan kanaate iştirak etmiyoruz: Bu kelimenin eski şekli “Kıtay” olup Orhun yazıtlarında geçmekte ve bir Moğol kavminin adı olarak kullanılmaktadır. Kıtay yahut Hıtayların bir kısmı sonradan Şimalî Çin’i zapt edip orada devlet kurdukları için Şimalî Çine Kıtay veya Katay demek âdet olmuştur. Sonraları bu söz bütün Çin’in umumî adı haline gelmiştir. Türkistan Türkleri bugün Çin’e Katay demektedir. Bu tabir Türklerden Ruslara da geçmiştir. Kitapta Şah İsmail’in “Hatâi” mahlasını, mensup bulunduğu Hatay uruğundan aldığı söyleniyor. Kara Hıtaylar batıya gelip dağıldıktan sonra bunlardan bazıları Kazak ve Başkurt Türkleri arasında “Katay” adını taşıyan oymaklar halinde günümüze kadar yaşamışlarsa da Türkiye’de, bilhassa Antakya civarında, büyük bir Hatay uruğundan haberdar değiliz. Şah İsmail’in kendisi Türk olduğu halde, malûmdur ki şeceresini siyasî maksatlarla Peygambere ulaştırıyordu. Böyle düşünen bir adamın mensup bulunduğu uruk veya boyun adı taşımayacağı şüphesizdir.
Sanâb Azer’in kitabını Türkçü münevverler muhakkak okumalıdır. Azerî şivesiyle karışık o samimî satırlarda insanı İran Türkleriyle alakadar olmağa sürükleyen bir çekicilik var… Komşumuz İran’da yaşayan Türkleri az tanıyoruz. Az tanıdığımız bir şey değil, yanlış tanıyoruz. Bu yanlış düşünceleri silmek için bu kitap gibi birçok kitaplara daha ihtiyaç vardır.
Çınaraltı, 1942, Sayı: 36