Osmanlılarda tarih yazıcılığı, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan 100-150 yıl sonra başlamıştır. Osmanlı tarih yazıcılığının geç başlaması, Anadolu’da Osmanlılardan önce Türkçe tarih yazıcılığının gelişmemesi ile bağlantılıdır. Türkiye Selçukluları ile Beylikler Dönemi’nde Anadolu’da daha çok Arapça ve Farsça eserlerin yazıldığı görülmektedir. Bu dönemde Arap dili din ve hukuk alanlarında, Farsça ise sanat ve edebiyat konularında egemen olmuştur.[1] Tarih alanında, İbn Bîbî’nin el- Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umûri’l-Alâiyye ile bu eserin devamı niteliğinde olan Aksarayî’nin Müsâmeretü’l- ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr (Tezkîre-i Aksarâyî) ve Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn isimli eserleri bu dönemin en önemli çalışmalarıdır. Anadolu’da XIII. ve XIV. yüzyılda yazılmış olan bu eserlerde Türkiye Selçukluları ile Anadolu Beylikleri’nin tarihi anlatılmış, olaylar Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar getirilmiştir.[2]
Anadolu’da bu eserlerin yazıldığı dönemde Danişmendnâme ve Battal-nâme gibi Türkçe kitaplar da görülmeye başlamıştır.[3] Türkçe yazılmış olan bu tarihî destanlar XIII. yüzyılda ortaya çıkmış, böylece, bu eserlerle birlikte Anadolu’da Türkçe tarih yazıcılığı başlamıştır. Halk kültürünün ürünü olan bu eserleri Oğuz Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri takip etmiştir. Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan itibaren ise; İslâm tarihi, Türkiye Selçukluları ve Beylikler dönemine ait Farsça yazılmış olan tarih kitaplarının Türkçe’ye tercümesi başlamıştır. İlk önce Taberî’nin meşhur Tarih’i, Farsça tercümesi esas alınarak Türkçe’ye çevrilmiş, bunu daha başka eserlerin tercümeleri takip etmiştir. XV. yüzyılda ise İbn Bîbî ve İbn Kesir gibi İslâm tarihçilerinin eserlerinin Türkçe’ye tercüme edildiği görülmektedir.
XIII. yüzyıl sonlarında Kuzey-Batı Anadolu’da kurulmuş olan Osmanlı Devleti hakkında bilgi veren tarih kaynakları bu devletin kuruluşundan çok sonra, ancak XV. yüzyılın başlarından itibaren yazılmaya başlamışlardır. Bu bakımdan XV. yüzyılın ilk yarısı, özellikle II. Murad Devri (1421-1451), Osmanlı tarih yazıcılığının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.[4]
II. Murad Devri’ne kadar Osmanlılarda tarih eseri yazılmamış mıdır? Elbette yazılmış olmalıdır, ancak bu eserler günümüze ulaşmamışlardır. Meselâ XV. yüzyılda yaşamış olup Tevârih-i Âl-i Osman adını taşıyan kroniğini II. Bâyezid devrinde tamamlamış olan Âşıkpaşazâde, 1413 yılında Geyve’de Orhan Gazi’nin imamının oğlu Yahşi Fakıh’ın evinde misafir kaldığını ve orada onun Menakıbnâme isimli eserini yazılı olarak bulup okuduğunu söylemektedir.[5] Ancak bu eser günümüze ulaşmamıştır.[6]
Osmanlı tarihi hakkında günümüze ulaşan ilk kaynak, Ahmedî’nin 1390 yılında tamamlayıp Germiyanoğlu Süleyman Şah’a sunduğu İskendernâme isimli eserdir. Ahmedî mesnevî türündeki bu eserinin sonuna XV. yüzyıl başlarında, Yıldırım Bâyezid devrine kadar gelen olayları anlatan bir bölüm eklemiştir. Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman adını taşıyan vekayinâme türündeki bu bölüm Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren ilk Türkçe eser sayılmaktadır.
Asıl adı İbrahim, lakabı Taceddin olan Ahmedî, II. Murad, Yıldırım Bâyezid ve Fetret Devri’nde yaşamış bir divan şairidir. Germiyanlı ve Sivaslı olduğu hakkında rivayetler vardır. Tahminen 735/1334-35 yılında doğmuştur. Mısır’da eğitim gördüğü, döndükten sonra önce Aydınoğulları’na tâbi olduğu, ardından uzun müddet Germiyanoğulları’nın hizmetinde bulunduğu biliniyor. Nihayet 1380’de Germiyan Beyliği’nin bir kısmının Osmanlı topraklarına katılması ile Ahmedî’nin de, bu sırada diğer beyliklere nazaran daha kuvvetli olan Osmanlı hanedanının hizmetine girdiği anlaşılmaktadır.[7] Timur’un Anadolu istilâsına şahit olan Ahmedî, Fetret Devri’nde Edirne’ye giderek Yıldırım Bâyezid’in oğullarından Emir Süleyman’a bağlı kalmış, onun ölümünden sonra Bursa’ya gelerek I. Mehmed’in çevresine girmeye çalışmış ve nihayet 815/1412-1413’te Amasya’da vefat etmiştir.[8]
Ahmedî’nin bir divanı ile İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tervihü’l-ervâh, Hayretü’l-ukala adlı eserleri vardır. Bunlar arasında en önemlisi İskendernâme’dir. İskendernâme’nin ülkemizde ve yurt dışındaki kütüphanelerde bir çok yazması mevcuttur. 8000 beyitten fazla olan ve uzun bir Mesnevi özelliği taşıyan İskendernâme’de, İslâm tarihinde daha çok efsanevî şahsiyetiyle tanınan Makedonya kralı Büyük İskender’in hayatı ve kahramanlıkları anlatılmaktadır. Bunun yanında eserde felsefe, ilâhiyat ve tıp konuları hakkında da bilgi vardır. İskendernâme 1390 yılında tamamlanmış ve Germiyanoğlu Süleyman Şah’a sunulmuştur. Ahmedî daha sonra, muhtemelen Emir Süleyman’ın yanında bulunduğu sırada bu eserinin sonuna, Yıldırım Bâyezid’e kadar gelen bir Osmanlı tarihi eklemiş ve bunu 1410 yılında I. Bâyezid’in oğlu Emir Süleyman’a takdim etmiştir. Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman adını taşıyan 334 beyitlik bu bölüm Ertuğrul Gazi’den başlayarak Emir Süleyman’a kadar gelen Osmanlı tarihi hakkında bilgi vermektedir. Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren günümüze ulaşmış ilk manzum eser olan Dâsitân, Emir Süleyman’ı öven mısralar ile son bulmuştur.[9]
Ahmedî’nin, ilk Osmanlı vekayinâmelerinden sayılan Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman isimli bu eseri, yani İskendernâme’nin son kısmı ilk önce Necib Âsım, daha sonra Nihat Sami Banarlı ve Nihal Atsız tarafından olmak üzere üç kez yayımlanmıştır.[10] İskendernâme’nin tamamı ise, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar nr. 921’de bulunan nüshasının tıpkı basımı ve bir inceleme ile birlikte İsmail Ünver tarafından neşredilmiştir.[11]
Ahmedî’nin bu manzum eserinden başka, II. Murad devrine kadar Osmanlı tarihi hakkında yazılmış olan herhangi bir tarih eseri bilinmemektedir. Bu dönemde daha çok, Türkiye Selçukluları ve Beylikler Devri’nde Arapça ya da Farsça olarak kaleme alınmış olan eserlerin Türkçe tercümelerinin yapıldığı görülmektedir. Çeşitli konularda olan bu tercümeler Anadolu’nun değişik bölgelerinde hüküm süren beyler adına Türkçe’ye tercüme edilmişlerdir. Bu tercüme eserler arasında tarih kitapları da olup, en önemlisi hiç şüphesiz İranlı edip ve tarihçi İbn Bîbî’nin, Türkiye Selçukluları hakkında bilgi veren el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye adlı eseridir.[12] Farsça yazılmış olan bu eser, 1424 yılında Yazıcızâde Ali tarafından II. Murad nâmına bazı ilâvelerle Türkçe’ye çevrilmiştir. Yazıcızâde, bu tercümeyi, kendi yazmış olduğu Târih-i Âl-i Selçuk, Oğuznâme veya Moğolnâme de denilen eserinin üçüncü kısmı olarak neşretmiştir[13]. Yazıcızâde’nin bu eseri, daha sonra eser yazmış olan tarihçilerin birçoğu tarafından kaynak olarak kullanılmıştır.[14]
II. Murad devrinde edebiyat ve diğer ilmî gelişmelere paralel olarak tarih yazıcılığı da ilerleme kaydetmiştir. II. Murad’ın tahta çıkığı 1421 yılından itibaren, tercüme eserlerin yanında Tevârih-i Âl-i Osmân adı verilen ve yazarı belli olmayan anonim tarih kaynaklarının yazıldığı bilinmektedir. Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren ilk kronikler olan bu Tevârih-i Âl-i Osmânlar, II. Murad’dan sonraki devirlerde, özellikle Fatih Sultan Mehmed ve II. Bâyezid Dönemi’nde de devam etmiş, hatta bu gelenek Kanunî Sultan Süleyman Devri’ne kadar sürmüştür. Bu kroniklerin kim tarafından ve nasıl yazıldığını tespit etmek güçtür. Çok sâde bir dille, XV. yüzyıl Anadolu insanının kullandığı Türkçe ile yazılmış olan bu eserlere daha sonra bazı ilâveler yapıldığı anlaşılmaktadır. Süleyman Şah ve Ertuğrul Gazi’nin Anadolu’ya gelişi ile başlayan bu kroniklerdeki bilgiler II. Murad dönemine kadar çok kısadır. II. Murad Devri’nden itibaren ise olaylar ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Daha sonraki tarihçiler tarafından, özellikle Âşıkpaşazâde ve Neşrî tarafından sıkça kullanılan bu Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’ların kütüphanelerimizde ve yurt dışındaki kütüphanelerde pek çok nüshası mevcuttur.[15]
II. Murad devrinde, tercüme eserler ile anonim Tevârih-i Âl-i Osmânların yanında, olayların günü gününe kaydedilmiş olduğu kronolojik takvimlerin yazılmaya başlandığı görülmektedir. Ahmedî’nin eserinden sonra günümüze ulaşmış olan ilk Osmanlı tarihleri bu Takvim’lerdir. Saray Takvimleri de denilen bu metinler çok kısa olup olaylar, eserin yazıldığı yıldan geriye doğru gidilerek “…elden berü….yıldur, feth olaldan berü…. yıldur, …. beg veladetinden berü …. yıldur, …. cülûsundan berü …. yıldur, idelden berü …. yıldur” gibi ifadelerle kaydedilmiştir.[16] Bu Takvimlerdeki kayıtlar çok kısa olmakla birlikte tarihlerin kaydedilmiş olması dolayısıyla kronolojik bakımdan önemlidir. Bu eserlerde sadece hükümdarların doğumları, tahta çıkışlarıyla önemli fetihleri ve ölüm tarihleri hakkında bilgi bulunmaktadır. Ancak, eserin yazıldığı yıla yaklaşıldıkça bilgiler ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. Takvimler’de yalnızca Osmanlı tarihi değil, Osmanlılardan önceki İslâm devletleri, hatta dünya tarihi hakkında da bilgiler bulunmaktadır. Ne zaman ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan bu eserlerde güneş ve ay tutulmasından, yıldızların durumu ile önemli günler, uğurlu ve uğursuz olaylardan da bahsedilmiştir.
Osmanlı tarih yazıcılığında önemli yeri olan ve daha sonra eser yazan tarihçiler tarafından kaynak olarak kullanılan Takvimlerden II. Murad’a takdim edildiği tahmin olunan 840/1436 ve 848/1444 tarihli iki takvim Osman Turan tarafından yayımlanmıştır.[17] Bundan başka Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Revan Köşkü No.309’da bulunan ve Fatih Sultan Mehmed için fetihten bir yıl önce yazılmış olan 856/1452 tarihli takvim ise Nihal Atsız tarafından neşredilmiştir.[18] Bunların dışında yine Nihal Atsız 824/1421, 835/1431 ve 843/1439 yıllarına ait üç takvim daha yayımlamıştır.[19]
Anonim Tevârih-i Âl-i Osman ve Takvimler dışında II. Murad devrinde gerçek anlamda bir tarih yazıcılığının mevcut olduğu söylenemez. Bununla birlikte bu devirde II. Murad adına telif ve kendisine takdim edilen, özellikle de Farsça yazılmış olan eserlerin sayısının fazla olduğu dikkat çekmektedir. II. Murad’a takdim edilen çeşitli konulardaki eserler arasında, Osmanlı tarihi bakımından en önemlisi Kâşifî’nin Farsça olarak yazdığı Gazanâme-i Rum isimli eseridir. II. Murad devrinin manzum bir şehnâmesi olan bu eser Fatih’in düğünü ile son bulmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed dönemi (1451-1481) ise, siyasî bakımdan olduğu gibi, ilim hayatı ve buna paralel olarak tarih yazıcılığı açısından da tam bir yükselme devridir. Bu dönemde eski eserlerin tercümeleri yanında, Fatih Sultan Mehmed adına bir çok eserin kaleme alındığını görüyoruz. II. Murad zamanında başlayan Tevârih-i Âl-i Osmân ve Takvim geleneği Fatih devrinde de devam etmiş, bunun yanında Tursun Bey ve Ebu’l-Hayr gibi tarihçiler, yazmış oldukları eserlerini Fatih Sultan Mehmed’e ithaf etmişlerdir.[20] Ayrıca yine bu devirde Şükrullah, Enverî ve Karamanî Mehmed Paşa gibi tarihçilerin yanı sıra, eserlerinin tamamını Osmanlı tarihine ayırmış olan Âşıkpaşazâde ve Oruç b. Âdil gibi tarihçiler yetişmiştir. Bu kronik yazarlarından son ikisi, eserlerini II. Bâyezid devrinde kaleme almışlardır. Yine bu dönemde, Hıristiyan devletlere karşı yapılan gazâları anlatan ve Gazavatnâme adını alan eserlerin yazıldığı görülmektedir.[21] Tarih yazıcılığında Fatih Devri’nde görülen bu gelişme, Fatih’ten sonraki Osmanlı hükümdarları zamanında daha da çoğalmıştır. Özellikle II. Bâyezid’in ilim adamlarını himaye ve teşvik etmesi sonucunda bu dönemde, günümüze ulaşan pek çok tarihî eser kaleme alınmıştır.
Osmanlı tarih yazıcılığında Ahmedî’den sonra gelen tarih yazarı, eserini Fatih devrinde kaleme almış olan Şükrullah’tır. Aslen Şirvanlı olan Şükrullah, 1409 yılında Osmanlı hizmetine girmiş, Fetret devrinin sonu ile I. Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devirlerinde yaşamıştır. Özellikle II. Murad devrinde dikkat çekerek padişahın teveccühünü kazanmış ve elçilik göreviyle önce Karamanoğulları’na, daha sonra da Karakoyunlu sarayına gönderilmiştir.[22] 1488’de İstanbul’da vefat etmiştir.[23]
Şükrullah, 1456-1459 yılları arasında Behçetü’t-Tevârih adını taşıyan Farsça kısa bir tarih yazmış ve eserini devrin sadrazamı Mahmud Paşa’ya sunmuştur. Şükrullah’ın bu eseri 13 bölümden meydana gelen bir dünya tarihi olup, son bölümü Osmanlı tarihine aittir. Bu bölüm Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih devrine kadar meydana gelmiş olan olayları ele almaktadır. Eser Fatih Sultan Mehmed ile veziri Mahmud Paşa’yı öven cümlelerle bitmektedir. Şükrullah’ın, eserini yazarken Ahmedî’nin İskendernâme sonuna eklediği Dâsitân’dan yararlandığı anlaşılmaktadır. Ancak Ahmedî’nin eserinde tarih kaydedilmediği halde, Şükrullah olayların meydana geldiği yılları belirtmiştir. Bu bakımdan kronolojik bilgi için önemlidir. Onun eserinde özellikle 1407 yılından sonra meydana gelen olaylar hakkında verilen bilgiler çok daha ayrıntılıdır. Farsça olarak kaleme alınmış olan bu eser, kendisinden sonra yazılan tarihlere kaynak olmuş, özellikle Karamanî Mehmed Paşa, Ruhi Çelebi, Sarıca Kemal ve daha bir çok tarihçi tarafından kullanılmıştır. İlk Osmanlı kroniklerinden olan Behçetü’t-Tevârih’in bir çok kütüphanede yazma nüshası bulunmaktadır. Kanunî devrinde Türkçe tercümesi yapılmış olan Behçetü’t-Tevârih T. Seif tarafından Farsça metinle birlikte Almanca’ya tercüme edilmiş,[24] Osmanlılara ait kısmı ise Nihal Atsız tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1939 ve 1949 yıllarında olmak üzere iki kez yayımlamıştır.[25]
Osmanlı tarih yazarlarının üçüncüsü Enverî’dir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmayan Enverî, Fatih ve II. Bâyezid devrinde yaşamış olup tam adı dahi bilinmemektedir. Enverî onun mahlasıdır. Ulemâdan veya din adamlarından olması ve belki de imam sıfatıyla II. Mehmed’in fetihlerine katılmış olması muhtemeldir.[26] Nitekim Fatih’in Eflak, Midilli ve Bosna seferlerine katıldığı anlaşılmaktadır. Enverî Düstûrnâme adıyla manzum bir tarih yazmıştır.[27] Enverî, sadrazam Mahmud Paşa adına kaleme almış olduğu bu eserini 1465 yılında tamamlamıştır. Eserini Kitap adı verilen üç bölüme ayırmış olan Enverî, birinci bölümde Peygamberler tarihini, ikinci bölümde Aydınoğulları Beyliği tarihini ve son bölümde de Fatih’e kadar gelen Osmanlı tarihini anlatmıştır. Bu üçüncü kısım çok kısadır. Kendisinin söylediğine göre bu kısım, Teferrücnâme adını taşıyan ve Osmanlı hanedanının tarihini daha etraflı anlatan başka bir kitabının özetidir.[28]
Düstûrnâme’nin en önemli kısmı Aydınoğulları tarihi hakkında bilgi veren ilk bölümüdür. Eserin ikinci ve en uzun ana bölümünü meydana getiren bu kısımda Aydınoğulları Beyliği’nin tarihçesi ile Aydın oğlu Umur Beyin gazâ ve fetihleri anlatılmaktadır. Umur Bey’in faaliyetleri yanında komşu beyliklerden de bahsedilmiş, bu beyliklerin Bizans İmparatorluğu ile olan münasebetlerine yer verilmiştir. Bu bakımdan Düstûrnâme, Aydınoğullarından başka Anadolu’da kurulmuş olan diğer Türk beyliklerinin tarihi için de önemli bir kaynaktır. Aydınoğulları kısmı kadar orijinal olmasa da, eserin Osmanlı tarihi bölümü de önemli bir kaynak özelliği taşımaktadır. Enverî burada, özellikle Osmanlıların aslı ve şeceresi hakkında geniş bilgi vermiştir. Ayrıca Orhan Bey ve oğlu Süleyman Paşa’nın Rumeli’deki fetihleri ile Edirne’nin fethi hakkında da ayrıntılı bilgi vardır. Eser 1464 yılına kadar gelen Fatih devri olaylarını anlattıktan sonra Mahmud Paşa’yı öven sözler ile son bulmaktadır.[29]
Enverî’den sonra gelen tarih yazarı Karamanî Mehmed Paşa’dır. Nişancı, sadrazam, tarihçi ve şair olan Mehmed Paşa Konya’da doğmuştur. Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin soyundan gelen Arif Çelebi’nin oğludur. İlk tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek burada iyi bir eğitim görmüş, Şükrullah ve Enverî gibi, o da sadrazam Mahmud Paşa’nın himaye ettiği âlimler arasına girmeyi başarmıştır. Fatih devrinde çeşitli devlet görevlerinde çalışmış, gösterdiği başarı üzerine Padişah tarafından 1478 yılında sadrazamlık makamına getirilmiştir. Ancak Fatih’in ölümünden bir gün sonra, 4 Mayıs 1481’de isyan eden Yeniçeriler tarafından Sultan Cem taraftarı olduğu için öldürülmüştür.[30]
Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir hükümdarın sadrazamı olan Karamanî Mehmed Paşa, yazmış olduğu Tevârihü’s-Selâtini’l-Osmâniyye adlı eseri ile, devlet adamlığı yanında ilk Osmanlı tarihçileri arasında da yerini almıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1480 yılına kadar gelen olayları anlatan bu eser, bütünüyle Osmanlı tarihini ele alan ilk kaynaktır. Karamanî Mehmed Paşa, Arapça yazmış olduğu bu eserini Risâle adını verdiği iki bölüme ayırmıştır. Birinci bölümde Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına kadar geçen olayları, ikinci bölümde ise Fatih Sultan Mehmed dönemindeki hadiseleri anlatmıştır. Karamanî Mehmed Paşa, kendi dönemine kadar olan konuları yazarken, daha önce neşredilmiş olan İskendernâme, Düstûrnâme ve Behçetü’t-Tevârih gibi ilk Osmanlı kroniklerinden istifade etmiştir. Bunun yanında Takvimler’den de yararlandığı anlaşılmaktadır. Uzun yıllar sarayda çalışan Karamanî Mehmed Paşa, Fatih devrindeki olaylara yakından şahit olmuş ve bu dönemdeki hadiseleri etraflı bir şekilde anlatmıştır. Bu sebeple eseri, özellikle Fatih devri Osmanlı tarihi için ana kaynak özelliği taşımaktadır. Onun eseri, kendisinden sonra yaşayan Ruhi, Kemalpaşazâde (İbn Kemal) ve Müneccimbaşı gibi tarihçilerin kaynakları arasında yer almıştır.[31]
Fatih’ten sonra hükümdar olan oğlu II. Bâyezid devrinde Osmanlı tarihi hakkında oldukça fazla eser kaleme alınmıştır. Gerek Fatih dönemindeki kültürel gelişmenin bir sonucu olarak, gerekse II. Bâyezid’in ilim adamlarını himaye edip onları eser yazmaya teşvik etmesi sonucunda bu dönemde tarih yazıcılığı çok gelişmiş ve önemli eserler yazılmıştır.
II. Bâyezid devrinde kaleme alınmış olan Osmanlı tarihlerinin birincisi Âşıkpaşazâde’nin yazmış olduğu Tevârih-i Âl-i Osmân isimli eserdir. Âşıkpaşazâde, eserini Türkçe olarak kaleme alan ilk Osmanlı kronik yazarıdır. Asıl adı Derviş Ahmed bin Şeyh Yahya olan Âşıkpaşazâde, XIV. yüzyıl şairlerinden Âşık Paşa neslindendir. 1400’de Amasya’da doğduğu ve çok uzun yaşadığı biliniyor. Çelebi Mehmed ve II. Murad Devirlerinde bir çok sefere katılan Âşıkpaşazâde, 1437’de hacca gitmiş, döndükten sonra Üsküb’e giderek orada Paşa Yiğitoğlu İshak Bey’in himayesinde pek çok akına katılmıştır. İstanbul’un fethinde de bulunan Âşıkpaşazâde’ye fetihten sonra İstanbul’da bir ev verilmiş, hayatının geri kalan kısmını, büyük dedesi Âşık Paşa adına Fatih’te yaptırmış olduğu mescitte geçirmiştir. Eserini tamamlamış olduğu 1484 yılından sonra, ilerlemiş yaşta öldüğü tahmin edilmektedir.[32]
Âşıkpaşazâde, hayatının son yıllarında Menâkıb yahut Tevârih-i Âl-i Osmân adıyla anılan bir eser kaleme almıştır. Türkçe nesir olarak yazılmış ilk Osmanlı tarihi olan bu eser Âşıkpaşazâde Tarihi olarak da tanınmıştır. Âşıkpaşazâde, eserindeki ifadesine göre, fetret devrinde şehzâdeler arasındaki taht mücadelelerine şahit olmuş, Çelebi Mehmed’in 1413 yılında kardeşi Çelebi Musa üzerine gönderdiği orduya katılmış, yolda hastalanarak Geyve’de Orhan Gazi’nin imamının oğlu olan Yahşi Fakıh’ın evinde istirahat için kalmıştır. Âşıkpaşazâde, Yahşi Fakıh’ın evinde kaldığı bu sırada, onun, Yıldırım Bâyezid devri sonlarına kadar gelen Menâkıbnâme isimli eserini görüp okuduğunu ve kendisinde tarih yazma isteğinin orada başladığını belirtmiştir. Yine kendi ifadesine göre eserini tamamladığı 1484 yılında yaşı seksen beş civarında idi. Bu tarihten sonra vefat ettiği ve 1502 yılına kadar gelen olayların eserine yakınları tarafından ilâve edildiği anlaşılmaktadır.[33]
Âşıkpaşazâde Tarihi, bütünüyle Osmanlı tarihini ele alan ilk Türkçe eserdir. Âşıkpaşazâde eserinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1478 yılına kadar meydana gelen olayları sâde bir Türkçe ile anlatmıştır. Onun eseri, XV. yüzyıl Anadolu Türkçesinin en güzel örneklerinden biri sayılmaktadır. Âşıkpaşazâde eserini Bâb adını verdiği küçük başlıklara ayırmış, akıcı üslûbunu zaman zaman şiirlerle süslemiştir. Eserdeki kısa başlıklar bazen soru-cevap şeklinde bitmektedir. Kronik yazarı, sanki kalabalık bir dinleyici karşısında eserini okurken, dinleyenlerin soru ve itirazlarına cevap vermektedir. Âşıkpaşazâde’nin eseri aynı zamanda bir halk destanı şeklindedir. Eser âdeta gazâya giden ordunun maneviyatını arttırmak için destanî bir şekilde kaleme alınmıştır. Âşıkpaşazâde olayları anlatırken zaman zaman tahlile de tâbi tutmuş, şahsî düşüncelerini de kimseden çekinmeden belirtmiştir. Ayrıca çeşitli devlet adamları ve emirleri hakkında zaman zaman ağır eleştirilerde de bulunmuştur.[34]
Âşıkpaşazâde eserini yazarken, 1402 yılına kadar olan olaylar için Yahşi Fakih’in Menakıbnâmesi’nden yararlanmıştır. Fetret Devri ve Çelebi Mehmed dönemindeki olayları ise duyduğu ve gördüğü şekilde anlatmıştır. Bu dönem için anonim Tevârih-i Âl-i Osmân’ları kullandığı da anlaşılmaktadır. Eserinin en önemli kısmı ise bizzat şahit olduğu II. Murad ve Fatih Dönemlerindeki olaylar hakkında verdiği bilgilerdir. Bu dönemdeki olaylar ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi tarihi için önemli olan bu kronik, XVI. yüzyıl ve daha sonra yazılan bütün tarihlerin ana kaynaklarından birisi olmuştur. Çoğu yurt dışında olmak üzere ondan fazla yazma nüshası bulunan Âşıkpaşazâde Tarihi ilk defa Âli Bey tarafından neşredilmiş, daha sonra Friedrich Giese bir neşrini daha yapmıştır.[35] Âşıkpaşazâde Tarihi, Nihal Atsız tarafından Âli Bey ve Giese neşirleri karşılaştırılmak sureti ile yeni harflerle de yayımlamıştır.[36]
II. Bâyezid Devri’nde yazılan bir başka Tevârih-i Âl-i Osman da Oruç b. Âdil’in yazmış olduğu eserdir. Hayatı hakkında fazla bilgi olmayan Oruç b. Âdil Edirne’de doğmuş, memuriyete başlayınca kâtiplik yapmıştır. Oruç Beğ olarak da anılır. Eseri Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1484 yılına kadar gelmektedir. Onun kroniği, Anonim Tevârih-i Âl-i Osmânlarla benzerlik göstermektedir. Bu durum, Oruç b. Âdil’in muhtemelen Anonimlerle aynı kaynağı kullanmış olduğunu akla getirmektedir. Âşıkpaşazâde ile çağdaş olan Oruç b. Âdil de eserini çok sâde bir dil ile yazmıştır. Birçok kütüphanede yazma nüshası bulunan Oruç Tarihi, Alman Türkolog Franz Babinger tarafından Oxford ve Cambridge’de bulunan iki nüshası karşılaştırılmak sureti ile neşredilmiştir.[37] Oruç Beğ Tarihi daha sonra Atsız tarafından bugünkü harflerle yayımlanmıştır.[38]
II. Bâyezid döneminden itibaren genel Osmanlı tarihi yanında, yalnızca bir padişah devrindeki olayları anlatan eserlerin yazılmaya başladığı da görülmektedir. Bu tür eserlerin ilk örneği II. Murad, Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid Devirlerinde yaşamış olan Dursun Bey’in Fatih dönemi için yazmış olduğu Târih-i Ebü’l-Feth isimli eserdir.Tursun Bey şeklinde anılır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak tımarlı sipahinin ya da ümerâdan birinin oğlu olduğu ve İstanbul’un fethinde bulunduğu ve fetihten sonra Fatih’in emriyle şehrin tahririni yaptığı anlaşılmaktadır. Bu görevindeki gayretinden dolayı Fatih’in taktirini kazanan Dursun Bey, daha sonra padişahın yanında bir çok sefere katılmıştır. İstanbul’da bulunduğu zamanlar defterdarlık yapmıştır. II. Bâyezid devrinde emekli olmuş ve Târih-i Ebü’l-Feth adını verdiği eserini muhtemelen 1490-1495 yılları arasında kaleme almıştır.[39]
Dursun Bey, Fatih Sultan Mehmed’in gazâ ve fetihlerini anlatmak için yazmış olduğu eserini 1488 yılına kadar getirmiştir. Tarih-i Ebü’l-Feth, önsöz, giriş ve asıl metin kısmı olmak üzere üç bölümden meydana gelmiştir. Önsözde kitabın yazılış sebebini anlatan Dursun Bey, giriş bölümünde padişahlık makamının yüceliğini, onun varlığının nasıl bir hizmet olduğunu ve padişah olanların ne gibi ahlâkî vasıflar taşıması gerektiğini açıklamıştır. Üçüncü ve son bölüm ise Fatih Sultan Mehmed’in ilk olarak tahta çıktığı 1444 yılından başlayıp, II. Bâyezid’in saltanatının ilk 7 yılı içerisinde meydana gelen olayları içine almaktadır.
Dursun Bey’in bu eseri, bizzat içinde bulunduğu olayları anlatması bakımından birinci derecede bir kaynaktır. Ancak, Dursun Bey’in eserinde kullandığı dil çok ağırdır. Arapça ve Farsça kelimelerin sıkça kullanıldığı eserde Fatih devri olayları ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu bakımdan kendisinden sonra gelen tarihçilerin müracaat ettikleri önemli bir kaynaktır. Nitekim, XVI. yüzyılın büyük tarihçilerinden Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman’ının Fatih Sultan Mehmed’e ayrılmış olan defterini yazarken Dursun Bey’in eserinden çok yararlanmıştır. Yazma nüshaları günümüze ulaşmış olan Târih-i Ebü’l-Feth, ilk defa Mehmed Ârif Bey tarafından eski harflerle neşredilmiştir.[40] Bu eserin değişik nüshaları kullanılarak yeni harflerle yapılmış bir neşri ise Mertol Tulum tarafından yayımlanmıştır.[41] Târih-i Ebü’l-Feth’in Halil İnalcık ve R. Murphey tarafından yapılmış bir neşri daha vardır.[42]
II. Bâyezid devrinde yazılmış olan önemli eserlerden birisi de Mehmed Neşrî’nin Cihân-nümâ adlı eseridir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Mehmed Neşrî Bursa’da müderrislik yapmış, 1520 yılında orada vefat etmiştir. Mehmed Neşrî’nin yazmış olduğu Cihân-nümâ, sekiz bölümden meydana gelen bir dünya tarihidir. Ancak bu eserden yalnız Osmanlı hanedanının tarihini anlatan altıncı kısım zamanımıza kadar ulaşmıştır. Neşrî Tarihi adıyla tanınmış olan bu eser 1492 yılında tamamlanmış, o tarihlerde padişaha sunulmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1485 yılına kadar gelen olayları anlatmaktadır. Türkçe olan bu eserde ayrıca Oğuz Han ve Türkiye Selçukluları hakkında da bilgi vardır. Neşrî’nin Cihân-nümâ’sı II. Bâyezid’i öven bir kaside ile son bulmuştur. Mehmed Neşrî, döneminde yazılmış olan eserlere göre daha ayrıntılı bilgi vermiştir. Âşıkpaşazâde’den etkilenmiş olmakla birlikte, eserinde yer yer onda olmayan bilgiler de bulunmaktadır. Bu bakımdan onun eseri önemli bir kaynaktır ve daha sonraki tarihçiler tarafından kullanılmıştır.[43]
Birçok kütüphanede yazma nüshası bulunan Neşrî Tarihi, Faik Reşit Unat ve Mehmet Altay Köymen tarafından iki cilt olarak eski ve yeni harflerle yayımlanmıştır.[44] Cihân-nümâ’nın eski harflerle bir başka yayımı ise Franz Taeschner tarafından yapılmıştır.[45] Neşrî’nin eseri, M. Altay Köymen tarafından yeni harflerle tekrar yayımlanmıştır.[46] Neşrî ve eseri hakkında bir çalışma da V.L. Ménage tarafından yapılmıştır.[47]
II. Bâyezid devri tarihçilerinden birisi de Mehmed b. Hacı Halil Konevî’dir. Karamanî Mehmed Paşa’nın çağdaşı olan Hacı Halil, Konya’da doğmuştur. Târih-i Âl-i Osmân adını verdiği eserini Fatih’in emri üzerine yazdığını söylemektedir. Hacı Halil Konevî, eserini II. Bâyezid devrinde tamamlamış ve bu devrin ilk yıllarındaki olaylar ile bitirmiştir. Eserin bilinen iki nüshası Paris ve Kayseri’dedir. Paris nüshasının günümüz Türkçesine aktarılmış kısa bir yayını Robert Anhegger tarafından yapılmıştır.[48]
Aynı dönemin bir başka müellifi de Sarıca Kemal’dir. Bergama’lı olan Sarıca Kemal, Fatih Sultan Mehmed ve II. Bâyezid Devirlerinde yaşamış, Edirne yakınlarında, Hasköy’de müderrislik yapmıştır. Sultan II. Bâyezid’in emriyle Selâtinnâme adlı Türkçe bir eser yazmıştır. Üç bin beyitten meydana gelen bu eser Destân-ı Âl-i Osmân adıyla da anılmaktadır. Selâtinnâme 1490 yılında tamamlanmış olup, diğer kronikler gibi Osmanlıların Anadolu’ya gelmeleri ile başlamaktadır. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde yazma nüshası bulunan bu eser Necdet Öztürk tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır.[49]
II. Bâyezid devrinde yazılmış olan Tevârih-i Âl-i Osman’lardan birisi de Behiştî Sinan Çelebi’ye aittir. Sinan Çelebi, manzum olarak yazmış olduğu bu eserinde oldukça ağır ve sanatkârane bir dil kullanmıştır. Bu eserin günümüze ulaşan ve son kısmı eksik olan bir yazması 1389 yılı olayları ile başlayıp II. Mehmed’in ölümüne kadar gelmektedir. Bazı yerlerinde eksiklikler, bazı yerlerinde ise ilâveler bulunan diğer bir yazma ise 1502 yılı olayları ile bitmiştir. Eser henüz yayımlanmamıştır.
Görüldüğü gibi Osmanlı tarih yazıcılığında II. Bâyezid devrinde hem daha fazla, hem de çok geniş ve ayrıntılı eserler kaleme alınmıştır. Bunun sebebi II. Bâyezid’in bütün ilim adamlarını himaye etmesi ve onları eser yazmaya teşvik etmiş olmasıdır. Onun için bu dönemde gerek tarih alanında ve gerekse diğer ilim dallarında önemli eserler meydana getirilmiştir. Osmanlı tarih yazıcılığında çok daha hacimli ve çok ciltli eserlerin ise II. Bâyezid devrinden sonra yazıldığı görülmektedir. Ancak bu eserlerin yazılmasında da II. Bâyezid’in rolü vardır. Çünkü Bâyezid, İdris-i Bitlisî ve Kemalpaşazâde (İbn Kemal) gibi devrin ileri gelen âlimlerini İran’da yazılmış olan büyük klasik tarihler gibi Osmanlı tarihi yazmakla görevlendirmiştir. Adı geçen tarihçiler II. Bâyezid’in isteği ile başlamış oldukları eserlerini XVI. yüzyılda tamamlamışlar ve Osmanlı tarih yazıcılığında yeni bir dönemin ve yeni bir tarih anlayışının başlamasına sebep olmuşlardır. II. Bâyezid devrinden sonra, genel tarihler yanında, yalnızca bir hükümdar döneminin tarihini, veyahut bir savaşı anlatan tarihler yazılmaya başlamış; Selimnâme, Süleymannâme gibi eserler kaleme alınmıştır. Daha sonra Şehnâme türünde minyatürlü eserler ortaya çıkmış, bunu XVII. yüzyılda yazılmaya başlanan vak’anüvis tarihleri (vekayinâmeler) ve daha sonraki yüzyıllarda da salnâmeler takip etmiştir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 409-416