Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

İktisadî Gelişme ve Yenilenmemizin Zihniyet Muhasebesi

0 8.830

Prof. Dr. Sabri ÜLGENER

İktisadî yaşayışın, nerede ve hangi asırda olursa olsun, sadece madde yığınlarından ve -eğer varsa- onların kâğıt üzerine dökülmüş proje ve maliyet hesaplarından ibaret olmadığı çoktan anlaşılmış bir hakikattir. O yığınların altında ve gerisinde, fert ve toplum davranışlarını takip ve yerine göre tâyin eden fikir ve zihniyet cephesi de en aşağı onlar kadar gerçek bir varlıktır. Zihniyetin gündelik hayatımızda izlerini sadece iş ve çalışma tutumu, yahut servet telâkkisi gibi basit ve açık birkaç örnekte toplayıp geçebileceğimiz zannedilmemelidir. Bunların ilerisinde tamamıyla teknik bir hâdise gibi görünen mevzular, meselâ bir tesisin kuruluş yerini tâyinden maliyet hesaplarına, istikbale dair plânların tertip ve tanzimine ve nihayet icra safhasına kadar bütün faaliyetler, onları düzenleyen ve yürüten şahısların düşünce tarzını, bir kelime ile zihniyetini aksettirirler. Zihniyetin bu yönden ehemmiyeti günümüzün iktisadî tahlillerinde de tam bir vüzuhla anlaşılmış bulunmaktadır. Nitekim “İktisadî büyüme ve gelişme” bahsinde zihniyete geniş bir yer ayıran eserlerin yıldan yıla çoğalmaları, mevzuumuzun ilim dünyasında artık münakaşa götürmez bir vatandaşlık hakkına sahip olduğunu belirtmeğe yeter.

Zihniyet meselesi, iktisaden ileri ve olgun memleketlere kıyasla “az gelişmiş” ülkelerde daha da büyük bir ehemmiyet taşır. Bâhusus bu çeşit ülkeler arasında eskiden beri primitif olanlar değil de geçmişte büyük medeniyet ve imparatorlukların kalıntıları üzerine kurulmuş ve sonradan türlü sebeplerle geri kalmış olanlar göz önüne alınırsa,[1] buralarda muvazeneli bir gelişmeyi engelleyen başlıca kuvvetin mâziden devralınmış görenek ve itiyatlarda, kısaca zihniyet cephesinde kökleştiği anlaşılır. Yerine göre, toprağa veya altına bağlanmaya alışmış feodal (ve benzeri) servet telâkkisi; ince hesaplara gitmeden asırlarca bol yaşamış veya öyle yaşayanlara imrenerek bakmış bir kütlenin istihlâk alışkanlığı veya hevesi; geleceğin icaplarına göre plânlı ve hesaplı davranmaktan ziyâde gündelik hayatın ânî ve spontan ilhamlarına uyan davranış tarzı… Bütün bunlar zaman zaman müvazeneli bir gelişme önüne dikilen ve hızını kesen birer engel haline gelmektedir.

İktisadî gelişmede zihniyetin geçmiş asırlardan bu yana tesiri ve rolü bizi elbette geriye, o zihniyetin birkaç perde derinliğine götürecektir. Geçmişin izlerini görmemezlikten gelmeye imkân yoktur. Bu düşünce ile biz de, daha evvel neşrettiğimiz bir eserde, Ortaçağ sonlarından siyasî ve iktisadî inhitat devrinin eşiğine ve belki ortalarına kadar iktisat zihniyetimizin umumî bir tablosunu çizmeye çalışmıştık. Bu çalışmalarımızda, ömrünü doldurmuş (arkaik) bir meseleden ziyâde, izlerini gündelik hayatımızda elân sürüp götüren ve o sebeple aktüel sayılmak lâzım gelen bir mevzu üzerinde durduğumuzu ifade etmek istemiştik.

“Garp’ta yeni zamanlar diye adlandırılan ve gerçekten de bütün hayat sahalarında yenilenme ve yükselme ile beraber giden devir bizde apaçık bir gerileme ve çökme karakterini taşıyor:

Her şeyden evvel parlak bir ticaret devrinin ve ona uygun zihniyetin sonu! Teşebbüs formlarında yer yer “esnaflaşma”; kıymet anlayışında ve ölçülerinde de aynı suretle daralma ve katılaşma: En küçük bir yeniliğe göz yuman meslek ve sanat taassubu (tradisyonalizm): Nihayet feodal hayatın asırdan asra aktardığı ağalık ve efendilik şuuru: Bol istihlâkın, hele görünüş ve gösterişin çekici tesirlerinden hiçbir zaman uzak kalmamakla beraber, kendini gündelik iktisadî kaygıların daima üstünde görmek isteyen, istihsali ve umumiyetle kıymet yaratmayı kendinden başkalarına yükleyen ruh ve zihniyet! Bütün bunlar Batı Avrupa memleketlerinde 15., 16. asırdan beri tarihe mal olduğu halde bizde birçok tarafları örselenmeden “Yeni Zamanlar”a devredilmiş “Ortaçağ” kıymetlerinden başka şeyler değildi. Bu kıymetler üstünde durmak ve düşünmek bir bakıma kendi iç dünyamızın köklerini açığa koymak olacağından, bu kabil araştırmaların tarihî değeri kadar aktüel kıymeti de haiz olacağı meydandadır.”[2]

İktisat zihniyeti bu sayfalarda son yüzyılın ışığı altında ve bilhassa günümüze kadar sürüp gelen yenilenme ve gelişme gayretinin akışı içinde tanımaya çalışacağız. Üstünde duracağımız mesele şu olacaktır: Geçirmekte olduğumuz siyasî ve harsî değişmeler içinde varlığımızın zihniyet cephesi ne dereceye kadar değişmiş ve ne gibi ihtilâtlara sahne olmuştur.

Zihniyetin asırlar içinde kendine göre uzvî bir yaşayışı ve dış tesirlere karşı oldukça sert bir direnişi vardır. Sosyolog ve tarihçilerin üstünde bir hayli çekiştikleri “kültür adaptasyonu”nu ve o arada manevî kültür varlığının maddî şartlardaki değişikliği önceden nasıl hazırladığını yahut tersine o değişikliği geriden nasıl bir gecikme (lag) ile takip ettiğini uzun boylu araştırmaya bu etüdün çerçevesi elverişli değildir. Ancak, kültür formlarının hayatında asırlar kaplayan bir süreklilikten (continuité) bahsetmek yersiz ve yanlış olmayacaksa, bu sürükleniş ve uzanışın hiçbir hayat davranışında zihniyetteki kadar köklü ve kuvvetli olmadığını şimdiden kabul etmek lâzım gelir. Belli bir çağın dünya görüşünü örgüleyen çeşitli fikirler zamanla üst üste yığılır ve tabakalanırken altta ve derinde kaldığı sanılanlar şaşılacak bir sebatla vakit vakit üst tarafa rengini vermekte gecikmezler; bütün bir sistem öylece alacalı bir renk ihtilâtı gösterir. İç dünyamızı yoklarken haklı olarak sorabiliriz: Geçmişteki zihniyetin ta kendisi mi? Şüphesiz hayır! Dışarıdan görünüşü ile “modern” formların kalıbına uymuş yepyeni bir zihniyet mi? Asla! O halde iktisat zihniyetimiz bugün nasıl bir gelişmenin dönemecinde bulunuyor? Geçmişten devralınan düşünce unsurlarının yeniler ile ihtilâtı bizi nasıl bir yol kavşağına kadar getirmiştir?

Dünün Panoraması

Zihniyeti, sert ve katı şemalar içine sığdırmak ilk bakışta ne kadar zor görünürse görünsün, dünden bugüne akışını takip edebilmek için, açık bir tasnife başvurmaktan vazgeçemeyeceğimiz aşikârdır.

İktisadî yaşayışı, dış kalıplarından çözüp, iç örgüsü ile göz önüne alınca, şu üç veçhesi ayrı ayrı dikkatimizi çekecektir: 1. Saikleri: İktisadî faaliyetin yürütücü kuvveti olarak kazanç hevesinin şiddeti ve -belki bundan daha da mühim olmak üzere- o hevesini tekâsüf ettiği sahaların cinsi! 2. Zaman ve mekân tercihi: Tatmin vasıtalarını elde etmeye çalışırken bir taraftan geleceğin uzak veya yakın şanslarına ve diğer taraftan mekân sathının dar veya geniş kadrolarına -tabiatıyla zihnen- temas nispeti ve kesafeti! 3. Sevk ve idare tarzına hakim olan motifler: Görenek veya rasyonellik istikametindeki davranışlardan birinin veya diğerinin ağır basmakta olması!

Bu üç veçhe, söylemeye hacet yok ki, birbirileriyle sıkı bir bütün manzarası gösterir ve ekonomiye her defasında değişik bir karakter verir. Nitekim bu ölçülerin ışığı altında Batı kapitalizmi: Kâr gayretinin, zamanla normal teşebbüs formaları içine yığılıp birikerek, dinamik bir kuvvet altında “bugün”den ileriye, istikbâlin kâr şanslarına yöneldiği ve organik hücreleri zorlayıp yırtarak geniş bir piyasa ile âdeta içli dışlı hale geldiği rasyonel bir iktisat sistemi (piyasa ekonomisi) hüviyeti ile karşımıza çıkar. Kapitalist olmayan ekonomiler ise: Kâr gayretinin teşebbüs dünyası içinde esasen cılız ve çelimsiz kalışından, yahut zamanla irrasyonel kazançlara sarkarak istihsal alanında kesafetini kaybetmesinden doğan âtıl bir çalışma temposu ile ancak yakın günleri kollayan statik zaman şuurunun ve nihayet -bütün bunlara muvazi olarak- piyasa ile mümkün olduğu kadar az temasa gelen görenekçi bir davranışın el ele verdiği durgun bir iktisat sistemi hüviyetini taşır.

Yukarıda işaret edilen ölçülere uyarak, siyasî ve iktisadî inhitat çağımızın asırdan asra devrettiği zihniyeti kısa ve açık çizgilerle tanımakta fayda vardır.[3]

1. Kazanç hevesi, mal ve servete içten bağlanış ve onları özleyişin bir ifadesi olarak yalnız bir çağın veya muhitin malı olmamıştır. “Precapitalist” devirleri, modern çağlardan muhakkak akla kara şeklinde ayırt etmek için, kâr ve kazanç hevesinden uzak, ancak gündelik maişet kaygısına bağlı, sâkin ve iddiasız bir hayat tarzı ve telâkkisi içinde mânalandırmaya çalışmak günü ve modası geçmiş bir izah olur. Bu kabil izahlarda çok defa, zamanla gerilemiş ve ufalanmış olan küçük çarşı esnafında ve fakir semtlerin mütevazi aile tiplerinde görülen aza kanaat ve kadere razı olmak gibi düşünceleri, acele bir umumileştirme ile, bütün bir çağa ve çevreye mal edivermek yolu tutulmuştur. Hakikatte aza kanaat ve basit maişet kaygısı, iktisadî hayatı çeşitli kollar ile temsil eden sınıf ve zümrelere pek az nasip olmuş bir hayat telâkkisidir. Öyle olmasa, esnafı “olagelmiş”in ölçüsü içinde hizaya ve itidale getirmek için fütüvvet edebiyatından lonca yasaklarına kadar harcanan bu gayretlerin mânasını anlamak çok zor olurdu. “Çıkacak iki gözü kârdadır!” töhmetini ahlâkçı şair (Sünbülzade Vehbi) basit çarşı esnafına kadar revâ görmekte haksız değildi.

Kazanç hevesi insan ruh ve yaratılışının pek az değişmiş temel vasıflarından olduğuna göre, asırlar boyu, farkı olsa olsa şu iki noktada görmek mümkündür: Evvelâ, kazanmanın bizzat bir gaye haline gelip gelmediği; ikinci olarak, serveti kazanma ve elde etmede başvurulan yol ve vasıtaların mahiyeti! Her iki cihet bize daha ileri tahliller için faydalı ipuçları verecektir:

a. “Precapitalist” cemiyetlerde ve kısmen bugünün az gelişmiş ülkelerinde gerek servet ve gerek onu elde etmek için harcanan gayretler, bizzat bir gaye olmayıp daha üstün bir gayenin emrinde ve hizmetindedirler. Meselenin kökü bir hayli derinlere iner: Ahlâk ve din göz ile mal, ancak hayatı idamenin ve o sayede Allah’a kulluk etmenin zarurî vasıta ve aleti mevkiindedir ve öyle olmakla günün acil ve organik ihtiyaçları ile sınırlı bir meşrutiyete sahiptir. İşin bu kuru ve doktriner tarafını burada fazla kurcalayacak değiliz. Zaten o kadarı geniş kütlelerde şuur ve idrak dokusu altına nüfuz etmiş bile sayılamaz. Bununla beraber meselenin aslında bir değişiklik ve başkalık olacağı zannedilmemelidir. Servet ve onu kazanma arzusu yine bizzat bir gaye olmayıp büsbütün farklı bir sâikin, hiç de maddî ve iktisadî olmayan bir gayenin tesir ve diktası altındadır: Kazandıktan sonra rahata kavuşmak ve fırsat bulursa kazandığı ile övünmek! Mala, mal olduğu için değil, fakat hayatın tadını almaya ve gösterişe vasıta olduğu için kıymet biçilir. Henüz kendi içinde maddeleşmemiş bir dünya görüşü, denebilir ki, kapitalist ekonomiye ayak basmamış bir çağın ve muhitin müşterek sıfatıdır. Kuru bir iş ve meslek telâkkisinin, insanı istese de istemese de beraberinde sürükleyip götürdüğü modern çağların zihniyetinde çok farklı bir hayat görüşü ve davranışı karşısındayız: Çalışma ve kazanma, ara sıra ve o da ancak arkasından dinlenme ve yerine göre kazandığı ile övünme için katlanılacak bir külfet sayılmaktadır. Bu telâkki, maddî temelleri itibar ile, geri memleketlerde toprak işçiliğinin ve ziraatin mevsime bağlı inkıtalı istihsal şartlarına tıpatıp uygundur. Basit ziraat tekniğinden endüstriye geçmek kararını veren rejimlerin dahi lüzumu kadarını elde ettikten sonra hemen toprağına dönmek isteyen kütlelerin bu aralı ve inkıtalı çalışma hevesinden, daha doğrusu hevessizliğinden uzun yıllar müteessir olacaklardır.

b. Kazanç hevesinin maksada varmak için, seçtiği vasıta ve yollar da dikkate alınmak gereken hususlardandır. Bu cihet göz önünde bulundurulmadıkça, meseleler tam bir vüzuhla çözülmüş sayılamaz, bâhusus, çalışma hızı ve kesafetindeki yavaşlığı kazanç hevesinin topyekûn geri ve zayıf olduğu mânasına yormak çok acele ve yanlış olur. Pek azı istisna edilmek üzere, normal istihsal alanında, zaten mâhdut imkânlara göre, kazanma arzusunun fazla serpilmeye fırsat bulamadığını söylemek bir dereceye kadar mümkündür. Bununla beraber, normal ve mutat faaliyetlerin üstünde ve ötesinde bulanık ve dolambaçlı yollardan ve hattâ havadan servet ve nimete kavuşmak arzusunda “precapitalist” insan diğer çağlardakinden hiç de geri değildir ve belki bir çoğundan ileridir. Esasen kapitalist olan ve olmayan çağa ve ülkeler arasında ayrılış, kazanç hevesinin kesafetinden ziyade seçtiği vasıta ve yolların cinsinde toplanır. Evvelce de söylediğimiz gibi kazanç hevesi insan yaratılışının çok az değişen ve pek zor baskı altına alınabilen temel unsurlarındandır. O hevesi ihâta etmesi beklenen istihsal merkezlerinin darlığı veya sonradan daralmaları kazanç gayretini, aynı ölçüde kısmaya muvaffak olamayacaklarından, ister istemez dışarıya, “sarmaşık ve dolaşık” yollara iter ve taşırır.

İstihsal ve teşebbüs nizamına çeki düzen verememiş rejimlerde anormal kazançların alıp yürümesi bu yüzdendir. İki medeniyetin farkı da bu noktada belirir ve derinleşir: Batı dünyası yeni zamanlardan beri türlü sâik ve âmillerin yardımıyla dağınık ve savruk kazanç gayretini az çok mazbut teşebbüs formları içine teksife muvaffak olurken, Doğu Akdeniz Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere böyle bir enerji teksifine gidememiş ve bilhassa ticaret yollarının kapanmasından beri normal geçim imkânlarının asırdan asra daralışı kazanç hevesini anormal ve irrasyonel yollara taşırmıştır. Yerine göre: Kaba ve zorlu (taşralarda baskın ve yağma!), sinsi ve uysal (şehirlerde servet ve ihtişam sahiplerine yanaşma!), çok defa hile ve hayal mahsulü ihtikâr, alşimi ve define merakı ilh. nevinden kazançlar bu taşıma ve dağılmanın mahsulleridir;[4] ve hepsi de Batı’nın rantabilite ile tartılı rasyonel kâr şanslarına çoktan ayak bastığı asırlara kadar uzanıp gelişmişlerdir.

Dış ve uzak ticaretten başka iç pazarların daralması tüccar ve müstahsili gitgide istismar ve ihtikârın daha haşin çeşitlerine, birçoklarını da devlet nüfuzu ile servet edinme yollarına sürüklemiştir. Politik menşeli servet ve kazanç, siyasî ve iktisadî inhitat çağımızın kolay tasfiye edilemeyen miraslarından olmalı ki, “nüfuz ticareti”, “mal beyannamesi” gibi sözler vakit vakit günün mevzuu olabilmektedir. Bütün bu yollarla mazbut bir teşebbüs çerçevesine sığdırılmayarak, killi ve meyilli bir toprak üzerinde akar gibi açığa ve boşluğa savrulan kazanç hevesi, sadece istihsal merkezlerini derin bir enerji boşluğu içinde bırakmakla kalmamış, o boşluğun acısını istismar ve ihtikâr ile çıkarmak istercesine hammadde kaynaklarına, işçi ve alıcı kütlelerine yüklenen tahripkâr bir kuvvet halini almakta gecikmemiştir.

Kısmen bu tahripkâr kuvvetin korkusu ve kısmen de feodal alışkanlıkların tesiri ile servet daima gizlenebilen ve her şeyden evvel kıymeti sabit olan şekillere bürünmüştür. Yerine göre toprağa gömülmek veya toprak mülkiyetine çevrilmek, yahut altına tahvil edilmek bizde inhitat çağı servetinin bir nevi alınyazısı haline gelmiştir. Her ne suretle olursa olsun, “mobilize” edilmeye takati olmayan bütün bu servetler hakikî hüviyetiyle iş adamının ve onunla beraber dinamik-hareketli bir ekonomi sisteminin gelişme ve serpilmesi önüne dikilmiş birer engel olmaktan uzun zaman kurtulamayacaklardır.

Netice şu oluyor: Kazanç hevesinde hiç de eksik olmayan taşkınlığa rağmen durgun ve atıl bir iktisat dünyası: Bu durgun manzara bize inhitat çağı zihniyetimizin diğer birkaç köşesini daha açık bir şekilde görmek ve tanımak fırsatını kazandırmış olacaktır:

2. Yukarıdaki tasnifimizde zaman ve mekân bakımından tercih ölçülerinde iktisat zihniyetinin tahlile muhtaç bir cephesi olarak ele almıştık.[5] Esasen iktisadî faaliyet, bir yandan geleceğin zaman ölçülerine ve diğer yandan içinde yaşanılan muhitin dar veya geniş kadrolarına değişik nispetlerde yaklaşmayı şart koşan bir hareket demektir. Böyle olduğu için, bu değişik ölçülü temasların zihnen değerlendiriliş tarzını bilmekte fayda vardır.

“Precapitalist” çağın ve onunla aynı hüviyeti taşıyan inhitat devri iktisadımızın durgun ve âtıl karakterini yukarıda tanıdıktan sonra zaman ve mekân tercihine hâkim olan ölçüleri teyin etmek kolaylaşmış oluyor. Bu durgunluk ve atalet, her iki noktada bir temas boşluğu veya gevşekliği halinde karşımıza çıkar:

a. Zaman tercihi itibarıyla durum açıktır. Geri ekonomilerde çiftçinin, yahut zanaatkârın ancak bir mevsim ötesini kollayan zaman şuuru dışında, uzak istikbalin hasar veya şanslarına göre ayarlı bir davranış ortada yoktur. Geleceğin emniyetsizliği uzun vâdeli iddia ve arzuları hemen daima boşa çıkarıldığına göre, “hâl”de mevcut olanla yetinmek istikbale göre kuruntular yapmaktan daha akıllıca bir hareket olmaz mı idi: “Çünkü muradın vücude gelmez pes mevcudu murad eyle!”[6] Üstelik zaman ölçüsünü lüzumundan ileriye taşırmak mal ve servetin hizmetinde olduğu üstün gayenin (din ve ahlâkçı göz ile ibadet ve kulluğun, daha sade ve iddiasız olarak: huzur ve rahatın) hakkını yemek olurdu. Böyle olduğu içindir ki, zaman şuurunun bugünden ileriye olduğu kadar, aynı günün saatleri içinde de hudutlandırılması lâzım gelirdi. İş başına geç gitmek ve erken dönmek o gün bugün Müslüman çarşı esnafının alışkanlıkları arasında yer almıştır. Çarşı ve pazarla bu seyrek temas bizi ikinci noktanın izahına getirmiş oluyor:

b. Mekân ölçüsü ile iktisadî faaliyet uzun zaman ölçülü ve sınırlı kalmıştır. Esasen istihsal ve transport tekniği şehir iktisadı çerçevesini aşan bir piyasa ile sıkı temaslara maddeten imkân vermediği gibi, günün saatlerini ibadet veya istirahat uğruna sınırlayan dar ve statik zaman şuuru da pazarla teması asgarî hadde indirmekte müessir olmuş âmillerdir. Esnaf psikolojisine asırlarca hitap eden tenbih ve telkinler hep aynı istikamette yürümüşlerdir. “Halktan yana kapusun bağlaya haktan yana aça!” ister teknik kifayetsizliğin, ister bu yoldaki telkinlerin ve isterse geri bir muhitte halkla rastgele temasların gerçekten hüsranlı olduğunu acı derslerle defalarca tecrübe etmenin tesiri altında olsun “precapitalist” müstahsil (tüccar hariç!) çok defa en yakın çevresi ile yetinerek geniş bir pazara çıkmamakta ısrar etmiştir.

Geri bünyeli ekonomilerde pazara mecburî çıkışlar bile daha evvel söylediğimiz gibi lüzumlu kadarını elde etmeye münhasır kalır ve akabinde sona erer. Sanayileşmede iş gücü meselesinin bu yönden doğurduğu müşkilâta yukarıda işaret edilmişti. Asırlarca mahsul ve hayvanı ile “autark” istihsal çevresinden pazara çıkmanın veya çıkamamanın kıymet ölçülerini para birimine ve ifadesine kavuşmaktan alıkoyduğunu biraz aşağıda göreceğiz. Günlük hayatın olup bitenleri adedî ifade ve kalıplara dökmek melekesinin geriliği o vakit daha iyi anlaşılmış olacaktır.

3. İktisadî faaliyetin icrasına ve bilhassa vasıta ve âletlerinin seçimine hâkim olan motifler de değişik cepheler ile mütalaa edilebilir. Yaygın ve umumî bir ayırmaya uyarak bu motifleri görenekçilik ve rasyonellik istikametinde olmak üzere iki zıt kutupta toplamak mümkündür. Göreneğe (belki daha köklü ve özlü bir ifade ile: “olagelmiş”e) uymaktan ibaret olan tradisyonalist davranış geçmişin nasılsa benimsenmiş tecrübe ve intibalarını pasif şekilde tekrarlamakla yetinirken, rasyonalist zihniyet günün fiil ve kararlarını akıl ve mantık ışığı altında devamlı olarak tartmak ve yerine göre değiştirmek yolunu tutar. İlki geri veya az gelişmiş bir muhitin, ikincisi kapitalizmin hususiyetleri arasında yer alır.

Burada tradisyonalist davranıştan bahsederken, yukarıda anlattıklarımızdan çok farklı bir zihniyet tezahürü ile karşılaşacağımız zannedilmemelidir. Göreneğe (“olagelmiş”e) uymak da bir bakıma durgun ve âtıl zihniyetin devamından yahut neticesinden başka bir şey değildir. Hakikaten,

hareketleri üzerinde zekâ ve mantığını işletmektense mevcut hazır olanı pasif şekilde tekrarlamak, esasen gevşek ve ağır tutumlu bir insanın seçeceği tek yol olabilirdi. Bu yolun bizi alâkalandıracak iki veçhesi vardır:

a. İrade ve spontaneite noksanı:[7] İktisadî faaliyetin ölçü ve vasıtalarını adım adım kontrol etmektense, onların daha evvel ve hattâ o esnada tâyin etmiş bir kuvvete uymak ve izinden yürümek, şüphe yok ki, müstakil düşünme ve karar alabilme melekesini azaltmıştır.

Üstün bir iradeye bağlanış, Ortaçağ esnafında olduğu gibi, geçmişte hakikî veya mefhum bir şahsa (“pir”e) bağlanmakla başlar ve onu temsil ettiği farz edilen bir otoriteye teslim olmaya kadar gider. Bu teslimiyet gerçi her zaman tam ve eksiksiz olmamıştır. Lonca hükümlerinin daima “olagelmiş” tenbih ve ihtar etmeleri, aykırı hareketlerin mevcut olduğuna açık bir delildir. Fakat bu aykırılığı, hiçbir zaman tradisyonalizm yerine zekâ ve mantık ölçülerinin hâkim olduğu mânasına yormamak lâzımdır. Ara sıra esnaf büyüklerini çileden çıkaran kaçamaklı ve hileli hareketlere rağmen devrin temayülü aynıdır: Alınacak tedbir veya kullanılacak vasıtalar eksikliği nispetinde kıymet taşır ve hele inanılır bir ağızdan öylece tenbih ve telkin edildikleri için şayanı kabul görürler. Şarkın din adamları gibi “dünya beğleri” de geniş kütlenin bu yumuşak mütevaat ruhundan istifade etmesini pek iyi bilmişlerdir. Esasen, bünyesi fazla çeşitlenmemiş olan dar kadrolu topluluklarda kolektivist fikir ve telkinlerin, müterakki cemiyetlere göre çok daha kolay işleyebilecekleri bir vasat bulduklarına şüphe yoktur. Öyle olduğu içindir ki, kapitalist çağın endividualist ve demokratik bir inkişafa daha kolay meyillenmesini mukabil, o çağdan ve zihniyetinden nasibini almamış rejimlerde üstün bir iradeye bağlanış ve ara sıra başkaldıran direnmelere rağmen, daha köklü ve sebatlı olmuştur.

b. Hesap ve ölçü geriliği: Tutulacak yolu sadece geriye bakarak seçmek alışkanlığı, ayrıca işletmenin muvaffakiyet şanslarını adet ve rakam ifadesiyle tartma ve hesaplamayı mânasız ve lüzumsuz hale getirmiş oluyordu. Hesap ve sayı geriliği esasen işlenecek ve sayılacak “veri”leri fazla olmayan geri bir iktisat düzeninin neticesidir. Kapitalist olmayan ekonomilerde defter tutma ve kayıt düşürme, işletmeciliği rantabilite ölçüsü ile mürakabeden ziyade, ceza korkusu ile “hesap verme” endişesine dayanır.

Hesap geriliği de, buraya kadar anlattıklarımız gibi, durgun ve âtıl hayat anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Şu farkla ki: Atalet, daha evvel, muhitin maddî eşya ve vasıtalarını bünyece işlemek ve değiştirmek noktasında dikkatimizi çekmişken, burada kıymet ölçülerini zihnen yoğurup şekillendirmeyi engelleyen bir kuvvet olarak karşımıza çıkıyor. Hakikaten, dünya ve ahiret selâmeti için fertle madde dünyası arasına geniş bir mesafe payı koyan statik hayat telâkkisi, aynı mesafeyi maddî kıymet ölçüleri karşısında da muhafaza etmek isteyecekti. Selamet ve huzur arayan insan için çıkar yol “götürü” hesaptı.

Ölçü ve sayı geriliğini, diğer bir bakıma, zaman ve mekân kadrolarının daha evvel işaret edilen hududu içinde mütalâa edebiliriz. Nispeten uzak bir istikbâli kâr ve zarar ihtimallerinin dikkate alınmayışı, rasyonel bir hesap zihniyetinin gelişmesi yolunda en mühim engellerden biridir. Ticaret kısmen istisna edilmek üzere, istihsalin dar ve organik hücrelerden geniş bir pazara çıkamaması maliyet hesabını lüzumsuz hale getirmiştir. “Piyasa ekonomisi”nin teşekkül edememiş olması ile para ölçüsüne dayalı hassas bir kıymet şuurunun eksikliği arasındaki bağı daha fazla tafsile hacet görmüyoruz.

Buraya kadar ancak ana hatlarını verebildiğimiz iktisadî inhitat çağımızın zihniyetini, daha evvel neşredilmiş eserimizde şöyle bir portre denemesi ile tamamlamaya çalışmıştık:

Bol, ferah ve gösterişli yaşamanın tattıracağı haz’dan (hiç değilse tehassür ve iştiyaktan) müstağni görünmemekle beraber o uğurda iş güç kaygısı ile ömür tüketmekten hoşlanmayan, yolunu ve yönünü tâyinde görenek ve otorite kayıtları ile sımsıkı bağlı ve nihayet işinde ve hesabında götürü bir insan![8]

Asırların bu tip insanı hangi ölçüde değiştirmeye muvaffak olduklarını şimdi görmeye çalışacağız.

II. Dünden Bugüne…

Bir asrı mütecaviz Garplılaşma ve onun peşinden gelen iktisadî yenilenme gayreti, nesci altında kendine uygun bir iktisat zihniyetine hangi ölçüde kavuşabilmiş, yahut o zihniyeti bizzat ne dereceye kadar yoğurmaya muvaffak olmuştur?

Ekonomik bünyede müvazeneli bir gelişme altlı üstlü inkişaf unsurlarının bir arada ve bir hızda ilerlemeleri şartı ile mümkün olacağına göre, yüz küsur sene zarfında (bugün de dahil!) karşılaştığımız problemlerin ve belki zorlukların kaynağını yukarıdaki sualin cevabında aramak yanlış olmayacaktır.

Evvelâ şu ciheti bir kere daha tespit edelim: Geçirmekte olduğumuz bünye değişmeleri içinde iktisadî varlığımızın zihniyet cephesi aynı kalmamakla beraber onun yerine apayrı bir dünya görüşünün yerleştiğine işaret edecek belirtiler henüz ortada yoktur. Her bünye değişmesinde olduğu gibi, burada da satıh üstünden gelen tesirlere zihniyetin bir nevi atalet (inertie) zoru ile karşı koymasından dolayı, eski ve yeninin bir çatı altında toplandığına şaşmamak lâzımdır.

Hüviyetini tâyinde tarihçi ve iktisatçıyı gerçekten tereddüde götürecek bu renk alacalığı içinde fikir ve zihniyet kapsamından kolaylıkla seçebileceğimiz yenilikler yok değildir:

Her şeyden evvel, genç nesillere istihsal ve teşebbüs yolunu tıkayan türlü engeller (meselâ devlet memurluğuna atfedilen aşırı ehemmiyet!) ve o engellerin yanı sıra her çeşit yenilenme önüne dikilmiş görenek kayıtları azar azar ufalanma ve dağılma yolundadır. İş ve ticaret hayatı ile uğraşmanın taşıdığı aşağılatıcı renk çoktan silinmiş ve kaybolmuştur. Bu neticenin alınmasında çeşitli âmilleri karışık örgüsüne ve hele manevî ve enstitüsyonel faktörler arasında -bir hayli eskimiş ve günü geçmiş olan -öncelik meselesinin münakaşasına girecek değiliz. Ancak münevver çevrelerden başlayarak iş ahlâkının ve felsefesinin yoğuruluşunda Garplılaşma cereyanının ve o uğurda harcanan gayretlerin payını azımsamak mümkün değildir. Gerçekten Tanzimat’tan beri fikirlerde dikkate değer bir kımıldanma vardır: Kaza ve kadere inanmanın ve tevekkül felsefesinin asırlardır sürüp gelen klişeleşmiş ifade şekillerinin terk edildiğini ve onların yerine dar bir fikir çerçevesinde de olsa insan emeğini ve bilhassa zamanı kıymetlendirmek istikametinde düşüncelerin yol aldığını görüyoruz.[9] Bu düşüncelere örnek olarak Tanzimat sonu fikir ve kalem sahipleri arasından Namık Kemal ve Ahmed Mithad Efendi’yi zikretmek mümkündür. Birincisi 19. asır İngiliz kapitalizminde insan emeğinin ve sermayenin nelere kadir olduğunu Londra seyahatinde bizzat görmenin heyecanı ile arka arkaya yazdığı bir sıra makalede sây’in (emeğin) kutsallığını ve göreneğin zararlarını anlatıyordu.[10] “Zaman sermaye-i maişet, sây menba-ı hayattır!” tarzında puriten ahlâkı andıran sözlerle, aydın dimağlarda olsun, yanlış anlaşılmış bir kaza ve kader telakkisini var kuvvetiyle sarsmaya çalışmıştır. Çağın diğer temsilcileri arasından örnek olarak seçtiğimiz Ahmed Mithad Efendi de sây ve amelin faydalarını anlatmakta emsâlinden geri kalmamıştır. “Tercüman-ı Hakikat”ta tefrika edilip müteakiben tekrar basılan “Sevda-i sây ve amel”, “Teşrik-i mesâi taksim-i mesâi” adlı risaleleri ile “Ekonomi politik” kitabı, Batı zihniyetini ve iş adamı ruhunu aşılamaya çalışan fikir ve düşüncelerle doludur. Esasen, ona göre sây ve amel sevdası Türklerin kalbinde lüzumu derecesinde uyanmıştır. Kendisi bu uyanışı biraz daha hızlandırmak ve perçinlemek kararındadır. Bu maksatla, meselâ ticaretin faydalarını uzun uzun anlattıktan sonra “bu işi pek beğendiniz ya! Bunun suret-i husulünü mü soruyorsunuz? Suret-i husulü evvelâ bu usulü, bu yolları, bu amelleri bilmek; saniyen o yolda emniyet ve itibar kazanmaktadır. Bu ise ne Bab-ı Âli’ye devamla kazanılır ne de Maliye Nezareti’ne!”[11] Asırlar boyu gayrimüslim azınlığın harcı sayılmış olan iş ve ticaret hayatının kapılarını genç nesillere açmak yolunda girişilmiş olan bu fikir savaşı daha yıllarca devam edecek ve muasır medeniyet seviyesine varmayı hedef tutan Cumhuriyet İnkılâbı ile son yılların iktisadî gelişme hareketleri içinde rejim alanına intikal edecektir.

Bugünkü durum nedir? İtiraf edelim ki, hâdiselerin tam ortasında ve içinde olmamız berrak ve açık bir görüşü oldukça zorlaştıracaktır. Her mevzuda olduğu gibi burada da vüzuh ve isabet için biraz uzağa ve geriye çekilerek olup bitenleri topluca görmek lazım gelirdi. Böyle bir imkândan mahrumuz. Bununla beraber, son yıllara kadar hızını arttırarak sürüp gelen yenilenme ve “cihazlanma” gayretinin zihniyet dünyamız üzerindeki tesirlerini görmemezlikten gelmeye imkân yoktur. Uzak ve ücra köşelere kadar uzanan yol şebekesi başta olmak üzere ziraat, sanayi ve nakliyatta vücut bulan eserler Ortaçağ’ın kıymet ölçülerini şurasından burasından zedelemeye başlamıştır. Tanzimat’tan beri fikir hareketlerinin münevver çevrelerde başladığı fakat tam başaramadığını, yol, ziraat ve sanayi inkılâbı devralmış görünüyor.

Evet, memleketin sınaî cihazı ile beraber insanı da yoğrulma ve şekillenme halindedir! Fakat nereye ve hangi sınıra kadar? İktisadî gelişmenin kımıldattığı ölçüler ileriye doğru hız alırken Ortaçağ zihniyetinin sert ve muannit kıymetlerine çarptıkça bütün bütün duraklamasalar bile garip bir renk ihtilâtı içinde yollarına devam ediyorlar. Aşağıdaki izahlar bu ileriye ve geriye kayan renklerin iç içe girmelerinden doğan manzarayı belirtmeye çalışacaktır. Baş taraftaki üçlü tasnifimize burada da uymaya gayret ederek şu cihetleri tespit edebiliriz:

1. Her şeyden evvel kazanç hevesi ve zihniyetindeki gelişme üstünde durmalıyız. Bu yöndeki değişikliği, kazanma arzusunun şiddetinden ziyade aldığı şekillerde aramak lâzım geleceğini baş tarafta söylemiştik. Bu nokta da elbette haklı olarak sorulacaktır: Bugünün değilse bile pek yakın bir geçmişin basit köylü ve şehirli aileleri kanaatkâr bir hayat sürmemişler mi idi? Kazanma arzusunun değişmeyen şiddeti hakkında söylediklerimiz, servet ve gelirin üst tabakaları için tamamı ile doğru olabilir. Gerideki kütle hakkında aynı mütalaa ufak bir rötuşa ihtiyaç gösterecektir. İnsan ruhunun temel unsurlarından olduğunu bildiğimiz kazanma ve mal edinme hevesi burada şu iki tesirden biriyle baskı altına alınmış ve bir müddet alıkonulmuş olabilir: Birincisi, dış çevresi ile irtibatı olmayarak kendi kendine yeten bir köy ekonomisinde ihtiyaçların basitliği! İkincisi ise, geçim şartları belki de sonradan daralmış şehirli ailelerin, ancak eldekiyle yetinme zaruretinden doğan kanaatkârlığı İstanbul’un fakir, fakat güngörmüş, bulduğuna şükreden kenar semt halkını Yahya Kemal şöyle tasvir etmişti:

“Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içişte şükür Allah’a diyen
Yaşıyor sade maişetlerin en sâfında!”

Manzara o gün bugün bir hayli değişmiştir. Sanayi mahallelerinin kuruluşundan beri kısmetine razı ve mü-tevekkil bir kütleyi şehrin kenar semtlerinde görmek ve bulmak pek zor olduğu gibi, ancak kendi için çalışan ve en zarurî ihtiyaç maddeleri için piyasaya istihsalde bulunan kapalı ve münzevî bir köylü ailesine rastlamak da kolay değildir. Çiftçi, pazara çıkmanın ve para kazanmanın tadını almıştır. Şehir ve pazarın uzağında, coğrafî ve topografik ifadesiyle “köylü” yerine hububat ofis ve pazarlarına meslekten bağlanmış “çiftçi” (farmer) tipi ön plâna geçmektedir. Bu, iş hayatımızda profesyonel işçi ve müstahsilin vücut buluşunda küçümsenmemesi lâzım gelen bir adımdır.

Bütün bunlarla beraber gözden kaçırılmaması lâzım gelen bir nokta vardır: Üstündeki baskı bir kere kalkınca o âna kadar gizli ve uyuklar halde kalmış olan kazanç hevesi, iş ve istihsal cephesine bakmaktan ziyade, istihlâk ve harcama yönünü tutmuş görünüyor. Kazanma ve çalışmanın kendileri için bir gaye olmayıp başka bir sâik ve maksadın hizmetinde olmalarından meydana gelen durum bununla bir kere daha karşımıza çıkıyor. Kazanmanın, devamlı bir işletme halinde kıymet yaratıcı bir faaliyet olarak icrasına değil, fakat, sonunda tattıracağı istihlâk ve bilhassa gösteriş cephesine ehemmiyet veriliyor. Cebine biraz para giren çiftçinin istihsaline çeki düzen vermeden evvel kalıp kıyafetini düzmeye çalıştığı sık sık görülen veya duyulan hallerdendir. Bu hal, aslına bakılırsa, bir tesadüf eseridir de denemez. Tarihte sayısız def’a tekerrür etmiş olan bir hadise bugün de gözlerimiz önünde cereyan edip gitmektedir: “Paralı mübadele”nin teşekkülü ve nakdî gelirlerin artışı, ilk ağızda istihsali arttırmaktan ziyade, uzun zaman baskı altında tutulmuş, ihtiyaçların ve istihlâkin anî ve nispetsiz ölçüde genişlemesine sebep olmaktadır. Devrimiz iktisatçılarının “demonstration effect” adını verdikleri (aslında gösteriş maksadıyla istihlâkten pek de farklı olmayan” ruh hâleti, hâdiselerin bu yönden tahliline faydalı ipuçları kazandıracaktır. Fikir esas çatısı ile şudur: Ferdî istihlâk standartları, müstakil olmayıp alttan üste doğru birbirlerine sıkı surette bağlı bulunurlar. O sebeple: “Hayat standardı ve istihlâk ölçüleri farklı aile veya memleketler birbirileriyle temasa geldikleri zaman, geri ve düşük kademede bulunanlar, üsttekilere hemen daima istihlâk cihetinden yaklaşmaya çalışırlar. Filhakika, zengin sınıfların hayat standardını yakından veya uzaktan tanımak fırsatını elde eden, yahut (filmler, gazete röportajları ile) tanıdıkları zehâbına düşen müstehlik tabakanın, ufak bir fırsat zuhurunda, o standarda bir an evvel uymaya çalıştıklarını ve bunun da istihlâk harcamalarını hemen diğerlerinin hizasına çıkarmakla mümkün olacağına inandıklarını biliyoruz. Az gelişmiş memleketlerin iktisadî kalkınması, teknik sahada sarf edilen bunca gayretlere rağmen, yüksek gelir sahiplerinin tasarruf ve istihsalden ziyade istihlâki (gayrimenkuller de dahil) tercih etmeleri ve bunun da daha ziyade gösteriş (“demonstration effect”) istikametinde inkişafı sebebiyle daha ilk adımlarda büyük zorluklar karşısında kalıyor.[12]

Son yıllar içinde olup biten birçok hâdiseler gerçek mânasını ve izahını yukarıya geçirdiğimiz satırlarda bulunur: Eskiden beri alışılmış ucuz eşyanın birdenbire “inferior” mallar halinde aşağı görülmesi ve sür’atle yüksek kalitede pahalı mallara geçilmesi hep bu yüzdendir. Birinci nevi sigara yerine “Sipahi Ocağı”nın, çarık yerine lâstik veya çizmenin tercihi hemen hatıra gelen klâsik misâllerdir.

2. Zaman ve Mekân ölçülerine gelince: Günün anî ve spontan ilhamlarından ayrılarak ileriyi ve uzağı rantabilite şansları ile tartan bir zaman şuurunun geliştiğini görmek için daha uzun bir müddet beklememiz lâzım gelecektir sanırız. Bu, zihniyetimizin en ağır değişen taraflarından biridir. Henüz cüssesi ve takati itibarıyla uzun vadeli yatırımlara ve onların rantabilite tahminlerine girecek bir olgunluğa varmamış olan küçük sınaî ve ziraî işletmelerden istikbale göre bir plânlama gayretini beklemek elbette zamansız olurdu. Bununla beraber büyük yatırım projelerinin icrası ve öncüsü olan devlet sektöründe böyle bir plânlama zaruretinin henüz idrak ve takdir edilmemiş olduğunu, bilâkis günün ilham ve ikâlarına göre hareket edildiğini görüyoruz. İleriyi ve uzağı etraflı bir plân ve hesap temkini içinde hali hâzırın spontan ve anî ithamları önüne geçirmekteki bu ağır davranışımız, itiraf etmeliyiz ki, “hazzı âcil”i birinci plânda tutan eski tertip zihniyetin modern tesisler altında devamından başka bir şey değildir.

Mekân ölçüsü ile hâdiseler, temel olarak reel ve fizik bir yapıya (başta geniş yol şebekesine) dayandıkları için daha sür’atli bir değişme göstermişlerdir. Kazanç hevesinin inkişafından bahsederken söylediğimiz gibi, çiftçi piyasaya çıkmanın maddî olduğu kadar manevî engellerini de aşmak yolundadır. Endüstri cephesinden aynı hâdise, mevsim işçiliği yerine devamlı profesyonel bir iş gücünün meydana çıkışı tarzında mütalaa olunabilir. Bununla çalışma ve kazanmayı ancak ara sıra ve o da arkasından dinlenme ve harcama uğruna katlanılacak bir külfet sayan telâkki yer yer tarihe kavuşmuş olacaktır.

3. İktisadî faaliyetin sevk ve icrasında görenek bağlarının gevşemekte olduğu da bir hakikattir. Mahsulü ve hayvanı ile pazara çıkma ve para kazanmanın tadını almış olan müstahsil Ortaçağ yadigârı vasıta ve usulleri muhafazada ısrar etmenin mânasızlığını çoktan anlamıştır. Toprağının yüzölçümü elverişli olmadığı halde traktör edinmeye özenen yüzlerce köylü vatandaşın kara sabanı terk etmek isterken fazla bir iç sızısı duyduklarını zannetmiyoruz. Kıyafette ve ev eşyasında da vaziyet aynıdır: Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, “aşağı” (inferior) mal telâkki edilen çarığın çizmeye tahvili beklendiğinden daha kolay olmuştur. Köy ve kasabalarımızda eski tertip sedir ve minderlerin yerini ne yazık ki onlar kadar rahat olmayan kanepe ve koltukların almakta olduğu son birkaç yıl içinde pek sık görülen hâdiselerdendir. Kasaba hayatımızda bu değişme esasen daha evvel şehirlerin orta halli ailelerinde başlamış ve hız almış bulunuyordu. Geçen asır sonlarında Ahmed Mithad Efendi, aile yaşayışımızın iç örgüsü ile bir göçebe çeşnisi taşıdığını misalleri ile pek güzel anlatmıştı: Sanki hemen göç ediverecekmişiz gibi yatak denklerinin her sabah kaldırılıp istif edilmesi, çamaşırın sandık ve sepetlerde, ekmeğin zembilde muhafazası, ona göre geçmişin tasfiye edilmemiş mirasları idi. Hattâ “ince eleyip sık dokumak” sözü bile kendi kendine yeten iptidaî bir ekonominin hâtırasını yaşatıyordu.[13] Bugün hiç değilse büyükçe şehirlerimizde değişik bir manzara ile karşı karşıyayız. Dildeki hâtıralarından başka sayılan misallerin bir kısmı silinmiş birçoğu da silinme ve kaybolma yoluna girmiştir.

Gündelik hayatımıza kadar an’ane ve görenek bağlarının gevşemesi, şüphesiz mukabil kutupta tamamıyla rasyonalist bir zihniyete ayak bastığımızı ifade etmez. Gevşeme, işin daha çok negatif tarafında atılmış bir adımdır. Bu adımı müspet olarak tamamlayacak hatve henüz görünürde yoktur. Tradisyondan kurtulma ve ferahlamanın bilhassa gösteriş cihetinden yarattığı heyecana mukabil, fiil ve icraya hâkim olması beklenen ölçü ve hesap şuuru belirmemiştir. Biraz evvel plânlamadan bahsederken bu şuurun noksanına işaret etmiştik. Kendini sayı ve hesap (Âmali Erbaa) ile mukayyet görmek istemeyen bir tesis gayreti, irili ufaklı işletmelerin kuruluş fikrini günün ilhamlarına uyarak tâyin etmiş ve el’ân da etmektedir. Sayı ve rakamın, gösterişe yarayacak bol ve kabarık yekûnlar haricinde ciddî bir rantabilite ölçüsü olarak kullanıldığına bugün de pek az şahit oluyoruz. Aksine, böyle bir ölçüyü mahiyetin düşürülmesine âlet olarak kullanmayı büsbütün zorlaştıran kanun ve kararnamelerin yürürlükte oldukları bilinmektedir. Birçok hükümler, maliyeti rasyonel yollarla indirilemez değil, bilâkis fatura bedeli üzerinden dolgun ve şişkin göstermenin yolunu bilen ve bulanı mükâfatlandıracak şekildedir. Müstahsile vakit vakit pek kolay açılan krediler ve türlü primler gibi bu yoldaki hükümlerin de bizde esasen alışık olmadığımız maliyet muhasebe ve şuurunu bir kat daha zorlaştırmaktan geri kalmayacakları muhakkaktır.

Ölçü ve hesap şuurunun geriliği yanında, her çeşit nüfuz ve müdahaleden âzade bir teşebbüs ruhunun serpilmesi yolundaki zorluklara da işaret etmeden geçmemeliyiz. Zihniyetimizin esasen pek ağır ve yavaş değişmesi beklenen bu cephesi de biraz evvel anlattıklarımız gibi, mevcut kanun ve nizamların baskısı altında bir kat daha perçinleşmiş görünmektedir. Filhakika, son yıllarda lisans ve tevzi usullerinin, hakikî iş adamı hayrına olmaktan ziyade, meslek hayatıyla yakından ilgisi olmayan kimselerin menfaatine işlediği malûmdur. Bu hal, gerçek teşebbüs tipini muhtaç olduğu zemin şartlarından mahrum kıldıktan başka, iktisadî inhitât tarihimiz boyunca yabancısı olmadığımız “Politik menşeli”[14] servet ve ona bağlı zihniyetin, belki de uyuklar vaziyette iken, tekrar satıh üzerine çıkmasına vesile olmaktadır. Devlet kapısına intisap hevesi, meslek seçme noktasında eski kuvvetini çoktan kaybederken, lisansı veya tevzi yoluyla bol istihsal vasıta ve kaynaklarına sahip olmak ve o yönden “kayrılmak” noktasında şiddetini hiç de azaltmışa benzemiyor. Bu durum, devlet ve ihtişam sahiplerine alttan üste hayranlıkla bakma mevkiinde olmadan sadece kendi gayret ve muvaffakiyet şanslarına güvenen “self made maden” nev’inden insanlar, Şark’ta asırlardır hasreti çekilen bu nâdir yaratığın doğmasını daha bir müddet geciktirecektir sanırız.

İşaret edilen zorluklar ve engeller, sadece birkaç kanun veya kararname hükümlerinden ibaret kalsa, bunların değiştirilmesiyle meselelerin halledileceğine inanmak mümkün olurdu. Fakat zorluğun ve geriletici sebeplerin çoğu, iş adamının davranış ve zihniyetinden ileri gelmektedir. Teşebbüs sahiplerimiz arasında iş tutumu ve davranışı ile Batılı örneklerine yaklaşanlar bir hayli artmakla beraber, itiraf etmeliyiz ki, bu yolda seçilecek misaller henüz parmakla sayılabilecek kadar azdır. Çoğunluk içinde şu cihetleri müşterek birer vasıf olarak tespit etmekle yanılmamış olacağımızı sanıyoruz:

a. çKararsız, renk değiştirici ve hattâ kaprisli sermaye, iş hayatımızın ve zihniyetinin ilk bakışta göze çarpan hususiyetidir. Yerine göre, ziraat, nakliyecilik, yahut taahhüt işlerinden biriken servetin çok defa aslını inkâr ederek veya onu ikinci plânda tutarak, başka sahalara yayıldığını görmekteyiz. Bu cihet, doğrusu aranırsa, kazanılanın bir nesil içinde harcanıp tüketildiği çağlara göre bir terakki sayılmak lâzım gelir. Birinci Dünya Harbi’nin “Harp zengini” nev’inden servet sahipleri bir nesil sonra elle tutulur bir iz bırakmadıkları halde, İkinci Dünya Harbi’ni takip eden servet sahipleri, şüphe yok ki, bir işte karar kılmayan sermayeleriyle dahi bir ilerleme merhalesini teşkil ederler.

Sermayeyi ekseriya doğduğu yerde bırakmayarak bir işten diğerine koşturan saik meçhulümüz değildir: Batı’nın ileri ekonomilerinde iş sahaları az çok normal kâr ölçüsü etrafında hizalanırken, az gelişmiş bir ülke olarak memleketimizde türlü sebeplerle istihsal şubeleri arasında kârlılık cihetinden ehemmiyetli seviye farklarının belirdiği bir hakikattir. İster yeni iş ve kazanç imkânlarının vücut bulmasından, ister (daha galip bir ihtimalle!) primli ve koruyucu bir iktisat politikasından doğmuş olsun, bu farkların sermayeye belli bir sahada dikiş tutturamayan, maceracı bir servet karakteri aşıladığı inkâr edilemez. Profesyonel iş adamının belirmesinde önümüze dikilen en mühim engellerden birini burada aramak yanlış olmayacaktır sanırız.

b. Diğer bir hususiyet, yukarıda anlatılanların ışığı altında daha kolay izah edilebilecektir: Ânî ve çabuk kâr sağlayacak bir sermaye devri temkinli ve ihtiyatlı bir tutumun önünde ve ilerisindedir.[15] Biraz evvel işaret edildiği gibi, Batı dünyasında sermaye kârlılığı, bir işten diğerine sür’atli kaymalara mahal bırakmayacak mutedil ve normal bir ölçü etrafında karar kılarken, bizde sermaye mümkünse bir veya birkaç istihsal devresi içinde tekrar kazanılıp başka maceralara girmek ve oralarda da ânî ve çabuk kâr elde etmek sevdasındadır.[16] Bu zarureti, az gelişmiş memleketlerde istikbalin hesaba katılamayan şartları ve güvensizliği içinde takdir etmemeğe imkân yoktur. İster bu, ister diğer sebeplere atfedilsin, âni ve sür’atli kâr arzusu, pek az istisnalarıyla, iş hayatımızın müşterek sıfatıdır. Teşebbüs erbabının mümkün olan hallerde monopolleşmeyi hedef tutmaları da aynı sebepten ileri gelmiş olacaktır.

c. Plâsman şekiller ve navileri de, faal ve menkul bir iş sermayesinin terakümüne faydalı ve yararlı olmayacak bir istikamettedir. Hiç değilse yüksek gelir ve servet sahiplerinde kuvvetli olması icap eden tasarruf meyli, gösteriş uğruna istihkâlin tazyiki altında zaman zaman geriledikten başka, kalan kısmıyla dahi katı ve donuk bir servet stokuna vücut vermekten hali kalmamaktadır. Bu stokun önünde ve ilerisinde, en emin plâsman şekli olarak, toprak mülkiyetinin veya altının tercih edildiğini görüyoruz. Banka mevduatının son yıllarda devamlı ve hızlı artışına rağmen, bu tercih itiyadının ortadan kalktığına işaret edecek belirtiler henüz ortada yoktur. Ortaçağ insanı, toprağa ve kıymetli madene gömülü ve onlarla ölçülü servet anlayışı ile el’an içimizde yaşar gibidir. İleri ve modern bankacılığımız dahi, renkli ve cazip duvar afişlerinde gayrimenkul ve (yakın tarihe kadar altın!) vâadi ile, içimizde yaşayan bu insanın “arkaik” fakat o nispette muannit ruh haletine hitap etmesini pek iyi bilmiştir. Görünürde yan yana sıralanan ileri tesis ve teşebbüs örnekleri altındaki bu ruhlar, hakikî iş adamı ve hayatı için birinci plânda gelen faal ve menkul (mobil) bir servet telâkkisine yararlı olamayacağını bir kere daha tespit etmeliyiz.

Yukarıdaki tafsilât ile zihniyet dünyamızın, her köşesine nüfus eden eksiksiz bir tablosunu çizdiğimizi iddia edecek değiliz. Ancak, hâdiselerin asırlık “trend”ini ana hatlarıyla olsun belirteceğimizi umuyoruz.

Bir kere daha anlıyoruz ki: İleriye doğru hızla yürüyen iktisadî şekil ve formların zihniyet muhtevası, bazı cepheleriyle iş hayatının muhtaç olduğu yürütücü kuvveti ve insanı yoğurup şekillendirirken, diğer cepheleriyle el’an Ortaçağ kıymetlerinin tesiri ve baskısı altındadır. Tarihin her büyük dönemecinde olduğu gibi burada da düşündürücü bir ihtilât karşısında bulunuyoruz: Batı kapitalizminin belki kuruluş asırlarını hatırlatacak şekilde maddî imkânların zaman zaman üstüne ve ilerisine sarkan naif bir kazanç hevesi, hesap ve sayıdan fazla hoşlanmayan kaprisli çıkışlarıyla, günümüzün mevzuu olmakta devam ediyor. Bir kazanç hevesi ki, önüne dikilen tradisyon engellerini devirirken, alıştığı şekillere, bilhassa ânî ve çabuk kârlarla politik menşeli servet çeşitlerine tamamıyla yüz çevirmiş görünmemektedir. Toprağa, altına ve bilhassa gösterişe bağlılık cihetinden geçmiş asırlara göre esaslı bir değişme karşısında olmadığımızı da tespit etmiş bulunuyoruz. Bütün bu şart ve şekiller altında, zahiren ileriye çeker görünen kuvvetlerin gerçekte geriye çekme ve tepmeleri, iktisat zihniyetimizin kaderini tetkik edenlere çok kere “ne kadar değişse aynı şey!” dedirtecek ölçülere varabilmektedir. Buna rağmen, mahsulü ve kıymet ölçüleriyle organik ve münzevî hücrelerinden dışarıya (piyasa ekonomisine) çıkmanın tadına ve alışkanlığına varmış bir insanın, maddece bu cephesiyle de olsa, istikbal için cesaret verici bir işaret olduğunu tekrarlamak yanlış olmayacaktır. Önümüzdeki yılların ve belki evvel yılların bu yol kavşağındaki sarmaşık ve girift ihtilâtı nereye kadar götürecekleri şimdiden merakla beklenmeye değer bir noktadır. Zira, iktisadî varlığımızın kaderi, “satıh-üstü” cihet ve gayretlerle beraber, uzun vâdeli olarak altta ve derindeki gelişmenin istikametine bağlı kalacaktır.

Prof. Dr. Sabri ÜLGENER

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 812-821


Dipnotlar :
[1] Bu hususta tafsilât için “İktisadî Gelişmenin Şartları ve Sınırları” adlı etüdümüze bakılabilir, İktisat Fakültesi Mecmuası, XVI. cilt 1-4 sayılı nüshası, s. 6.
[2] İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri, İstanbul1951, s.7.
[3] Bu kısmı takip eden izahlar, adı geçen kitabımızın muhtelif fasıllarındaki tafsilâttan istifade edilerek yazılmıştır. Ancak lüzumlu yerlerde sayfaya işaret edilecektir.
[4] Tafsilat, adı geçen kitabımızın 154 ve müteakip sayfalarındadır.
[5] Zaman ve Mekân ölçüleri hakkında adı geçen kitabımıza bakılabilir; s. 58 ve 59.
[6] İbrahim Hakkı (18. yüzyıl): Marifetnâme, s. 347, 1294.
[7] İrade noksanı ile sayı ve hesap geriliği adı geçen kitabımızın 202-208 inci sayfalarında gözden geçirilmiştir.
[8] Aynı kitapta s. 209.
[9] Fikir ve zihniyet tarihi bakımından son derece mühim noktalardan biri de, muhtelif düşüncelerin kendilerini nesilden nesle taşımaya hizmet edecek eserlerde “objectivasion”u ve o şekilde tekrarlanışlarıdır. Bu tekrarlanma bazen -tâbir câizse- nefeslenme payı bırakmadan fikir dünyasını aralıksız dolduracak bir kesrete (frequence) varmış olabilir. Bizde tevekkül, kaza ve kader gibi düşünceler uzun zaman bu vaziyeti muhafaza etmişlerdir. “Dünya fâni, ahret bâki” sözünün asırlarca tekrarına sinirlenen Şeyh Galip, bunu duymamış bir kulağın kalmadığını söylemekte haksız değildi. (“Olsa ne kadar harap ve mâşuş/Yoktur bunu işitmemiş guş!” Hüsnü aşk).
Tanzimat, Ortaçağ düşüncesinin bu yekvücut kütlesine yer yer çatlaklar getirmiştir. Burada aksine fikirler belirmeye başlamıştır. Bununla mevcut fikir yapısı üzerine bir ikinci tabaka yükselirken, bu tabakanın alelâde bir adaptasyondan ibaret kalmayıp söyleyen ve dinleyenler tarafından bizzat benimsenmiş olup olmadığını ayrıca düşünmek lâzım gelir.
Tanzimat’tan beri bizde zihniyet değişikliğinin hızla ilerleyememesinin bir sebebi, yeni fikirlerin daha çok adaptasyon şeklinde telâkki edilmeleri ve intişar sahalarının darlığıdır.
[10] Namık Kemal’in bu mevzu ile yakından alâkalı yazıları, Sây, Görenek ve Londra Mektupları vs. Ebu Ziya Tevfik’in Numûnei Edebiyatı Osmaniye kitabında dercedilmiştir.
[11] Teşriki Mesâi, Taksimi Mesâi, (Yeni Kütüphane) s. 114, 1296.
[12] Bu satırlar “İktisadî Gelişmenin Şartları ve Sınırları” adlı makalemizden alınmıştır, zikredilen yerde!.
[13] Sevdai Sây ve Amel, s. 16 (Yeni Kütüphane) 1295.
[14] Metinde gösterilmiştir.
[15] Bu mevzuda Social Forces in the Middle East (Edited by S. N. Fisher-Cornell University Press, 1955); s. 132.
[16] Ânî ve çabuk kârların aynı zamanda yüksek bir istihlâk meyline sebebiyet verdiklerini ve o suretle devamlı bir sermaye terakümü yolunda dikkate alınması gereken mânilerden birini bu noktada aramak lâzım geleceğini, adı geçen makalemizde izah etmiş bulunuyoruz, s. 14 ve 15.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.