A. Giriş
Osmanlı hanedanının yirmi sekizinci hükümdarı ve III. Mustafa’nın oğlu olan III. Selim, ilgi çekici bir tesadüf eseri olarak Fransız İhtilali’nin gerçekleştiği 1789 yılında tahta çıkmış ve 1807 yılına kadar yaklaşık on sekiz yıl Osmanlı Ülkesi’ni yönetmiştir. İç ve dış sorunların alabildiğince ağırlaştığı 18. yüzyıl sonlarında III. Selim yirmi sekiz yaşında padişah olduğunda Osmanlı Devleti, Rusya ve Avusturya gibi iki büyük düşmanıyla savaş içindedir. Bu ortamda savaştan ve mağlubiyetlerden yorgun düşmüş İmparatorluk için genç padişah adeta taze bir kan sağlayarak, batılılaşma ve reform çabalarına yeni bir soluk getirmiştir. Şehzadelik günlerinden beri yetenek ve enerjisi konusundaki şöhreti, hükümdarlığının yönetici kadrolar, ordu, reaya, hatta yabancı elçiler arasında büyük bir sevinçle karşılanmasına neden olmuştur.[1] Bu dönemde ilk kez reform teşebbüsleri askeri alanla sınırlı kalmamış ve dönemin simgesi haline gelen Nizam-ı Cedit Programı çerçevesinde toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştırılmıştır. Nizam-ı Cedit ordudan başlamak üzere toplumun ve devletin bütün kesimlerinde ve alanlarında yapılacak olan batılılaşma ve yenileşme çabalarını içine almıştır. Bu anlayış içerisinde diplomasi reformu ve yeni dış politika yaklaşımları, III. Selim’in batılılaşma programında hem çok özel bir yere sahip olmuş, hem de yeni yeni şekillenmekte olan bir dünya görüşü ile ilgili önemli ipuçları vermiştir.
Aslında Osmanlı Devleti’nde ilk batılılaşma teşebbüsleri III. Selim’le birlikte başlamış değildir.
17. yüzyıl’dan itibaren ortaya çıkan “kısmi müessese ıslahları” 18. yüzyıl başlarında ıslahat hareketlerine dönüşmüştür.[2] 18. yüzyıl’da Batının kuvvetli, imparatorluğun zayıf olduğu anlaşıldığında, Batılı gibi olmak bir ıslahat programı sayılmış, bütün Batılılaşma hareketleri ıslahat hareketleri olarak nitelenmiştir.[3] 1622’den itibaren Genç Osman’ın, IV. Murat’ın, Köprülülerin açtığı bu çığır Lâle Devri ile birlikte yeni bir biçime bürünmüştür.[4] Her ne kadar Lale Devri, III. Ahmet’in İran Şahı Nadir Han karşısında alınan mağlubiyetin kızgınlığıyla, Sarayın “Frenk tarzına” karşı duyulan öfke birleşince çıkan ayaklanma karşısında tahttan feragat etmesiyle sona ermişse de, bundan sonra tahta çıkan bütün padişahlar az ya da çok ıslahatlara devam etmişlerdir.
III. Selim’in geniş kapsamlı reform programının hemen öncesinde amcası I. Abdülhamit devrinde de ıslahat çabaları ara verilmeden sürdürülmeye çalışılmıştır. III. Mustafa’nın iktidar günlerinde İstanbul’a gelen Baron de Tott, I. Abdülhamit’in ilk yıllarında da çalışmalarını sürdürmüş, modern topçu birliği ve Hendesehane’yi kurmuştur. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için sadece askeri alanda yapılacak reformları yeterli görmeyen ve toplumun bütün kesimlerini kapsayacak yeniliklerden yana olan, I. Abdülhamit’in sadrazamı Halil Hamit Paşa ise görevde kaldığı sürece kökü uzun yıllar öncesine dayanan aksaklıkları düzeltmeye çalışmıştır. Bu amaçla toprak düzeni ve tımar sistemini aldığı tedbirlerle yeniden işler hale getirmek için çaba harcamış, Yeniçeri Ocağı’nda düzenlemeler yaparak görevini yapmayanları ocaktan atmış, Osmanlı sanayiini kuracak girişimlerde bulunmuş, Baron de Tott’un sürat topçu birliklerini yeniden canlandırmıştır.[5]
Kendinden önceki padişahların açtığı yolda ilerleyen III. Selim ile birlikte Osmanlı’yı Batı’dan ayıran “demir perde” tamamen ortadan kalkmasa da parçalanmaya başlamış, açılan yarıklardan sadece Avrupa’nın askeri ve teknik başarıları değil, bunların gerçekleştirilmesini sağlayan siyasi, ekonomik ve sosyal kurumlar, fikirler de girmiştir.[6] Osmanlı düzeninin genel yapısı göz önüne alındığında öncü nitelikteki bu hareketlerin çok hafif bir etki bırakacağı açıktır. Burada esas cevaplandırılması gereken soru, daha sonraki dönemlerde devlete ve topluma nüfuz ederek modern Türkiye’nin üzerinde yükseleceği kurumların oluşumuna yol açacak alt yapının hazırlanmaya başlayıp başlamadığıdır. Buna bağlı olarak sorulabilecek bir diğer soru ise şöyle formüle edilebilir. III. Selim kendisinden öncekiler gibi gelenekçi bir reformcu mudur yoksa 19. yüzyıl ortalarındaki radikal değişimleri simgeleyen (eski kurumları kaldırıp, Batıdan yeni kurumlar alma) Tanzimat reformlarının yollarını açan kişi midir? [7]
Konumuz açısından vurgulanması gereken bir diğer önemli nokta ise Ortaylı tarafından dile getirilmiştir: “18. yüzyıl siyasal düşüncesi Türk toplumunun hep batılılaşma etrafında cereyan etmesi ancak Batılılaşmanın adının konulamamasıdır. Hele Batının siyasal müesseselerinin kabul veya ret anlamında mülahazaya alınması hiç söz konusu değildir”.[8] Bu dönemde Batılılaşmanın Osmanlı toplumu tarafından farklı algılandığı ve daha çok hayatın içinde gerçekleştiği görülmektedir. Üst sınıf Osmanlılar Avrupa toplumunu taklite başlamışlar, konaklarında Avrupalı dostlarını da çağırdıkları davetler düzenlemişlerdir. Türk Osmanlı için Batılılaşma bir tarz-ı hayat, zengin yaşam, renk, ihtişam, güzel bahçeler ve hatta yavaş yavaş hoşlanmaya başladıkları Batı musikisidir.[9] Sadece yönetici sınıf değil, reaya da bu yakınlaşmadan nasibini almıştır. Batılı tüccarlar askeri ve teknik personel sokaklarda, pazarlarda, kahvehanelerde Sultan’ın tebası ile karşı karşıya gelmiş, sokaklarda gösteri yapan Avrupalı aktör, palyaço ve sihirbazlar alt sınıf Osmanlı şehir hayatının alışılagelen simaları olmuşlardır. Büyük şehirlerde yaşayan her düzeydeki halk Avrupa modasını (mobilya-giyim-mimari vb.) gücü elverdiğince takip etmeye çalışmıştır. Hatta İngiliz elçisi Liston 1796’da Londra’ya gönderdiği raporlarda “toplumun bütün sınıflarında Avrupa’yı taklit modasının çok güçlü bir eğilim” olduğundan bahsetmektedir.[10]
B. Nizam-ı Cedit Kavramı ve Genel Olarak III. Selim’in Batılılaşma Politikası
III. Selim ve dönemi deyince akla gelen ilk kavram kuşkusuz Nizam-ı Cedit’tir. Bilindiği üzere Avusturya ve Rusya ile barış yapıldıktan sonra uygulanan reform programı “Nizam-ı Cedit” yani “yeni düzen” olarak adlandırılmıştır. Bu kavrama ilk kez Viyana’ya olağanüstü elçi olarak gönderilen
Ebubekir Ratip Efendi’nin sefaretnamesinde ve sadrazam tarafından padişaha takdim edilen arz tezkeresinde rastlanmaktadır. Ebubekir Ratip Efendi Avusturya siyaseti ve kurumlarından bahsederken, mevcut idari düzeni “Nizam-ı Cedit” olarak tarif etmektedir.[11] Fransız ihtilali sonucunda kurulan yeni rejim de Osmanlı Devleti’nde “Fransa Nizam-ı Cedidi” olarak kabul edilmiştir.[12] Ayrıca sadrazamın padişaha gönderdiği arz tezkeresinde “Fransız Devleti’nde zuhur eden ihtilale binaen nizam-ı cedit ihtira eylediğinden” söz edildiği gibi, padişah da arzın derkenarına “Françe nizam-ı cedidinin bir suret-i tahrir ve taraf-ı hümayunuma irsal oluna” ibaresini yazmıştır.[13] Bütün bunlardan anlaşılan “Nizam-ı Cedit”in Osmanlı Devleti yönetim kademelerinde mevcut idari düzenin yerine yenisinin konması anlamında kullanıldığıdır.
Bu noktadan hareketle kavramın Osmanlı Devleti’nde dar ve geniş olmak üzere iki anlam içerdiğini görmekteyiz. Dar manada Nizam-ı Cedit, III. Selim devrinde Avrupa usulüne göre yetiştirilmek istenen talimli askerin adıdır. Geniş manada Nizam-ı Cedit ise, Avrupa’nın ilim, teknik ve tecrübelerinden faydalanmak suretiyle Osmanlı Devleti’nde idarî, mülkî, askerî, sınaî, ziraî, ilmî vb. alanlarda yapılması gerekli görülen bütün ıslahatları ifade etmektedir.[14] Daha açık bir deyimle Nizam-ı Cedit ordudan başlamak üzere toplumun ve devletin bütün kesimlerinde ve alanlarında yapılacak olan Batılılaşma girişimleri ve reform çabaları demektir.[15] III. Selim bu topyekün reform programı ile merkezi devlet örgütünün gücünü hem dış düşmana (özellikle Rusya) hem de iç düşmana (ayanlar) karşı arttırmayı da hedeflemiştir.[16]
III. Selim şehzadeliği döneminden başlayarak Batılılaşma ve reform kavramlarıyla tanışmıştır. Babası III. Mustafa’nın askeri alanda yapmak istediği ıslahatlara bizzat tanıklık etmiş, amcası I. Abdülhamit döneminde de bazı kısıtlamalara rağmen önceki şehzadelere göre daha hür bir ortamda yaşamıştır. Özellikle yakın çevresi İstanbul’daki yabancı elçi ve uzmanlarla ilişki içine girmiştir. Özel doktoru Lorenzo şehzadeye kitap ve gazete taşıdığı gibi Fransız elçiliği ile haberleşmesini de sağlamıştır.[17] Selim’in dönemin Fransız kralı XVI. Louis’e gönderdiği mektupları ise o sırada Amedi Kaleminin başında bulunan Ebubekir Ratip Efendi kaleme almıştır.[18] Fransız kralı ve hariciye nazırına yazdığı mektupları yine yakın çevresinden İshak Bey ilgili şahıslara ulaştırmıştır. Burada ilgi çekici olan nokta Fransa’ya giden İshak Efendi’ye Selim’in “Avrupa ahvalini, harp tekniğini ve donanmasını tetkik etmesi” tavsiyesinde bulunmasıdır. Şehzadenin mektuplarında konumuz açısından önemli olan iki vurgulama vardır. Bunlardan birincisi III. Selim’in ileride yapacağı reformlar konusunda Fransa’nın yardımını talep etmesidir. İkinci husus ise yeni dış politika anlayışı ile ipuçları veren ifadelerdir. Selim mektuplarında Osmanlı’nın en büyük düşmanı olarak kabul ettiği Rusya’ya karşı Fransa’nın desteğini istemektedir ki bu da tahta geçince uygulamaya koyacağı “denge politika”sının ifadesinden başka bir şey değildir.[19]
III. Selim padişah olduktan sonra reform programını biçimlendirmeden önce yapılacak ıslahatlar konusunda devrin önde gelen şahsiyetlerinden bu konuda layihalar hazırlamalarını istemiştir.[20] Hazırlanıp III. Selim’e takdim edilen layihalarda bir fikir birliği olmamakla birlikte ağırlık noktasını askeri reformlar oluşturmaktadır. Ancak diğer alanlarda yapılması gereken ıslahatlara da sınırlı biçimde de olsa yer verilmiştir. Hemen belirtmemiz gerekir ki geçici elçi olarak Avusturya’ya gönderilen Ebubekir Ratip Efendi’nin hazırladığı ve bu ülkenin askeri ve sivil idaresi hakkında bilgiler veren Sefaratnamesi de reform programının temel kılavuzlarından olmuştur.[21] III. Selim ıslahat programını hazırlamak üzere on kişiden oluşan bir komisyon kurmuş ve bu komisyondan hem layihaların hem de Ebubekir Ratip Efendi’nin raporunun dikkate alınmasını talep etmiştir.[22]
III. Selim Nizam-ı Cedit programı çerçevesinde askerî, idarî, iktisadî alanlarda reformlar yapmıştır. Bunların incelenmesi konumuzun kapsamı dışında kalmakla beraber diplomasi reformu ve Batılılaşma politikası açısından önem taşıyan noktalara ve sonuçlarına kısaca değinmekte yarar vardır.
III. Selim devrinde askeri alanda yapılan ıslahatlar üç başlık altında toplanmıştır. Mevcut askeri ocakların ıslahı, Avrupa usulünde asker yetiştirilmesi, askeri teknik müesseselerin ıslahı. Askerî ve teknik müesseselerin ıslahı projesi dönemin Batılılaşma politikası açısından büyük bir önem arzetmektedir. III. Selim topçuluk, istihkam, denizcilik ve bunlara yardımcı bilimlerde eğitim sağlayan yeni askerlik ve denizcilik okullarına ağırlık vermiş, 1794 yılında Mühendishâne-i Berri-i Hümayunu kurmuş, daha önce kurulan Mühendishâne-i Bahri-i Hümayun’da ise yenilikler yapmıştır. Bu okullara ve kurumlara İngiltere, İsveç özellikle de Fransa’dan uzmanlar, mühendisler ve hocalar getirtilmiş, ilk kez Fransızca zorunlu dil olarak kabul edilmiş, Kara Mühendislik okulunda 400 ciltlik bir kütüphane kurulmuştur.[23]
Askeri reformları gerçekleştirebilmek için Batıdan alınan destek önemli sonuçlara yol açmıştır. Her şeyden önce bu dönemde Osmanlı ülkesinde sayıları hızla artan askeri danışman ve teknik adamların toplumdan soyutlanması imkânsız hale gelmiş, bunlar toplumda erimek yerine maaşlı yabancılar olarak kalmışlar, özelliklerini korumuşlardır. Böylelikle bir yandan Batılılar nüfusun bütün katmanlarını anlama ve yakınlık kurma çabası içine girerlerken, öte yandan da Osmanlı insanı ilk kez “garip kafirlerin” tavırlarını yaklaşım tarzlarını ve dünya görüşlerini merak ederek bilgi sahibi olmaya çalışmıştır.[24] Ayrıca, Batıdan alınan destek (özellikle Fransa) yeni bir sosyal unsurun da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu öğrenim, okuma ve kişisel temasla Batı uygarlığının birçok yönüne aşina olan, en az bir Batı dili (genellikle Fransızca) bilen kara ve deniz kuvvetlerinde çalışan gençlerden oluşan bir toplumsal tabakadır.
Bu sosyal grup Batıyı yeni ve daha iyi metodlar öneren bir rehber olarak kabul etmiştir. Batı kültürünün heyecanla dolu öğrencileri çok geçmeden Batının matematik ve balistikten daha fazla sunacak şeyleri olduğunu fark etmişlerdir. Fransızca bilmeleri de onlara ders kitaplarının dışında başka şeyler okuma imkanı vermiş ve bu kitapların bir kısmını kendi okullarının kitaplıklarında bulabilmişlerdir.[25] Askeri alandaki reformlar bir alt başlıkta değerlendireceğimiz üzere diplomasi reformuyla birleşince askeri anlamdaki Nizam-ı Cedit rejim ya da sistem olarak Nizam-ı Cedit anlayışı haline gelmeye, Batı uygarlığının farklılıkları sezilmeye başlanmıştır. Lâle Devri’nde başlamış olan Batılılaşma çabaları, III. Selim’le birlikte kısa vadeli sonuçlarını vermiştir.
Nizam-ı Cedit programı çerçevesinde idari alanda yapılan ıslahatlar da Osmanlı diplomasi teşkilatını doğrudan etkilemiştir. Bu amaçla diplomasi teşkilatında personel sayısının azaltılması için bazı önlemler alınmış,[26] işe alınacak memurların nitelikleri konusunda belli kurallar getirilmiş[27], işe girmede ilk kez objektif usuller kabul edilerek sınavla işe girme ilkesi benimsenmiştir.[28]
III. Selim’in reform ve Batılılaşma politikasını sonuç kısmında ayrıntılı olarak değerlendirecek olmakla birlikte burada kayda değer şu düşünceyi belirtmekte yarar vardır. III.Selim’i 17. yüzyıl ortasında merkezi otoriteyi yeniden kurmuş olan Köprülüler zamanından beri uygulana gelen reform teşebbüsleri ile 19. yüzyıl Tanzimat reformları arasında, geçiş döneminin bir şahsiyeti olarak ilgi çekici kılan şey, onun amaçlarına ulaşmak için Avrupalı uygulamaların kabulünün hazırlanması konusunda, yaptıklarının kapsamı ve Batı ile Osmanlı yönetici seçkinler sınıfı arasında iletişim kanallarını açma şeklidir.[29]
C . III. Selim’in Dış Politika Anlayışı ve Diplomasi Reformu
Osmanlı Devleti yüzyıllardır izlediği karşılıksız diplomasi anlayışını[30] III. Selim döneminde terkederek, 1793 yılında Yusuf Agah Efendi’nin Londra büyükelçisi olarak tayin edilmesiyle karşılıklı diplomasiye geçmiştir. 18. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti aralarındaki ittifaklar sürekli değişen düşmanlarıyla mücadele etmiş ve artık tek başına ayakta kalamayacağını anlamıştır. Üstelik bu dönemde dünyada belirleyici dengeler salt Avrupa merkezli olmaktan çıkmış, yeni çekişme alanları doğmuştur. Osmanlı ise gün geçtikçe içinden çıkılmaz hale gelen bu oyunda giderek yalnızlığa sürüklenmektedir. Bu ortamda Osmanlı Devleti her ne kadar dış politikada İslami vurgulamaları koruyor gibi gözükse de gitgide Batılı diplomatik kavramlar ve metodlara duyulan yakınlık artmıştır.[31] Fransız İhtilali, Şark Meselesi kavramının ortaya çıkışı, Osmanlı dış politika anlayışının değişerek denge siyasetinin benimsenmesi, uluslararası sistemdeki gelişmeleri takip edebilecek kanalların yokluğu gibi faktörler 18. yüzyıl’daki gelişmelerle birleşince III. Selim’in Batılılaşma programının en önemli parçasını diplomasi reformu oluşturmuştur. Yeni diplomasi anlayışı hem ülke içinde başlatılan reform programının uzantısı olmuş, hem de her geçen gün devleti kuşatan uluslararası şartlara cevap verme isteğinin bir sonucu olarak doğmuştur.
- Fransız İhtilali’nin Osmanlı Diplomasi Anlayışı Üzerindeki Etkileri
Fransız İhtilali birçok açıdan Osmanlı Devleti’ni derinden etkilemiştir. Çünkü Batı Hıristiyanlığının İslam dünyasında gerçekten iz bırakan ilk büyük fikir hareketidir. İhtilalin İslam dünyasında ve Osmanlı’da bu denli etkili olmasının sebeplerinden birisi de kuşkusuz laik niteliğidir. Fransız İhtilali Avrupa’da din dışı kavramlarla entelektüel vurgulamaları bir arada kullanan ilk büyük sosyal başkaldırıdır. Laikliğin kendisinin Müslümanlar için bizatihi bir çekiciliği olmasa da Hıristiyan olmayan hatta Hıristiyanlık karşıtı olan ve bu niteliği liderleri tarafından önemle vurgulanan bir hareket İslam dünyasına kendi dini inanç ve geleneklerinden taviz vermeksizin Batının sırlarına vakıf olma imkanını tanımıştır.[32]
Fransız İhtilali’nin Osmanlı açısından bir diğer önemli boyutu, hareketin şok dalgaları Osmanlı’ya ulaşınca yüzyıllardır uygulanan karşılıksız diplomasinin terk edilerek karşılıklı diplomasiye geçilmesidir. İhtilali izleyen günlerde uluslararası siyaset ve diplomasi şartlarında hızlı bir değişim yaşanmıştır. Neredeyse her gün yeni ittifaklar doğmakta ve buna bağlı olarak devletlerin dış politikaları değişmektedir. İhtilal sonucu ortaya çıkan liberalizm, nasyonalizm gibi fikir akımları İhtilal Savaşlarıyla Avrupa’nın içlerine yayılıp çok uluslu imparatorlukları tehdit ederken, Fransa Napolyon’la birlikte kıta Avrupasını Fransa’nın liderliğinde birleştirme mücadelesine girmiştir. Buna karşılık İhtilalin doğurduğu yeni fikir akımlarını kendileri için büyük bir tehlike olarak gören İngiltere, Avusturya, Prusya, Rusya gibi devletler Fransa’ya karşı kutsal ittifak oluşturmuşlardır.[33]
Böylesine kaygan ve değişken bir uluslararası zeminde savunma durumuna geçmiş Osmanlı’nın sadece kendi gücüne dayanarak ayakta kalması zorlaşmıştır. Üstelik iki büyük düşmanı Rusya ve Avusturya ile savaşmaktadır. Avrupa’da çıkarlarının uyuşabileceği müttefiklere ihtiyacı vardır. Bunun içinse Avrupa devletler dengesinde meydana gelecek gelişme ve değişmelerin yakından takip edilmesi gerekmektedir. İstanbul’a bol, güvenilir ve hızlı bir şekilde Avrupa siyaseti ile ilgili bilgilerin akması ihtiyacının duyulduğu bir dönemde yurtdışında daimi diplomatik misyonlar bulunmadığı için bilgi edinebileceği kaynaklar son derece sınırlı, güvensiz ve yetersizdir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin üç bilgi kaynağı vardır; Eflak ve Boğdan Voyvodaları,[34] Divan-ı Hümayun Tercümanı,[35] ve İstanbul’daki çeşitli devletlerin diplomatik temsilcileri.[36] Ancak her üç kaynaktan elde edilebilecek bilgiler de yetersiz ve taraflıdır.[37]
Avrupa siyasetinden dışlanmamak, uluslararası sistemdeki değişimleri takip etmek ve Osmanlı dış politikasını bu faktörlere uygun olarak şekillendirmek için Avrupa ülkelerinden doğrudan doğruya güvenilir ve tarafsız bilgi edinmek gerekmektedir ki bu da ancak karşılıklı diplomasiye geçmekle mümkün olmuştur.
- Şark Meselesi ve Denge Siyaseti Kavramlarının Doğuşu ve Osmanlı Dış Politika Anlayışında Ortaya Çıkan Değişiklikler
III. Selim’in karşılıklı diplomasi uygulamasına geçmesinin sebeplerinden birisi de “Şark Meselesi” (Eastern Question) kavramının Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehdit etmesidir. Bu siyasete bir tepki olarak kendini koruma içgüdüsü ile “denge siyaseti” devletin resmi dış politika anlayışı haline gelmiştir. Yeni dış siyaset stratejisi diplomasiye ve diplomatlara olan ihtiyacı arttırdığı gibi uluslararası gelişmelerin de kesintisiz takibini gerektirmektedir. Böyle bir durumda III. Selim’in tek seçeneği ise yurt dışına daimi diplomatik misyonlar göndermek olmuştur.
Tarihsel açıdan bakıldığında Avrupa’ya göre Doğu, Osmanlı Devleti’nden başlamaktadır ve Şark Meselesi basit bir tanımla Avrupalı güçlerin Osmanlı topraklarını etkileri altına alma ve bu topraklarda nüfuz kazanma politikası anlamına gelmektedir.[38] Konu ile ilgili çok sayıda çalışma incelendiğinde Şark Meselesi’nin tamamen Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren bir kavram olduğu ve İmparatorluğun elinde bulunan Balkan toprakları, İstanbul, Boğazlar, Karadeniz ve Mısır’ın belirleyici role sahip oldukları görülmektedir. Şark Meselesini gündeme getirense Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecine girmesi olmuştur. Parçalanma belirtileri ile birlikte Avrupalı güçler Şark Meselesi adı altında Osmanlı mirasını paylaşma ve pastadan en büyük dilimi alabilme mücadelesine girmişlerdir. Bu politikanın ilk belirgin işaretlerinin 1774 Küçük Kaynarca Barış Antlaşmasıyla ortaya çıktığını söylemek mümkündür.[39]
18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı Devleti’nin devletler arası ilişkilerde kabul etmiş olduğu prensip siyasi anlaşmazlıklarda ve savaşlarda kendi kuvvetine dayanmak yani kendi kendine yetmektir. Bu sebeple Osmanlı Devleti ile Avrupa devletlerinden biri ya da birkaçı arasında imzalanmış saldırı veya savunma amacına yönelik antlaşmalara rastlanmamaktadır. Buna karşılık Osmanlı 18. yüzyıl sonlarından itibaren ve bütün 19. yüzyıl boyunca kendi kuvvetine dayanan bir siyaset değil, fakat devletlerin menfaat çatışmalarından istifade etme temeline dayanan bir denge politikası izlemiştir.[40]
III. Selim Fransız İhtilali’nin yarattığı uluslararası şartlarda Şark Meselesi çerçevesinde büyük güçlerin Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı baskılardan bunalarak denge politikasını uygulamaya koymuştur. Kendisinden sonra gelen padişahlar da devletin son günlerine kadar bu anlayışa bağlı kalmışlardır. Bundan sonra Osmanlı Devleti’nin İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya gibi devletlerle ilişkileri denge siyaseti çerçevesinde belirlenmiştir. Osmanlı için büyük öneme sahip olan denge siyasetini kısaca şöyle tarif etmemiz mümkündür: “Avrupa’nın büyük devletlerini ve menfaat çatışmalarını birbirlerine karşı kullanarak ve zaman zaman bunlardan birinin desteğini elde ederek Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak.”.[41]
III. Selim tahta çıktığı zaman kendisini Rusya ve Avusturya gibi iki büyük düşmanı ile savaş içinde bulunca, bu iki devlete karşı Prusya ile ittifak yaparak[42] denge siyasetini uygulamaya koymak istemişse de arzuladığı sonucu alamamıştır.[43] 1798 yılında ise Fransızların Mısır’ı işgal girişimi ile kozlar Osmanlı’nın eline geçmiş ve bu tarihten itibaren 1878 yılına kadar denge politikasındaki partneri İngiltere olmuştur.[44] Bununla beraber olayların seyrine göre aynı dönemde zaman zaman Fransa, Prusya ve hatta can düşmanı Rusya’nın desteğine bile başvurmuştur.[45] 1878’den sonra ise İngiltere’nin Osmanlı politikasını radikal bir şekilde değiştirip Osmanlı Devleti’ni parçalama siyasetine girmesiyle birlikte Osmanlı’nın yeni müttefiki Almanya olacaktır.
- Karşılıklı Diplomasiye Geçilmesi ve Yurtdışında Daimi Osmanlı Elçilikleri ile Konsolosluklarının Açılması
Yukarıda üzerinde durduğumuz gibi Fransız İhtilali’nin uluslararası sistemde yarattığı değişiklikler, Şark Meselesi, Denge Siyaseti kavramlarının ortaya çıkışı Osmanlı için diplomatik faaliyetlerin önemini arttırmış ve 1793’te karşılıklı diplomasiye geçilmiştir. Avrupa’ya ikamet elçisi gönderilmeye karar verildiği zaman ihtiyatlı davranılarak, daimi elçiliklerin tedricen kurulması uygun görülmüştür. İmparatorluğun karşılıklı diplomasi konusunda daha önce bir deneyimi olmadığı için daimi elçilik açılacak ülkelerin seçiminde çok titiz davranılmıştır. Bu konuda akla ilk gelen ülke Fransa’dır. Kanuni devrinden itibaren iki ülke arasındaki siyasî ve ticarî ilişkiler kesintisiz sürmüştür.
Bu süre zarfında her iki devlet birbirleriyle savaşmadıkları gibi aralarında ciddi bir problem de yaşanmamıştır. Padişah III. Selim’in Fransa’ya duyduğu sempati ve Batılılaşma programında bu ülkenin oynadığı rol de bu tercihte etkili olmuştur. Ancak tam bu sıralarda Fransa ve diğer Avrupa devletleri arasında başlayan savaşın şiddetlenmesi Osmanlı Devleti’ni kararından vazgeçirmiştir. Bunun üzerine uzun süredir dostane ilişkiler sürdürülen İngiltere’ye daimi diplomatik misyon gönderilmesine karar verilmiştir.[46]
Reis-ül Küttab Mehmet Raşit Efendi Osmanlı Devleti’nin İngiltere’ye ikamet elçisi gönderme konusundaki isteğini İstanbul’daki İngiliz elçisi Lord Ainslie’ye bildirerek ne şekilde hareket edilmesi gerektiğini sormuştur. Bu ve bunu izleyen bir dizi görüşme sonucunda[47] Yusuf Agah Efendi büyükelçi rütbesiyle Londra’ya tayin edilmiştir.[48] 1793 Ekim ayı ortalarında maiyeti ile birlikte İstanbul’dan hareket eden, yılda 50.000 kuruş maaş ve 15.000 kuruş harcırah alacak olan bu ilk daimi Osmanlı elçisi beraberinde sırkatibi (başkatip) Mehmet Raif Efendi, ateşe Derviş Ağa, iki tercüman ve Hıristiyan tebadan ticari işlerle uğraşacak bir maiyet memuru götürmüştür.[49]
Elçi tayininde 1795’te ikinci adımın atılması uygun görülerek Avusturya ve Prusya’ya daimi elçilik açılmasına karar verilmiştir. Seyyid Ali Efendi Berlin, İbrahim Akif Efendi Viyana elçiliklerine tayin edilmişlerdir. Ancak Fransız elçisi Verninac’ın Bab-ı Ali nezdindeki yoğun çabaları ve padişahın da uygun görmesiyle Berlin’e tayin edilen Seyyid Ali Efendi’nin Paris’e, Aziz Efendi’nin Berlin’e, İbrahim Akif Efendi’ninse Viyana’ya tayinlerine karar verilmiştir.[50] Böylelikle ilk karşılıklı diplomasi denemesinde Osmanlı Devleti Londra, Paris, Berlin, Viyana gibi dönemin önde gelen ve izledikleri dış politikalar itibarıyla Osmanlı’yı yakından etkileyen Avrupa başkentlerinde daimi temsilcilikler açmıştır. Bir tek Rusya’nın başkenti St. Petersburg bu uygulamanın dışında bırakılmıştır.[51]
III. Selim, diplomasi reformu çerçevesinde yurtdışındaki Osmanlı tebasının ticari çıkarlarını koruyacak konsoloslar da tayin etmiştir.[52] Genelllikle ilk konsoloslar tayin edildikleri yerde ikamet eden Rumlardır ve ortodoks Hıristiyan tebanın ticarette aktif olduğu Malta, Cenova, Marsilya gibi merkezlerde görev yapmışlardır.[53] Birkaç yıl sonra Amsterdam ve Londra’da da Osmanlı konsoloslukları açılmıştır.
- Osmanlı Diplomasi Reformunun Değerlendirilmesi ve Bu Reformun III. Selim’in Batılılaşma Politikası Üzerindeki Etkileri
III. Selim’in diplomasi reformu kısa vadede arzu edilen sonuçları sağlayamamakla birlikte, Osmanlı’nın batılılaşma politikası üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Lewis’in batıya yeni bir pencere açılması[54] olarak nitelediği karşılıklı diplomasi uygulamasının III. Selim’in Batılılaşma politikasına katkılarını belirli başlıklar altında toplamak mümkündür:
- Daimi elçilik görevi ile Avrupa’ya gönderilen devlet adamları müsbet bilimlerin Osmanlı ülkesine girişinde etkili bir rol oynamışlardır.[55]
- Osmanlı daimi elçiliklerinin Batıdan askeri ve sivil uzmanların getirilmesi konusunda katkıları olmuştur. Örneğin Yusuf Agah Efendi Osmanlı ordusunda öğretmen olarak çalıştırılmak üzere İngiltere’den subaylar göndermiştir.[56] Yine askeri reformlarda en fazla yardımı sağlanan ülke olan Fransa’dan uzmanların getirtilmesinde de daimi elçiliklerin büyük katkısı olmuştur.
- Osmanlı daimi elçilikleri Batıyı tanıyan devlet adamlarının yetişmesine imkan vermiştir. III. Selim’in 1806 yılında Paris’e büyük elçi olarak tayin ettiği Muhip Efendi’nin talimatnamesinde “Sefir-i mumaileyhin maiyetinde olan memurinin cümlesi oltarafda beyhuda izaa-i vakt etmeyüb hidmet-i Devlet-i Aliyye yarayacak elsine ve ulum ve maarif ve fünun tahsiline say-i beliğ etmeleri matlub olmağla leylü nehar iştigal ve müvazebetden hâli olmayalar” kaydı mevcuttur.[57] Yani ilk daimi elçilerden gittikleri ülkelerin belirli müesseselerini incelemeleri, Osmanlı Devleti için yararlı olan bilgileri, dilleri ve bilimleri öğrenmeleri istenmiştir. Kuran bu zatların, İstanbul’a döndükten sonra sadaret kethüdalığı, defterdarlık, nişancılık gibi önemli görevlerde bulunduklarından ve Osmanlı devlet idaresinin Batılılaşmasında III. Selim’e kuvvetli destek olduklarından bahsetmektedir.[58] Lewis ve Shaw ise ilk elçilerin gönderildikleri ülkeler hakkında pek az şey öğrendikleri, öğrendiklerinin de pek azından etkilendikleri görüşündedirler. Bu yazarlara göre ilk elçilerin İstanbul’a ulaşan raporları törenler ve protokol sorunları ile ilgili haberler, Avrupa tiyatroları, modası, yiyecekleri vb. gereksiz bilgilerle doludur.[59] Yurtdışına gönderilen ilk daimi Osmanlı elçilerinin kuşkusuz Batılılaşma politikasına katkıları olmakla birlikte arşiv belgeleri Lewis ve Shaw’ın görüşlerinde de haklılık payı olduğunu gözler önüne sermektedir. İlk elçilerin raporlarında Avrupa’daki siyasi gelişmeler, devletlerarası ilişkilerin son durumu, Avrupalı devletlerin Osmanlı politikaları gibi kendilerinden istenen bilgilere pek rastlanmamaktadır.[60] Bu şartlar altında Paris sefirimiz gibi devletin çıkarlarının korunmasını Paris’li saygıdeğer hanımlara modaya uygun renkte şalların gönderilmesine bağlayacak diplomatların bulunması[61] da doğal karşılanmalıdır.
Birçok bilim adamının ittifakla kabul ettiği üzere III. Selim’in diplomatik reformlarının Batılılaşma politikası açısından uzun vadedeki en önemli sonucu ilk elçilerin beraberlerinde Avrupa dillerini, bilimini, kültürünü ve toplumunu öğrenmeleri için gençler götürmeleridir. Böylelikle birçok Osmanlı genci bir süre bir Avrupa kentinde oturmak, bir Avrupa dili öğrenmek ve Fransız İhtilali sonrasında Avrupa’da hakim olan fikirlerle tanışmak fırsatına kavuşmuşlardır. Bu gençler Avrupa’dan dönüşte kalemlere katip olarak girmişler, bir Batı dilini iyi derecede öğrendikleri için kendilerinden diplomasi teşkilatında yararlanılmış ve bürokratik hiyerarşide ordudaki reformların subaylar arasında yarattığı gibi Batı’ya dönük aydın bürokrat tipinin tohumlarını atmışlardır.[62] Berkes’in tanımıyla “ilk defa olarak devlet himayesinde ve çevresinde daha önce bulunmayan bir tip, eskinin ilmiye sınıfının yerini almak üzere olan aydın tipi, daha sonra değişecek olan modern intelligentsia’nın öncüleri” ortaya çıkmıştır.[63] Bu yeni sosyal grup ve onların sahip olduğu zihniyet Tanzimat döneminin kapılarını açtığı gibi, devletin 19. yüzyıldaki reform ve batılılaşma anlayışına da damgasını vurmuştur.
Verdiğimiz bilgilerin de gösterdiği üzere değişen dış politika ve diplomasi anlayışı III. Selim’in batılılaşma teşebbüslerine olumlu katkılarda bulunmuş ve Tanzimat’a doğru ilerleme başlamıştır. Bununla birlikte diplomasi reformunun aksayan yönlerinin de bulunduğu inkar edilmez bir gerçektir. Her şeyden önce 18. yüzyıl’da Batıda diplomasi uygun eğitimden geçmiş, yetenekli profesyonellere ihtiyaç gösteren teknik bir branş haline gelmiştir. Oysa Osmanlı Devleti karşılıklı diplomasiye geçtiği yıllarda uzman kişilerden oluşan bir diplomatik elite sahip değildir. İlk diplomatlar Divan kalemlerinde geleneksel metodlara göre yetişmiş, Arapça ve Farsça bilen ancak batı dillerine ve kültürüne aşina olmayan kimselerdir. Diplomasinin kendine özgü metodlarından ve terminolojisinden habersizdirler. Bu eksiklikler ilk daimi elçilerin çalışma biçimlerinde ve raporlarında kendisini göstermiştir.[64] Yine bu ilk elçiler uluslararası sistemdeki değişimleri yakından takip edip, İstanbul’a bildirme konusunda başarılı olamamışlardır. Örneğin Paris sefirimiz Seyyid Ali Efendi, Fransız dışişleri bakanı Talleyrand tarafından Napolyon’un Mısır’ı işgal etmeyeceğine inandırılmıştır. Hatta Seyid Ali Bey Fransızların Mısır harekatı başladıktan sonra bile durumdan habersiz her şeyin normal ve Fransa’nın Osmanlı’nın dostu olduğu yönünde raporlar gönderebilmiştir.[65]
Sonuç itibariyle Fransız İhtilali ile radikal bir değişikliğe uğrayan uluslararası sistemde III. Selim’in reform çabaları ve kullandığı araçlar sınırlı ve yetersiz kalmıştır. Bunun en büyük sebeplerinden birisi Osmanlı Devleti’nin önceden planlanıp, belirlenmiş açık ve tutarlı bir dış politikaya sahip olmamasıdır. Üstelik yaygın kanaate göre diplomasi henüz savaş alanlarında zafer kazanıncaya kadar faydalanılacak bir zaman kazanma yöntemi olarak görülmektedir. Bunun da ötesinde yüzyıllardır izlenen diplomasi anlayışı terk edilip, karşılıklı diplomasiye geçilirken bu değişikliğin alt yapısı hazırlanmamıştır. Çünkü III. Selim’in diplomatik reform programı, merkezde devletin dış ilişkilerini koordine edip, yönlendirecek bir hariciye nazırlığının kurulmasını kapsamamaktadır. Kısacası Osmanlı hariciye teşkilatı henüz tam anlamıyla içinde bulunduğu çağın şartlarına uyum sağlayamamıştır.
D. Sonuç
III. Selim’in batılılaşma politikası ve reform programı hakkında farklı görüşlerin varlığı dikkati çekmektedir. Bunların bazılarında bahsetmekte yarar vardır; Cevdet Paşa, Mustafa Nuri Paşa gibi tarihçiler III. Selim dönemi ile ilgili eleştiriler yapmakla birlikte bunları daha çok sultanın tecrübesizliğine, idareci seçmekteki başarısızlıklarına ve genel olarak yönetim düzenindeki bozukluklara bağlamaktadırlar. III. Selim Dönemi ile ilgili en ayrıntılı çalışmaları yapan tarihçilerden birisi olan Karal ise III. Selim Devri’nde gönüllü olarak bir “Batılılaşma” hareketi başladığını ve ıslahat hareketlerinin askerî alanı aşıp, bütün devleti ve toplumu kapsayacak bir yapılanmaya dönüştüğünü ifade etmektedir.
Batılı tarihçilerden Shaw III. Selim’i bir modernist olarak niteleyerek, özellikle diplomasi reformunun “batıya bir pencere” açtığını ileri sürmektedir.[66] Shaw bu dönemdeki reformların zamanın gereksinimlerine karşı geleneksel Osmanlı yanıtları olduğu, Avrupalı düşüncelerin toplumda kök salmayıp, daha sonrası için tohumlar attığını söylemenin daha doğru olacağı kanaatindedir.[67] Yazar dönemin askeri reformlarının Batılı sayılabilecek siyasal ve sosyal reformlarla tamamlanamadığı[68] görüşündedir ve III. Selim için “gelenekçi reformcuların en liberali”[69] şeklinde ilgi çekici bir tanımlama yapmaktadır.
Yine Batılı tarihçilerden Lord Kinross’a göre III. Selim Osmanlı Sultanları içinde radikal reformlara kendisini tamamen ve sabırlı bir şeklide adayan sayılı padişahlardan biridir ve iki yüz elli yıl önce Kanuni’nin Doğulu kavramlar ve İslâmî geleneklerle başardıklarını, III. Selim batılı kavramlar ve yeni laiklik ruhu ile gerçekleştirmeye çalışmıştır.[70] Başarısız olmasının en büyük sebebi ise imkansız bir denemeye girişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bütün güçsüzlüğüne rağmen yüzyıllardır süre gelen dokunulmaz ve dirençli geleneksel sistemi tarihin bu aşamasında tek bir vuruşla değiştirecek kadar kuvvetli değildir.[71]
Berkes, çağdaşlaşma sorununun III. Selim’le birlikte artık militer bir yenileşme işi olmaktan çıkıp, eski rejimin yerini alacak başka bir rejimin temellerini aramak sorunu haline geldiğini[72] çıkan ayaklanmanın da bu dönüşümün fark edilip, tepki duyulmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir.[73]
Şimdiye kadar kaydettiğimiz bütün görüşler bazı eleştirilerine rağmen III. Selim’in geniş kapsamlı ve önceki dönemlerden daha farklı bir Batılılaşma programını uygulamaya çalıştığı konusunda hem fikirdirler. Fransız İhtilali’nden sonra, Paris’te yayınlanmaya başlayan Moniteur Universel isimli gazete ise daha farklı bir yorum yaparak, III. Selim’i “kesinlikle Avrupalı veya Avrupalılaşmak isteyen bir hükümdar olarak görmemekte, tam tersine bir despot olarak” nitelemektedir.[74] Bu nitelemenin objektifliğinin tartışmalı olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Değerlendirme yapılırken o dönemde Fransa ve Osmanlı arasındaki ilişkilerin inişli-çıkışlı seyri (özellikle Mısır’ın Fransızlar tarafından işgal girişimi), İngiliz-Osmanlı ittifakı, genel olarak Batının Osmanlı’ya yönelik önyargıları da gözden uzak tutulmamalıdır.
III. Selim askerî, idarî, malî, iktisadî, siyasî ve diplomatik reformları “Nizam-ı Cedit” programı başlığı altında toplayarak iktidarının ilk yıllarından itibaren uygulamaya koymaya çalışmıştır. Genç padişah savaşın ve bütün gücünü cephede yoğunlaştıran bir devletin böylesine geniş kapsamlı bir reformu başarıya ulaştırmasının imkansız olduğunu da anlamıştır. Bunun için Osmanlı Devleti’nin uzun bir barış dönemine ihtiyacı vardır. Ayrıca reform programının başarısı büyük oranda dış yardıma bağlıdır. Özellikle askeri ve teknik reformların gerçekleşebilmesi için Batılı askerî ve teknik uzmanların getirtilmesi gereklidir. O halde Osmanlı bu tür yardımları sağlayacağı Fransa, İngiltere, Prusya gibi ülkelerle dostane ilişkiler kurup, problem yaratmaktan kaçınmalıdır. Bütün bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi içinse bir yandan “karşılıklı diplomasi”ye geçilip önemli Batılı merkezlerde daimi temsilcilikler açılmış, öte yandan da dış politika anlayışı değiştirilerek “denge politikası” izlenmeye başlanmıştır. Ancak III. Selim’in Batılılaşma politikasının başarısını sınırlayan iki önemli faktör vardır. Bunlardan birincisi fonksiyonunu yitirmiş eski kurumları ortadan kaldırmaya cesaret edememesi, onları muhafaza ederken aynı alanda faaliyet gösterecek, Batılı usullerle çalışan yeni kurumları Osmanlı toplumuna tanıştırmasıdır.[75] Böylelikle aynı alanda faaliyet gösteren eski ve yeni müesseseler kaçınılmaz bir rekabet içine girmişler, bu da reformların başarısını, toplum ve devlet hayatına yeterince nüfuz etmesini önlemiştir. III. Selim o dönemin herhangi bir idarecisinin gücü yettiği kadarıyla geleneksel yapıda yenilik girişimlerinde bulunmuş; bunun için de “geleneksel reformcuların en liberali” olarak nitelenmiştir.[76]
III. Selim’in programının başarısını sınırlayan ikinci nokta ise reformlarına halkın desteğini sağlayamaması ve Batılılaşma politikasının dar bir elit azınlık tarafından desteklenmesidir. Endüstrinin gelişmediği, ticaretin büyük ölçüde yabancıların elinde olduğu Osmanlı Devletinde İhtilal Fransa’sında ya da herhangi bir Avrupa ülkesinde olduğu gibi reformların arkasında duracak sosyal ve ekonomik güçler yoktur. Bu sebeple reformist azınlık önemli bir baskı unsuru olamamıştır. Ancak kabul etmek gerekir ki III. Selim’in Batılılaşma politikası ve onun bir uzantısı olan diplomasi reformu Batıdan yeni ve aydınlanmacı görüşlerin ülkeye girişini hızlandırmış, reformların ufkunu genişleterek ufak bir akıntıdan kabına sığmayan bir sele dönüşmesine imkan sağlamıştır.
Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 660-670