1699 Karlofça Anlaşması’ndan sonra özellikle Avrupa’da gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılın başından itibaren yaptığı savaşlar ve uğraşmak zorunda kaldığı iç isyanlar süresince başındaki badireleri, o dönemde çıkarlarının uyuştuğu bir ülke ile ittifaka girerek atlatmaya çalışmıştır. Bu ülke ise, neredeyse XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar İngiltere olmuştur.
İngiltere, can damarı olan Hindistan’a en kısa ulaşımın Osmanlı topraklarından geçmesi sebebiyle, özellikle bugünkü Orta Doğu, Mısır ve İran topraklarının, bölgede rakibi olan Rus ve Fransızların etki alanına girmemesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin yıkılarak topraklarının bu ülkeler arasında paylaşılmasındansa, sözünü geçirebileceği zayıf bir Osmanlı Devleti’nin yaşamasından yana olmuştur. Fakat 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin ağır bir yenilgi alması, İngiltere’nin “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası”ndan vazgeçerek bölgedeki çıkarlarını, o dönemde rakipsiz olan, kendi donanmasının gücü ile savunmaya karar vermesine neden olmuştur. Nitekim bu niyetinin emarelerini 1878 Berlin Konferansı’nda da göstererek, Osmanlı toprak paylaşılmasına katıldığı gibi, kendi menfaatlerine dokunulmaması şartıyla diğer büyük devletlere de, çıkarlarının olduğu toprakları almalarına itiraz etmeyeceğini bildirmiştir.[1] Bu politikasının bir neticesi olarak İngiltere, donanmasına üs olarak kullanmak amacıyla 1878’de Kıbrıs’a yerleştiği gibi, 1882’de de Hindistan yolunun en önemli geçişlerinden biri olan Süveyş Kanalı’nı güvence altına almak için Mısır’ı işgal etmiştir.
İngiltere’nin Berlin Anlaşması’ndan sonra açıkça Osmanlı topraklarının paylaşılmasına katılması, XIX. yüzyılın klasik denge politikasında ihtisaslaşmış Osmanlı devlet adamlarını, Osmanlı Devleti’ni destekleyecek yeni bir güç arayışına sevk etmiştir.[2] Buna en büyük aday, siyasî birliğini sağlamış, ekonomisi ve endüstrisi sürekli baş döndürücü bir hızla büyüyen, güçlü bir orduya sahip ve 1871’den beri Avrupa siyasetinde ağırlığını hissettiren Almanya idi. Fakat Alman Şansölyesi Bismarck’ın “Şark Meselesi”ne neredeyse kayıtsız olması, bu yakınlaşmanın önündeki en büyük engeldi. Bu engel ise, 1888’de tahta çıkan ve artık Almanya’nın kıta kalıplarını aşarak bir dünya gücü olması gerektiğine inanan, genç ve gözüpek Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından bertaraf edilecekti. 1888-1890 yılları arasında, kurduğu sistemi II. Wilhelm’e rağmen devam ettirmek için elinden gelen her şeyi yapan Bismarck, 1890 yılında kendisine istifadan başka bir ihtimal bırakılmayınca görevi bırakmak zorunda kalmıştır. Böylece, II. Wilhelm’in önünde Almanya’yı bir dünya imparatorluğu haline getirmek için takip edeceği Weltpolitik[3] için hiçbir engel kalmayacak ve bu tarihten itibaren Almanya, Avusturya-Macaristan ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirecek bir maceranın önü açılmış olacaktır.
1. II. Wılhelm’in Tahta Çıkması ve Weltpolitik
Alman siyasî birliğinin mimarı olan Bismarck, Alman İmparatoru I. Wilhelm ile çok iyi anlaşmış ve güvenini kazanmıştı. Bu sebepten dolayı İmparator, dış politikanın idaresini de Bismarck’a bırakmıştı. Bismarck da imparatorun bu güvenini boşa çıkarmayarak bu genç devleti, özellikle kıtayı ilgilendiren konularda, söz sahibi ülke haline getirmiştir. Fakat I. Wilhelm’in 1888 yılı Mart ayında ölmesiyle yerine, pek de geleneksel Alman hükümdarı kalıplarına uymayan liberal III. Friedrich geçmiştir.[4] Zaten gırtlak kanseri olan III. Friedrich’in üç ay sonraki ölümüyle, İmparatorluğu oğlu II. Wilhelm devralmıştır.
II. Wilhelm’in tahta çıkmasıyla genç İmparator ile yaşlı Şansölye arasında amansız bir üstünlük mücadelesi başlamıştır. Bu döneme kadar Alman siyasetinin hâkimi olan Bismarck’ın temel hedefi Avrupa barışının korunması idi. Bismarck’a göre, sahip olmaları gereken her şeye sahiptiler ve hiçbir savaş, sonu kendileri için zaferle bitse dahi, Almanya’ya bir şey kazandırmayacaktı. Dolayısıyla mevcut durumu ve barış halini korumak Almanya’nın temel hedefi olmalıydı.[5] Bismarck’ın kıta ile sınırlı ve Fransa’ya karşı Almanya’nın Rusya ve Avusturya-Macaristan ile kurduğu ittifaka dayanan denge politikasının aksine II. Wilhelm, Avrupa’da müttefik olarak sadece Avusturya-Macaristan’a taraftar olmasının yanında, Almanya’nın artık kalıplarını kırarak, kıtanın dışında sömürgeciliğe dayanan bir dış politika takip etmesi gerektiğine inanıyordu.[6]
II. Wilhelm ve Bismarck arasındaki bu fikir ayrılığı, 1890’da Rusya ile olan ittifakın yenilenmesi konusunda iyice belirginleşerek zirveye çıkmıştır.[7] Bu konu hakkında zaten fikir birliğinde olmayan II. Wilhelm ile Bismarck’ın tartışmaları üzerine, II. Wilhelm Bismarck’tan istifasını istemiş ve Bismarck’ın istifası 20 Mart 1890’da kabul edilmiştir.[8] Bismarck’ın istifasıyla artık II. Wilhelm’in önü açılmış ve Weltpolitik için hiçbir engel kalmamıştır.
Bismarck’ın istifasından sonra en önemli gündem maddesi Rusya ile güvenlik anlaşmasının yenilenmesi meselesi olmuştur. Bismarck’ın oğlu Herbert von Bismarck’ın da babasıyla birlikte görevinden ayrılmasıyla, yerine Dışişleri Bakanı olan Baron von Marschall ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Baron von Holstein, 1887 Alman-Rus Güvenlik Anlaşması’nı incelediklerinde bunun 1879 Almanya-Avusturya arasındaki ittifak ile çeliştiği kanaatine varmışlardır. Çünkü Almanya, bu anlaşmada Rusya’ya Balkanlar’daki siyasetini desteklemeyi taahhüt etmiştir ki, bu durum aynı zamanda Avusturya’ya karşı Rusya’nın desteklenmesi anlamına geliyordu.[9] Genelkurmay Başkanı Afred von Waldersee’nin de aynı kanaatte olması nedeniyle Almanya-Rusya Güvenlik Anlaşması yenilenmemiştir.[10]
1897 yılı, genellikle Alman dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu yıl, daha sonra Şansölye olacak Bülow’un Marchall’ın yerine dışişlerinin, Amiral Tirpitz’in de donanmanın başına getirilmesi ve II. Wilhelm’in de kesin olarak ülke idaresini ellerine geçirmesiyle, geçmişle gözle görünür bir kopuşun yaşandığı ve artık Weltpolitik’in resmen işlerlik kazanmaya başladığı bir yıl olmuştur.[11]
II. Wilhelm’in Weltpolitik’i yürütebilmesi için, Alman çıkarlarını açık denizlerde de koruyabilecek bir donanmaya ihtiyacı vardı. Halbuki, 1896’da birinci sınıf açık deniz zırhlısı açısından Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve ABD’nin ardından altıncı sıradaydı.[12] Halbuki II. Wilhelm, Almanya’nın da İngiliz Kraliyet donanması çapında bir donanmaya sahip olmasını istiyordu.[13] Fakat, bu çaptaki bir donanmayı Reichstag’a[14] kabul ettirmek ve gerekli para için onay almak gerçekten zordu. Çünkü, Fransa ve Rusya ile savaşmak için güçlü bir donanma gerekmiyordu. İngiltere ise, o dönemde dost bir ülke idi. Ancak Amiral Tirpitz ve ekibi devreye girerek her şeyi tersine çevirdiler.
Yapılması düşünülen zırhlıları haklı çıkarmak için yeni bir düşman icat ettiler: İngiltere.[15] Bu doğrultuda yapılan propagandalar sonucunda 23 Mart 1898’de Reichstag’da son defa görüşmeye açılan Birinci Donanma Yasa Tasarısı, 26 Mart 1898’de 139’a karşı 212 oyla meclisten geçmiştir.[16] 20 Haziran 1900’de meclisten geçen İkinci Donanma Yasası, birincisine nazaran daha kapsamlıydı. Buna göre birinci sınıf zırhlı sayısı iki kat artırılarak 19’dan 38’e çıkarılıyordu. Gemi inşa programı 1901-1917 yılları arasını kapsıyordu ve donanma, program çerçevesinde sipariş edilen son geminin 1920’de filoya katılmasıyla, tam gücüne ulaşıyordu. Bundan sonra ise Alman donanması artık bir kıyı koruma filosu değil, İngiliz donanmasından sonra dünyanın ikinci büyük deniz gücü haline geliyordu.[17]
Almanya’nın güçlü bir donanmaya sahip olmak istemesi, hiç şüphesiz Weltpolitik’e pratikte işlerlik kazandırabilmek için gerekli bir araçtı. Almanya’nın Weltpolitik uygulamasının göstergesi olan en önemli siyasî olaylar arasında, Transvaal Ayaklanması’ndaki “Krüger Telgrafı” hadisesi ile Birinci ve İkinci “Fas Bunalımı” gösterilebilir.
31 Aralık 1895’te İngiliz emperyalizminin önemli simalarından Cecil Rhodes’un bir ajanı olan Dr. Jameson’ın Transvaal’de bir ayaklanma başlattığı haberi Berlin’e ulaşınca, Almanlar Boer bağımsızlığını desteklemeye karar vermişlerdir. Aslında buradaki Alman çıkarları çok önemli değildi ve Almanlar, bölgenin İngilizler için de Mısır veya Boğazlar kadar önemi olmadığını düşünüyorlardı. Yani Almanya, Transvaal’deki olaya müdahale ederken ciddi bir probleme neden olmadan Avrupa meselelerinin dışına çıkıp, dünya siyasetinde de ağırlığını ispat etmek istiyordu. Almanya’nın bu hadiseye müdahale etmesindeki bir diğer sebep ise, bölgedeki Alman kapitalistlerinin yatırımları nedeniyle Boerlerin bağımsızlıklarını korumalarına yardımcı olmaktı.[18]
Boerlerin bu ayaklanmayı bastırmada başarılı olmaları üzerine, 3 Ocak 1896’da II. Wilhelm’in Transvaal Başkanı Krüger’e tebrik telgrafı çekmesi, olayların tırmanmasına ve İngiltere’nin tepkisine neden olmuştur.[19] Almanya’nın tahmininin aksine bölge, özellikle Kap Kolonisi, İngiltere için ticarî olmasının yanında stratejik öneme de sahipti. Doğuya geçişi sağlayan Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun İngilizlerin elinden çıkması durumunda Ümit Burnu, İngiltere için Hindistan’a ulaşımı sağlayacak önemli bir yoldu. Dolayısıyla İngiltere, başka bir devletin, özellikle de Almanya’nın Transvaal’e müdahalesini engellemek için donanmasını alarma geçirmiş ve buraya acil müdahale için “uçan filo” birliği oluşturmuştur. Bunun üzerine Transvaal’i savunamayacağını anlayan Almanya geri adım atmak zorunda kalmıştır.[20] Bu olayda Almanların Boerlere yardım edemeyeceği çok açıktı. Dolayısıyla söz konusu tebrik telgrafının çekilmesi de anlamsız bir adımdı. Fakat, buna rağmen bu olay Almanya’nın artık birinci sınıf bir güç olduğunun ve dünya meselelerinde artık göz önünde bulundurulması gerektiğinin göstergesi olmuştur.[21]
1905 ve 1911’de çıkan Birinci ve İkinci Fas Buhranı da, yine Almanya’nın dünya siyasetinde kendisini ispat için karıştığı, fakat geri adım atmak zorunda kaldığı Weltpolitik teşebbüsleridir. 1904 Kasım ayında Fransa’nın, Fas ordusu ve maliyesinde danışmanları vasıtasıyla etkinlik kurma teşebbüsü, burada menfaatleri olan Almanya’yı hiçe sayıldığı gerekçesiyle harekete geçirmiştir. Hatta, menfaatlerini koruma konusunda kararlılıklarını göstermek için II. Wilhelm 1905’te Tanca’ya gitmiştir. Problemin çözümü için uluslararası bir konferans teklif eden Almanya, 1906 Ocak ayında Algericas’ta bir konferans toplanmasını sağlamıştır. Fakat bu konferansta Avusturya haricindeki ülkelerin Fransa’yı desteklemeleri üzerine, Fransa’nın Fas’taki çıkarları resmen tanındığı gibi, Almanya da geri adım atmak durumunda kalmıştır.[22]
1911’deki bunalım ise, bir iç karışıklık nedeniyle Fransa’nın bölgeye asker çıkarması üzerine, Almanya’nın Fransa’nın Fas’a asker çıkarması durumunda buraya fiilî olarak da yerleşeceği endişesiyle müdahale etme isteğinden kaynaklanmıştır. Fransa Fas’a asker çıkarıp bazı bölgeleri işgale başlayınca, Almanya da kendi vatandaşlarını koruma gerekçesiyle 1911 Temmuz ayında Fas’ın Agadir limanına Panther zırhlısını göndermiştir. Fakat Almanya’nın Fas’ta bir üs edinme ihtimali Fransa’dan çok İngiltere’yi endişeye sevk ettiğinden, İngiltere Almanya’ya 1904 İngiliz-Fransız anlaşmasının şartları gereği Fransa’ya karşı taahhütlerini hatırlatmak zorunda kalmıştır. Bu hadisede İngiltere’nin Fransa’nın yanında yer aldığını gören Almanya, Fransa ile 1911 Kasım ayında yaptığı bir anlaşma sonrasında Fas konusunda yine geri adım atmak zorunda kalmış, fakat Afrika’daki sömürgelerde Almanya lehine bazı düzenlemeler yapılmıştır.[23]
Almanya’nın Weltpolitik iddiası, bunun sonucunda İngiltere ile girişilen rekabet ve oluşan iki blok, dünyayı patlamaya hazır bir saatli bomba haline dönüştürmüştür. Bu saatli bombayı patlatacak zaman ise, Almanya’nın Belçika’ya girmesi idi. Almanya, Belçika konusunda İngiltere’nin ne kadar hassas olduğunu biliyor, fakat bu durumu umursamıyordu. Nitekim Almanya, Saraybosna’daki kıvılcımdan sonra 4 Ağustos 1914 sabahı Belçika sınırlarını aşınca, neticesi hem kendisi, hem de kendisiyle birlikte savaşa sürüklediği Osmanlı Devleti için felaket olacak olan bir maceraya ilk adımını atmış oluyordu.
2. Weltpolitik’in Osmanlı Devleti’ndeki Yansımaları ve II. Abdülhamid
II. Wilhelm ve Bismarck arasında çıkan anlaşmazlık sonucunda 1890 yılında Bismarck’ın istifa etmesiyle Almanya yayılmacı bir politika izlemeye başlamış, basın ve kamuoyu da bir dünya imparatorluğu kurma idealine şartlandırılmıştır. Ancak o dönemde sömürge yarışında geç kalan Almanya’nın, gerek sömürge olmaya elverişli az alanın kalması, gerekse edindiği sömürgeleri destekleyecek donanma gücünün olmayışı, Almanya’yı ilk etapta Doğu’nun az gelişmiş, fakat zengin kaynaklara sahip geleneksel imparatorluklarına yöneltmiştir.[24]
Almanya’nın bu hedefi doğrultusunda, hem Almanya’nın istediği özelliklere sahip, hem de Almanya’nın dostluğunu uman Osmanlı Devleti, Almanya için en uygun yayılma alanı olmuştur. II. Wilhelm’i, Osmanlı Devleti’nin tam da Almanya’nın aradığı bölge olduğuna ikna eden kişi ise, 1879-1881 yılları arasında Almanya’nın İstanbul Büyükelçiliği’ni yapan Kont von Hatzfeldt olmuştur. Hatzfeldt’e göre Napoléon’a kadar Fransa Osmanlı Devleti’ndeki en imtiyazlı ülke idi. Daha sonra İngilizler onların yerini aldılar, fakat 1878’de Kıbrıs’a yerleşmeleri, daha sonra da Mısır’ı işgal etmeleri ve 1880’de Gladstone’un iktidara gelmesiyle Osmanlıların güvenini kaybettiler. Böylece Osmanlı Devleti’nde bir boşluk oluşmuştu. Doğu, doğru adamı bekliyordu ve bu adam II. Wilhelm’di.[25] Bundan böyle Almanya, Osmanlı yanlısı görünen ve bu vesileyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kaynaklarından barışçı yollarla faydalanmayı amaçlayan bir politika izlemeye başlamıştır.[26]
Bu politikanın ilk tezahürü, 1889 yılında II. Wilhelm’in eşiyle birlikte ilk resmî ziyaretini Osmanlı Devleti’ne yapması olmuştur. II. Abdülhamid, Wilhelm’in bu ziyaretinden oldukça etkilenmiş ve bu tarihten sonra Almanya’nın Osmanlı Devleti’ndeki siyasî ve ticarî etkisi günden güne artmıştır.[27]
A. Osmanlı Topraklarında Weltpolitik İçin Döşenen Yollar: Anadolu ve Bağdat Demiryolları
Almanların Yakın Doğu diplomasisi, neredeyse başından sonuna kadar bir demiryolu diplomasisi olmuş ve bu diplomasinin ciddiyetle takip edildiği en önemli yerler de Anadolu ve Mezopotamya bölgeleri olmuştur. Aslında Almanya’da bu bölgelere Alman sermayesi ve Alman göçünün yönlendirilmesi fikri eski yıllara dayanır. Almanya’nın önde gelen ekonomistlerinden Roscher, daha 1848 yılında Osmanlı Devleti’nin paylaşılması durumunda Anadolu’nun Almanya’nın tabiî hakkı olduğunu ileri sürmüştür. 1870’den sonra bu tür fikirler daha da yaygınlaşmış ve daha kesin olarak savunulmaya başlanmıştır. Bu dönemde, Almanların önde gelen haritacılarından Kiepert, düzenli olarak Osmanlı Devleti’nde araştırmalar yapmak amacıyla görevlendirilmiştir. 1886 yılında ise Alman oryantalistlerinden Dr. A. Sprenger, diğer bilim adamlarıyla birlikte, adı geçen Osmanlı topraklarında Alman kolonizasyonu kurulması yönündeki çağrıyı yinelemiştir.[28]
Anadolu’da inşa edilen demiryolları, Osmanlılardan ziyade demiryolunu döşeyen Batı Avrupalı devletlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. II. Abdülhamid, bu durumun iktisadî, siyasî ve askerî tehlikesi ve hassasiyetinin tamamen farkındaydı. Padişah da, ancak birbiriyle irtibatlı ve verimli bir demiryolu ağının siyasî ve idarî anlamda ülke bütünlüğüne, askerî anlamda ülke savunmasına ve iktisadî anlamda da ülkenin güçlenmesine katkı sağlayacağının bilincindeydi. Bununla birlikte bu düşüncelerinin, İngiliz ve Fransız kontrolünde ve daha ziyade onların çıkarlarına hizmet eden demiryollarıyla gerçekleşmeyeceğini bildiği gibi, zaten bu demiryollarının, teşebbüsün sahibi devletler tarafından nüfuz alanı oluşturmak ve ülkenin dağılmasını sağlamak amacıyla inşa edilmiş olduğu da kendisi için sır değildi. Bu sebepten dolayı, Osmanlı Devleti’nde bir demiryolu ağı inşa ettirmek için Avrupa sermayesi ve bilgisinin öneminin idrakinde olmasına rağmen, bu alandaki İngiliz ve Fransız tekelini kıracak bir imtiyaz vermek düşüncesindeydi. Bunu sağladıktan sonra da, İstanbul’dan Basra Körfezi’ne kadar uzanarak, ülkeyi neredeyse kuzeybatıdan güneydoğuya kesen ve ileride oluşturulacak demiryolu ağının omurgasını teşkil edecek bir projenin inşa edilmesini istiyordu.[29]
II. Abdülhamid, demiryolu inşasında İngiliz ve Fransız üstünlüğünü kırmak için yapılmasını istediği yeni hatları Almanlara vermek istiyordu. Nitekim yapılan görüşmeler neticesinde, Osmanlı Devleti’nde, Stuttgart menşeli Württembergische Vereinsbank’ın temsilciliğini yapan ve Mauser tüfeklerini pazarlayan Dr. Alfred Kaulla’nın, Deutsche Bank Müdürü Georg von Siemens’i ikna etmesi üzerine 6 Ekim 1888 tarihli irade ile İzmit-Ankara demiryolu hattı inşa imtiyazı Almanlara verilmiştir. Ayrıca mevcut Haydarpaşa-İzmit hattı da bu imtiyazı alan gruba devredilmiştir.[30] İmtiyazı alınan bu hattı inşa etmek amacıyla, 16 Mart 1889 tarihli irade ile merkezi İstanbul ve bir anonim şirket olan Société du Chemin de Fer d’Anatolie (Anadolu Demiryolu Şirketi) kurulmuştur.[31] Şirketin başına da Osmanlı Devleti’ndeki demiryolları ve diğer işlerle ilgili tecrübesi bulunan Otto von Kühlmann getirilmiştir.[32]
İmtiyaz sözleşmesinde taahhüt edildiği gibi, İzmit-Ankara hattı zamanında inşa edilmiş ve ilk tren Ocak 1893’te Ankara’ya ulaşmıştır. Bunun üzerine, yapılan işten memnun kalan II. Abdülhamid, 13 Şubat 1893’te, 384 km uzunluğundaki Ankara-Kayseri ve 445 km uzunluğundaki Eskişehir-Konya hattının inşasını da yine aynı şirkete vermiştir. Bu hatların inşasının yanında, İzmit Körfezi’nde bulunan Derince’ye iskele ve ambar yapımı da yine aynı gruba verilmiştir.[33]
II. Abdülhamid, Almanların Anadolu’daki demiryolu inşasında gösterdikleri performanstan o kadar memnun kalmıştı ki, 30 Mayıs 1899’da Almanlara Bağdat’a kadar uzanan yeni bir demiryolu imtiyazı vermek niyetinde olduğunu bildirmiş,[34] ön imtiyaz 30 Aralık 1899’da, nihaî imtiyaz ise ancak 5 Mart 1903’te verilmiştir.[35]
Bağdat demiryolu, inşası bittiğinde Avrupa ile Asya arasındaki en kısa yol olmakla kalmayacak, aynı zamanda Süveyş Kanalı’na da alternatif bir yol olacaktı. Bitiş noktasının Basra Körfezi olması itibariyle de İngiliz çıkar bölgesinin kalbine ulaşmış olacaktı. Bundan dolayı aynı yıl hem Hindistan Valisi Lord Curzon, hem de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Lansdowne, İngiltere’nin bölgede yıllardır devam eden üstünlüğünü tehdit edebilecek bir donanma üssünün oluşturulmasına bütün güçleriyle karşı koyacaklarını ilân etmişlerdir. Çünkü, gelecekteki en kısa Hindistan yolunun, zaten o dönemde donanma inşa programıyla İngiliz İmparatorluğu için yeterince tehdit oluşturan Almanya’nın eline geçecek olması, İngiltere için kabul edilebilir bir durum değildi. Ticarî malların Almanya’dan inşa edilecek demiryoluyla Bağdat’a taşınacak olması bile İngiltere’nin Mezopotamya ve İran ticaretine büyük bir darbe olacaktı. Bağdat demiryolu inşaatı başladığında, bu endişelerin etkisiyle İngiliz kamuoyunda Alman aleyhtarlığı baş göstermiştir. Çünkü İngiltere’de Hindistan söz konusu olduğunda, siyasî ve ticarî çıkarlar ayrı kabul edilmemiştir.[36]
Bağdat demiryolu meselesi üzerinde İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey ile II. Wilhelm’in yaptığı bir görüşmede, Grey II. Wilhelm’e Bağdat demiryolunun stratejik öneme sahip olmasından dolayı tek bir yabancı gücün elinde bulunmasının İngiltere’de endişeye sebep olduğunu söylemesi üzerine Alman İmparatoru, bu projenin kendileri için sadece ticarî değerinin olduğunu, İngilizlerin endişelerinin de yersiz olduğunu, çünkü kendilerinin Mezopotamya’da toprak edinme niyetinde olmadıklarını, Osmanlıların ise bu demiryolunu İngilizlere karşı kullanma ihtimallerinin olmadığını söylemiştir.[37]
Sömürge yarışına geç başlayarak bu konuda İngiltere, Fransa ve Rusya gibi sömürgeci ülkelerin bir hayli gerisinde kalan Almanya’nın, barışçı yollarla (Penetration Pacifique) girdiği Osmanlı topraklarında Weltpolitik çerçevesindeki en önemli hamlesi olan Anadolu ve Bağdat demiryolları projesi, II. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesiyle sekteye uğramışsa da, bu projeye en ciddi engeli koyan İngiltere ile 15 Haziran 1914’te anlaşma yapılamasıyla, söz konusu demiryolunun inşasındaki bütün engeller ortadan kalkmıştır. Fakat, Ağustos 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması bu projenin Almanya tarafından tamamlanmasına mani olmuştur.
B. Salisbury’nin Osmanlı Topraklarını Paylaşma Teklifine Almanya’nın Cevabı
1895’te İngiltere’de Rosebery kabinesinin çekilmesiyle, Osmanlı Devleti’nin artık çok uzun ömrü kalmadığına inanan Lord Salisbury, yeni kabineyi oluşturarak başbakan olmuştur. Lord Salisbury, aynı yıl Osmanlı Devleti’nde yine Ermeni meselesi ile ilgili problemler çıkınca, “Osmanlı Devleti’nin Ermeni meselesini halletse bile daha fazla ayakta kalamayacağı” doğrultusundaki düşüncelerini Almanya’nın Londra Büyükelçisi Hatzfeld’e söyleyerek, belli bir plan çerçevesinde olmasa da, Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesini teklif etmiştir.[38] Hatzfeld’in, Osmanlı Devleti’nin yıkılması durumunda adaletli bir paylaşımın mümkün olup olmadığını sorması üzerine Lord Salisbury, Kırım Savaşı öncesinde Çar Nikolai’ın İngiltere’ye teklif ettiği paylaşımın o dönemde daha kolay olabileceğini, şimdi ise bunun daha zor olduğunu ve teklifi o dönemde kabul etmemenin kendileri için bir hata olduğunu söylemiştir.[39]
Hatzfeld’in durumu Berlin’e bildirmesi üzerine kendisine şu talimat gönderilmiştir:
“Ne Almanya ne de şahsen siz Akdeniz’de toprak bölüşümü teklifi yapmamalısınız. Biz oradan herhangi bir şey istemiyoruz, öyleyse o bölgeden menfaat umanlar -İngiltere, İtalya ve Avusturya- kendi aralarında anlaşmalılar. Biz en fazla, bu üçünün anlaşmaları durumunda Alman çıkarlarının zarar görmemesi için fikir belirtebiliriz. Bu durumun gerçekleşmesinden önce bize sorulan soruları cevaplamayı reddediyoruz.”[40]
Bunun üzerine Hatzfeld, 7 Ağustos 1895’de Kraliçe ve Lord Salisbury’nin de hazır bulunduğu bir yemekte konunun tekrar açılmasıyla, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması meselesinin Avrupa barışına olumsuz etki yapacağını, bunun yanında zaten Osmanlı Devleti’ndeki durumun yeterince kötü olduğundan, bu meselenin ertelenmesi gerektiğini söylemiştir.[41]
Bu dönemde Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Holstein, İngiltere’nin bu teklifinde çok egoist olduğunu, çünkü Mısır’da zor günler yaşayan İngiltere’nin bu bölüşüm teklifiyle Anadolu ve Balkanlar’da büyük güçleri birbirine düşürerek, kendisinin Mısır’a kolayca yerleşmek amacında olduğunu ileri sürmüştür.[42] Ayrıca, İngiltere’nin yıllardır temel politikalarından biri olan Rusların İstanbul’a yerleşmesini engellemekten vazgeçerek burayı Ruslara teklif etmesi de, Rusların dikkatini Uzak Doğu’dan Yakın Doğu’ya çekerek, Uzak Doğu’daki Rus ilerlemesini durdurmak suretiyle buradaki İngiliz pozisyonunu güçlendirmek olarak yorumlanmıştır.[43] Zaten Fransa ve Rusya ile ilişkileri çok kötü olan İngiltere, Almanya’dan beklediği desteği bulamayınca, Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesi planlarını ertelemek zorunda kalmıştır. Fakat, Osmanlı Devleti’ndeki asayiş ve sükûnetin tekrar sağlanamamasının tek sorumlusu olarak II. Abdülhamid’i gören Lord Salisbury, bundan sonra II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin tek çözüm yolu olduğunu dile getirmiştir.[44]
C. Girit Meselesi (1897)
II. Wilhelm’in dünya siyasetinde Almanya’nın ağırlığını hissettirmek için müdahalede bulunduğu olaylardan biri de Girit meselesidir. 1897 yılında Girit meselesinden dolayı Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında problem çıktığında, Almanya Yunan aleyhtarı bir tavır takınmıştır. Çünkü Alman Dışişleri, her ne kadar bölgede Almanya’yı doğrudan ilgilendiren bir mesele olmadığı kanaatinde olsa da, bu problemde Yunanistan taraftarı olmanın Rus çıkarlarına hizmet edeceği gerekçesiyle Yunanistan’ın Girit siyasetine prim vermemiştir.[45] Hatta, bu problem sırasında, kız kardeşi Yunan veliahdı Konstantin ile evli olan II. Wilhelm de, bu akrabalık ilişkisinin Yunanlılar tarafından bir yumuşama vesilesi olarak kullanılmaması için azamî dikkat göstermiştir.[46]
II. Wilhelm, bu meselede kıta devletlerinin birlikte hareket etmesini sağlamak için çaba sarf etmiş, böylece hem büyük devletler arasında savaş çıkmamasını sağlamaya, hem de Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesini engellemeye çalışmıştır.[47] Şansölye Bülow, Reichstag’da yaptığı bir konuşmada, Girit meselesindeki tek amaçlarının bu problemin genel bir savaşa sebebiyet vermesini engellemek ve adada huzurun sağlanması olduğunu söylemiştir. Adadaki huzurun da ancak Müslümanların can ve mallarının teminat altına alınmasıyla gerçekleşebileceğini, bunu söylemekteki amacının da Müslümanları korumaktan ziyade barışı sağlamak olduğunu belirtmiştir. Çünkü, her iki taraf uğruna da Alman askerlerinin hayatını tehlikeye atmak taraftarı olmadığını vurgulamıştır. Fakat buna rağmen, Osmanlı Devleti’ne karşı yapılacak hiçbir baskı hareketine de katılmayacaklarını ifade etmiştir.[48]
İngiltere ise, Osmanlı Devleti’nin azınlıklarla ilgili politikası nedeniyle[49] Osmanlı Devleti lehinde bir müdahalede bulunma taraftarı değildi. II. Wilhelm’in Osmanlı Devleti ve Yunanistan arasında savaş çıkmasını engellemek için Yunan limanlarını bloke etme fikri İngiltere’nin tereddütleri dolayısıyla neticesiz kalmıştır.[50] İngiltere ve Almanya arasındaki bu görüş ayrılığı, II. Wilhelm ile anneannesi İngiliz Kraliçesi Victoria arasında gerginliğe neden olmuştur. Hatta Victoria, Wilhelm’in, kız kardeşinin prensesi olduğu bir ülke hakkında bu kadar aleyhte olmasının kendisini hayrete düşürdüğünü belirtmiş[51] ve Berlin büyükelçiliği aracılığıyla Wilhelm’in bu tavrını resmen protesto etmiştir.[52]
Girit isyanı sırasında adaya asker çıkaran Yunanistan, büyük devletlerin baskısıyla askerlerini geri çekmek zorunda kalınca Yunan kamuoyu bundan çok rahatsız olmuştu. Yunanistan bu rahatsızlığı gidermek ve kamuoyunu da tatmin etmek amacıyla Osmanlı Devleti ile bir savaş planlamaya başlamıştır. Nitekim Nisan 1897’de Yunan ordusu Osmanlı sınırlarını ihlâl edince,[53] Osmanlı-Yunan Savaşı başlamış oldu. Osmanlı ordusu Dömeke Meydan Savaşı’nda Yunan ordusunu yenince Atina yolu açılmış oldu, fakat büyük devletler Osmanlı ordusunu daha fazla ilerlememeleri konusunda uyarınca, Mayıs ayında ateşkes, Aralık ayında da anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti savaş tazminatı ve bir miktar da toprak kazanmıştır.[54]
Yunanistan’ın yenilgisiyle, Girit Rumları adada tekrar çatışma çıkarmıştır. Rumlar sadece Müslümanlara değil, İngiliz askerlerine de saldırınca başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya ve İtalya adaya müdahale ederek kontrolü sağlamışlardır. Bundan sonra adaya bir Yunan prensi vali olarak tayin edilmiş ve böylece Osmanlı Devleti’nin adadaki fiilî hâkimiyeti sona ermiştir.[55] Bu meselede özellikle İngiltere’nin belirleyici rol oynayarak durumu kendi lehinde ve kontrolünde halletmesi, Almanya’yı çok rahatsız etmiştir. II. Wilhelm, Almanya’nın büyük bir donanmaya ihtiyacı olduğunun bu olayla bir daha kendini belli ettiğini şöyle ifade etmiştir:
“Almanya’nın Avrupa güçleri arasında kendisini hissettirebilmesi için güçlü bir donanmaya olan ihtiyacı kendini bir daha göstermiştir. Girit’te, birkaç geminin yerine zırhlılardan oluşan bir birliğimiz olsaydı, Almanya Şubat’ta derhal tek başına kendi gücüyle Atina’yı bloke edebilirdi ve diğer güçler ister istemez bize katılırdı. Bu durumda hiç bir şey yapılamadı ve bütün planları geçersiz kılan, bütün güçleri mefluç eden, dolayısıyla itibar kazanan İngiltere oldu! Niye? Çünkü en güçlü donanmaya sahip olduğundan! Bu konuda bizim 1.000.000 askerimizin ise bir faydası olmadı!”[56]
Meşrutiyet’in tekrar ilânından sonra, Bosna-Hersek ve Bulgaristan örneğini takip eden Girit meclisi, 5 Ekim 1908’de Yunanistan’a bağlandıklarını ilân etmiş, fakat gerek Osmanlı Devleti’nin baskısı, gerekse büyük devletlerin böyle bir kararın getireceği riskleri göze alamamaları neticesinde bu mesele 1912 yılına kadar sürüncemede kalmıştır.[57]
D. II. Wılhelm’in İkinci Doğu Seyahati (1898)
XIX. yüzyılın son yıllarında Almanya ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan siyasî yakınlaşma ve yoğunlaşan ticarî ilişkiler, II. Wilhelm’in 1898 yılında, Kudüs’te inşa edilen Alman Protestan Kilisesi’nin[58] açılışına katılmak bahanesiyle Doğu’ya yaptığı ziyaretle olumlu yönde ivme kazanmıştır.[59] Kasım 1897’de, II. Wilhelm’in 1898’de Kudüs’te inşaatı tamamlanacak olan Alman Protestan Kilisesi’nin açılış merasimine katılmak istediğini bildirmesi üzerine II. Abdülhamid, imparatorun bu ziyaretinden çok memnun kalacağını ifade etmiştir.[60]
1898’de önce İstanbul’a uğrayan II. Wilhelm ve eşi, beraberindeki heyet ile birlikte burada II. Abdülhamid ile Osmanlı-Alman siyasî ve ticarî ilişkileri hakkında görüşmüşlerdir. Daha sonra Kudüs’e ve oradan da Şam’a geçen Alman İmparatoru,[61] buradaki temaslarıyla hem bölgede yaşayan Hıristiyanların, hem de Şam’da yaptığı meşhur konuşma ile bütün İslâm dünyasının gönlünü kazanmasını bilmiştir. Fakat bu konuşma sırasında II. Wilhelm’in kendisini sadece Osmanlı Devleti sınırları dahilindeki değil, bütün Müslümanların dostu ilân etmesi, özellikle İngiltere’yi çok rahatsız etmiştir.[62]
Bu ziyaret sırasında kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kalan II. Wilhelm, Şam’dan Rus Çarı I. Nikolai’a yazdığı bir mektupta, şimdiye kadar hiçbir “gavur” hükümdarın karşılanmadığı bir şekilde coşku ve heyecanla karşılandığını ifade etmiştir. Bunun sebebinin, Sultan’ın ve Halife’nin bir dostu olması ve kendisine de tavsiye etmiş olduğu gibi, Türklere karşı açık ve samimî bir siyaset izlemesi olduğunu söylemiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde İngilizlere karşı nefretin günden güne arttığını, aynı zamanda Fransızların da eskiden gördükleri itibarı kaybettiklerini belirtmiştir.[63] Weltpolitik’in Doğu ayağında daha etkin bir pozisyon kazanmak için II. Wilhelm’in Osmanlı Devleti’ne yaptığı bu ziyaretle Almanya, Osmanlı Devleti’ndeki ticarî ve bir bakıma siyasî nüfuzunu artırmış, fakat ilerleyen yıllarda buna paralel olarak diğer büyük devletlerle, özellikle de İngiltere ile ilişkilerini zora sokmuştur.
Başlangıçta dinî amaçlı görünen bu ziyaret, tabiatıyla siyasî ve iktisadî ilişkilerin de güçlenerek artmasına sebep olmuştur. Öyle ki Dışişleri Bakanı Bülow, Almanya’nın Kahire Başkonsolosu Müller’e çektiği telgrafta, II. Wilhelm’in Doğu’yu ziyaretinin çok olumlu geçtiğini, Osmanlı Padişahı ve İmparator arasındaki şahsî dostluğun daha da arttığını, İmparatorun Şam’da yaptığı ve 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu ilân ettiği konuşmasıyla İslam dünyasının takdirini kazandığını,[64] Kudüs’te bir Protestan kilisesi açarak Kral IV. Friedrich Wilhelm’in en büyük arzusunu yerine getirdiğini, buradaki Katolik Almanlara da kucak açmak suretiyle bölgedeki Katolikler üzerindeki Fransız himayesini kırdığını bildirmiştir. Ayrıca bu ziyaretin Almanya’nın sadece manevî çıkarlarına değil, aynı zamanda maddî çıkarlarına da hizmet ettiğini vurgulayarak, Alman sanayi ve ticaretine yeni ufuklar açıldığını belirtmiştir.[65]
II. Wilhelm, Doğu seyahatinden döndükten sonra Reichstag’ın açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmada, gerek İstanbul ve gerekse Suriye ve Filistin’de Almanların yaptığı çalışmalardan ve bu çalışmaların kendileri için sağladığı itibardan çok memnun kaldığını söylemiştir. Ayrıca selefi hükümdarların Filistin’de inşa ettirmeyi düşündükleri kilisenin açılışının bizzat kendisi tarafından yapılmasının da kendisi için, sahip olduğu iktidarı gelecekte de Hıristiyanlığın itibarını artırma ve muhafaza etme yönünde kullanmak için bir teşvik vesilesi olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu seyahati sırasında her yerde gerek kendisine, gerekse eşine iki devletin dostluğuna yaraşır bir şekilde gösterilen hüsnü kabulün, Alman çıkarları için faydalı neticeler doğuracağını ümit ettiğini ifade etmiştir.[66] Osmanlı Devleti’nin Berlin sefareti maslahatgüzarı da, İmparator ve İmparatoriçe’nin Omanlı Devleti’nde çok iyi ağırlanmasının Alman basın ve kamuoyunda fevkalade olumlu bir hava meydana getirdiğini, özellikle Post, Vossische Zeitung, Kölnische Zeitung, Berliner Tageblatt gibi gazetelerin gayet dostane bir lisan kullandığını ve Abdülhamid’in kendi ülkesine yaptığı hizmetleri sitayişle anlattıklarını bildirmiştir.[67]
Sonuç
Siyasî birliğini diğer büyük devletlere göre daha geç sağlayan ve bunun neticesi olarak sömürgecilik yarışında gerilere düşen Almanya, “güneşte bir yer kapmak” amacıyla II. Wilhelm önderliğinde, Weltpolitik idealleri doğrultusunda, dünya politikasında kendisini hissettirecek adımlar atmanın yanında, doğunun zengin ve bereketli topraklarına yönelmiştir.
II. Wilhelm, dünya politikasında kendisini hissettirebilmek amacıyla, her şeyden önce en azından İngiliz donanmasına yakın bir donanma inşa etmeye karar vererek, bunu hayata geçirmek için harekete geçmiştir. Siyasî alanda ise, Boer Savaşı, Birinci ve İkinci Fas Bunalımlarında olduğu gibi, Almanya’nın etkisini kıta Avrupası sınırlarının dışına taşıma teşebbüsünde bulunmuş, fakat eylemlerini destekleyecek çapta bir donanmaya sahip olmayışı nedeniyle bu teşebbüslerinde geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Bu dönemde bir müttefik arayışında olan II. Abdülhamid ile Osmanlı topraklarına barışçıl yollarla yerleşmek isteyen II. Wilhelm’in dış politikaları uyuşunca, bu iki ülke arasında hızla gelişen bir yakınlaşma olmuştur. Almanlar, bu yakınlaşmadan faydalanarak II. Abdülhamid’in teşvik ve talepleriyle, İstanbul’dan Basra Körfezi’ne uzanacak Anadolu ve Bağdat demiryolları imtiyazını elde etmişlerdir. Bu demiryolları, dolaylı olarak Weltpolitik’in Doğu ayağını güçlendirmek amacına hizmet etmişse de, aynı zamanda Almanya’nın diğer büyük güçlerle ilişkilerinin de gerginleşmesine de neden olmuştur.
II. Wilhelm ayrıca, Almanya’yı dünya gündemine taşıyacak, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması meselesi, Girit meselesi gibi olaylara da kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmiştir. II. Wilhelm, kendisini Müslümanların hâmîsi ilân etmesi sebebiyle dünya kamuoyunun gündemini bir süre meşgul eden 1898’deki Doğu seyahati gibi gövde gösterilerine de girişmiştir. II. Abdülhamid ise, Almanya’nın Avrupa siyasetinde Osmanlı Devleti lehinde bir denge unsuru olması sebebiyle, bu ülkenin Osmanlı topraklarındaki yatırımlarını teşvik etmiş, hatta Osmanlı topraklarında çeşitli yatırımlar yapmış olan diğer güçler arasında Almanya’yı tercih ettiğini her vesilede açıkça belli etmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 25-33