I. Giriş
Osmanlı Devleti’nin taşra yönetimi, beylerbeyilik ve sancak teşkilâtına göre kurulmuştu. Buraları, padişahın yürütme iktidarını uygulamak üzere atanan beylerbeyi ve sancakbeyi olan kimseler yönetiyordu. Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren merkezî yönetimin zayıflaması sebebi ile köylüler, bazı âyân, kadı ve devlet memurları tarafından haksız yere soyuldular ve zulme maruz kaldılar.[1] Bu arada merkezî idarenin taşradaki gücü ve etkisi azalınca meydana gelen boşluğu âyânlar[2] doldurdular ve halk ile devlet arasındaki işleri yürütürken halka karşı devletin ve devlete karşı da halkın temsilcisi oldular. Osmanlı Devleti döneminde âyân; bir şehir, kasaba, zümre ve dönem içindeki Müslümanların ileri gelen, zengin ve muteber kimseleri demektir. Âyân konumundaki kimseler için eşrâf ve derebeyi gibi deyimler de kullanıldı. Âyân konumundaki Hıristiyanların ileri gelenlerine ise Osmanlı ülkesinin değişik yerlerinde daha çok kocabaşı ve çorbacı denilmekte idi.
Osmanlı Devleti’nde merkezî devlet yapı ve yönetiminin zayıflamaya başlaması ile taşrada âyân, derebeyi, kaptan ve kocabaşı gibi zümreler çok alanda kuvvet kazanarak kendi bölgelerinin padişahı gibi yaklaşık olarak 150 yıllık güçlü âyânlar dönemi yaşandı. Osmanlı klasik döneminde âyânların nüfuzu, bulundukları yerleşim merkezinin dışına taşmazdı. Merkezî otoritenin zayıflaması yanında, maliyede iltizam ve malikâne sistemlerinin uygulanmasıile âyânlık dönemine zemin hazırlandı ve bu döneme geçildi. Âyânlık dönemi, XVII. yüzyılın son yirmi yılı içinde başladı ve 1839’da Tanzimat’ın ilânı ile sona erdi.[3]
XVIII. yüzyıl sonları ile XIX. yüzyıl başlarında Osmanlı memleketinde âyân, derebeyi ve kaptanların değişik alanlarda mühim rolleri oldu. Onların arasında benzerlik ve farklılıklar da vardı. En önemli farklılıkları, âyânların muhtariyet ve derebeylerinin ise bağımsızlık peşinde koşmalarıdır.[4] Anadolu Selçuklularından miras kalan âyânların kökü XIV. yüzyıla inmektedir. Derebeyleri ile kaptanların kökleri ise XVI. yüzyıla kadar uzanmaktadır.[5]
Menşe bakımından âyânla derebeyi arasında kesin olmamakla beraber bir fark var gibidir. İdareci olarak devletle halk arasında aracı olan âyân veya “âyân-ı vilâyet”, esasında bir bölge ve kasabanın resmî bir sıfatı bulunmayan en ileri gelenleri arasından halkça seçildiği gibi mütesellim, voyvoda vb. resmî devlet memuru iken âyân olanlar da vardı.[6]
Tayin edildikleri yerlerde Bâbıâlî’nin emirlerini dinlemeyerek keyfî bir idare kuran, muhassıl ve mütesellim gibi unvanlar alan derebeylerinin çoğu devlet memuru ve bir kısmı da âyân asıllı idi.[7]
Kaptanlar ise menşe bakımından 1463’te Bosna’nın fethini takiben kendiliğinden müslüman olmuş ve önceki imtiyazlarını devam ettirmiş olan yerli asilzâdelere bağlanırlar.[8]
Vazifeleri itibariyle ise âyân, derebeyi ve kaptanlar arasında büyük ölçüde benzerlikler vardır.[9] Bunlar arasındaki en önemli benzerlikler, merkezî otoritenin zayıfladığı bir sırada taşraya nüfuzlarını yaymaları ve vergi toplarken kendilerine haksız menfaatler sağlamalarıdır. Bu benzerliklerden dolayı derebeyi yerine daha çok âyân deyimi kullanıldı.
Âyânlar, 1683’teki İkinci Viyana Seferi’nden Lâle Devri (1718-1730) başlangıcına kadar geçen süre içinde Osmanlı Devleti’nin uğradığı askerî başarısızlıklar ve malî buhranlar sonunda vergi toplama işini üzerlerine alarak ve hattâ devlete borç para vererek önem kazandılar.[10] Bunu takip eden yıllarda merkezî hükümetin gittikçe zayıflaması ile taşranın malî ve idarî işlerini ele geçiren âyânlar, şahsî servet ve kudretlerini arttırmaları yanında bulundukları yerlere iyice hâkim oldular ve her bakımdan nüfuzlarını yayıp kuvvetlendirdiler. Bunun sonunda âyânlar, taşradaki nüfuzu devamlı olarak azalan merkezî hükümetin emirlerini dinlememeye başladılar. Bunları cezalandırma yoluyla itaat altına alamayacağını anlayan Bâbıâlî, 1786’da âyânlık müessesesini kaldırdı. Fakat bir yıl sonra başlayan 1787-1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Harbi sırasında, taşradaki hükümet işlerinin iyi yürümemesi üzerine, III. Selim Dönemi’nin (1789-1807) başında, 1790’da âyânlık yeniden kuruldu.[11]
II. Merkeziyetçilik Politikasının Sebepleri
II. Mahmut’tan önce merkeziyetçilik politikasını uygulayan padişah amcası III. Selim idi. O, “Nizâm-ı Cedîd” yeniliklerini uygularken merkeziyetçilik ile de ilgilendi, ama başarılı olamadı. III. Selim’in âyânlara karşı uygulamak istediği merkeziyetçilikte Silistre, Vidin, Canik ve Edirne’deki olaylar önemlidir. Bunlardan Rumeli’deki olaylar, âyânların ne kadar güçlü olduğunu ve merkezî hükümetin de ne kadar zayıfladığını göstermektedir.
Çevresindeki âsi ve eşkıyalara arka çıkan Vidin’in mütegallibe âyânından Pazvantoğlu Osman, 1796’da Vidin’i âsilerin merkezi durumuna getirince 1797’de karadan ve Tuna Nehri’nden üzerine asker sevk edildi. Gönderilen kuvvetler, kuşattıkları Vidin’i aylarca süren çatışmalara rağmen ele geçirmediler. III. Selim, 1798’de Napolyon’un kumandasındaki Fransız askerlerinin Mısır’ı işgal etmesi üzerine âsi Vidin âyânına vezirlik vererek isyanı sona erdirdi.[12]
Rumeli’de huzursuzluklara sebebiyet veren Rusçuk Âyânı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa ile Deliorman Âyânı Yılıkoğlu Süleyman Âğa arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar devam ederken kendi bölgelerine bir valinin gelmesine 1800’den itibaren karşı çıktılar. Bâbıâlî 1802’de Gürcü Osman Paşa’yı Silistre eyaletine bir vali tayin etti. Aynı zamanda Silistre Mütesellimi olan Yılıkoğlu Süleyman Âğa, engel olunca vali eyalet merkezine giremedi.[13]
III. Selim, uyguladığı “İrâd-ı Cedîd”e karşı isyan eden (1805-1806) Canikli Ali Paşa’nın torunu Tayyar Mahmut Paşa’nın üzerine Yusuf Ziya Paşa’nın ordusu ile Yozgat’taki Çapanoğlu Süleyman Bey’in birliklerini gönderdi. Mağlup olan âsi, Rusya’nın idaresindeki Kırım’a kaçtı.[14] Padişah, burada hedefine ulaştı ama aynı yıl Trakya’da amacına ulaşamadı ve ardından önce tahtını ve sonra da hayatını kaybetti.
A. “Nizâm-ı Cedîd”
III. Selim, 1792’de Rusya ile imzalanan Yaş Antlaşması’ndan sonra yenileşme hareketlerine girişti. Onun her alandaki bu girişimleri, “yeni düzen” anlamına gelen “Nizâm-ı Cedîd” hareketidir. İş başındaki yöneticilerin menfaatlerini düşünmeleri nedeniyle yenileşme hareketlerinde tam bir başarı sağlanamadı. Bu dönemde kurulan Batı tarzındaki “Nizâm-ı Cedîd” ordusunun masraflarını karşılamak için açılan “İrâd-ı Cedîd” hazinesine gelir sağlamak üzere zarurî ihtiyaç maddelerine konan vergiler, kıtlık ve pahalılık yaşayan halkın mevcut yönetime karşı hoşnutsuzluk duymasına sebep oldu.[15] Yenileşme hareketleri ile menfaatleri zarar gören bazı ulema ve ricâl bundan faydalanmasını bilerek bazı kişi ve zümreleri “Nizâm-ı Cedîd”e karşı kışkırtmalarda bulundular. Aşağıda gösterilen iki kışkırtma son derece önemlidir.
Yenileşme karşıtlarının bir kışkırtması, “Nizâm-ı Cedîd” ordusu ile ilgilidir. İlk olarak 24 Şubat 1793’te İstanbul’da kurulan “Nizâm-ı Cedîd” ordusu sonraları Anadolu’da yayılmaya başladı. Aynı ordunun Rumeli’de kurulması istenildiğinde hiçbir kaza bunu kabul etmedi. Pazvantoğlu ve Tuna bölgesindeki âyânlar, bu orduya muhaliftiler. Bu durum karşısında Anadolu’daki “Nizâm-ı Cedîd” kuvvetleriyle birlikte Kadı Abdurrahman Paşa İstanbul’a çağrıldı ve buradan da Sırp isyanlarını bastırmak bahanesiyle fakat aslında adı geçen orduyu kurmak için, 1806 yılı Haziran sonlarında Rumeli’ye geçirildi. Devlet yöneticilerinden “Nizâm-ı Cedîd”e muhalif olanlar, buna aleyhtar birtakım ulema ve ricâl ile ittifak ederek bir taraftan yeniçerileri, diğer taraftan da Rumeli âyânlarını kışkırttılar. Tahrikçilerin, “Nizâm-ı Cedîd” ordusunun âyânları ortadan kaldıracağına dair haber yaymaları üzerine, Rusçuk Âyânı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa başta olduğu halde etraftaki âyânların kuvvetleri, Kadı Abdurrahman Paşa ordusunun Rumeli’deki ilerleyişini önlemek için Edirne’de toplandı. Edirne üzerine yürümek isteyen Kadı Paşa, yolu üstündeki Silivri ve Çorlu’da halkın muhalefeti ile karşılaştı. III. Selim, muhtemelen “Nizâm-ı Cedîd” ordusunun başarılı olacağından şüphe ettiği ve Rus ordularının sınırlara yığıldığı bir sırada bir iç savaşın çıkmamasını, kan dökülmemesini ve asker kaybı olmamasın istediği için Kadı Abdurrahman Paşa ile ordusunu 1806 yılı Eylül ayı ortalarında İstanbul’a çağ ırdı.[16]
“Nizâm-ı Cedîd” muhaliflerinin son kışkırtıcılıkları 1807’de oldu. Onların devamlı kışkırttıkları yeniçeriler, Mayıs ayı sonunda çıkarttıkları Kabakçı Mustafa İsyanı ile önce “Nizâm-ı Cedîd” yenilikleri kaldırıldı ve hemen ardından III. Selim’in yerine IV. Mustafa tahta çıkarıldı.[17]
Bir yıl sonra bazı “Nizâm-ı Cedîd” ricâlinin etkisi altında kalan Rusçuk Âyânı Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak üzere ordusu ile İstanbul’a geldi. Paşa, IV. Mustafa’nın selefini öldürtmesi üzerine, 28 Temmuz 1808’de padişahı azledip ölümden kurtardığı şehzâdeyi, II. Mahmut’u tahta geçirdi.[18]
Öldürülmekten kurtulup padişah olan II. Mahmut, amcası III. Selim’in katledilmesinden çok etkilendi. Genç padişah, yaşadığı tehlikeli olayların yanında “Nizâm-ı Cedîd” yeniliklerinde hedeflere ulaşılamamasında İkinci Edirne Olayı ile Kabakçı Mustafa İsyanı’nın etkilerini ve bu olaylarda bazı âyân ve ulema ile yeniçerilerin faaliyetlerini biliyordu. O, yenileşme hareketlerine başlamadan önce bu tür girişimleri engelleyen kişi ve zümrelere karşı tedbirler almayı tercih etti. Tedbirlerden biri de başkent İstanbul ile taşrada güçleri ve elemanları bulunan âyân, ulema ve yeniçerilere karşı merkeziyetçilik politikası idi.
B. “Sened-i İttifâk”
II. Mahmut’un tahta çıktığı sırada memleket baştan başa karışıklıklar içindeydi. Memleketin Anadolu ve Rumeli bölgelerindeki livaların çoğu mütesellimler tarafından idare edilmekte olup, bunların bir kısmını merkeze yarı bağlı ve yarı âsi olan yerli derebeyler teşkil etmekteydi.[19]
Memleketin içinde bulunduğu kötü durum karşısında II. Mahmut, ilk iş olarak saltanatından emin olmak üzere kendisini tahta çıkaran ve kuvvetleri ile İstanbul’a hâkim olan Rusçuk Âyânı Alemdar Mustafa Paşa’yı mecburen sadarete getirdi. Yeni sadrazam, kuvvetleri ile kısa bir sürede İstanbul’un asayişini sağladıktan sonra dikkatini sınırlara ve taşraya yöneltti.
16 Ekim 1806’da fiilen başlamış olan Osmanlı-Rus Harbi devam ediyordu. Devlet, ayrıca, donanması 19 Şubat 1807’de Çanakkale Boğazı’nı geçmesinden beri İngiltere ile de savaş halindeydi. Sadrazam, bu savaşlarda başarı kazanmak için hükümet ve âyân kuvvetlerinin karşılıklı güven içinde birleşerek hareket etmeleri gerektiğine inanıyordu. Bu bakımdan sadrazam, âyânların devlete karşı olan güvensizliklerine son vermek ve memleket meselelerini görüşmek üzere bütün ileri gelen memur, paşa, vali ve âyânları İstanbul’da yapılacak bir toplantıya çağırdı. Alemdar Mustafa Paşa, toplantıya katılanlara bir reform programı sundu.[20] Mecliste bulunanlar bunu kabul ettiler. Görüşme sonunda “Sened-i İttifâk” yapıldı. Bu senet, II. Mahmut tarafından 1808 yılı Ekim ayı başlarında tasdik edildi.[21]
“Sened-i İttifâk”, yedi madde ve bir zeylden ibarettir. Bu belgenin ilk dört maddesinde padişahın mutlak otoritesi tanınmakta, emirlerine herkes tarafından itaat edilmesi gerektiği, asker ve vergi toplama yetkilerinin kendisine ait olduğu belirtilmekteydi.
Beşinci maddede, âyânların teessüs etmiş olan hakları ve durumlarının, devletin keyfî hareketlerine karşı emniyet altına alınması istenmekteydi. Ayrıca büyük âyânların kendilerine tâbi küçük âyânlar üzerindeki hâkimiyetleri tasdik olunmakta ve her birinin idare sahasının tecavüzden korunması ve bu hakların babadan oğula ırsen intikali garanti altına alınmaktaydı. Bu madde ile âyânların fiilen kurulmuş feodal durumlarına, dâimî hukukî bir mahiyet kazandırmak gayesi güdülmekteydi.[22]
Altıncı madde, İstanbul’daki ocaklardan birinin karışıklık çıkarması halinde âyânlara izin almaksızın başkente gelip âsileri tedip etme imkânı tanıyordu. Bu madde, ikinci bir irtica hareketini önlemek ve ricâlin kendi durumlarını kuvvetlendirmek için konmuş olmalıdır.[23]
Yedinci madde, adil bir vergilendirme için vergilerin, padişahın vekilleri ile âyânlar arasında yapılacak müzakereler yoluyla kararlaştırılacağını bildirmekteydi. Bu bakımdan sonuncu madde, padişahın mutlak otoritesini sınırlayıcı bir özellik taşımaktadır.[24]
Zeylde ise sadrazam ile şeyhülislâmın “Sened-i İttifâk”ı imzalayacaklarına ve aynen uygulayacaklarına işaret edilmektedir.
Padişah ve hükümet ricâli ile bir kısım âyân arasında karşılıklı taahhütleri hâvi, iki taraflı bir anlaşma mâhiyetindeki ilk belge olması bakımından büyük ehemmiyet taşıyan “Sened-i İttifâk”ın onaylanmasıyla birlikte âyânları kuvveti, hükümet tarafından resmen tanındı.[25] Böylece taşraya hâkim bulunan âyânlar, kuvvetlerinin zirvesine ulaştılar.
II. Mahmut, saltanatının istiklâline gölge düşüren böyle bir belgeyi tasdik ettiği için muhakkak ki üzgün ve kızgındı.[26] Fakat derhal bir tepki gösteremezdi. Çünkü “Sened-i İttifâk”ı, kendisini tahta çıkaran kuvvet hazırlamıştı. Padişahın buna, yani âyân kuvvetine karşı tepki göstermesi bir saltanat değişikliğine yol açabilirdi. Bir zamanlar III. Selim’in merkezîleştirme teşebbüslerine şiddetle karşı koyan Tirsiniklioğlu İsmail Ağa’nın en büyük yardımcısı olan şimdiki Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ile kuvvetleri için IV. Mustafa’yı yeniden tahta çıkarmak zor bir iş değildi.[27]
II. Mahmut, bu durum ve ihtimaller karşısında, beklemeyi tercih etti. Âyân kuvvetlerinin büyük bir kısmı İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yeniçeriler bir isyan çıkardılar. Ayaklanma sırasında Bâbıâlî’deki konağı âsiler tarafından kuşatılan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, olay yerine çok yakın olan Topkapı Sarayı’nda bulunan ve muhtemelen durumdan haberdar olan II. Mahmut’un yardım göndermemesi sonucu hayatını kaybetti. Padişah, böylece en yakınındaki en kuvvetli âyândan 16 Kasım 1808’de kurtulmuş oldu. Alemdar’ın ölümüyle İstanbul’daki âyân hâkimiyeti sona erdi. Bu arada “Sened-i İttifâk” da hükümsüz kaldı. Çünkü belgenin altıncı maddesine göre İstanbul’da çıkacak bir isyanı bastırmak için âyânların taşradan kuvvet göndermeleri gerektiği halde onlar bunu yapmadılar. Aynı nitelikte yeni belgelerle karşılaşmak istemeyen II. Mahmut, bu seneti hazırlatan âyânları her yönden kendisine bağlamak ve taşradaki hâkimiyetlerini sona erdirmek üzere merkezîleştirme siyasetine yöneldi.
C. Memleketin Çöküşü
Âyânların bir kısmı, Bâbıâlî’nin gönderdiği emirleri dinlemiyordu. Bilhassa halktan kanunsuz olarak fazla vergi alınmaması ile ilgili emirlere itaat edilmeyince halk fakirleşti. Bu yüzden köy ve kasabasını terk edenler vardı.[28] Bu durumda eyaletlerin iktisadî ziraî hayatında sarsıntılar meydana geldi.
Köy ve kasabalardaki hayatı olumsuz yönde etkileyen bir diğer zümre deli veya delil adı verilen asker topluluğuydu. Deliller, vezir ve beylerbeyi maiyetinde bulunurlardı. Bağlı oldukları kimselerden ayrılan yahut onların azledilmesiyle açıkta kalan deliller, yeni kapı buluncaya kadar toplu halde gezerek yolları üzerindeki köylerde günlerce kalırlar ve kendileri ile hayvanlarının yiyecek ihtiyacını parasız olarak köylülerden zorla tedarik ederlerdi. Bu bakımdan köy halkı büyük zarara uğramakta ve bazen de deliller tarafından açıkça soyulmakta idi.[29] Bütün bunlar, memleketi içten ve ekonomik yönden çökertmekteydi.
Yine bazı âyânlar, bir harp sırasında asker, hayvan ve zahire gönderilmesi hususundaki Bâbıâlî emirlerini çoğunlukla dinlemezler, bazen de bu istekleri gecikme ile veya eksik olarak yerine getirirlerdi.[30] Bu yüzden cephedeki ordunun gücü kısmen zayıflardı. Osmanlı ordusunun yeterli güçte olmamasının bir başka sebebi de tımarlı sipahilerin disiplinsiz olmaları ve kimi zaman da cepheye gitmemeleridir.[31]
II. Mahmut, yıkılmakta olan devleti kurtarmak için tek çıkar yolun yenilik hareketleri olduğuna inanıyordu. Islahat hareketlerinin başarıya ulaşması da buna engel olacak kuvvetlerin ortadan kaldırılması ile mümkündü. Padişah, “Nizâm-ı Cedîd” ordusunun kaldırılmasına yol açan İkinci Edirne Olayı’nda âyânların oynadıkları rolü unutmamıştı.
D. Batı’nın Tesiri
Osmanlı Devleti’nde merkezî yönetime uymayan ve karşı gelen âyânlar, derebeyi olarak bilinirdi. Derebeyinin Batı dünyasındaki karşılığı olan deyim ise “feodal lord”, “despot” ve “senyör” idi. Onların Avrupa’da kurdukları siyasal rejim ile toprak köleliliğine ise feodalizm yani derebeylik sistemi denirdi. Avrupa’daki feodalite ile Osmanlı’daki derebeylik arasında bazı benzerlik ve farklılıkları vardı.[32] Bilhassa yurtluk ocaklık sancaklarının bulunduğu Doğu Anadolu eyâletleri “feodal bir karakteri göstermekteydi”.[33]
Ortaçağ’ın X-XII. yüzyıllarında feodalizmin Avrupa’da yaygınlaşan bir düzen olduğu görüldü. XIII. Yüzyılda Avrupa’daki devlet yönetimlerinde merkezî krallıkların güçlenmesi ve kralların senyörlere ait bazı yetkileri onlardan alıp kullanmaları yanında sanayiin doğuşu, ticaretin gelişmesi ile çoğalan şehirlerde toplumsal bir sınıf olarak burjuvazinin oluşması feodalizmin sona ermesinde etkili oldu. Burjuvalar, 1789 Fransız Büyük İhtilâli’nde büyük rol oynadılar.
Avrupa devletlerinin XVIII. ve XIX. yüzyıllarda merkeziyetçi bir siyaset uyguladıkları görüldü.[34] Osmanlı Devleti, Avrupa’daki gelişmeleri genellikle XVI. yüzyıldan itibaren Fransa üzerinden takip etmeye çalışıyordu. 1789 Fransız Büyük İhtilâli’nin de bunda etkisi oldu. II. Mahmut, başlatacağı yenilik hareketlerine örnek olarak Avrupa ülkelerini almıştı. Bu ülkelerden bilhassa Fransa’daki merkeziyetçi idarenin varlığı padişahın bu yönde bir siyaset takip etmeye yöneltmiş olmalıdır.
E. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Etkisi
Bâbıâlî’nin Mısır’a tayin ettiği vali, vilâyette tam bir iktidar sahibi değildi. Burada yörenin âyânlarının büyük bir egemenliği vardı. 1805’te III. Selim tarafından Mısır Valisi kabul edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, merkeziyetçi bir politika gereği, 1811’de 470 Kölemen beyini kılıçtan geçirince Mısır’ın tek hakimi olmasını başardı. Paşa, Mısır’da kendisine karşı rakip ve muhalif bırakmayınca yenileşme hareketlerine girişti.
II. Mahmut, yenileşme hareketlerinde kendisinden önce girişimlerde bulunan ve Fransa’yı örnek alan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın faaliyetlerini takip etti ve bunlardan etkilenip yararlanmasını bildi. Yeniliğe karşı zümreler ve kimselerden tepki görmemek veya daha az bir tepki ile karşılaşmayı sağlamak için padişah, paşanın Kölemen beylerine karşı uyguladığı politikayı âyân ve derebeylerine karşı tatbik etti. II. Mahmut, Mısır valisinin uyguladığı diğer yenilikleri de âdeta kopya etti. Çünkü Kavalalı, Avrupa’ya öğrenci göndermeyi, gazete yayınlamayı ile tıbbiye ve askerî okullar açmayı sultandan önce gerçekleştirmişti.[35]
F. Diğer Tesirler
İstanbul’da bulunan ulemâ ile Bâbıâlî bürokrasisi merkezî hükümetin taşraya hâkim olmasını istemekteydiler. Aynı zümreler, bu konuda II. Mahmut’un en büyük destekleyicileri idiler.[36]
Âyânların taşradaki idarî ve askerî nüfuzlarına son verilmesini gerektiren sebepler yanında halkın, idaresinden memnun kaldığı ve Bâbıâlî’nin tayin ettiği valilere tercih ettikleri âyânlar da vardı. Halktan fazla vergi toplayan valilere karşı koyan bu âyânlar, korudukları halkın desteğini kazanmışlardı.[37] Yozgat ve havalisindeki Çapanoğulları halkın kuvvetine dayanan âyânlardandı.[38]
III. Merkeziyetçiliğin Uygulanması
A. Âyânlara Karşı Merkeziyetçilik
II. Mahmut, âyânların İstanbul’daki hâkimiyetlerinin son bulmasından sonra onların taşradaki nüfuzlarını yok etmek için hemen açık bir şekilde harekete geçmedi. Çünkü, halen devam etmekte olan Rus ve İngiliz harbinin bitmesini beklemeden yurt içinde yeni cepheler açamazdı. Ayrıca bu harpte âyân kuvvetlerine geniş ölçüde ihtiyaç vardı. Buna rağmen padişah, 1808 yılı sonlarında Canikli Ali Paşaoğulları[39] ve 1809 yılı başlarında Kadı Abdurrahman Paşa hanedanlarının köklerini kazımasını bildi.[40]
Osmanlı-Rus Harbi’ni sona erdiren Bükreş Antlaşması 20 Mayıs 1812’de imzalandıktan sonra II. Mahmut, taşrayı merkeze bağlamak üzere âyânlarla açık bir şekilde mücadeleye girişti. Âyânlara karşı Bâbıâlî’yi taşraya hâkim kılmak için uygulanan merkeziyetçilikte başlıca üç usule başvuruldu.
- Âyânların Ölümünü Bekleme
Merkezden nispeten uzak ve kuvvetli, fakat oldukça itaatkâr olan âyâna karşı kuvvet kullanılmadı. Padişah, bu gibi âyânların ölümlerinden sonra vârislerini başka yerlere göndererek mahallerinden uzaklaştırdı. Nitekim 1814’te Çapanoğullarının ve 1816’da Karaosmanoğullarının siyasî nüfuzları bu yolla kaldırıldı.[41] Bu konuda ayrıntılı bilgi için en iyi örnek Anadolu’nun iki güçlü hanedanı Çapanoğulları ile Karaosmanoğullarına karşı uygulanan merkeziyetçilik politikası gösterilebilir.
II. Mahmut tahta çıktığı sırada Çapanoğlu hanedanının başında Çapanoğlu Süleyman Bey bulunmaktaydı. Merkezî yönetim, bu kimseye 1808’de Şarkî Karahisar sancağı voyvodalığını, 1810- 1811’de Kayseri ile Kırşehir sancakları mütesellimliklerini ve onun yeğeni Ahmet Bey’e de 1808’de kapıcıbaşılık payesini verdi.[42]
Süleyman Bey’in 1813’te ölmesi üzerine II. Mahmut, 1814’te Bozok sancağının yönetimini Çapanoğullarına değil de 1812’den beri Kayseri sancağını yöneten Mutasarrıf Ali Paşa’ya verdi. Bu durum, padişahın merkeziyetçilik politikasını Bozok sancağından önce Kayseri sancağındaki âyânlara karşı uyguladığını göstermektedir.[43]
Merkezî yönetim, Yozgat ve çevresinde yönetime tayin etmediği Çapanoğullarının önde gelen isimlerinden Mehmet Celâlettin Paşa’ya Halep, Maraş, Erzurum, Karaman ve Adana’da, Abdülfettah Bey’e İstanbul, Halep, Tikveş ve Mekke’de görev verdi. Sultan, Süleyman Bey’in çocuklarından Abbas Hilmi, Mahmut ve Hamza Beyler ile torunu İzzet Bey’i İstanbul’da iskân ettirdi. Padişah, Süleyman Bey’in çocuklarından Ahmet Bey’e Yozgat’ta kalmasına izin verdi. Bunun sebebi, o kimsenin merkezî yönetime karşı tehlike oluşturacak güce sahip olmayışıdır.[44]
Karaosmanoğullarına gelince, Hacı Ömer Ağa’nın 1812’deki ölümü ve Hacı Hüseyin Ağa’nın Saruhan Müteselimliği ile Aydın Muhassıllığı’ndan azledildikten sonra 1816’da Manisa’da vefat etmesi üzerine padişah bu hanedanı baskı altına ve hakim oldukları Manisa ve çevresini kontrol altına aldı. Hacı Hüseyin Ağa’nın yerine İzmit Kereste Nazırı Osman Efendi’yi muhassıl olarak atadı. Karaosmanoğullarına Saruhan yönetiminin yeniden verilmesi 1829’da Aydın’da çıkan Kel Mehmet İsyanı ile mümkün oldu. Devletin birer memuru olarak Karaosmanoğullarından Hacı Küçük Mehmet Ağa, Hacı Eyüp Ağa ve Yakup Paşa II. Mahmut Dönemi’nin son yıllarında da Saruhan ve Aydın’ın yönetiminde görev aldılar.[45]
- Âyânları Birbirlerine Karşı Kullanma
Bu usul, merkezden uzak olan bölgelerdeki ferman dinlemeyen âyânlara karşı kullanılmıştır. 1812’den 1834’e kadar Trabzon, Rize ve civarında Hazinedaroğullarının Tuzcuoğullarına[46] ve 1819 yılı civarında Serezli (Sirozî) Yusuf Paşa’nın Batı Trakya’daki âyânlara karşı kullanılması gibi.[47]
Bazı âyânlar günün birinde, bu usulle, kendilerinin nüfuzlarına son verileceğini düşünerek, bunu işlemez hale getirmeye çalışmışlardır. Meselâ, merkezî hükümet 1814’te idam etmiş olduğu Adakale Muhafızı Recep Ağa’nın muhallefâtını müsâdere etmek istedi. Mütegallibeden olan ağanın üç kardeşi, buna karşı gelerek Eflâk ve civarını yağmaladılar. Üç kardeşler üzerine kuvvetler sevk edildiyse de bir netice alınamadı. Sonunda Tırhala Mutasarrıfı Tepedelenlizâde Veliyüddin Paşa âsiler üzerine gönderildi. Veliyüddin Paşa, 1816’da âsilerle bir mukavele imzalayarak isyanın son bulmasını ve üç kardeşin Bâbıâlî tarafından affedilmesini sağladı. Bâbıâlî, âyânları birbirine kırdırmak istediği halde, Tepedelenlizâde kuvvet kullanmadan ayaklanmanın önüne geçmişti. Böylece âyânlar birbirlerini kırmayarak kuvvetlerini korudular ve taşrada merkezî hükümetin kuvvet kazanmasını önlediler. Hiç şüphesiz bu, merkezden gelecek bir tehlikeye karşı, âyân kuvvetlerini güçlü tutmanın bir yoluydu.[48]
Taşrayı merkezî idareye bağlamak için takip edilen en tesirli usul, güvenilir paşaların kumandasında âyânlar üzerine kuvvet sevk etmekti. Hüsrev ve Hurşit Ahmet Paşalar, bu vazifede en başarılı olanlardır. Antalya ve havalisine hâkim olan Tekelioğulları 1814’te Hüsrev Paşa vasıtasıyla ve Arnavutluk ile Mora yarımadası taraflarını nüfuzu altında bulunduran Tepedelenli Ali Paşa Hanedanı da 1822 yılı başlarında Hurşit Ahmet Paşa tarafından sona erdirildi.[49]
II. Mahmut, belirtilen usullerle Anadolu ve Rumeli’de çok sayıda âyânın hayatına ve mahallindeki askerî ve idarî nüfuzuna son verdi.[50] Böyle olmasına rağmen merkezî idare, değil Osmanlı memleketinin tamamına, Anadolu’nun dahi her tarafına yayılamadı. Âsi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa gailesi yüzünden saltanatı tehlikeye düşen II. Mahmut, Çukurova bölgesini dahi merkeze bağlayamadı.[51] Bundan başka Doğu Anadolu Bölgesi’ne de merkezî yönetim hâkim olamadı.[52] Her şeye rağmen Anadolu ve Rumeli’nin büyük kısmı merkezî idare altına girmişti.
B. Kaptanlara Karşı Merkeziyetçilik
Bosna kaptanlarından Gradaçaclı Hüseyin Kaptan’ın bölgedeki nüfuzu 1832’de Mahmut Hamdi Paşa tarafından sona erdirildi.[53] Bunu 1837’de Bosna’daki kaptanlıkların kaldırılması hususunda bir fermanın çıkması takip etti.[54]
C. Kocabaşılara Karşı Merkeziyetçilik
Osmanlı Devleti döneminde hıristiyan ileri gelenlerine, Osmanlı ülkesinin değişik yerlerinde kocabaşı, çorbacı ve arhont denilmekte idi.[55] Bunun yanında bir yörede bir Hıristiyan ileri gelenine hem kocabaşı ve hem de çorbacı denildiği görüldü. Bir başka yöredeki meselâ Bulgaristan’daki kocabaşı ve çorbacı olan ileri gelen kimseler farklı konumlarda bulunmaktaydılar.[56]
Âyânlık dönemine geçişin bir benzeri, Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaşandı. Devletin gücünü kaybetmesi, kurumların gerilemesi ve vergi sistemindeki değişiklikler, taşradaki müslüman ve gayrımüslim ileri gelenlerinin güçlenmesine sebep oldu.[57] Merkezî yönetimin taşradaki gücünü kaybettiği sıralarda cizyenin belli bir miktar ile toptan alınması olan maktû yani götürü sistemine geçilmesi de kocabaşılık bakımından önemlidir. Cizye miktarı, cemaat kocabaşıları ile yapılan anlaşmalarla belirlenmekte idi. Bu sistemin yaygınlaşması ile devletin vergi yükümlüleri üzerindeki otorite ve kontrolü zayıflarken, Müslümanlardan vergi toplama işini âyânların üstlenmeleri gibi kocabaşılar da Hıristiyanlardan vergi toplama işini üzerlerine aldılar. Bu durum, XVIII. yüzyılda özellikle Balkanlar’da bir üst tabakanın oluşmasına uygun bir ortam yarattı.[58]
Âyânlar nüfuzlarını yerleşim yerlerinin dışına çıkartıp hakimiyet alanlarını genişletirken, belde yönetimlerinin başına geçen kocabaşılardan da benzeri girişimlerde bulunanlar oldu. Bazı kocabaşılar, cemaatlerinin bağımsızlık hareketlerine destek verirken bir kısmı buna karşı çıktılar.[59]
II. Mahmut, merkeziyetçilik politikasını âyânlara karşı tatbik ederken çok sayıda âyân ve derebeyini katlettirip mal varlıklarını musâdere etti. O, Mora İsyanı’na karışan kocabaşılara da benzeri uygulamalarda bulundu.
Sakız adasına bağlı bir kasaba olan Çeşme ve çevresindeki olumsuz gelişmeler, Mora İsyanı’ndan önce Filiki Eterya Cemiyeti’nin kurulduğu 1814’te başladı. Cemiyet ve isyanla bağlantısı olan ve bu kurum ile ayaklanma hareketini destekleyen kocabaşılar vardı. Merkeziyetçilik politikası ile ülkeyi kontrolü altında tutmaya çalışan II. Mahmut ve Bâbıâlî, taşrada âyânların yanında kocabaşıları da sıkı bir takibe almıştı. Nitekim 1814 yılında İzmir Kocabaşısı Coya, Rumlar arasında bozgunculuk yaptığı ve memleket işlerinde Bâbıâlî’nin isteği dışındaki hareketlere hızla başladığı için görevinden uzaklaştırıldı.[60]
1821’de Mora İsyanı başladığında Ege adalarındaki ve Anadolu kıyılarındaki bazı Rumlar ile kocabaşılar Mora âsilerini destekleyince ayaklanma buralara kadar yayıldı. Rumların arasında âyân ve kocabaşıların arazilerini ele geçirmek amacıyla isyana katılanlar da vardı.[61]
Mora ayaklanmasının daha ilk yılında 1821’de Ayvalık’ta bir isyan çıktı.[62] Benzeri bir olay, aynı yılda Çeşme’nin bağlı bulunduğu Sakız adasına da sıçradı. Deniz korsanı olan izbanditler Sakız’a saldırınca adadaki Müslümanlar, aralarında metropolit ve hizmetkârı, kocabaşı ve hizmetkârı ile köy vekillerinin de bulunduğu altmış üç Rumu tutukladıktan sonra padişahın iradesi ile öldürdüler.[63]
II. Mahmut, Mora kocabaşılarına karşı merkeziyetçilikte başarılı olamadı. Çünkü, Mora kocabaşılarının katıldıkları Mora İsyanı, Avrupa devletlerinin müdahalesi nedeniyle bastırılamadı ve bu yarımadada bağımsız bir devlet olarak Yunanistan kuruldu (1829).
1834 yılında Kaptan Paşa, izbanditlerin insan öldürmelerine, zahire ve eşya ile adam istemelerine karşı tedbir alınması için Çeşme kocabaşılarına talimat verdi. Paşa ayrıca, casusluk etmemeleri hususunda uyardığı kocabaşılardan korsan gemileri hakkında yazılı bilgi bildirmelerini de istedi. Kocabaşılar, paşanın bu emir ve isteklerini yerine getirmeyi kabul ettiler.[64]
II. Mahmut, ıslahat hareketlerinde kocabaşılardan yararlandı. 1831 yılında nüfus sayımına geçilirken kazalarda defter nazırının başkanlığında sayım işi yürütüldü. Kazalardan kayıt memurlarının ve köylerden ise imam, papaz ve kocabaşıların gönderdikleri nüfus kayıtlarının derlenip altı ayda bir İstanbul’a ulaştırılması işi nazıra aitti. Kocabaşılar; yörelerinde doğan, ölen ve oraya gelip yerleşen kimseler ile beldeden ayrılanlar hakkındaki bilgileri günü gününe kaydedip defter nazırına bildirirlerdi. Ayrıca onlar, gezi yapabilmek için mürur tezkeresi almak zorunda olan kimselere önce kocabaşı mühürlü pusula verirlerdi.[65]
1833-1836 yıllarında taşradaki köy ve mahallelerde âyânlık teşkilâtı yerine muhtarlık düzeni kuruldu. Hıristiyan köy ve mahallelerindeki yönetiminde bir değişiklik yapılmayınca kocabaşılar, önceki yıllarda olduğu gibi muhtarlık görevini sürdürdüler.[66]
- Yeniçerilere Karşı Merkeziyetçilik
Yeniçeriler, İstanbul ve taşrada bulunan askerlerdi. Osmanlı Devleti’nde askerlik düzeninin bozulması ile “Nizâm-ı Cedîd” gibi bazı yenilik hareket ve teşebbüslerine rağmen, bir taraftan çiftçiler ve esnafın çeşitli yollarla fakat daha çok para ile esami satın alarak yeniçeriliğe girdikleri ve öte yanda da yeniçerilerin ticaret, esnaflık ve çiftçilikle uğraştıkları görüldü.[67] II. Mahmut, âyânlardan sonra yenileşme hareketlerine muhalefet eden yeniçerilere de mutlak hakimiyetini kabul ettirmek üzere harekete geçti ve bu hareketlerinde III. Selim’in hatalarına düşmemeye bilhassa dikkat etti. Çünkü o, başkentteki yeniçerilerin “Nizâm-ı Cedîd”e son verilmesinde ve III. Selim’in azledilmesinde, kendi döneminde ise “Sekbân-ı Cedîd”in kaldırılmasında, Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümünde ve kendisinin azledilmek istenmesinde ne kadar önemli rol oynadıklarını ve taşrada Rumeli’dekilerin de İkinci Edirne Olayı ile bölgelerinde yeni ordunun kurulmasının önlenmesinde nasıl yoğun faaliyette bulunduklarını gayet iyi biliyordu.
Mora İsyanı sırasında başarısızlıkları görülen yeniçerilerin ıslah olunamayacağının anlaşılması ve İstanbul’da yaptıkları serkeşliklerinin had safhaya varması üzerine düzenli yeni askerî birlikler kurulması yoluna gidildi. Bu münasebetle 26 Mayıs 1826’da yeni birlikler için Yeniçeri Ocağı’ndan asker yazılmasına karar verilerek hemen uygulamaya geçildi.[68] Yeniçeriler, “Nizâm-ı Cedîd”in yeniden ortaya çıkması anlamına gelen bu harekete karşı 15 Haziran 1826’da ayaklandılarsa da edilen sokak kavgaları sonunda 17 Haziran 1826’da ocakları ile beraber ortadan kaldırıldılar.[69] Osmanlı tarihi ve toplumu bakımından gerçekten hayırlı olan ve tarihlere “Vaka-i Hayriye” adıyla geçen bu olaydan bir ay sonra yeniçerilere yakınlığı bilinen bektaşî tarikatı ileri gelenleri de taşraya sürüldüler.[70]
- Delillere Karşı Merkeziyetçilik
II. Mahmut, III. Selim Dönemi’nde merkeziyetçiliğin ve içgüvenliğin sağlanması için üzerlerine gidilen ama başarı sağlanmayan delillere gerekli girişimlerde bulundu. 1816’da Ankara ve Çankırı sancakları mutasarrıfına gönderilen bir fermanla, delillerin köy halkını soymaması ve onlara yük olmaması, halka baskılarda bulunanların cezalandırılması ve hattâ idam edilmeleri duyuruldu. Vali ve mutasarrıflar, halka tecavüzlerde dahi bulunan delillere karşı başarılı önlemler almayınca padişah, onlara karşı halkın kendilerini korumalarını ve aralarında yardımlaşmalarını istedi.[71]
II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından az sonra taşradaki askerî kuvvetleri merkeze bağlamak üzere daha cesur davrandı. Özellikle köylülere çok zarar veren deliller 1829 yılına doğru Akşehir civarında mağlup edildiler ve padişahın fermanıyla resmen kaldırıldılar.[72] Padişah, 1834-1836’da memlekette redif askerî örgütünü kurunca “vali, mutasarrıf ve mütesellimlerin kapılarında asker beslemelerine gerek kalmamıştı”.[73]
3. Sipahilere Karşı Merkeziyetçilik
Düzeni bozulmuş olan sipahilere karşı 1826 yılı haziran ayında Yeniçeri Ocağı kaldırılmadan az önce harekete geçilerek Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerindeki sipahiler; humbaracı ve lâğımcı ocaklarına bağlanmak suretiyle nizam altına alındılar.[74] II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışından hemen sonra taşradaki askerî kuvvetleri merkeze bağlamak üzere daha cesur davrandı. Ticaretle uğraşan sipahilerin tedibi de 1831 yılında vuku buldu. Bunlardan boşalan tımarlar, yeni kurulmuş olan “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” ordusuna gelir sağlamak gayesiyle mukataaya çevrildi.[75]
E. Ulemanın Nüfuzunun Azaltılması
Osmanlı toplumunun en imtiyazlı grubu; ilim, eğitim, hukuk, din ve vakıf işleriyle uğraşan ulema zümresiydi. Bu zümre, idareci zümreler içinde nüfuzu en çok olanı idi; kendilerine idam cezası ile musâdere uygulanmazdı.[76] Onların İstanbul’da olanları, başkentteki yeniçeriler ile anlaşarak bazı padişah ve sadrazamların azil ve idam edilmesi ile yenileşme hareketlerinin başarıya ulaşmasında etkili oldular.
II. Mahmut, Yeniçeri Ocağını kaldırmakla ilmiye zümresini, devlet işlerinde kuvvet aldıkları askerî güçten yoksun bıraktı. O, bundan yararlanmasını bildi ve uyguladığı yenilik hareketlerinde yüksek derecedeki ulemanın desteğini görmesine rağmen aynı konuda aleyhinde bulunan alt kademedeki ulemayı İstanbul’dan uzaklaştırdı.[77] 1834’te Evkaf Nezareti kurularak ulemanın zenginlik kaynağı olan vakıf arazisi üzerindeki idarelerine son verildi.[78] Bunun sonunda gücünden çok şeyler kaybeden ilmiye mensupları, padişaha bağlı birer memur haline geldiler.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve ulemanın nüfuzunun azaltılması ile padişahın İstanbul’daki hakimiyeti gerçekleşti ve kendisine karşı gelecek güçlü bir zümre kalmadı.
Sonuç
Neticede II. Mahmut, amcası III. Selim’in girişimlerde bulunup gerçekleştiremediği merkeziyetçilik politikasını, Mora ve Kavalalı İsyanlarının kapsadığı alanların dışında kalan memleketin Rumeli, Anadolu ve Arap vilâyetlerindeki âyân, derebeyi, kocabaşı ve yeniçerilere karşı büyük ölçüde başarıyla uyguladı.[79] O, merkezî otoritenin güçlenmesi amacıyla idarî ve mülkî alanlarda düzenlemeler yaparak taşradaki âyân ve zorbaları ortadan kaldırdı. Avrupaî bir hükümet kurulması için merkezî yönetim ve hükümette önemli derecede düzenlemeler yaptı.[80]
Osmanlı toplumunun en üst mevkiinde tabii olarak padişah bulunuyordu. Uygulanan merkezîleştirme politikası ile padişahın nüfuz ve kuvveti, önceki devre göre, İstanbul ile taşrada bütün sosyal zümreler üzerinde daha da arttı ve yaygınlaştı. II. Mahmut’un nüfuzu; ilmiye, kalemiye ve askeriye mensuplarından meydana getirilen meclislerin kanun yapma yetkilerini yalnız padişahtan alma durumu ile zirvesine ulaştı.[81]
Kalemiye zümresi de uygulanan merkezîleştirme siyaseti ile taşradaki âyân aleyhine nüfuz kazandı. II. Mahmut’un merkezîleştirme siyaseti, Bâbıâlî’deki bürokratların nüfuz kazanmasına yol açtı. Padişahın ölümünden (1839) sonra bu zümre, saray üzerinde de etkili olmaya başladı.[82] Sonunda 1876’ya kadar padişah tahakkümünün yerini bürokratların tahakkümü aldı.
Âyânlar ise kendilerine karşı girişilen merkezîleştirme politikası ile idarî ve askerî nüfuz ve kuvvetlerini kaybettiler. Fakat taşradaki sosyal ve iktisadî nüfuzları devam etti. Bu arada tımarın resmen kaldırılmasıyla sipahilerden alınan topraklar mültezimlere verildi. Bu durum karşısında mültezimler, devletin peşin para ihtiyacını karşılayarak büyük önem ve nüfuz kazandılar. Mültezimler, topraklarının idaresini ellerinde bulunduran âyânlarla birleştiler ve köylerde yeni bir toprak sahibi sınıf teşekkül ettiler.[83]
Köylünün durumu ise 1831’de tımarların resmen kaldırılışından itibaren gittikçe kötüleşti. Tımar topraklarının iltizama verilmesiyle eskiden her an azledilme imkânı olan tımarlı sipahinin yerini mültezimler aldı. Devletin vergi sisteminin ana unsurunu teşkil eden mültezimi, devlet istediği an cezalandıramadığından bunların köylüye yaptıkları zulüm önlenemedi.
II. Mahmut, Anadolu ve Rumeli’deki âyânların pek çoğunun askerî ve siyasî nüfuzlarını yok ederek merkezî idareyi Anadolu ve Rumeli’nin tamamına olmasa bile geniş bir kısmına yaydı. Ancak onun merkeziyetçiliği, eyaletlerin merkezî hükümet tarafından, daha doğrusu padişah tarafından kontrolü demekti. Lâkin, vergileri mültezimler topladığı için malî merkeziyet kurulamamıştı. Tanzimat bürokrasisi, II. Mahmut’un bu siyasetini devam ettirmiş ve bu hususta daha başarılı olmuştur.[84]
Nüfuzlarının kırılmasına rağmen âyânlar, iktisadî güçleri ve eski şöhretleri ile halk üzerinde hâlâ etkiliydiler. II. Mahmut’tan sonra da, eskisi gibi askerî güçleri olmadığı halde, bir kısım âyânların halka zulmetmekten geri kalmadıkları görüldü.[85] Bazı bölgelerde ise merkezî hükümet temsilcilerinden bazılarının kötü idareleri, buralarda halka âyânların geçmişteki idarelerini arattı.[86]
Âyânların ve kocabaşıların taşra hayatındaki önemli rolleri, II. Mahmut’tan sonraki zamanlarda başka şekiller altında devam etti.[87] Tanzimat Dönemi’nde (1839-1876) taşrada mahallî idareler kurulup yaygınlaştı.[88] Eyalet ve kazalarda kurulan meclislerdeki Müslüman ve gayrı müslim üyeler, kendi cemaatlerinin önde gelen kimseleri olan âyân ve kocabaşılar idiler. Bu kimseler, genelde sokaktaki halkı temsil etmemekteydiler. Dinleri farklı olan bu kimseler, kendi aralarında tartıştıkları gibi, aynı zamanda işlerine gelmeyen reformlara karşı çıktılar ve menfaatlerini koruyup arttırmak için ittifak dahi kurdular. Reformları ve kuralları düzgün ve dürüst bir biçimde uygulamayan bu kimselerden Müslümanlar ile hıristiyanlar şikâyetçi idiler. Hıristiyanların şikâyet ettikleri meclis üyesi kocabaşılar arasında Çeşme kocabaşıları da vardı.[89] Şikâyetlere rağmen Tanzimat yeniliklerinin uygulanması ile ilgili olarak Bâbıâlî, âyânları ve kocabaşıları 1845’te İstanbul’a çağırdı.[90] Bu sosyal zümre, bir menfaat grubu olarak kendilerine has hayat görüşleriyle yakın zamana kadar Türk siyasî hayatının önemli unsurunu teşkil edegeldi.[91]
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 720-729